Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME) » tefsir
Viewing all 114 articles
Browse latest View live

İslamoğlu Tef. Ders. ŞURA (01 – 23) (152)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin..! Rabbim Kur’an ı bize aç, bizi Kur’an a aç. Rabbim kelimelerin kalbine vahyi indirdiğin gibi bizim de kalbimize vahyin manalarını o engin, o ufuktan ufka insanı götüren, o bitimsiz tüketilemez manalarını bizimde kalbimize indir. Rabbim vahyin ışığı altında aydınlanmış bir akıl, aydınlanmış bir yürek, aydınlanmış bir tasavvurla varlığı okumayı nasip et.

Değerli Kur’an dostları bugün dersimize yepyeni bir Kur’an sitesinin daha vurarak giriyoruz. Bu muhteşem sitenin adı Şura suresi. Şura; ortak aklı yani kolektif aklı harekete geçirmek, istişare anlamına geliyor. Ortak aklı harekete geçirmemizi emreden, telkin eden ayet bu surenin 38. ayeti.

Şura aslında bal arısının bal yapma süreçlerine tekabül eden bir etimolojiye sahip. Bal arısının çeşitli bitkilerden bal özü toplayıp onları bir potada, bir gözede bala dönüştürmesine verilen ad. Ve yine arının bal yaptığı gözeye verilen isim de bu kökten türetiliyor. Dolayısıyla istişare dediğimiz şey ortak aklı harekete geçirmek dediğimiz şey, kolektif aklı tahrik etmek dediğimiz şey aslında insanın bal yapma süreci, insanın bal arısı gibi güzel düşünceleri, düşüncenin, fikrin, aklın çiçeklerini toplayıp, o çiçeklerin özünü toplayıp bir araya getirerek bir düşünce imal etmesi, bal değerinde, bal tadında muhteşem bir düşünce imal etmesine verilen isim.

Sure Mü’min suresi diye de anılmış yine başında ki harflerle de anılmış. Fakat yaygın bir isim olmamış onlar. Surenin iniş dönemi Mekke’ye tekabül ediyor. Bazı istisnai ayetler olduğu söylenmişse de Medine de indiği söylenen, bunları doğrulayan herhangi bir delile sahip değiliz. Özellikle Büyük müfessir, yani tefsiri ilk tam tefsiri bize kadar ulaşan şahıs, müfessir Mukatil Bin Süleyman Nübüvvetin 8. yılına tarihler bu sureyi. Ki delili de 38. ayet, sureye adını veren ayettir. Şura ayeti Akabe bey’atına tevafuk eder. Mukatil Bin Süleyman’ın yorumuna göre.

Cabir Bin Zeyd’e göre sure iniş sıralamasında 69. sırada yer alır. Ayet taksimatı Kufe ekolüne göre, -ki elimizde ki musaf Kufe ekolünün taksimatını esas alır- 53. Diğer tüm ekollere göre de 50 ayettir. Bu ihtilafın bir tanesi Surenin başında ki Ha miim ve ayyn, siiyn,Kaaf harflerinin iki ayrı ayet mi yoksa tek ayet mi. Hatta hiç ayet olmayıp kendisinden önceki cümleye bitişen harfler mi sayılması gerektiği ile ilgili bir ihtilaftır bu.

Surenin konusuna gelince, surenin konusu vahiy ve vahyin inşa ettiği insan. O insan, yani Resulallah’ın şahsında vahiy nasıl bir insan tipi inşa eder? Bu sorunun cevabını en açık bir biçimde biz bu surede buluyoruz.

İndiği zamanın zor şartlarına inat sure muhatabı olan müşriklere çok şiddetli bir meydan okuma içeriyor. Hatta hatta Hamim ailesinden olmasına rağmen bu surenin, ayrıca ayyn, siiyn, kaaf harflerinin gelmiş olmasını da muhataplarına meydan okumadaki şiddeti ile açıklanmış.

Oysa ki hamim ailesinin 3. suresi bu. 7 sure böyle hep Haa miim ile başladığı için bunlara Haa miim ailesi diyoruz. Ama bu surede istisnai olarak Hurufu mukaddadan 3.ü daha var. ayyn, siiyn, kaaf harfleri. Dolayısıyla bu aile içinde yer alıp ta 3 harf daha ziyade olmasının sebebi indiği ortama inat müşriklerin şiddetli karşı koyuşlarına inat, meydan okumasının gücünü, yani size meydan okuyorum, sonuçta siz kaybedeceksiniz. Allah’a karşı savaş açan hiç kimse kazanmadı ki, siz kazanasınız ey Mekke’nin putperestleri meydan okumasını zımnen söyleyen bir sure.

Tek dünyalı aklın ölçüsüz dünya ve hayat tasavvuru eleştirilir surede. Buna karşı tabii ki dengeli bir hayat tasavvuru kurulur. İki dünyalı dengeli bir hayat tasavvuru. Çünkü tek dünyalı aklın iki yüzü olur genellikle. İki dünyalı aklınsa tek yüzü olur. O nedenle surede iki dünyalı bir tasavvur inşa edilir; Dünya ve ahiret. Surenin bütünün de biz bu inşayı görürüz.

Mesela kul lâ es’elüküm aleyhi ecren illel meveddete fiyl kurba (23) De ki ben bu tebliğime, bu davetime, bu vahyi size ulaştırmam karşılığında herhangi bir ücret istemiyorum. Sadece Allah’a yakın olma konusunda sizde bir arzu istek ve sevgi uyandırmaya çalışıyorum. Hepsi bu. Emri bize Resulallah’ın vahiy tarafından nasıl ilmek ilmek inşa edildiğini, onun içi dünyasının vahiy tarafından nasıl donatıldığını gösteren ayetlerden biri.

Allah’ın insana olan ilgi ve merhametinin gerçek bir tezahürü olan bu vahyin iniş yöntemi hakkında en ayrıntılı anlatım bu surenin 51. ayetinde yer alır. Kur’an ın başka hiçbir tarafında vahyin inişi üzerine bu kadar ayrıntılı, bu kadar detaylı bilgi veren bir ayet yer almaz. O sadece bu surenin 51. ayetinde yer alır. Bu kısa ve özet girişten sonra şimdi suremizi tefsire geçebiliriz.

[Ek bilgi ; Sûrenin ihtiva ettiği başlıca hususlar şunlardır:

1- Son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'in de diğer peygamberler gibi vahye mazhar olduğu ve Kur'ân-ı Kerim'in hangi hikmete mebni Arapça olarak nazil olduğu.

2- îlâhî vahyin kısımlarına, Peygamber (s.a.v.)'in vahiyden önceki hali ve tebliğine dair malûmat.

3- Şeriatların usulen bir olduğunu beyan ile ilâhî dinde tefrikaya düşülmemesini ve ihtilâfların ilâhî hükümlerle halledilmesi.

4- Bir fenalığa karşı misliyle mukabelede bulunmanın cevazı.

5- Allahü Teâlâ'nm varlığına, birliğine ve kudretine şahadet eden semavi ve arazi hilkat eserlerine nazarları celp.

6- Kıyametin ne zaman vuku bulacağını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği. Kâfirlerin nasıl bir azaba uğrayacakları. Herkesin ameline göre mükâfat veya mücâzat göreceği. Sûrenin ihtiva ettiği başlıca konular bunlardır.

(Ebü'l-Leys Semerkandi - Tefsirü'l-Kur'an)]

 

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, rahim Allah adına. Özünde merhametli ve işinde merhametli olan Allah adıyla. Merhameti kendisine nitelik edinmiş, merhametle varlığı çekip çeviren, merhametle yaratan, kendisi zati olarak merhametli, yani merhametin menbaı, kaynağı ve yaptığı her işte de merhametini ve rahmetini gördüğümüz O engin merhamet sahibi Allah’ın adıyla. Ki zaten biz bu vahye de O’nun merhameti sayesinde kavuşmadık mı.

Aslında vahiy insanoğlunun önüne Allah’ın rahmetinden indirilmiş bir gök sofrası değil mi. İnsanoğlu bu sofradan yitip mutluluğun tadını tatması için rabbimiz insanoğluna vahit ile lütfetmedi mi. İşte biz vahyi Allah’ın insanoğluna olan sonsuz merhametinin bir tezahürü olarak görüyor ve besmele ile başlıyoruz. BismillahirRahmanirRahıym.

1-) Haa, Miiiym;

Ha, Miim. (A.Hulusi)

01 – Hâ, mîm. (Elmalı)

Haa, Miiiym ailenin 3. üyesi olduğunu daha önce söylemiştim. Bu kesik kesik harfler, heca harfleri 28 surenin başında gelir. Yani Arap harflerinin sayısı kadar. Aslında 29 sayılır lam elif ile birlikte. Ama lam elif zati bir harf değil iki harften oluşmuş bir kombinezondur. Onun için asli harfler 28 dir ve bu kesik kesik harfler, mukadda harfleri de Kur’an da 28 surenin başında gelir.

Geldiği surelerin başında mutlaka 1 ile 5 arasındaki harf sayısınca yer alır. Ya bir, ya iki, ya üç, ya dört, ya beş. Bundan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz; Ey muhatap, Ey Allah’ın gök sofrasının başına oturmuş olan muhatap. Bu içine vahiy indirilmiş olan kelimeler var ya, aslında insanoğlunun konuştuğu bir dildir. Yani ayakları yerdedir bu vahyin, ama başı göktedir. Sen yerde olan bu ayağından tutunacak, gökte olan başına doğru tırmanacaksın. Yani sen yüceltecek bu vahiy. Onun için ikisini birden gör. İşte bu harflerden oluşan, bu normal harflerden oluşan vahiy sana muhteşem bir mucize olarak açılan bir mutluluk kapısı sunuyor. Gir oradan ve mutlu ol manasını taşıyor.

Bu harflerin başında geldiği tüm surelerin 25. doğrudan, 3 ü dolaylı olarak vahye atıfla başlar. Yani hemen tamamı doğrudan ya da dolaylı vahye atıfla başlar. Bu da bize şunu gösterir, yine biraz önce yaptığımız yorumun benzeri; Bu vahiy senin anlaman için insanın konuştuğu bir dil ile indi. Yani aslında vahyin dil dışı dili, mutlak dili, sırf sen anlayıp ta amel edesin, hayatına koyasın diye insanın konuştuğu dilin içine girdi. Dolayısıyla Ey insan ben bunu anlayamam, benim havsalam almaz. Biz kim, Kur’an ı anlamak kim. Kur’an ı falancalar anlarmış gibi iyi niyetle, ya da kötü niyetle yaklaşılan tüm anlama mazeretlerinin hepsini birden kökten siler süpürür atar.

2-) Ayyyn, Siiiyn, Kaaaf;

Ayn, Siin, Kaf. (A.Hulusi)

02 – Ayn, sîn, kaf, (Elmalı)

Ayyyn, Siiiyn, Kaaaf ailenin diğer üyelerinin aksine fazladan bu harfleri taşıması demiştim biraz önce girişte saldırının şiddeti ile orantılı bir meydan okumaya delalet eder. Ama aynı siin, kaaf’ı bir mananın sembolü olarak ta tefsir eden müfessirler olmuş.

Mesela şöyle tefsir etmiş bazı müfessirler. Ayn; göz. Göz demektir zaten, yani görmeye. Siin; sem yani işitmeye. Kaaf’ta kalbe, kalbe ilka etmeye delalet eder. Bu surenin 51. ayetinde vahyin peygamberlere 3 geliş biçimi anlatılır. Bu üç biçimden 1. siz görmeye, 2. si işitmeye, üçüncüsü de kalbe ilkaya delalet eder. Dolayısıyla bu surenin başında yer alan o Haa miim den sonraki ayn, siin, kaaf harfleri böyle bir sembolik manaya delalet eder denilmiş.

Ama benim daha farklı bir yorumum var; Ayn; vahyin kaynağına işaret edebilir. Çünkü ayn, anı zamanda su gözü, suyun çağladığı göz anlamına gelir. Siin; Arap lehçelerinden bir kaçında insan manasına kullanılır. Yasin de ki siin de ya eniy siin den kısaltılmış, ey insan manasına gelir. Tay kabilesi lehçesinde böyle kullanılır. Kaaf ise yine kalp manasına. Bu durumda böyle okuyacak olursak, böyle bir sembolleştirmekle okuyacak olursak; vahyin kaynağından hedefine gidiş sürecini, iletiliş sürecini ifade eden sembollerdir de diyebiliriz.

3-) Kezâlike yuhıy ileyke ve ilelleziyne min kablikellahul ‘Aziyzül Hakiym;

Aziyz ve Hakiym olan Allâh, sana ve senden öncekilere böylece vahyeder! (A.Hulusi)

03 – İşte böyle vahiy veriyor sana – senden evvelkilere de – Allah, o, azîz, hakîm. (Elmalı)

Kezâlike yuhıy ileyke ve ilelleziyne min kablikellahul ‘Aziyzül Hakiym üstün ve yüce olan, hikmetle hükümran bulunan Allah, sana ve senden öncekilere hakikati işte böyle vahy ediyor. Açık ve net. Sana ve senden öncekilere. Tüm vahiyler aynı kaynaktan beslenirler Dolayısıyla aynı hakikati ifade ederler demenin Kur’an cası bu. yani ey insan ne kadar peygamber gelmişse hepsi de aynı hakikati dillendirdi. Her peygamber birbirini doğrulayarak gelir onun için. Filozoflar gibi birbirlerini yalanlayarak değil. Peygamberler birbirlerini tasdik ederek gelirler.

4-) LeHU ma fiys Semâvati ve ma fiyl Ard* ve “HU”vel ‘Aliyyül ‘Azıym;

Semâlarda ve arzda ne varsa O’nun içindir. O, Alîy’dir, Aziym’dir. (A.Hulusi)

04 – Onundur bütün Göklerdeki ve Yerdeki ve o, öyle ulu, öyle azîm. (Elmalı)

LeHU ma fiys Semâvati ve ma fiyl Ard göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’na aittir. Yani göklerde ve yerde olan her şeyin, aslında gökler ve yer de O’na aittir. Göklerde ve yerde ne varsa O’na aittir cümlesi bunu da içerir. İçindekilerle birlikte Allah’a aittir. Buradan yola çıkarak mülkiyet insanoğlunda emanettir. Benin dedikleri insanın aslında kendisine emanet verilmiştir. İnsan mutlak malik değildir. Çünkü Mutlak malik Allah’tır, mutlak malik verince serveti azalmayandır. Oysa insan verince azalır. Yani insanın elinden çıkınca, başkasının eline geçince malik’in mülkiyet iddiası biter. Ama Allah verir, mülkinde mülkiyet iddiası bitmez verdiği halde mülk yine O’nundur. Çünkü mülkün yegane sahibi O’dur. Dolayısıyla insan bu cihana malik olmak sahip olmak için değil, şahit olmak için gelmiştir. Rabbimiz de onu şahit tutmak için verir. İnsan ya şahadetini sadakatle yapar, ya da hain olur şahadetinde ihanet yapar.

ve “HU”vel ‘Aliyyül ‘Azıym O aşkın ve yücedir. Azamet, heybet, kudret ve güç sahibidir. Aliyy; Metafizik yaratıklardan aşkındır. Aziym ise fizik varlıklardan üstündür. Yani hem gördüğünüz, hem görmediğiniz. Hem somut, hem soyut. Hem fiziki, elle tutulup gözle görülen, hem de görülmeyen varlıklardan çok ötededir. Aşkındır üstündür. Bütün bunları O yaratmıştır. Yani sadece insan gücü yetmez, cine de gücü yeter. Sadece insanı çekip çevirmez, meleği de çekip çevirir. Hatta sadece insanoğlunun rabbi değil, şeytanın da rabbidir. Yani onun eşi, benzeri yoktur, zıddı da yoktur. Yani kendine eş değer ve bir karşıtı da yoktur ki onun yaptığını engellesin, buraya koyduğunu buradan alıp şuraya koysun. İlerde gelecek;

leyse kemisliHİ şey’un (11) ifadesi, o muhteşem tevhid ibaresi bu surede yer alır.

5-) Tekâdüs Semâvatü yetefattarne min fevkıhinne vel Melaiketü yüsebbihüne Bi Hamdi Rabbihim ve yestağfirune limen fiyl Ard* ela innAllâhe “HU”vel Ğafûrur Rahıym;

Neredeyse semâlar üstlerinden yarılacaklar (içinden ne çıkacak? A.H.)! Melekler de Rablerinin hamdi olarak tespih ediyor (işlev görüyor) ve arzda olanlar için bağışlanma dilemekteler… Dikkat edin, Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

05 – Ki Gökler hemen hemen üstlerinden çatlayacak gibi titreşiyorlar, Melekler hamd ile rablerine tesbih ediyorlar ve Yerdeki kimse için mağrifet diliyorlar, uyan Allah dır ancak öyle gafur, öyle rahîm. (Elmalı)

Tekâdüs Semâvatü yetefattarne min fevkıhinne Allahuekber, ayete bakınız. Neredeyse diyor, handiyse gökler (O’nun azametinden ve heybetinden) parçalanırcasına sarsılır, titrer. Gökler titriyor ey insan, sen neden hissizsin. Gökleri titreten O’nun azamet ve heybeti senin tüyünü bile oynatmasın mı. Zımnen biz bunu anlıyoruz.

Aslında O’nun azamet ve heybetinden diye parantez içi bir açıklama ile çevirdim, bir üstteki ayete bağlamak için. Bağlantısız olarak, parantez içi olmadan da çevirebiliriz tabii ki; Neredeyse gökler parçalanırcasına sarsılır, sarsılmaktadır. Bu bağımsız bir okumayla açık evren modeline, genişleyen bir evren modeline bir atıf olarak ta anlaşılabilir.

vel Melaiketü yüsebbihüne Bi Hamdi Rabbihim ve yestağfirune limen fiyl Ard melekler ise rablerinin sonsuz yüceliğini hamd ile dile getirir ve yer yüzünde yaşayan, ve yestağfirune, yer yüzünde yaşayan her bir varlık için biteviye af dilenirler. Ya rabbi onu affet diye yalvarırlar. Yani insanın emrine amade kılınmış olan o yüce varlıklar dahi insanın günahına tevbe ederler.

Günah işlemekten azade olan varlıkları, rabbimiz insanın günahına tevbe ile görevlendirir. Hem rahmetiyle muamele eder, insana rahmetini yağdırmak içinde melekleri görevlendirir. Yani rahmetine vesile olsun diye her şeyi göreve çağırır. İşte böylesine sonsuz bir merhamet sahibidir. Meleklerin yer ehline, yani insana af dilemesi, kulluğuna yardımcı olup, musahhar kılınmasıdır. Yani emrine verilmesidir. Allah’ın her eşya için koyduğu yasaya nakşettiği aktif ya da pasif güçlere melek diyebiliriz. Her eşyanın özünü ayakta tutan, her eşyanın özüne verdiği emri ifa eden eşyanın özündeki aktif ya da pasif güçler.

Dolayısıyla bizim emrimize amade kıldığı bu eşya eğer emrimiz altında duruyor, bunu alıp buradan şuraya koyabiliyorsak onun özüne yerleştirdiği melekler sayesinde koyuyoruz. Yani eşya insana boyun eğmezdi. Boyun eğdi ki, rabbim bana boyun eğ dedi, ben de eğdim. Sana boyun eğ diyor ama niye eğmiyorsun. Onun için sana af dileniyorum. Senin için tevbe ediyorum dercesine bize boyun eğen eşya, bize Allah’a boyun eğmemizi öğretiyor. Beni aldın şuradan buraya koydun, sesimi çıkarmadım. Ama Allah yarattığı seni şuradan alıp şuraya koymak istiyor, sen çığlık çığlığa bağırıyorsun. Ey insan ne kadar nankörsün dercesine. Her şey insana Allah’a teslimiyet dersi veriyor.

ela innAllâhe “HU”vel Ğafûrur Rahıym bakın şüphesiz Allah, evet, evet yalnız O dur hep bağışlayan ve hep merhamet eden, rahmetiyle muamele eden.

6-) Velleziynettehazû min dûniHİ evliyaAllâhu Hafiyzun aleyhim* ve ma ente aleyhim Bi Vekiyl;

O dûnunda veliler edinmişlere gelince, Allâh onları gözetleyendir… Sen onların yaptıklarının sorumlusu değilsin. (A.Hulusi)

06 – Onun berisinden velilere tutunanlara gelince: onların da üzerlerine Allah gözcü, sen değilsin üzerlerine vekil. (Elmalı)

Velleziynettehazû min dûniHİ evliyaAllâhu Hafiyzun aleyhim Zatından başkalarını sığınacak, tutunacak, barınacak, kapılanacak dost edinenleri Allah sürekli gözetim altında tutar. Hafiyzun aleyhim. Göz altında tutar onları. Neden? Benden başkalarını sığınak, barınak, sığınılacak dost ediniyorsunuz ha? Haydi bakalım sizi korusunlar, sizi benden korusunlar, benden kaçırsınlar, benden saklasınlar. Allah’tan saklanmak ha..! Allah’tan kaçmak ha..! Nereye? Kime?Ve nasıl, hangi güçle. Ne yetkiyle, ne cür’etle, ne cesaretle.

ve ma ente aleyhim Bi Vekiyl dehşet bir sonucu var bunun. Sen onların tercihlerinden asla sorumlu değilsin. Yani Allah’tan saklanmaya, Allah’tan kaçmaya, Allah’tan başkalarını sığınak ve tutamak bilmeye kalkanlar, Allah’tan başkalarına Allah gibi sığınanlar: Onlardan sen sorumlu değilsin. Olamazsın da. Ne koruma anlamında sorumlu olabilirsin, ne de onları kayırma anlamında. Onlar Allah’ın enseleyeceği kişilerdir. Allah onları göz altına almıştır. Bir gün onlardan hesabını isteyecektir.

[Ek bilgi; EVLİYA KAVRAMI

Burada "evliya" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime Arap dilinde çok geniş anlamlar taşır. İnsanların, sahte ma'budlar hakkındaki çeşitli inanç ve davranışlar ortaya koymalarını Kur'an, "Allah'tan başka veliler edinmekle" niteler.

Kur'an'ı dikkatle incelediğimizde "veli" kelimesinin şu anlamlara geldiğini görürüz;

a) Bir kimse, başkasının gösterdiği yola binaen amel eder, onun koyduğu kurallara, kanunlara ve adetlerine uyarsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Nisa: 118-120 ve A'raf: 3-27-30).

b) Bir kimse, bir başkasının yol gösterdiğine inanır ve o şahsın gösterdiği yolun itimat edilir, diğerlerinin ise yanlış olduğunu iddia ederse, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Bakara: 257, İsra: 97, Kehf: 17-50, Casiye: 19)

c) Bir kimse, bir başkasının, yaptığı kötülükleri göz ardı ederek, kendisini öbür dünyada kurtaracağına inanırsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Nisa: 123-173, En'am: 51, Rad: 37, Ankebut: 22, Ahzab: 65, Zümer: 3)

d) Bir kimse, bir başkasının yüce kerametleri dolayısıyla yardım ederek afetlerden ve musibetlerden kurtaracağına, iş bulacağına, evlat vereceğine ve kendisinin diğer ihtiyaçlarını karşılayacağına vs. inanırsa, o şahsı "veli" edinmiş olur. (Bkz. Hud: 20, Rad: 16, Ankebut: 41)

Kur'an da "veli" kavramı yukarıdaki anlamlardan sadece biri için kullanılabildiği gibi, bazen de hepsini içeren bir anlamda kullanılmıştır. Ayette geçen "veliler" ifadesi, yukarıdaki dört anlamı da kapsayacak şekilde kullanılmıştır. (Mevdudi –Kuran tefsiri)]

7-) Ve kezâlike evhayna ileyke Kur’ânen ‘Arabiyyen li tünzire Ümmel Kura ve men havleha ve tünzire yevmel cem’ı lâ raybe fiyh* feriykun fiyl cenneti ve feriykun fiys sa’ıyr;

İşte böylece sana (Onu) Arapça bir Kur’ân (olarak) vahyettik ki, hem Mekke halkını ve Onun yöresindekileri uyarasın; hem de kendisinde şüphe olmayan toplanma sürecinin dehşeti hakkında bilgi edinilsin! (Onlardan) bir bölümü cennettedir, bir bölümü de alev dalgaları yayılan ateştedir. (A.Hulusi)

07 – Ve işte böyle sana Arabî bir Kur’an vahy etmekteyiz ki Ümmül kurayı ve çevresindekileri sakındırasın ve o toplama gününün dehşetini haber veresin onda şüphe yok, bir fırka Cennette, bir fırka saîrde, (Elmalı)

Ve kezâlike evhayna ileyke Kur’ânen ‘Arabiyyen li tünzire Ümmel Kura ve men havleha ve tünzire yevmel cem’ı lâ raybe fiyh biz sana hem şehirlerin anasını ve onun çevresindekileri uyarman, hem de kendisinde asla şüphe bulunmayan toplanma gününe karşı insanlığı ikaz etmen için, uyarman için Arapça bir Kur’an vahyettik, Arapça bir hitap vahyettik.

Kur’anen ‘Arabiyyen; Arapça bir Kur’an. Yani şu ayetle birlikte okuyalım;  Ve ma erselna min Rasûlin illâ Bi lisani kavmihi. (İbrahim/4) biz hiçbir peygamberi göndermiş olmayalım ki kendi kavminin lisanıyla konuşmamış olsun. Yani biz her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik. Ama neden? Bir nedeni var. Tek nedeni şu li yübeyyine lehüm onlara vahyi açıklasın. Burada ki açıklama, beyan yetkisi sadece dille bir sözün anlaşılmaz yerlerini açıklama falan değil, yaşasın, model üretsin, onların önüne bir model koysun. Beyan budur

litübeyyine linNasi ma nüzzile ileyhim.(Nahl/44) İnsanlığa kendilerine indirdiğimizi beyan edesin diye buyrulmuyor mu peygamberimize Kur’an da. Dolayısıyla beyan; uygulamanın ortaya konulmasıdır. Yani inen vahye göre bir hayatın, bir prototipin, bir model hayatın ortaya konması.

Söyler misiniz model hayatın dili olur mu? Model modeldir. Modellerin dili evrenseldir değil mi. Bir model dünyanın herhangi bir tarafında çıkar, o model nereye giderse orada üretilir. Modelin dili evrenseldir. Onun için Kur’an ın Arapça oluşuna vurgu aslında Resulallah’ın ve vahyin ilk muhatabı olan, canlı şahit olan o neslin ortaya, tüm insanlık için geçerli bir model koymaları amaçlamıştır. Model konduktan sonra modelin dili olmaz ki. Modelin dili evrenseldir. Her dildir modelin dili. Dolayısıyla Kur’an ın Arapça indirilmiş olması, insanoğlu tarafından anlaşılma amacıyla indirildiğini ifade eder. Anlaşılıp model ortaya konduktan sonra da o model herkesi bağlar. Çünkü Allah bu modele gör davranınız buyuruyor. .. üsvetün hasenetün.. (Ahzab/21) güzel model.

feriykun fiyl cenneti ve feriykun fiys sa’ıyr sonuçta bir kısmı cennete girecek, bir kısmı da ateşe. Böyle bir ayetin sonuna böyle bir cümle neden gelir? Aslında model ortaya konduktan sonra hiçbir mazeretin kalmıyor ey insan. İradenle seç. Seç, ödül mü istersin, ceza mı. Bu senin elinde. Hangisini tercih edeceğini sen belirleyeceksin.

Dolayısıyla yasan iradedir. Seni Allah bir tek şeye mahkum etmiştir; İradeye. Seç ve sonucuna da katlan. Dolayısıyla insan için Allah’ın takdir ettiği şey iradedir anlamına gelir. 7. ayetin son cümlesi zaten bunun tersini 8. ayet nefy ediyor. Nasıl, okuyalım bakalım;

8-) Ve lev şaAllâhu lece’alehüm ümmeten vahıdeten ve lâkin yüdhılü men yeşau fiy rahmetiHİ, vezzâlimune malehüm min Veliyyin ve lâ Nasıyr;

Eğer Allâh dileseydi onları elbette ümmet-i vahide (tek bir inançta olan toplum) kılardı… Fakat Allâh dilediğini Rahmetine dâhil eder! Zâlimlere gelince, onların ne bir velîsi vardır ve ne de bir yardım edeni! (A.Hulusi)

08 – Dilese idi Allah elbet hepsini bir ümmet de yapardı ve lâkin dilediğini rahmetine koyuyor da zalimlere gelince ne bir veli var onlara ne de bir nasîr. (Elmalı)

 

Ve lev şaAllâhu lece’alehüm ümmeten vahıdeten ama eğer Allah dileseydi onları tek bir ümmet yapardı. Bunun fahvel hitap. Sözün gelişinden şunu anlıyoruz; Fakat dilemedi. Neyi diledi? İradeyi diledi. Seçmenizi diledi, tercihinizi diledi. Allah verdiği iradeye saygı gösterdi. Sen de saygı göster ey insan. Dolayısıyla iradeye ihanet etme, cezalandırılırsın. Sadakat göster ödüllendiril. Burada Allah’ın yasasının irade olduğunu, eğer bu yasa olmamış olsaydı imanla küfür gibi iki bölüm insanın olmayacağı, dolayısıyla Hakk ve batıl, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, doğru ve yanlış olmayacağı. Gece ve gündüz olmayacağını, her şeyin tek düze olacağını öngörebilirdik. Fakat böyle bir şey asla olmayacak. İnsan iradeli olduğu sürece olmayacak. İşte bize bunu söylüyor ki bu ayete ilerde de atıf yapmak zorunda kalacağız.

ve lâkin yüdhılü men yeşau fiy rahmetiH ne var ki o isteyeni rahmetine kavuşturmayı diler. Bakınız, çeviriye dikkat buyurunuz lütfen. O dilediğini rahmetine kavuşturur şeklinde çevirebiliriz. Fakat Kur’an ın genelinden ve burada ki men yeşa’ ibaresinin açık uçluluğundan yola çıkarak O dileyeni rahmetine kavuşturmayı diler diye çevirdik. Çünkü insanın dileğine zaten hemen üstteki ayetlerde iradesine atıf yapıldı, seçme yeteneğine atıf yapıldı. Allah’ın dilemesini Rad/27. ayetinin ışığında anlamak lazım. Ne diyordu?

.. innAllâhe yudıllu men yeşau ve yehdiy ileyHİ men enab. (Ra’d/27) Buyurun bu ayet ışığında anlaşılmalı. Allah’ın saptırması, ya da hidayeti. Ne diyor ayette; Allah dilediğini saptırır ve yehdiy ileyHİ men enab. Dilediğini de hidayete mi erdirir? Hayır Men enab kendine yöneleni de hidayete erdirir. Yani kendine yönelecek insan, Allah’ta bu yönelişi kabul edecek. Kendinden yüz çevirecek insan, Allah’ta; madem yüz çevirdin, seninle olan ilişkimi kesiyorum. Senin tercihinle seni baş başa bırakıyorum. Sen madem Allah’a sırtını döndün,

nesullahe fenesiyehüm. (Tevbe/67) Onlar Allah’ı unuttular, Allah’ta onları unuttu. Evet. nesullahe feensahüm enfusehüm. (Haşr/19) de var ayrıca. Onlar Allah’ı unuttular, Allah’ta onlara kendilerini unutturdu. Bu daha dehşet bir şey. Kendini unutturmak, kendini kaybettirmek. Kendini unutan kendini kaybeder. Kendini kaybeden kendini bilmez. Kendini bilmeyen neyi bilir ki.

vezzâlimune malehüm min Veliyyin ve lâ Nasıyr zalimler ise ne candan bir dost, yürekten bir dost. Samimi bir dost ne de yardımcı bulabilecekler. Zalimler kim; vezzâlimiyn dediği? Kendine kıyanlar. En büyük kötülüğü kendine olanlar. İnsanın kendine yapabileceği en büyük kötülük, kendini Allah’ın desteğinden mahrum bırakmaktır. Kişinin kendini Allahsız bırakmasından daha büyük bir kendine kötülük düşünemiyorum. İşte bu zalimin ta kendisidir.

9-) Emittehazû min dûniHİ evliyâ’* fAllâhu “HU”vel Veliyyü ve HUve yuhyil mevta* ve HUve alâ külli şey’in Kadiyr;

Yoksa O’nun dûnundan velîler mi edindiler? (İşte) Allâh! “HÛ”dur El Veliyy! “HÛ” diriltir ölüleri! “HÛ” her şeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)

09 – Yoksa ondan beride velileri mi idindiler? Fakat Allah dır ancak veli, ölüleri o diriltir, ve her şey’e kadîr odur. (Elmalı)

Emittehazû min dûniHİ evliyâ’ yoksa onlar O’nun dışında hamiler, koruyucular, destekçiler, veliler mi edinmeye kalkıyorlar. fAllâhu “HU”vel Veliyy oysa ki asıl himaye edici, asıl koruyucu, asıl veliy, asıl can dost Allah’tır. Onun için Allah’ın var neye muhtaçsın, Allah’ın yok, neyin var? Onun için Allah’ı olan darda kalmaz. Onun için Allahsızlık en büyük anlamsızlıktır. Onun için Allah’ı kırma da, kim kırılırsa kırılsın. Onun için rabbinle yakın ol, kime uzak olduğunun hiçbir anlamı yok. Yeter ki rabbine yakın ol. Rabbine yakın olursan dünya alem bir olsa senin sırtını alt edemez, yere getiremez.

ve HUve alâ külli şey’in Kadiyr zira sadece O dur ölüye can veren ve her şeye muktedir olan, güç yetirende yalnızca O’dur.

10-) Ve mahteleftüm fiyhi min şey’in fehukmühu ilAllâh* zâlikümullâhu Rabbiy aleyhi tevekkeltü ve ileyHİ üniyb;

Herhangi bir şey hakkında fikir ayrılığına düştüğünüzde, onun hükmü Allâh’a aittir! İşte budur Allâh, Rabbim! O’na tevekkül ettim… O’na dönerim! (A.Hulusi)

10 – İhtilâf ettiğiniz herhangi bir şey hakkında da hüküm Allaha âittir, işte de: o Allah benim rabbim ben ona dayanmaktayım ve hep ona sığınırım. (Elmalı)

Ve mahteleftüm fiyhi min şey’in fehukmühu ilAllâh imdi bu alanda ayrılığa düştüğünüz her konuda hüküm, son sözü söylemek Allah’a aittir. zâlikümullâhu Rabbiy aleyhi tevekkeltü ve ileyHİ üniyb De ki bakın işte benim rabbim olan Allah budur. Hep O’na güvendim, O’na yöneldim. Yani benim rabbim olan Allah kendisine güvenilecek ve kendisine güveneni asla mahcup etmeyecek zattır.

Peki sizin kul olduğunuz kullar, kul olduğunuz eşya, ya da başka şeyler, tanrılık atfettiğiniz Allah’a ait sıfatları çalıp ta bir başkalarına yakıştırdığınız o şeyler hiç güveninizi denediniz mi? Onların, yarın büyük hesap günü sizi kayıracaklarına dair bir garanti aldınız mı? Benim rabbim bana garanti veriyor. lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenun. (Yunus/62) diyor. Kendi dostları için asla geçmişten dolayı üzüntü ve gelecekten dolayı kaygı da olmayacak diyor. Peki sizin kulluk yaptıklarınızda size bu garantiyi veriyor mu? Yoksa size ahireti inkar mı ettiriyorlar. Ahireti inkar ettirmeleri lazım çünkü orada hiçbir şey veremeyecekler. Veremeyeceklerini söyleyemeyince sana ahireti yok saymanı söyleyecekler.

11-) Fatırus Semâvati vel Ard* ce’ale leküm min enfüsiküm ezvacen ve minel en’ami ezvaca* yezreüküm fiyh* leyse kemisliHİ şey’* ve HUves Semiy’ul Basıyr;

Semâlar ve arzın Fâtır’ıdır! Sizi, hem kendi benliğinizden eşler (orijin benlik + oluşmuş benlik); hem de en’amdan (hayvansal bedenden) çiftler (biyolojik + ışınsal {ruh} beden) hâlinde oluşturmuştur… Böylece sizi üretiyor! O’nun benzeri bir şey yoktur! O, Semi’dir, Basıyr’dir. (A.Hulusi)

11 – O Gökleri ve yeri yaradan, size kendilerinizden çiftler yapmış, en’amdan da çiftler, sizi o suretle üretip duruyor, onun misli gibi bir şey yoktur ve o öyle semî’ öyle basîrdir. (Elmalı)

Fatırus Semâvati vel Ard O gökleri ve yeri yoktan var edendir. ce’ale leküm min enfüsiküm ezvacen ve minel en’ami ezvaca nasıl ki hayvanları çiftler halinde yarattı, sizi de kendi türünüzden eşli olarak yaratmıştır. Sizin içinde kendi cinsinizden eşler yaratmıştır. Yezreüküm (fiyh) ve sizi bu sayede çoğaltmaktadır.

Evet, zevc; eş, çiftlerden her biri anlamına gelir. Kur’an da erkekler dişiler, hayvanlar, bitkiler her şey için kullanılır. Tüm yaratılmışlar için kullanılır ve tabii ki insanlar için kullanılır. Varlığın çift kutupluluğu yasasına bir atıftır. Yaratılmış olmanın kanunu budur. Çift kutupluluk. Çiftin her üyesi ontolojik olarak varlığını diğerinin varlığı üzerine temellendirir. Neden Çünkü ötekinin olmaması halinde kendisi de olamaz. Çünkü bu kendi kendine yetmediğinin ifadesidir.

Çifterlilik, yaratılmış olmanın temel kanunu olan çifterlilik, eşi olmadan kendisinin de olmayacağının ifadesidir. Bu da acziyetin ifadesidir. Yani söz şuraya getirilmiştir; daha aynı cinsten olan eşin olmadan sen varlığını bile garanti edemezken, sen nasıl Allah’a küstahlık edersin. Allah olmadan sen neyini garanti etmeye kalkarsın. Daha senin gibi ölümlü eşsiz dahi varlığını garanti edemiyorsun. Var olmak için mutlaka karşı cinse ihtiyaç duyuyorsun. Bir erkekle bir dişi olması şart oluyor da sen Allah’a nasıl sana muhtaç değilim havasına bürünüyorsun. Buna nasıl cüret ediyorsun, neyine güvenerek bunu yapıyorsun.

Aslında bunun temelinde, altında bizi götürüp bıraktığı yer burası bu ibarenin, bu ayetin. Zaten eşi olmayan, eşe ihtiyaç duymayan, çifterlilik yasasının kendisini bağlamadığı bir tek zat var, ona da Allah diyoruz. İşte sözü oraya getiriyor ayet.ve diyor ki;

leyse kemisliHİ şey’un hiçbir şey O’na benzemez. Bu cümle, bu cümlecik Kur’an da ki tevhidi ifade eden en öz kalıplardan biridir. Tevhidin şartı olan Allah tasavvurunu inşa eder. Hacmi küçüktür ama manası çok derin ve büyüktür. Gerek zat, gerek sıfat ve gerek ef’al, eylemler, fiiller konusunda açısından hiçbir yaratık, hiçbir yaratılmış O’nunla asla kıyaslanamaz.

.. feleHUl Esmâül Hüsna.(İsra/110) hatırlayınız. Her ne ki aklına mükemmellik geliyor ey insanoğlu, aklına gelen her mükemmelliğin sahibi O’dur. Bunun açıklaması, açık anlamı budur. Aklına ne mükemmellik geliyorsa onun sahibi O’dur. Dolayısıyla hiç kimseye de Allah’tan başka mükemmellik yakıştırma. Aklına gelen her mükemmelliğin sahici sahibi Allah’tır. Eşsizdir, çiftsizdir, kendi kendine yetendir çünkü.

Ya eyyühen Nasu entümül fukarâu ilAllâh… (Fatır/15) Ey insanlık ailesi Allah’a muhtaç olan sizsiniz vAllâhu “HU”vel Ğaniyyül Hamiyd (Fatır/15) Allah mı? O kendi kendine yetendir. Kendi kendine yeten sadece O’dur, siz O’na muhtaçsınız diyordu ya ayet.

İşte O. O’nun bir benzeri dahi yoktur. Burada dikkat buyurunuz. Aynı ayetin öncesinde ki cümlelerde eş, ezvac iki kere tekrarlandığı halde, Leyse kemisliHi şey’un ifadesi kullanılmış ama eş, zevc anlamına gelen herhangi bir şey kullanılmamış nefyederken, olumsuzlanırken. Neden? Aslında bu onu da nefyediyor, olumsuzluyor. Yani O’nun benzeri yoktur ki O’nun eşi olsun. Benzeri olmayanın eşi olur mu? O’nun benzeri gibisi, aslında tam tercüme edeceksek, buradaki “Kâf” teşbih edatı Zemahşeri’ye göre Te’kit için, pekiştirmek için. Ama biz böyle mana verirsek eğer, Türkçede anlam düşük oluyor ama, O’nun benzeri gibisi yoktur. Yani benzeri tam değil de, benzerine benzer dahi yoktur. Dolayısıyla eşi nereden olacak. O’na eş değerde biri nereden olacak.

Ve lem yekün leHÛ küfüven ehad. (İhlas/4) ne diyordu İhlas suresi? Hiçbir şey O’na eş ve denk olmadı, ama hiçbir şey. O nedenle bizden öncekiler; “Her ne ki aklına geliyor, o Allah değildir.” Diye tarif etmişler.

Peki Allah nedir? Bu akıl, O’nun zatını kavramaktan acizdir. Onun için böyle bir soru insanın beynini yakar. Sonlu olan sonsuz olanı zatıyla kavrayamaz. Ancak sıfatlarıyla, nitelikleriyle kavrar. Sonlu olan sonsuz olanı kavrayamaz, küçük büyüğü alamaz. Çünkü biz aslında sonsuz kavramını dahi kavrayamayız. Çünkü biz sınırlıyız.

“İdraki meali bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez. “

Diyordu Ziya paşa ya. Yani Allah’ın zatını idrak etmek bu akla gerekmez, akıl bunun için yetmez. Çünkü aklın terazisi bu ağırlığı çekmez. Aslında bu Hz. Ebu Bekir’e atfedilen o meşhur dizenin sanki Türkçeye aktarılışı. Ne diyordu Hz. Ebu Bekir;

El aczü an derkil idraki idrakun” O’nu idrak etmek, O’nu idrak etmekten aciz olduğunu bilmektir. Evet, El aczü an derkil idraki idrakun. O’nu idrak etmenin tek yolu vardır, O’nu idrakten aciz olduğunu bilmek. Hz. Ali de, bu beyite, bu mısraya bir mısra eklermiş. Vel bahsü an sırrı zatillahi işrakün Allah’ın zatını araştırmakta şirktir. Yani zatı nasıldı, kendisi nasıl, boyu nasıl, büyüklüğü falan. Bu da şirktir buyurmuş. Çünkü Allah’ın zatını bu akıl tartmaz. Sonlu olan sonsuz olanı kavrayamaz.

Aklımız elindeki donelerle düşünür. Akıl yürütmelerimizin tamamı gördüğümüz şeylerden yola çıkarak tır. Onun için Allah’ın zatı üzerine aklımızın ancak aczini itiraf edebiliriz. Onu sıfatlarıyla görürüz. Yani O’nu yarattıklarıyla görürüz. Onu eylemleriyle görürüz. Onu sanatında görürüz, sanatına bakar sanatkarın büyüklüğünü anlarız. İnsana bakar rabbinin büyüklüğünü anlarız. Şu muhteşem misafirhaneye bakar, kainat misafirhanesine, bu misafir hanenin hane sahibinin ihtişamını anlarız.

ve HUves Semiy’ul Basıyr ve O her şeyi işiten, her şeyi görendir.

12-) LeHU mekaliydüs Semâvati vel Ard* yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir* inneHU Bikülli şey’in ‘Aliym;

Semâların ve arzın anahtarları (özellikleri açığa çıkaran kuvveler) O’nundur! Yaşam gıdasını dilediğine göre yayar, genişletir veya daraltır! Muhakkak ki O, Bi-küllî şey’in (Esmâ’sıyla şey’i meydana getirmiş olan olarak) Aliym’dir (bilen). (A.Hulusi)

12 – Göklerin, Yerin kilitleri onun, rızkı dilediğine açar ve kısar, çünkü o her şey’i bilir. (Elmalı)

LeHU mekaliydüs Semâvati vel Ard göklerin ve yerin anahtarları O’na aittir. Hazineleri O’na aittir. Yani benim dediğin her şey aslında O’na aittir. Sen bile O’na aitsin. Benim diyen dilin bile O’na aittir. yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir O dilediğine rızkı bol verir, dilediğine de ölçülü verir. Yani keser demiyor, vermez demiyor, yakdir, yani sınırlandırır. Kesmez çünkü senin varlığın O’nun rızkıdır zaten. Yani bu alemde var oluşun O’nun bir rızkıdır, aldığın nefes O’nun rızkıdır. Rızkını kesse nefes alamazsın. Dolayısıyla sadece sınırlandırır, ölçülendirir.

inneHU Bikülli şey’in ‘Aliym çünkü O her şeyin en derinine kadar bilenidir. Her şeyi, ta ciğerine kadar bilendir.

13-) Şera’a leküm mined diyni ma vassâ Bihi Nuhan velleziy evhayna ileyke ve ma vassaynâ Bihi İbrahiyme ve Musa ve ‘Iysa en ekıymüddiyne ve lâ teteferreku fiyh* kebüre alel müşrikiyne ma ted’uhüm ileyh* Allâhu yectebiy ileyHİ men yeşau ve yehdiy ileyHİ men yüniyb;

O tek Din’den (muhakkak geçerli Allâh Sistem ve düzeninden) Nuh’a uygulamasını istediğimizi; sana vahy ettiğimizi; İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da uygulamalarını söylediğimiz gerçeği; “Din’i ikame edip, onda ayrılığa düşmeyesiniz” diye, sizin için de kurallaştırdı! Kendilerini çağırdığın bu şey (lâ ilâhe illAllâh gerçeği; Sistem realitesi), şirk koşanlara büyük geldi! Allâh dilediğini kendine seçer; kendine yönelenleri de hakikate erdirir!” (A.Hulusi)

 13 – Sizin için: dinden Nuh’a tavsiye ettiğini ve sana vahy eylediğimizi ve İbrahim’e ve Musâ’ya ve İsâ’ya tavsiye kıldığımızı teşri’ buyurdu şöyle ki: dinî doğru tutun ve onda tefrikaya düşmeyin, müşriklere bu davet ettiğin emir ağır geldi, Allah ona dileklerini seçecek ve yüz tutanları ona hidâyetle irdirecektir. (Elmalı)

Şera’a leküm mined diyni ma vassâ Bihi Nuhan O dinin (Esasa ilişkin kısımlarından Nuh’a bildirdiğimizi size de vahy etmiştir, size de yol kılmıştır. Yürünecek şeriat kılmıştır, size de yol etmiştir.) Burada Tüm peygamberler aynı esaslara davet etmişlerdir ilkesi yeniden dile getiriliyor zımnen aslında. Yani Nuh neden anılıyor? Risalet olarak, yani davet edilecek kimselere ilk davetçi Hz. Nuh’tur. Çünkü insanlık onun döneminde sapmıştı. Dolayısıyla sapmadan yola gelmeye ilk davette onun döneminde oldu. Onun için burada ilk davetçiden son davetçiye kadar dinin esası hep aynıdır ve Allah’tan gelmiştir. Zımnen bu söyleniyor ayette.

velleziy evhayna ileyke ve ma vassaynâ Bihi İbrahiyme ve Musa ve ‘Iysa burada tırnak içi cümlei muterıza var ki o sana vahy ettiğimiz, dahası İbrahim Musa ve İsa’ya da bildirdiğimizdir. O Nuh’a ve size teşri kıldığımız, yol kıldığımız şey, sana vahy ettiğimiz İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da bildirdiğimizdir.

en ekıymüddiyne ve lâ teteferreku fiyh Nedir bu? Dini çığırından çıkarmayın, dini ikame edin. Ekıymüs salâh der gibi namazı ikame edin, namazı dosdoğru kılın der gibi, dini dosdoğru tutun. Biz bunu böyle anlayabiliriz. Dini çığırından çıkarmayın, ve bu konuda tefrikaya düşmeyin.

Kur’an ın nehy ettiği ihtilaf değil, farklılık değil. Yani farklılıklarınızla bir olabilirsiniz. Ama tefrikayı nefy eder Kur’an, nehy eder Kur’an. Yani farklılığın tefrikaya dönüştürülmesi muzırdır, zararlıdır. Tefrika nedir? Hakikati kıskanmaktır. Hakikati benimsemek değil, hakikati malı bilmek ve başkalarını hakikatten kıskanmak.

Dolayısıyla bende yoksa onda da olmasın, bana gelmediyse ona da gelmesin. Peygamberlik bize niye gelmedi diyenlere de zımni bir atıf var burada. Hatta bu vahyin ilk muhatapları, şu iki şehrin  birinden olan şu iki zengine gelmeli değil miydi diyorlar. Yine Yahudiler bize gelmeli değil miydi diyorlar. Yani hakikati kıskanan, hakikate en büyük zulmü yapar. Zaten gelecek; bağyen beynehüm (14) birbirleri arasında ki kıskançlık yüzünden bunu yaptılar diyecek.

kebüre alel müşrikiyne ma ted’uhüm ileyh şirk koşanlara ağır gelen işte onları kendisine çağırdığın bu ilkedir. Nedir bu ilke şirk koşanlara ağır gelen bu ilke; Her putperestin canını en çok sıkan şey kula, eşyaya kul olmama çağrısıdır. Her putperestin en çok canı buna sıkılır. Kula kul olma, eşyaya kul olma, Allah’a kul ol dediğiniz zaman sıçrar yerinden, fırlar yerinden. Oysa ki kula kul olmakla kendi onurunu beş paralık ediyor ve siz ona, onun onuruna sahip çıkıyorsunuz. Fakat onursuzluğu savunur.

Allâhu yectebiy ileyHİ men yeşau ve yehdiy ileyHİ men yüniyb Allah dilediğini seçip kendisine yaklaştırır, kendisine yöneleni de doğru yola yöneltir, iletir. Dilediğini seçip kendisine yaklaştırır ifadesi Allah’u alem kendi vahyini istediğine tebliğ eder. Yani vahyine istediği kimseyi memur eder. Peygamberi kimden seçeceğini size mi soracak. Zımnen bunu söylüyor gibidir.

14-) Ve ma teferreku illâ min ba’di ma caehümül ılmü bağyen beynehüm* ve levla kelimetün sebekat min Rabbike ila ecelin müsemmen lekudiye beynehüm* ve innelleziyne urisülKitabe min ba’dihim lefiy şekkin minhu muriyb;

İlim (Hakikat ilmi) kendilerine geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden tefrikaya düştüler! Eğer Rabbinden, belirlenmiş bir zamana kadar yaşamaları hükmolunmamış olsaydı; onlar arasında elbette işleri bitirilirdi! Onlardan sonra BİLGİye vâris kılınanlara (ehl-i kitaba) gelince; muhakkak ki Ondan (Kurân’dan) kuşkulu bir tereddüt içindedirler. (A.Hulusi)

14 – Tefrikaya düşmeleri ise kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarında Bagy-ü ihtirastan dolayıdır, ve eğer rabbinden müsemmâ bir ecele kadar diye bir kelime geçmiş olmasa idi, aralarında hükmi kaza mutlak icra edilir bitirilirdi, arkalarından kitâba vâris kılınanlar da ondan işkilli bir şekk içindedirler. (Elmalı)

Ve ma teferreku illâ min ba’di ma caehümül ılmü bağyen beynehüm onlar hakikatin bilgisi kendilerine geldikten sonra sırf aralarında ki kıskançlık yüzünden bağyen beynehüm, birbirlerine düştüler. İşte geldi. Biraz önce de söyledim vahiy gelinceye kadar birbirleri ile tefrikaya düşmediler. Aslında literal manayı böyle verebiliriz. Vahiy gelinceye kadar birbirleri ile iyi geçiniyorlardı. Ama ne zaman ki vahiy geldi birbirlerine düştüler. Yani vahiy mi azdırdı (haşa) Hayır, hakikat turnusol kağıdı gibidir de ondan. Omum için hakikat gelince turnusol kağıdı gibi içleri dışlarına çıktı. İç yüzleri ortaya çıktı maskeleri düştü. Yani zımnen vahyin, insan iradesinin aktifleştiren bir unsur olduğunu söylüyorum. Vahiy insan iradesini aktifleştirir. İrade aktifleşince de ya iyiyi seçer, ya da kötüyü. Dolayısıyla burada bağyen beynehüm; hakikati kıskanmaya bir atıf. Ki her tür hakikat kıskançlığı insanı sapmaya götürür.

ve levla kelimetün sebekat min Rabbike ila ecelin müsemmen lekudiye beynehüm ve eğer rabbin tarafından daha önceden belirli bir vadeye kadar ertelendiğine ilişkin bir yasa olmamış olsaydı, evet olsaydı? Lekudiye beynehüm; haklarında ki hüküm hemen infaz edilirdi. Evet, Allah ihmal etmez, imhal eder, müddet verir, süre tanır. Ama unutmaz, ihmal etmez. Onu söylüyor.

ve innelleziyne urisülKitabe min ba’dihim lefiy şekkin minhu muriyb işte onların ardından gelen eski vahyin, yani kitap ehlinin son varisleri de bu vahiyden dolayı kaygı dolu bir şüphe içindedirler.

lefiy şekkin minhu muriyb şek ve muriyb bir arada geldiğinde; Kuşku içinde, ama kaygılı da. Ya öyleyse, ya gerçekse, ya doğruysa, ya peygamberse. Hatta peygamber olduğu kuvvetle muhtemel. Ama yine de şüphe duyuyorum. Böyle karma karışık bir zihin dünyası, karma karışık bir iç dünyası, onu veriyor bize.

15-) Feli zâlike fed’u, vestekım kema ümirte ve lâ tettebı’ ehvaehüm ve kul amentü Bima enzelAllâhu min Kitab* ve ümirtü lia’dile beyneküm* Allâhu Rabbüna ve Rabbüküm* lena a’malüna ve leküm a’malüküm* lâ huccete beynena ve beyneküm* Allâhu yecme’u beynena* ve ileyHİl masıyr;

İşte bunun için sen davet et! Hükmolunduğun gibi fıtratın istikametinde ol! Onların hevâlarına (boş arzu ve fikirlerine) uyma! De ki: “Allâh’ın inzâl ettiği BİLGİ’ye iman ettim! Aranızda adaletli olmamla hükmolundum! Allâh bizim de Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bizedir, sizin yaptıklarınız da sizindir. Bizimle sizin aranızda deliller savaşına gerek yoktur! Allâh aramızı cem eder! O’nadır dönüş.” (A.Hulusi)

15 – Onun için sen durma davet et ve emr olunduğun gibi doğru git, onların hevalarına tâbi’ olma ve de ki: ben Allahın indirdiği her kitaba iman getirdim ve emr olundum ki aranızda adalet yapayım, Allah bizim rabbimiz sizin de rabbiniz, bize amellerimiz, size de amelleriniz, sizinle aramızda hüccet yok, Allah hepimizi bir araya getirecek ve hep ona gidilecektir. (Elmalı)

Feli zâlike fed’u işte bu yüzden durup dinlenmeden hakikate çağır. vestekım kema ümirt ve emr olunduğun gibi dosdoğru ol. Yani duygularını işe karıştırma. Bu ayetlerin geldiği zaman diliminin Mekke’de ki 8. yılın sonu olduğunu, yani Resulallah’ın ömrünün en zor dönemi olduğunu hatırlayacak olursak, yine de sana yapılanlara bakarak duygularını işe karıştırma. Davetini sürdür, durup dinlenmeden davet etmeye bak. Duygularını işe karıştırırsan bu işin içinden çıkılmaz. Onlar hakaretler ediyorlar, küfürler ediyorlar, dikenler döşüyorlar, işkembeler koyuyorlar sırtına, öldürmeye teşebbüs ediyorlar, zulümler yapıyorlar. Fakat sen yine de duygularının işin içine karıştırmadan Allah’ın emrettiği yolda yürümeye devam et.

Bu muazzam bir şey. Gerçekten muhteşem bir şey. İstikamet şu demek zaten; İç ve dış tahriklere kapılmadan gösterilen yolda dosdoğru yürümek demek. Tahriklere kapılma diyor rabbimiz zımnen.

ve lâ tettebı’ ehvaehüm onların keyfi taleplerine de uyma yani keyiflerine uyma. Onların keyifleri şöyle istiyor diye onların keyiflerine uyacak değilsin, sen; sana gösterilmiş olan yolda yürü. Yani kervan yürüsün, kim ürüse ürüsün, ama kervan yürüsün. Burada tavsiye bu.

ve kul amentü Bima enzelAllâhu min Kitab ve de ki; Ben Allah tarafından indirilen her tür vahye inanmışım, inandım. Burada ki her tür vahiy diye çevirdiğim min kitabin in belirsiz formu. Burada ki nev anlamına gelir, her tür vahyi kapsar ki zaten bir sonraki ayet ve bağlam da bunu veriyor;

ve ümirtü lia’dile beyneküm ben aranızda dengeyi sağlamakla emr olundum. Burada ki ben aranızda adaleti sağlamakla emr olundum diye de çevrilebilir, fakat bendeniz burada ki a’dile yi denge olarak anlıyorum. Çünkü en adil olmak değil bizce en dengeli olmayı ifade ediyor. Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma arsında, yani ne Yahudileşin, ne dini törene mahkum edin, ne vicdana mahkum edin. Ne peygamber taşlayın Yahudiler gibi, ne peygamberi melekleştirin, tanrılaştırın Hıristiyanlar gibi. Ne dinin formunu yok edip dini zahirinden bozun Hıristiyanlar gibi, ne de dini forma havale edip dinin ruhunu öldürün Yahudiler gibi. Yani dengeli olun. Burada ki denge her iki sapmanın dışında adil ve mutedil bir inanç yöntemini ifade ediyor. Onun için;

Ve kezâlike cealnâküm ümmeten vesetan litekûnû şühedâe alenNâs.. (Bakara/143) ayetini hatırlatıyor bana. İşte böylece sizi dengeli bir ümmet kıldık. Yani ne Yahudileşen, ne Hıristiyanlaşan dengeli bir ümmet kıldık ki şahit olasınız diye, insanlığa şahit olasınız diye ve Resulde size şahit olsun diye. Resul size model olsun, siz de tüm insanlara model olun diye böyle yaptık buyuruyor.

 Allâhu Rabbüna ve Rabbüküm Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbinizdir. İfadenin ihtişamına bakın sevgili dostlar. İkna için kullanılan şu güzel ifadelere bakın. Allah sadece bizim Allah’ımız değil, sizin de rabbiniz. Yani bana rahmet edecekse sana da edecektir. Neden böyle davranıyorsunuz. Benim değil senin de rabbin olan Allah indirdi bu vahyi. Bu vahye hakaret ederken aslında sen kendi rabbine hakaret ediyorsun, yani kendine hakaret ediyorsun. Sırt dönerken aslında sen, sana Allah ın indirdiği merhamete sırt dönüyorsun.

lena a’malüna ve leküm a’malüküm bizim yaptığımız güzellikler bize, ya da bizim yaptığımızın sonuçları bize, sizin yaptığınızın sonuçları da size aittir. lâ huccete beynena ve beyneküm bizimle sizin aranızda tartışmanın bir yararı yok, çekişmenin bir faydası yok.

lâ huccete beynena ve beyneküm Burada şöyle bir ikinci tercüme de yapılabilir. Bizimle sizin aranızda ortak bir delil yok. Hüccet; delil manasına da gelir. Ama bizim tercihimiz ikisini de kapsıyor. Müşterek delilleri kullanmıyoruz. Yani bu anlama geliyor. Ortak bir dil konuşmuyoruz. Dolayısıyla tartışmanın da hiçbir yararı yok. Ortak dili konuşsaydık tartışmak bir yarar sağlardı. Bize de aynı zamanda tartışma adabı öğretiyor.

 

[Ek bilgi; Bir tartışma;

Hatırı sayılır bilginlerden biri ile bir dinsiz arasında tartışma oldu. Bilgin getirdiği kanıtlarla onu kandıramadı. Aciz kalıp vazgeçti. Biri;

- Bu kadar ilmin, edebin, üstünlüğün, bilgeliğin varken bir dinsizin hakkından gelemedin mi? diye sordu. Bilgin;

- Benim ilmim Kur’an dır, hadistir, şeyhlerin sözleridir. O ise bunlara inanmıyor, kulak vermiyor. Bu durumda onun küfrünü dinlemek benim neme yarar.

“Kur’an la hadisle baş edemediğin kimseye verilecek cevap, cevap vermemektir.” (Sadi – GÜLİSTAN/141)]

 

Allâhu yecme’u beynena* ve ileyHİl masıyr Allah hepimizi bir araya getirecektir. Zira yolların sonu hep O’na varır. Tüm yollar O’na varır.

16-) Vellezine yuhaccune fiyllahi min ba’di mestüciybe lehu huccetühüm dahıdatün ‘ınde Rabbihim ve aleyhim ğadabün ve lehüm azâbün şediyd;

Ona icabet edilmesinden sonra hâlâ Allâh hakkında tartışanların delilleri, Rableri indînde geçersizdir… Onların üzerine öfke ve şiddetli bir azap vardır. (A.Hulusi)

16 – Bu kabul olunduktan sonra Allah hakkında ıhtıcaca (Delil, vesika, şahit göstermek) kalkışacakların rableri huzurunda hüccetleri sakıttır, üzerlerine bir gazap ve kendilerine şedit bir azâb vardır. (Elmalı)

Vellezine yuhaccune fiyllahi min ba’di mestüciybe leh bir de O’nun çağrısını kabul ettikten sonra hala Allah hakkında tartışanlar var. Allah hakkında tartışmak ha? Allah hakkında polemik yapmak yuhaccune fiyllah, dehşet bir şey. Allah’ın varlığını ve birliğini kabulden sonra O’nun hakkında açılacak her tür tartışma ve polemiği ifade eder bu.

huccetühüm dahıdatün ‘ınde Rabbihim Onların itirazları rablerinin katında tümden geçersizdir, işlevsizdir. ve aleyhim ğadabün ve lehüm azâbün şediyd O’ndan bir gazap başlarına çökecektir ve onları şiddetli bir azab bekleyecektir.

17-) Allâhulleziy enzelel Kitabe Bil Hakkı vel miyzan* ve ma yüdriyke lealles saate kariyb;

Allâh (O’dur) ki, Hak olarak Hakikat ve Sünnetullâh BİLGİsini ve Mîzanı (muhakeme kuvvesini) inzâl etti… Ne bilirsin, belki O Saat (ölümü tadacakları an) yakındır! (A.Hulusi)

17 – O Allah dır ki hakka dâir kitab ve mîzan indirdi ve ne bilirsin belki saat yakındır. (Elmalı)

Allâhulleziy enzelel Kitabe Bil Hakkı vel miyzan O Allah ki, indirdiği vahiylerle hem hakikati ortaya sermiş, hem de doğru ölçüp tartacak bir tasavvur inşa etmiştir, miyzan vermiştir.

Miyzan; Tartı aleti demektir aslında. Şu terazilerin Arapçada ki adı miyzandır. Vezn tartmak. Aynı zamanda terazinin iki kefesinin eşit halde oluşuna da miyzan denir, denge haline. Biraz önce lia’dile ifadesini denge olarak çevirmiştim. Adalet değil de en adil olan şekilde denge olarak çevirmiştim. Şimdi burada dengenin tam kendi kelimesi geldi; Miyzan. Yani dengeli bir tasavvur.

Allah vahit ile tasavvurumuza denge veriyor. Ne dengesi bu? Dünya ve Ahiret. Ne dengesi bu? Duygu ve düşünce. Ne dengesi bu? Beden ve Ruh. Ne dengesi? Fizik ve metafizik, bura ve öte. Aşkın ve içkin. Evet, sayın gitsin. Denge, Yarın ölecekmiş gibi ve hiç ölmeyecekmiş gibi. Denge. Yani bu denge alındığında sevgi de insanın başına bela olur, öfke de insanın başına bela olur. Bu denge verildiğinde sevgi de insan için büyük bir sermaye olur, öfke de insanı tehlikelere karşı koruyan büyük bir savunmaya dönüşür. Evet, denge, altın kelime.

ve ma yüdriyke lealles saate kariybun hem sen ey muhatap nereden bileceksin belki de son saat çok yakındır.

Böyle bir ayetin son cümlesi neden böyle son saatle ilgili geldi? Bu dünyada adil ölçünün öznesi olmazsan ey insan, Ahirette ilahi ölçünün nesnesi olursun demek istedi. Yani ya bu dünyada adil ölçersin, yoksa ahirette ilahi ölçünün nesnesi olursun ve ıskartaya çıkarsın dengesizliğinle. Bunu söylüyor.

18-) Yesta’cilu Bihelleziyne lâ yu’minune Biha* velleziyne amenû müşfikune minha, ve ya’lemune ennehel Hakk* ela innelleziyne yumarune fiys saati lefiy dalâlin beıyd;

Onu yaşayacaklarına iman etmeyenler, onu acele isterler! İman edenler ise ondan korku ile ürperirler ve bilirler ki o kesinlikle Hak’tır! Dikkat edin, O Saat (ölümle yeni bir boyutta yaşayacakları) hakkında tartışanlar, kesinlikle işin hakikatinden çok büyük bir sapma içindedirler! (A.Hulusi)

18 – Onu inanmayan imansızlar acele isterler, iman edenler ise hak olduğunu bilirler de ondan korkar sakınırlar, iyi bil ki o saat hakkında mücadele edenler her halde uzak bir dalâl içindedirler. (Elmalı)

Yesta’cilu Bihelleziyne lâ yu’minune Biha ona inanmayan kimseler, onun çabuk gelmesini isteyenlerdir. Ya da tersi ile de çevirebiliriz; Onun çabuk gelmesini isteyenler kimler biliyor musun? Ona inanmayanlar. İnanmayan çabuk gelmesini istiyor. İlginç, aslında ilginç değil, belki de normal. İnanmıyor. İnanmadığı için hadi getir de görelim. Haydi tehdit ettiğin gelsin de görelim. Eğer gelse en çok telaşa düşen de kendisi olacaktır.

velleziyne amenû müşfikune minha, ve ya’lemune ennehel Hakk iman edenlerse ondan dolayı yürekleri titrer ve bilirler ki o, yani o gün hakikatin ta kendisidir. Ya da o bu vahiy. Ya da vahyin haber verdiği kıyamete ilişkin, öteye ilişkin haberler hakikatin ta kendisidir. ela innelleziyne yumarune fiys saati lefiy dalâlin beıyd bakın, dikkat edin, son saat hakkında kuşku duyan kimseler derin bir sapıklığa düşenlerin ta kendileridir.

Burada ki lefiy dalâliyn beıyd, Beıyd uzak demek, ben derin diye çevirdim. Aslında kendinin uzağına düşen kimselerdir gibi bir nükte de çıkabilir. Kendinden uzaklaşanlar, hakikatten de uzaklaşıyorlar. Haktan uzaklaştıkça kendilerinden de uzaklaşıyorlar. Kendini kaybetmek budur işte. Tüm sapmaların temelinde sorumsuzluk yatar. En büyük sorumsuzluksa yaptıklarının hesabını vermeyeceğine inanmak. Yani yaptıklarının yanına kalacağına inanmak insanoğlunun en büyük sorumsuzluğudur.

19-) Allâhu Latıyfün Bi ‘ıbadiHİ yerzüku men yeşa’* ve “HU”vel Kaviyyül ‘Aziyz;

Allâh kullarında Latiyf’tir, dilediğini rızıklandırır… O Kaviyy’dir, Aziyz’dir. (A.Hulusi)

19 – Allah kullarına lütufkârdır, her dilediğini bir suretle merzuk kılar ve o öyle kaviy öyle azîz. (Elmalı)

 

Allâhu Latıyfün Bi ‘ıbadiHİ yerzüku men yeşa’ Allah kullarına karşı sınırsız, sonsuz bir lütuf sahibidir. Dilediğine dilediği rızkı verir. Aslında literal olarak tam çevirecek olursam dilediğine rızık verir. Fakat biz biliyoruz ki rızkı herkese veriyor, rızkı hiç kimseden kesmiyor, en inkarcı bile Allah’ın rızkıyla yaşıyor. O zaman dilediğine dilediği rızkı verir diye çevirmemiz bağlamı açısından doğru bir çeviri burada kastedilen de her varlık rızkını Allah’a borçlu olduğuna göre farklı bir rızıktan söz ediyor ki bize göre bu nübüvvettir. Yani nübüvveti dilediğine verir. Onu kime vereceğini size soracak hali yok. Çünkü muhataplar şu iki şehrin en büyüğünden birine gelmeli değil miydi diyorlardı, Taif ve Mekke nin zenginlerini kastederek.

ve “HU”vel Kaviyyül ‘Aziyz zira O mutlak güç, sınırsız yücelik sahibidir.

20-) Men kâne yüriydü harsel ahıreti nezid lehü fiy harsih* ve men kâne yüriydü harsed dünya nü’tihi minha ve ma lehu fiyl ahıreti min nasıyb;

Kim sonsuz gelecek yaşamın nimetlerini isterse nimetleri ona fazlasıyla veririz! Kim de dünyanın nimetlerini isterse, ona ondan veririz… Sonsuz gelecek yaşamda onun için bir nasip yoktur! (A.Hulusi)

20 – Her kim Âhiret ekimi isterse ona ekinini artırırız, her kim de Dünya ekimi isterse ona da ondan veririz amma Âhirette ona hiç nasip yoktur. (Elmalı)

Men kâne yüriydü harsel ahıreti nezid lehü fiy harsih Kim, çok ilginç, çok dikkat çekici bir ayet dostlar, kim ahiretin kazancını isterse biz ona onun kazancını artırarak veririz.

Çok ilginç, aslında nezid lehü fiy harsih ne manaya gelir? Ahiretin kazancını isteyen bir kimseye artırarak vermek. Zaten ahiretten bir kimse neyi ister, cenneti ister. Evet, peki artırarak vermek ne? Artırarak vermenin anlamını yine biz Kur’an dan bulabiliriz ama ayeti bitirelim;

ve men kâne yüriydü harsed dünya nü’tihi minha kim de bu dünya kazancını elde etmek isterse ona sadece  bu8 dünyada kini veririz.

Evet, Bir önceki cümleye dönelim ve yine aynı soruyu soralım; Nasıl artırır onun kazancını, hars ekim demektir aslında, ekim yapmak. Ekilen yer, yetişen ekin manasına da gelir. Hasılat ve gelir manasına da gelir. Peki nasıl artırır dedik? Yalnız dünyayı isteyen sadece dünyadakiyle kalır. Fakat ahirettekini isteyene nasıl artırır biliyor musunuz? Ya artırılarak ahirette yaptıklarından daha fazla verilir, ya da hem ahirette hem dünyada daha fazla verilir. Yani dünyada da verilir ki A. İmran/145-148 ayetleri bunu söylüyor.

ve men yürid sevabed dünya nü’tihi minha.(A. İmran/145) kim dünyanın güzelliğini isterse biz ona onu veririz. ve men yürid sevabel ahireh nü’tihi minha. (A. İmran/145) Kim de ahiretin güzelliğini isterse ona da onu veririz diyor Ama 148. ayet daha farklı bir şey söylüyor, o da diyor ki; Ahiretin sevabını isteyene dünyanın sevabını, yani dünyanın iyiliğini de veririz. Adeta ahireti isteyene promosyon olarak adeta zımnen dünyayı da yanında veririz dercesine. Tabii kime verince kimin için hayır olacağını Allah daha iyi bilir. Onun için herkes için değil hayır olacak olana verir. Hayır olmayacak olana vermez.

Burada Fe atahumullâhu sevabeddünya ve husne seva Bil’ ahireh. (A.İmran/148)o ahireti isteyen kimseye dünya sevabının, dünya iyiliğinin yanında ahiret iyiliğini de verir Allah diyor. Evet, vAllâhu yuhıbbul muhsiniyn.(148) Allah Muhsinleri, iyileri sever. İşte bu.

Neden Rabbenâ âtinâ fiyddünyâ haseneten (Bakara/201) diyoruz? Rabbimiz bize dünyada da güzellik ver ahirette de. Biz rabbimizden güzellik istiyoruz servet değil güzellik olup olmadığını O karar verecek bizim için.

ve ma lehu fiyl ahıreti min nasıyb ama onun ahirette bir payı olmaz. Sadece dünyayı isteyenin ahiretten bir payı olmaz.

21-) Em lehüm şürekâu şera’u lehüm mined diyni ma lem ye’zen Bihillâh* ve levla kelimetül fasli lekudıye beynehüm* ve innez zâlimiyne lehüm azâbün eliym;

Yoksa onların, Din’den Allâh’ın izin vermediği şeyi kendileri için meşru kılan ortakları mı var? Eğer zamanı geldiğinde ayrışma olacağı sözü olmasaydı, elbette aralarında hükmolunurdu… Zâlimlere gelince, onlar için feci bir azap vardır. (A.Hulusi)

21 – Yoksa onların şerikleri var, onlara dinden Allahın izin vermediği şeyleri meşru’ kıldılar öyle mi? Eğer o fasıl kelimesi olmasa idi aralarında hüküm icra edilir, bitirilirdi ve şüphesiz ki zâlimler için elîm bir azâb vardır. (Elmalı)

Em lehüm şürekâu şera’u lehüm mined diyni ma lem ye’zen Bihillâh yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dindenmişçesine kendileri için şer’i kural olarak koyan, kural haline getiren Allah’a ortak kabul ettikleri güçler mi var. Allah’a isyan ederken benliklerine ya da eşyaya kul olmaya kalkmak nasıl bir şey. Veya Allah’ın yasakladıklarını yasallaştırmak hatta emretmek, ilahlığa kalkmaktır. Allah yasaklıyor ama beyimiz onu emrediyor, kendine emredilmiş gibi yapıyor. Buna Allah’a karşı ilahlık iddiası olarak görüyor Kur’an. Evet, dehşet bir suç, dehşet bir cürüm.

ve levla kelimetül fasli lekudıye beynehüm eğer konulmuş kesin yasa olmasaydı haklarında ki hüküm hemen infaz edilirdi. Yani bu ağır cürüm, bu ağır suç hiç ertelenemez bir suç. Aslında bu o insanı o anda helak etmek için yeterli bir nedendir. Fakat Allah’ın bu konuda yasası var, o yasa gereği sonuna kadar ona mühlet veriyor.

ve innez zâlimiyne lehüm azâbün eliym şu kesin ki zalimleri ahirette can yakıcı bir azap beklemektedir.

 

[Ek bilgi; “SÖZÜ EDİLEN ORTAKLAR”

Ayette konu edilen “ortaklar”, insanların yalvardıkları, dua ettikleri, adak adadıkları sözde ilahlar değildir. Çünkü onların ortaya koydukları herhangi bir şeriat yoktur.

Burada konu edilen ortaklar, insanların Allah ile beraber hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler ve kurumlardır. İnsanlar onların ortaya koyduğu teorilere, akidelere sorgusuz sualsiz bağlanır, onların oluşturdukları yasalara teslim olur ve kayıtsız şartsız itaat ederse, o zaman bu kişi ve korumlar şeriatta Allah’a ortak tutulmuş sayılır.

Böyle toplumlarda Allah’ın koyduğu ilkeler göz ardı edilir, onun yerine bu kişi ve kurumların sistemleri geçirilir. Böylece kişisel ve toplumsal hayatın düzenlemesinde, alış verişte, mahkemelerde, siyasette, yönetimde onların kararları [şeriatları] esas alınır. (Hakkı Yılmaz – Teybin-ül Kur’an)]

 

22-) Teraz zâlimiyne müşfikıyne mimma kesebu ve huve vakı’un Bihim* velleziyne amenû ve amilus salihati fiy ravdatil cennat* lehüm ma yeşaune ‘ınde Rabbihim* zâlike HUvel fadlül kebiyr;

Onların başına geldiğinde, (yaptıklarının sonucunda) kazandıklarından ötürü zâlimleri korku ile titreyenler olarak görürsün! İman edip imanın gereğini uygulayanlar ise cennetlerin en güzel yerlerindedirler. Onlar için Rablerinin indînde diledikleri her şey vardır. İşte bu! O büyük lütuftur! (A.Hulusi)

22 – Göreceksin o zalimleri kazandıklarından titrerlerken, o ise tepelerine inmekte, iman edip güzel güzel işler yapanlar ise Cennetlerin hoş hoş ravzalarında, onlara rablerinin indinde ne dilerlerse var, işte bu o büyük Fadıl, (Elmalı)

Teraz zâlimiyne müşfikıyne mimma kesebu ve huve vakı’un Bihim o gün kazandıkları yüzünden zalimlerin korkudan tir tir titrediklerini, o zor günde, o annenin babanın evlattan, evladın anne babadan, sevgilinin sevgiliden kaçtığı, kardeşin kardeşten kaçtığı o dehşet günde, o herkesin hesabını vereceği, ellerin ayakların şahitlik yapacağı o günde zalimlerin korkudan tir tir titrediklerini görürsün.

Ama korktukları başlarına gelmiştir bile ve huve vakı’un Bihim evet iş işten geçmiştir, korktukları başlarına gelmiştir. Korktuklarının başlarına geldiğini görünce ya leyteniy küntü turaba. (Nebe’/40) diyecekler. Keşke insan olmasaydık, toprak olsaydık. Bilinçli bir varlık olmasaydık, sorumlu bir varlık olmasaydık. Taş olsaydık, toprak olsaydık.

Bu yok olmak, yok olmayı istemektir. Aslında o da var Kur’an da, Kur’an onu da haber veriyor. Lâ ted’ul yevme süburen vahıden ved’u süburen kesiyra. (Furkan/14) bugün diyor onlara, bu gibilere bir tek yok olmayı istemeyin, bir ölümü çağırmayın ölümleri çağırın ölümleri. Size bir ölüm yetmez. Allah korusun. Rabbim o gün ölümleri çağıranlardan değil sevinenlerden kılsın inşallah.

velleziyne amenû ve amilus salihati fiy ravdatil cennat ne ki iman eden ve salih amel işleyenler cennetlerin müstesna köşelerinde göz alıcı, alımlı çalımlı çiçekliklerinde olacaklar. Ravdat içinde suyun, suların, çiçeklerin, çiçekli ve kokulu bitkilerin muhteşem armonisinin insanı bayılttığı, kendinden geçirdiği muhteşem bir güzellik ifade eder.

lehüm ma yeşaune ‘ınde Rabbihim onlar rablerinin katında dilediklerine nail olacaklar. Hani ne diyordu dostlar Kur’an sanırım secde suresinin 17. ayeti olacak yanlış hatırlamıyorsam; Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün (Secde/17) o gün cennete giren hiç kimse, cennette kendisini ne göz kamaştırıcı muhteşem sürprizlerin beklediğini hayal dahi edemez. İşte bu, tahayyül dahi edemez, bilemez.

zâlike HUvel fadlül Kebiyr neymiş? Evet buymuş. Bu, işte budur büyük ikramiye. Öyle diyor büyük ikramiye budur ey insan. Sen başarıyı ne olarak tanımlıyorsun, sen kurtuluşu ne olarak tarif ediyorsun. Sen kazandım diye havaya sıçradığında neyi kazanman gerekiyor. Allah’ın tarif ettiği başarı bu işte. Büyük ikramiye burada.

Kur’an ın inşa ettiği başarı tasavvuru, işte kariyer planlaması budur dostlar ve herkes bu planlamayı yapmak için şu soruyu, büyük çocuklar, küçük çocuklar, ihtiyar çocuklar herkes sorsun. Ölünce ne olmayı düşünüyorsun. Ölünce ne olacaksınız.

23-) Zâlikelleziy yübbeşşirullahu ıbadeHUlleziyne amenû ve ‘amilus salihat* kul lâ es’elüküm aleyhi ecren illel meveddete fiyl kurba* ve men yakterif haseneten nezid lehu fiyha hüsna* innAllâhe Ğafûrun Şekûr;

İşte bu, Allâh’ın, iman edip imanın gereğini uygulayan kullarına müjdelediğidir… De ki: “Sizden yakınlığın sevgisi dışında, bu tebliğim nedeniyle bir karşılık istemiyorum”… Kim bir güzellik kazanırsa, onda, onun için bir güzellik de biz arttırırız! Muhakkak ki Allâh Ğafûr’dur, Şekûr’dur. (A.Hulusi)

23 – İşte bu müjdedir ki Allah iman edip iyi iyi işler yapan kullarına tebşir buyuruyor, de ki buna karşı sizden yakınlıkta sevgiden başka bir ecir istemem ve her kim çalışır bir güzellik kazanırsa ona onda daha ziyade bir güzellik veririz, çünkü Allah gafurdur şekûrdır. (Elmalı)

Zâlikelleziy yübbeşşirullahu ıbadeHUlleziyne amenû ve ‘amilus salihat İşte bu Allah’ın iman eden ve salih amel işleyen kullarına verdiği müjdedir. kul lâ es’elüküm aleyhi ecren illel meveddete fiyl kurba  de ki; ey peygamber bu davetime karşılık sizden hiçbir ücret talep etmiyorum. Görmüyor musunuz benim ücretim Allah’tan, sizden hiçbir şey istemiyorum. Allah görevlendirdi vazifemi yapıyorum. Sizden hiçbir şey almadan, sizin için varlığımı bu yola koymamda sizin için hiçbir şey ifade etmiyor. Buradan dahi hiçbir şey anlamıyor musunuz.

Ve; illel meveddete fiyl kurba ancak, sadece Allah’a yakınlık hususunda tam bir ilgi ve sevgi uyandırmak istiyorum sizde. Bu ibareden yola çıkarak bari akrabalık bağını düzeltin, akrabalarıma yakın ve sevgili olmanızı istiyorum şeklinde anlayanlar da olmuş. Sizden benim yakınlarıma sevgi göstermenizi istiyorum. Zorlama anlamlar çıkarılmış bu gibi. Ya da daha başka anlamlar. Ama bizim tercihimiz el meveddete fiyl kurba; Allah’a ilgi ve yakın olma aşkı. Hasan Basri’nin tefsirine dayanıyor, yorumuna. Ki bu yorum gerçekten de bu ayete en güzel oturan yorumlardan biri.

ve men yakterif haseneten nezid lehu fiyha hüsna her kim bir güzelliği bedelini ödeyerek gerçekleştirirse biz ona daha güzeli ile muamele ederiz, daha güzelini bahşederiz.

Yakterif aslında söke söke almak, zor almak, ağacın kabuğunu kavlatmaya denir öz olarak. Yani kabuğum kavladı derler ya zor iş yaparken. Türkçemizde de kullanılır, onun gibi. Yani bedelini ödeyerek elde ederse ona kat kat fazlasını veririz.

innAllâhe Ğafûrun Şekûr şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, şükre bol karşılık verendir.

Rabbim bizi de bağışladıkları ve kendisine şükredenler arasında kılsın, şükrümüzü cennetle ödüllendirsin.

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.



İslamoğlu Tef. Ders. ŞURA (24 – 53) (153)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Sevgili Kur’an dostları bugün dersimize Şura suresinin kaldığımız 24. ayeti ile devam ediyoruz.

 

24-) Em yekuluneftera alAllâhi keziba* fein yeşeillâhu yahtim alâ kalbik* ve yemhullahul bâtıle ve yuhıkkul hakka Bi kelimatiHİ, inneHU ‘Aliymun Bizatis sudur;

Yoksa “Allâh hakkında bir yalan uydurdu” mu diyorlar? Eğer Allâh dilerse senin kalbini (şuurunu) kilitler! Allâh bâtılı mahveder ve kendi kelimeleri olarak Hakk’ı sâbit kılar! Muhakkak ki O, Esmâ’sıyla Zât’ınız olarak Aliym’dir! (A.Hulusi)

24 – Yoksa Allaha iftira etti bir yalanı mı diyorlar? Allah dilerse senin de kalbini üstünden mühürleyiverir, Allah batılı mahveder de kelimatı ile hakkı ihkak (Hakkı yerine getirmek) eyler, şüphesiz ki o bütün sînelerin künhünü bilir. (Elmalı)

 

Em yekuluneftera alAllâhi keziba yoksa uydurduğu yalanı Allah’a isnat etti mi diyorlar. Tabii böyle bir iftirayı ancak iman etmeyenler yapabilirler. Allah resulünü Allah’a iftira etmekle suçlamak. Aslında farkında mısınız bilmiyorum bir dindarlık gösterisi, ya da sahte dindarlıkla karşı karşıyayız. Yani Allah’ın bunda bir suçu yok, ama tüm suç Allah’ın seçtiğinde, peygamberde. O uydurup uydurup Allah’a isnat ederek iftira ediyor şeklinde ki en ağır bühtan ve iftirayı dizip koşan bir zihin, bir akıl nasıl düşünüyor dersiniz.

Sanırım çıkış noktası şu olsa gerek; Allah kendine iftira edilmesini engellemekten aciz. Yani kendini korumaktan aciz. Dolayısıyla biz Allah’ı koruyoruz, biz Allah’ı savunuyoruz. Böyle bir tanrı inancı, aciz bir tanrı inancı. İşte müşriklerin inancı bu. Yani olayın arkasında; Allah kendini savunamaz, o bundan acizdir, biz onu savunmuş oluyoruz Muhammed’e karşı çıkmakla, onun getirdiği mesajı inkar etmekle.

Nasıl? Şeytanda böyle bulmuştu bahaneyi değil mi? Allah’ın emrine karşı çıkarken. Adem’e itaat etme, secde etme emrini dinlemezken Allah’ın emrini dinlediğini, daha doğrusu Yalnızca Allah’a secde ettiği gerekçesini ileri sürüyordu. Onun için tam şeytani bir yaklaşım. Her tür sahte dindarlıkta böylesine şeytani mazeretler görebiliriz.

fein yeşeillâhu yahtim alâ kalbik eğer Allah dilerse kalbinin üzerine mührü basar, kalbini mühürleyebilir. Aslında bu ibare kalbini vahye kapatabilir, kalbinden vahyi silebilir. Ya da vahiy ile senin aranda ki ilişkiyi kesebilir şeklinde anlaşılacağı gibi Zeccac’ın yaklaşımıyla vahyi kalbine koyar, kalbinin kapağını kapatır oraya sabır ve dirençte koyar, artık sana yönelik bu tür iftiraların hiç birisi sana etki etmez. şeklinde de  anlaşılabilmiş. Ama 1. yorum çok daha metnin ruhuna ve zahirine uygun.

Hatmül kalp, kalbin mühürlenmesi, fekül kalbin, yani kalbin açılmasının zıddı. Aslında bir şeyi mühürlemekten söz ettiği zaman Kur’an ayetleri O şeyin suç olduğunu, Allah nezdinde büyük bir cürüm olduğunu, günah olduğunu peşinen anlıyoruz.

İkincisi ne mühürlenir ve niçin mühürlenir? Suç aleti bir torbaya konulur ve mühürlenir. Cinayet aleti bir poşete konulur ve mühürlenir. Ya da ilerde mahkemede delil olması beklenen herhangi bir delil bir sandığa, bir mahfazaya konulur mühürlenir. Niçin? Bir gün yargı önünde tekrar mührü açılıp el değmemiş olarak asli haliyle şahitlik yapması için. O nedenle Kur’an kalbin mühürlenmesinden söz eder. Mühürlenen bir kalp, hakimi Allah olan büyük mahkemede mührü açılıp şahit kılınacaktır. Sahibi aleyhine tanık olacaktır. İşte mühürleme genellikle Kur’an da şahit olmak, şahitlik yapmak, mahkeme de tanık olarak ortaya çıkmak için o güne kadar Allah’ın mühürlemesi şeklinde anlaşılmalıdır.

ve yemhullahul bâtıle ve yuhıkkul hakka Bi kelimatiH Evet, Allah batılı siler, hakkı ise kendi sözleriyle, kendi kelimeleri ile, kendi mesajıyla gerçekleştirir, ortaya koyar. Açıklayıcı bir ibare, yukarıda ki ibareleri.

..cael Hakku ve zehekal batıl. Hakk geldi, batıl zaiy oldu. innel batıle kâne zehuka. (İsra/81) çünkü batıl zaten yok olmaya, zail olmaya mahkumdu. Bu ayet bu ibareyi açıklıyor. Batıl aslında daimi bir varlığı bulunmayan, gerçekte hakikatten bir şey içermeyen demektir.

Peki hakikatten bir şey içermediği halde, gerçek bir varlığı olmadığı halde batılın zail olması ne demek? Batıla ayarlı bir bakış, yalanı gerçek görür. Mesela bu dünyayı ahiretin yerine koyar. Kısayı uzun görür, bu kısa hayatı ebedi hayatın yerine koyar. Günahı güzel görür, sevabı ve ibadeti çirkin görür. Batıla ayarlı bir bakış aslında yalanı sahici görür. Yoku var görür. Ednayı ‘alâ görür, süfliyi ulvi görür. cehennemi cennet görür. Yani bu bakışın gördüğü her şey sahtedir, yanıltıcıdır. O nedenle batıl bakış serap görür. Çölde serap görmek, çölde su görmek, aslında çölde su olduğunun delili olmaz. Olmayan bir şeyi görmektir. Onun olmadığını anladığında iş işten geçecektir.

İşte vahiyler insanın batılı Hakk, Hakkı batıl görmesini engellemek için ona bir bakış açısı, bir koordinat, bir rehberlik sunarlar. Allah’ın gör dediği yerden bakan, Allah’ın gösterdiğini görür, oradan bakan ise Hakkı Hakk bilir, hakkı Hakk görür. Batılı batıl bilir ve onu da batıl görür.

inneHU ‘Aliymun Bizatis sudur şüphesiz O göğüslerin en mahrem sırlarını bilendir. Neden böyle bitti ayet? Çünkü insanların hakkı batıl, batılı Hakk görme gerekçeleri çok farklıdır. Kendilerine çok farklı şekillerde izah ederler. Kendilerini kandırma yöntemleri farklıdır. Aldatma yöntemleri farklıdır. Herkesin mazereti farklıdır. Allah herkesin hakikate yönelik mazeretlerini ta ciğerinden bilir.

 

25-) Ve “HU”velleziy yakbelüt tevbete ‘an ‘ıbadiHİ ve ya’fu ‘anis seyyiati ve ya’lemu ma tef’alun;

O, kullarından tövbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve yaptıklarınızı bilendir. (A.Hulusi)

25 – Hem odur ki o, kullarından tevbe yi kabul eder ve kabahatlerden afiv buyurur ve her ne yaparsanız bilir. (Elmalı)

 

Ve “HU”velleziy yakbelüt tevbete ‘an ‘ıbadiHİ ve ya’fu ‘anis seyyiati ve ya’lemu ma tef’alun ve O kullarının tevbelerini, kendisine yönelişini bağış ve af dilenişini kabul eder. Günahlarını affeder ve yaptıklarınızı da bilir.

Yamuk, yani aciz tanrı tasavvurundan kaynaklanan günahları bile bağışlar. Açılımı bu. Biraz önce müşrik aklın kendini dahi savunmaktan aciz tanrı tasavvurunu dile getirmişti. Sözüm ona onlar Allah’ı savunma adına Allah’ın kelamını inkar ediyor ve resulüne iftira ediyorlardı. Bunu uydurup Allah’a attı, Allah’a iftira etti diye. Bunun kendisi bir iftira idi. Yani Allah’ın kendisine yönelik bir iftirayı engelleyemeyeceğini düşünüyorlardı. Zaten müşrik aklın en büyük saplantısı Allah’ı inkarı değil (haşa), hatta onlar putları Allah gibi de görmüyorlar, onun içindir ki müşrik hayatında Allah’ı temsil eden bir tek put yoktur. Hiçbir put Allah’ı temsil etmez müşrik inancında. Hep Allah’a aracı koydukları, bir takım melekleri temsil ettiğini düşündükleri, Allah’ın kızları diye baktıkları, inandıkları bir takım melekleri ya da tabiat güçlerini temsil ettiğini düşündükleri şekillerden ya da şekilsiz yontulardan müteşekkildi putları. Allah’ı temsil eden bir tek put yoktur müşriklerin putperestliğinde.

Peki buna rağmen nasıl bir sapma bu? İşte bu ayette de gördüğümüz gibi, ki bu pasajda gördüğümüz gibi uzak bir Allah inancı. Hayata müdahil olmayan bir Allah inancı, sizi duymayan, sizi görmeyen bir Allah inancı. Dolayısıyla ona ulaşmak için aracılar gereken bir Allah inancı. Vasıtalar ve vesileler gereken bir Allah inancı ve bu aracılarla ancak kendisine ulaşılabilen bir Allah inancı. İşte bu inançtan kaynaklanan tüm şeyleri dahi Allah affeder, eğer bu inançtan vazgeçerse. Allah’a yönelirse. Allah’ın şah damarından yakın olduğuna iman ederse, Allah bunu da affeder, temizler, siler süpürür, el İslam yeci’bu ma kablehe diyordu ya efendimiz; İslam kendisinden öncesini silip süpürür, temizler. İşte bunun gibi.

 

26-) Ve yesteciybülleziyne amenû ve amilus salihati ve yeziydühüm min fadliHİ, vel kâfirune lehüm azâbün şediyd;

İman edip imanın gereğini uygulayanlara icabet eden ve kendi lütfuyla onlara (nimetlerini) arttırandır! Hakikat bilgisini inkâr edenlere gelince, onlar için şiddetli bir azap vardır. (A.Hulusi)

26 – Ve iman edip salih ameller yapanlara icabet buyurur, fazlından onlara ziyade de verir, küfredenlere gelince onlara şiddetli bir azâb var. (Elmalı)

 

Ve yesteciybülleziyne amenû ve amilus salihati ve yeziydühüm min fadliH inanan, inancını salih amelle perçinleyen kimselerin dualarını kabul eder ve kendi lütfünden onların paylarını artırır. vel kâfirune lehüm azâbün şediyd fakat hakkı inkar edenleri, yani kafirleri çetin bir azap beklemektedir.

 

27-) Velev besetAllâhur rizka li ıbadiHİ le beğav fiyl Ardı ve lâkin yünezzilu Bi kaderin ma yeşa’* inneHU Bi ıbadiHİ Habiyrun Basıyr;

Eğer Allâh, kullarının yaşam gıdalarını yayıp genişletseydi, arzda elbette azarlardı! Ne var ki dilediğini bir ölçü ile indirir… Muhakkak ki O, kullarında Habiyr’dir, Basıyr’dir. (A.Hulusi)

27 – Bununla beraber Allah kullarına rızkı bol bol seriverse Arzda azar ve taşkınlık ederlerdi. (Elmalı)

 

Velev besetAllâhur rizka li ıbadiHİ le beğav fiyl Ard Hakkı inkar edenleri şediyd bir azap beklemektedir dedi 26. ayet. Fakat neden beklemektedir. O azap onları burada kuşatsa, o azap onları hemen bulsa. Neden onların burada, bu dünya hayatında bir elleri yağda, öbürü baldadır. Neden bazılarının dişi bile ağrımaz Nemrut gibi. Neden dünyanın tüm güzelliklerinden hoyratça ve sonsuzca istifade ederler. Neden bin bir türlü nimet içinde yüzerler. Neden.. neden… neden..! işte o nedenlere harika bir cevap geldi. Velev besetAllâhur rizka li ıbadiHİ le beğav fiyl Ard ve eğer Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, rızkın önünü açsaydı, elbet yer yüzünde azgınlaşırlar, azarlar, saparlardı.

Elâ ya’lemu men halek. (Mülk/14) yaratan bilmez mi, yaratan yarattığını bilmez mi? Bilir, eğer Allah insanoğluna rızkı, nimeti sınırsız verseydi yeryüzünde azgınlık yaparlardı, azdıkça azarlardı diyor. Aslında şöyle bir etrafınıza başınızı çevirip bakın, bu ayetin tecellisini, ve tezahürünü görürsünüz. Azgınların sapkınların, firavunlaşanların Nemrut’laşanların, Kabil’leşenlerin (Karun’laşanların) hep kendilerine sınamak için verilen nimetleri sanki bir emanet değil de bir mülkmüş gibi görmelerinden kaynaklandığını anlarsınız. O nimetleri kendiliğinden gelmiş zannetmelerinden, o nimetleri verenin Allah olduğunu unutmalarından kaynaklandığını görürsünüz.

Tam bir Karun kompleksi. Bunlar bana benim yeteneklerim sayesinde verildi diyordu Karun. Yani bunlar benim. Dolayısıyla bunlarda kimin hakkı olabilir ki. Oysa ki Allah aklımızın, havsalamızın almayacağı bir sır gereği, muhteşem bir düzen kurmuştu. Kiminin payını kimine veriyor ve onun ona verip vermeyeceğini gözlüyordu. Kiminin nasibini kiminin üzerinden veriyordu. Yoksulların payını varsıllara veriyor, hem yoksulları sınıyor, hem de varsılları sınıyordu. Yoksulları yoklukla sınıyor, varsılları varlıkla sınıyordu. Bakalım yoksullar yokluğa sabredecek mi; Bakalım varsıllar varlığa sabredecek mi.

Varlığa sabretmek, yokluğa sabretmekten hep zor oluyordu. Onun içim yokken sabredenler varken sabredemiyorlar ve yoldan çıkıyorlardı. O nedenle bütünü gören Allah parçayı görüp de kötü zanneden bizlere; parçanın hep kötü olmadığını, yani mahrumiyetin bazen bir nimet olduğunu söylüyordu. Mahrumiyet nimettir diyordu ve mahrumiyetin nasıl nimet olacağını da işte böyle ayetlerle belgeliyordu. Eğer Allah açtıkça açsaydı önünüze dünya nimetlerini bu kez kendinizi kaybeder, rabbinizi kaybederdiniz.

Söyleyin, kendinizi vererek aldığınızdan neden kazançlı çıkarsınız. Kendinizi satarak aldığınız hangi şey size ait olur ki, çünkü siz yoksunuz. Artık benim diyecek ben yok ortada. Ben yoksa neyiniz var. O nedenle Allah kendinizi kaybetmeyesiniz, rabbinizle ilişkinizi bozmayasınız, ebedi mutluluğu 3 günlük hayata takas etmeyesiniz diye sınırlı verdi. Nimetlerini önünüze sınırlı serdi.

İyi ve ihtiyaç olanı siz bilmezsiniz. Siz ihtiyacım diye bakarsınız, gerçek ihtiyacınızı ise istemezsiniz. İstediğiniz ise sizin ihtiyacınız değildir. Siz iyi diye görürsünüz, aslında sizin için iyi değildir. Bütün içinde gördüğünüzde onun sizin için kötü olduğunu anlarsınız. Ama siz parçaya yoğunlaşırsınız. Parçada iyi gibi durur, fakat bütünde sizin belanızdır o. Siz iyiliğini istiyorum diye ağzınızla belanızı istersiniz. Onun için Allah sizin iyiliğinizi ister, hayrınızı ister. Vermiyorsa kimi zaman sizin için vermez. Yani vermemesinden çıkarı olan yine sizsiniz.

ve lâkin yünezzilu Bi kaderin ma yeşa’ lakin o dilediğine akıl ermez bir ölçü ile indirmektedir.

Yünezzilu diyor, sanki vahyi indiriyor gibi rızkı da indirdiğini ifade buyuruyor. Sanki gökten vahiy gibi rızık iniyor. Adeta bunu anlıyoruz. Yani dilediğine de ölçüyü açtıkça açar. Neden açar? Neden kısar? Dediğim gibi ancak özüne Allah’ın vakıf olacağı bir sırdır bu. Dolayısıyla rabbimizin insanlığa rızkı, nimeti verirken hangi ölçüye göre davrandığı gaybi bir hakikattir. Bize düşense, mü’mine düşen ise O’nun ölçüsünde adil olduğuna, en iyiyi bildiğine, bizim için en güzeli yaptığına imandır.

Fakat bu rızkı aramanın önünde bir engel değildir, çünkü size ayrılan payın ne kadar olduğunu siz asla bilmiyorsunuz. Size bir pay ayrılmıştır, fakat siz o ayrılan payı almak için el uzatmaz, çaba göstermez, çalışmaz didinmez, yırtınmazsanız o pay orada durur, siz de burada bomboş durursunuz, aç bilaç durursunuz ve bunun sorumluluğunu Allah’a atamazsınız, kendinize atabilirsiniz. Sorumlu sizsiniz. O payı almadınız için, hatta size ayrılan o payı almamakla da ayrıca sorumlusunuz. Onun için ki; Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a. (Necm/39) insan için ancak çalıştığı kadarı vardır. Çabasının karşılığı vardır der Kur’an.

[Ek bilgi; ALLAH’A YAKINLIK

Bütün hayır haddi bilmekle ve O’na razı olmaktadır. Bununla beraber başkalarının hiçbir şeyine dikmemektedir. Başka bir şeye iltifat etmemektedir. Çünkü o baktığın ve arzu ettiğin şey üç kısma ayrılır.

Birincisi senin nasibin olmasıdır.

İkincisi başkasının nasibi olma ihtimali

Üçüncüsü ne senin, ne de başkasınındır. İhtimal ki Allah’u teala onu bir tecrübe vasıtası olarak yaratmıştır.

Baktığın şey her ne ise, eğer o sana nasip olmuşsa ihtirasa düşüp ardından koşsan da gelir, koşmasan da. İstesen de gelir İstemesen de.

Bu hale göre mutlaka onu elde etmek için çırpınman ve edebe uymayan bazı hareketler yapman sana yakışmaz. Bu hal ilim ve akıl ölçüsüne vurulursa hiçte sevilen bir şey olarak meydana çıkmaz.

Eğer o şey başkasının nasibi ise çırpınman niçin. Çünkü o şey sana hiçbir zaman gelmez.

Yine o şey ihtimal ki hiç kimsenin nasibi değildir fitne ve tecrübe için yaratılmıştır. Böyle olduğuna göre akıllı olan bir kimse nasıl nefsi için öyle bir fitneyi ister ve kendine celp etmeyi arzu eder.

Bu izahlardan anlaşılıyor ki selamet ve iyilik manevi hali muhafazada ve haddi tecavüz etmemededir.

(Gavs-ı Azam Ş. Abdülkadir Geylâni – Fütuh’ül Gayb S/28-29)]

inneHU Bi ıbadiHİ Habiyrun Basıyr çünkü O kullarının her halinden haberdardır, her şeyi görmektedir. Böyle bir ayet böyle bitmeliydi değil mi, ilahi hikmettir, imtihan sırrıdır. Zuhruf/33 öyle diyordu ya; Eğer insanlar küfürde birleşmeyecek olsalardı, onların evlerinin tavanlarını ve merdivenlerini, taraçalarını gümüşten yapardık. Küfürde birleşmeyecek olsalardı. Küfür üzerinde tek ümmet olmayacak olsalardı.

Bu gerçekten çarpıcı bir ayet, bizim için iyi olanı Allah’ın bildiğine iman, imanın parçasıdır. Bizi bizden iyi bildiğine iman imanın cüzüdür.

 

28-) Ve “HU”velleziy yünezzilül ğayse min ba’di ma kanetu ve yenşuru rahmeteHU ve “HU”vel Veliyyül Hamiyd;

O, onlar (kulları) ümit kestikten sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayandır. O, Veliyy’dir, Hamiyd’dir. (A.Hulusi)

28 – Ve lâkin dilediği kadar bir miktar ile indiriyor, şüphesiz ki o kullarına habîrdir basîrdir. (Elmalı)

 

Ve “HU”velleziy yünezzilül ğayse min ba’di ma kanetu ve yenşuru rahmeteH ve o insanlar tam umutlarını kesmişken, ümitlerini yitirmişken, umutlarından olduktan sonra yağmuru indirir ve rahmetini yaydıkça yayar.

Tükenen umut ve yağmur. Bu ayetlerin indiği dönemde ki dünyayı göz önüne getirin. Bu ayetler inmeden önce bölgede İbrahim’in rabbine iman eden sadece birkaç tane, ki bilinen 3 kişi vardı. Bunlardan biri de Zeyd Bin Amr Bin Nüfeyl. Peygamberimizin arkasından rahmet okuduğu bir zat, cennetle müjdelediği bir zat. Ama peygamberlik gelmeden hayli önce vefat etmiş bir zat. Hz. Ömer’in amcası olurdu. Hz. Ömer’in babası onu taşlaya taşlaya çöle sürdü, çölde yalnız başına İbrahim’in rabbine sadece O’na iman ettiği ve ibadet ettiği için ölüme mahkum edildi.

O artık yer yüzünün çivisinin çıktığını düşünüyordu. Artık yer yüzünden hayır gelmeyeceğini, toprağın altının toprağın üstünden hayırlı olduğunu düşünüyordu. Zeyd Bin Amr Bin Nüfeyl. O Resulallah’ın gelişini görmeden giden, hasret giden tek başına yiğit adam. Fakat karanlığın en koyu anı, sabaha en yakın andır. İşte o öyle düşünüyordu ama bilemedi, tahmin edemedi göremedi ki, çok değil kısa bir zaman sonra yer yüzünü aydınlatacak güneş hemen burnunun ucundan, kendini kovan Mekke den çıkacaktı.

Tıpkı bunun gibi, Kur’an ın neresinde yağmur geçerse vahye bir imalı göndermedir. Vahyi temsil eder, simgeler. Bu da öyle, tüm umutlar tükenince Allah gökten yağmurunu indiriverdi. Vahyi indirdi ve çöle dönmüş yürekleri göle döndürdü.

 

[Ek bilgi; Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nufeyl hikâyesi

Zeyd şöyle anlatır ;

- Yahudilik ve Hıristiyanlığı inceledim. Onları kabul etmedim. Çünkü ikisinde de içimi rahatlatacak bir şey bulamadım. Orada burada İbrahim'in dinini aramaya başladım. Nihayet Şam diyarına geçtim. Bana kitap dan bilgisi olan bir rahipten söz edildi. Ona gidip durumu anlattım. O şöyle konuştu:

- Ey Mekke'li! Senin, İbrahim'in dinini aradığını zannediyorum,

-  Evet, onu arıyorum. dedim. Konuşmasına şöyle devam etti.

- Sen bugün mevcut olmayan bir dini arıyorsun. Fakat sen memleketine git. Allah senin kavminden İbrahim'in dinini yenileyecek kimseyi gönderecektir. Eğer yetişirsen, ondan ayrılma.]

 

Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh. (Zümer/53) ey kendilerini harcayan, hayatlarını israf eden varlıklarını bozuk para gibi tüketen kullarım. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a hiç kuşkunuz olmasın ki Allah günahların tamamını bağışlayabilir. inneHU “HU”vel ĞafûrurRahıym. (Zümer/53) Çünkü O çok bağışlayan merhamet kaynağıdır.

ve “HU”vel Veliyyül Hamiyd zira O’dur insanların gerçek velisi. Hamd sadece O’na mahsustur.

Hamd ona mahsustur diyor, öyle bitiyor ayet. Elhamdülillahi rabbil alemiyn. Hergün en az 17 kez deriz ya, bunu okumazsak namazımız olmaz ya, Namazı namaz kılan hamddir ya, fatihadır ya, Fatihayı fatiha kılanda hamddir ya. Aslında Fatihanın tamamı bir hamddir ya ve hayatın tamamı bir şükürdür ya. Onun için;

Elhamdülillâhi ‘alâ külli hâl, sivel küfri ved dalâl. küfür ve dalalet dışında, sapıklık dışında başıma gelebilecek her hale hamd olsun demek mü’minin şiarıdır ya. İşte bunun için.

Allah insanın hasmı değil dostudur. Her iradeyi ve tasarrufu insanın yararına kullanır. Ne dilerse Allah insan için iyiyi diler. Bu manada insan bilemeyebilir. Allah’ın kendisinin lehine dilediğini fark etmeyebilir. Bunu bilmesi için bir tek duruşa sahip olması lazım. Klas duruşa, esas duruşa. O duruşun adına vahiy İslam diyor, teslimiyet. Kayıtsız şartsız teslim olan, Allah’ın kendisi için dilediğini, kendisi de kendisi için dilemeye başlar ve iki irade kenetlenir. Küllü irade ile cüz’i irade arasında fark kalmaz. İşte bu insanın geçmişten üzüntü, gelecekten kaygı duymasının önüne geçer ve artık özgürlük ve güvenlik sorununu temelden halletmiştir.

 

29-) Ve min âyâtiHİ halkus Semâvati vel Ardı ve ma besse fiyhima min dabbetin ve HUve alâ cem’ıhim izâ yeşau Kadiyr;

Semâları ve arzı ve ikisi arasındakileri DABBEden (biyolojik bedenler) çoğaltıp yaydıklarını yaratması O’nun işaretlerindendir… “HÛ” dilediğinde, onları birleştirmeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)

29 – Ve öyledir ki o, ümidi kesmişlerken feyiz indirir ve rahmetini neşreder, o öyle veli öyle hamîdir. (Elmalı)

 

Ve min âyâtiHİ halkus Semâvati vel Ardı ve ma besse fiyhima min dabbeh gökleri ve yeri yaratması, bunlarda yaşayan bütün canlıları üretmesi O’nun ayetlerinden, delillerinden, belgelerindendir.

Dabbeh, ayette geçen. İnsan için kullanılır Kur’an da. Ki Enfal/22 de kullanılışı budur. Mücahid, büyük müfessir, ilk otoritelerimizden Mücahid; Göklerde de canlılar var hükmüne varıyor bu ayetten yola çıkarak. Yani insanoğlu dışında, bu kainatta iradeli başka varlıklar da var diyebiliyoruz. Yani bunların iradeli olduğunu söyleyebilir miyiz? Canlı olabilir de iradeli olmayabilir mi. Hayır bendeniz ayetin sonundan, hemen bire sonraki cümleden bunların iradeli olması gereğini, gerektiğini çıkarıyorum.

ve HUve alâ cem’ıhim izâ yeşau Kadiyr ve O dilediği zaman onları kendi katında toplama gücüne de sahiptir. İşte bu ibare. Kendi katında hesap sormak için toplar. İradesiz varlıklar, ahirete sahip olmayan varlıklardır. Hayvanlar gibi, böcekler gibi, kuşlar gibi. Onların hayatı bu hayatla sınırlıdır. Çünkü iradeleri yoktur. Allah’ın huzurunda toplanacak varlıklar, seçme yeteneğine sahip varlıklardır. İyiyi ya da kötüyü. Güzeli ya da çirkini, hakkı ya da batılı, imanı ya da küfrü.

Onun için bu kainatta başka canlıların da var olduğunu ifade eden bir üstteki cümle aslında bizim dışımızda iradeli varlıkların, yani görünmeyen varlıkların, ki cin kavramının içine bu da girer. Sadece mahiyeti itibarıyla görünmeyen değil, gözümüzün önünde olsa da görünmeyen değil, bizim görmediğimiz varlıkları da kapsar. Onun için cinin görmediğimiz varlık türlerinin de olduğunu düşünebiliriz.

 

{[ Atlanan ayet; 30-) Ve ma esabeküm min musıybetin feBima kesebet eydiyküm ve ya'fu 'an kesiyr;

Size ne belâ isâbet etmişse, elleriniz ile yaptıklarınızın sonucudur! (Allâh) birçoğunu da affediyor. (A.Hulusi)

30 - O Göklerin ve Yerin yaradılışı ve onlarda ürettiği her dabbenin üretilişi de onun âyâtındandır ve o dileyeceği zaman onları toplamağa da kadirdir. (Elmalı)

MUSİBET” SÖZCÜĞÜYLE KASTEDİLEN NEDİR?

 Ayette geçen “musibet” sözcüğünü dünya ve ahiretteki musibetlerin tümü olarak anlamak mümkündür. Ağrılar, acılar, hastalıklar, kıtlıklar, boğulmalar, yıldırım çarpması, kısaca hoşa gitmeyen her şey dünyadaki musibetlerdendir. Bu musibetlerin insana amellerinin tam karşılığı olarak verilmiş cezalar olduğu düşünülmemelidir. Bunlar uyarı amaçlı olarak tattırılmış nahoş durumlardır.

Ayetteki “kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzünden” ifadesi, her musibetin işlenen kötü bir davranışa karşılık tattırılmış bir ceza olduğu şeklinde değerlendirilebileceği gibi, insan edimlerinin fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasaları harekete geçirdiği; insana acı veren olayların arkasında da yine bu yasaları harekete geçiren insan edimlerinin olduğu şeklinde de değerlendirilebilir. Çünkü Rabbimiz bizi fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalarla çevrelediği bir dünyada yaşatmaktadır. Bu yasalar, kendilerini harekete geçiren insan edimlerine anında veya belirli bir süre içinde cevap verecek şekilde düzenlenmiştir.

Mesela hastalık denen musibet, ille de kula verilmiş bir ceza olarak değil, kulun biyolojik yasaları harekete geçiren kusurlu yaşam tarzının bir sonucu olarak da değerlendirilebilir. Böyle değerlendirildiği takdirde, Rabbimizin insanları musibetlerle sınaması, insanların Rabbimiz tarafından bu musibet türlerini üreten fiziksel, biyolojik ve toplumsal yasalarla çevrelenmiş olduğu anlamına gelir. Çünkü insana acı veren musibet nitelikli olay ve olgular Allah’ın yaratışındaki kusurlar değildir.

Allah dileseydi bütün bu acı veren musibetlerin gerçekleşmeyeceği bir evrensel düzen de kurabilirdi. Bu nedenle, “Allah’ın sınaması” olgusunu, O’nun insanı musibetlerle denemeye elverişli bir dünyada yaşatması olarak da anlayabiliriz. Dolayısıyla, insan bir iş yapar, bu işin karşılığında da evrensel etki-tepki yasası yürürlüğe girer. Buna şöyle bir örnek verilebilir: Bir toplum, kendi içindeki yoksulları koruyup gözetmezse, buna tepki olarak toplumsal yasalar tetiklenir, insanlar arasında kıskançlık, gerginlik, huzursuzluk başlar. Fuhuş, hırsızlık, derbederlik gibi olaylar yaygınlaşarak toplumu tehdit eden bir musibete dönüşür. Böylece bir toplum, kendi elleriyle işlediği bir kusurun karşılığını bir ölçüde tatmış olur. (Hakkı Yılmaz)]}

 

31-) Ve ma entüm Bi mu’ciziyne fiyl Ard* ve ma leküm min dûnillâhi min Veliyyin ve lâ Nasıyr;

Siz, arzda (Allâh’ı) âciz bırakamazsınız! Sizin Allâh’tan başka ne bir velîniz ve ne de bir yardımcınız yoktur. (A.Hulusi)

31 – Başınıza ne musibet geldi ise kendi ellerinizin kazancı iledir, halbuki bir çoğundan af ediyor. (Elmalı)

 

Ve ma entüm Bi mu’ciziyne fiyl Ard siz daha onu yer yüzünde atlatmaktan acizsiniz. Ey insanlar, ey onu atlatmayı düşünenler, ey nasıl olsa  bu dünyada gemimi yürüttüğüm gibi, bir ahiret varsa eğer orada da yürütürüm. Yani bu dünya da ne mahkemelere girdim, hepsini hallettim. Ya birinde dayı buldum, ya delilleri kararttım, ya efendim hakimi gördüm, cebini doldurdum, avukat tuttum, olmadı hakim tuttum diyorsanız, siz daha bu dünyada bile Allah’ı atlatmaktan acizsiniz;

ve ma leküm min dûnillâhi min Veliyyin ve lâ Nasıyr ahirette ise Allah dışında ne candan bir dost, ne işe yarar bir yardımcı bulacaksınız. Yani asla bulamayacaksınız.

 

32-) Ve min âyâtiHİl cevari fiyl bahri kel a’lam;

Denizde dağlar gibi akıp gidenler de (gemiler) O’nun işaretlerindendir. (A.Hulusi)

32 – Hem siz Arzda âciz bırakacak değilsiniz ve size Allah dan başka kurtaracak ne bir hâmî ne de bir yardımcı yoktur. (Elmalı)

 

Ve min âyâtiHİl cevari fiyl bahri kel a’lam yine denizde süzülüp giden dağlar gibi gemiler de onun delillerindendir. Biraz önce yine O’nun delillerinden, belgelerinden olan göklerin ve yerin yaratılışını söylemişti. Kozmik ayetler. Şimdi daha yakına getirdi görüntüyü ve denizde dağlar gibi süzülüp giden gemiler onun ayetlerindendir.

Nasıl ayetlerindendir? Bir kez O’nun ayeti demek, kainat O’nun kitabıdır. Varlık içinde gördüğünüz her şey ayettir. Siz de bir okuyucusunuz. Yani siz varlık sınıfında okuyan ebedi bir talebesiniz. Ömrünüzde bir öğrenciliktir, talebeliktir. Onun için baktığınız her şeyi Allah’ın ayeti olarak görün ve okuyun. Denize bakarken de böyle okuyun. Nasıl kainat kitabını okumaya çağırıyor tabii. Eşyanın yasaları insana hayatı kolaylaştıracak şekilde konulmuş.

Buradan yola çıkarak ne düşünmeniz gerekiyor? Suya kaldırma gücü konulmuş. Eğer su kaldırma gücüne sahip olmasaydı. Yani su fiziği kaldırma gücüne sahip olmasaydı suda giden hiçbir şey gitmezdi, yüzmezdi. Allah’ın suya koyduğu bu yasadan yola çıkarak suyu siz ulaşım vasıtası için kullanıyorsunuz.

Peki buradan yola çıkarak şunu düşünmüyor musunuz? Allah suya bile yasa koymuşsa bana koymaz mı? Su gibi bir esere yasa koyarda benim gibi bir şahesere yasa koymaz mı. Allah suyu bile boş bırakmamış, ya benim gibi bir şaheseri, baş yapıtı boş bırakır mı? Buradan yola çıkarak neden bu sonuca varmıyorsunuz ve tabii bu sonuca varırsanız yasanın sahibine hamd edersiniz.

 

33-) İn yeşe’ yüskinirriyha feyazlelne revakide alâ zahrih* inne fiy zâlike le âyâtin likülli sabbarin şekûr;

Eğer dilerse, rüzgârı durdurur da (rüzgârın gücü ile akıp gidenler, denizin) üzerinde durup kalırlar… Muhakkak ki bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için elbette işaretler vardır. (A.Hulusi)

33 – Yine onun âyetlerindendir denizde o dağlar gibi akanlar, dilerse o rüzgârı durduruverir de sırtı üzerinde dura kalırlar, şüphesiz ki bunda nice âyetler var: çok sabırlı çok şükredici her kimse için. (Elmalı)

 

İn yeşe’ yüskinirriyha feyazlelne revakide alâ zahrih dilerse rüzgarı kesiverir de o zaman denizin üzerinde hareketsiz kala kalırlar. Allah’ın desteği rüzgar biçiminde ifade edilmiş. Hani Türkçede de vardır rüzgarı arkasına almak, bir yelkenli rüzgarı arkasına alırsa hiçbir çaba göstermeden gider rotasına doğru. Peki tersi nedir? Rüzgarı karşısına almak, Allah’ın desteğini almamak yani. Rüzgara karşı kürek çekmek. Nasıl bir şey, devam edelim o zaman;

inne fiy zâlike le âyâtin likülli sabbarin şekûr şüphesiz bunda da sabır ve şükürle direnen herkes için ibretler vardır. Sabrı ve şükrü hayat tarzı haline getiren diye çevirmek lazım. Sabbar ve şekûr. Normal bir sabır değil, sabrı hayat tarzı haline getirmek. Sadece göğüs germek değil, göğüs gerdiğiniz gibi hamd etmek ve şükretmek. Yani rabbim sadece verince şükretmem, alınca hamd ederim. Çünkü sen vermiştin, sen aldın. Çünkü bir daha verecek olan da sensin. Çünkü daha küçüğünü aldın belki daha büyüğünü vermek için. Onun için hamd ederim. Dolayısıyla nereden bakarsan bakayım sadece verince değil, alınca da hamd ederim.

 

34-) Ev yubıkhünne Bima kesebu ve ya’fü an kesiyr;

Yahut kazandıkları yüzünden onları helâk eder. (Allâh) birçoğunu da affediyor. (A.Hulusi)

34 – Yahut da onları içindekilerin kazançlarıyla helâke sürükler, bir çoğundan da afiv buyurur. (Elmalı)

 

Ev yubıkhünne Bima kesebu ya da onları kazançlarıyla birlikte helak ediverir. Bu üçüncüsü. Birincisi rüzgarı arkasına almak, ikincisi rüzgara karşı kürek çekmek, bu üçüncüsü ise felaket, helak olmak, kazandıklarıyla birlikte, son şık bu. Batış, helak anlamına gelir. Yubıkhünne diğer ikisi rüzgarı arkasına almak ve rüzgara karşı kürek çekmek demiştik. Nasıl anlaşılmalı bu üç madde?

1 – İlahi desteği elde etmek.

2 – İlahi destekten mahrum kalmak.

3 – şimdi okuduğum metin ise batmak, tamamen batmak. Allah korusun tabii. İnsan Allah’ın yardımından mahrum kalırsa batmaktan başka gideceği yol yok.

ve ya’fü an kesiyr yine de bir çoğunu affetmekteyiz, affetmektedir daha doğrusu.

 

35-) Ve ya’lemelleziyne yücadilune fiy âyâtiNA* ma lehüm min mahıys;

Tâ ki işaretlerimiz hakkında mücadele edenler, kendileri için bir kaçış yeri bulunmadığını bilsinler. (A.Hulusi)

35 – Hem bilsinler diye o âyetlerimizde mücadele edenler ki kendileri için kaçacak yer yoktur. (Elmalı)

 

Ve ya’lemelleziyne yücadilune fiy âyâtiNA* ma lehüm min mahıys ve ayetlerimiz hakkında polemik yapanlar asla sığınacak bir delik bulamayacaklarını iyi bilmelidirler.

Ayetler hakkında polemik yapmak, muğalata yapmak. Bu aynı zamanda ilahi ayetler olan tabii kanunlara riayet etmemizi de ifade ediyor. Ki oradan yola çıkarak hangi sonuca ulaşabiliriz? Eğer dünya da başarılı olmak istiyorsanız dünyada Allah’ın koyduğu ilahi tabii kanunlara uymanız lazım. Eğer denizde gitmek istiyorsanız Allah’ın suya koyduğu yasalara uymanız lazım. Eğer havada uçmak istiyorsanız aerodinamiğin, hava dinamiğinin yasalarına uygun olarak araçlar yapmanız lazım. Yani Allah’ın yasalarına hangi alanda uyarsanız, o alanda başarılı olursunuz. Bir uçak imal etmek için Allah’ın aerodinamik yasalarına. Bir ısı ile giden araç imal etmek için Allah’ın termodinamik yasalarına. Bir su ile giden araç, suda giden araç yapmanız için Allah’ın suya koyduğu su dinamiği yasalarına uygun davranmanız lazım.

Dünya da böyle de ahirette böyle değil mi? Ahirette de cennete kavuşmanız için Allah’ın sizin için koyduğu ahlak yasalarına uymanız lazım. Yani hayatta ne başarı elde edecekseniz dünyevi ya da uhrevi. Teknolojik ya da siyasi. Ekonomik ya da dini hangi alanda başarılı olmak istiyorsanız Allah’ın o alanda koyduğu yasasına uyacaksınız. Mü’min ya da kafir bu yasaya uyduğu kadar başarılı olabiliyor. Dünya da ya da ahirette. Ekonomi alanında ya da teknoloji alanında. Siyasette, ya da ticarette fark etmiyor. Allah’ın koyduğu yasalara uygun davranmıyorsanız, ne kadar uygun davranıyorsanız o kadar başarı sizi buluyor.

 

36-) Fema utiytüm min şey’in femeta’ul hayatid dünya* ve ma ‘indAllâhi hayrun ve ebka lilleziyne amenû ve alâ Rabbihim yetevekkelun;

Size verilmiş olan şeyler, dünya (dünya = en sefil, anlamında) hayatının zenginliğidir! Allâh indîndekiler ise, iman edip Rablerine tevekkül edenler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır. (A.Hulusi)

36 – Hasılı size verilmiş bulunan şeyler hep Dünya hayatın geçici metaıdır, Allah yanındaki ise daha hayırlı ve daha bekalıdır fakat o kimseler için ki iman etmişlerdir ve rablerine itimat ederler. (Elmalı)

 

Fema utiytüm min şey’in femeta’ul hayatid dünya imdi, yeni bir pasaja girdik; size verdiğimiz her şey dünya hayatının kısa vadeli, geçici, tüketilebilen bir hazzıdır. ve ma ‘indAllâhi hayrun ve ebka ama Allah katında bulunan daha değerli, daha kalıcıdır.

Bir üstteki ayette yaptığımız yorumları bu ayetle birleştirelim lütfen. Tamam, dünyada hangi alanda başarılı olmak istiyorsanız Allah’ın o alan için koyduğu yasayı uygulayacak, ilahi yasaları keşfedeceksiniz. Ama ey insan öncelik sırasını başarıda ahirete ver. Allah katında ki başarı senin için çok daha hayırlıdır. Allah’ın başarı dediği hususta başarılı olmaya kalk, o alanda çalış. Onun içinde Allah katında ki daha değerlidir diyor.

lilleziyne amenû ve alâ Rabbihim yetevekkelun bu iman eden ve rablerine güvenen kimseler için böyledir. Evet, bir mü’min için başarının tanımı sadece dünya ile sınırlı bir tanım olamaz. Dünya bütün bir hayatın küçük bir parçasıdır. Hatta aşağı bir parçasıdır. Bir bütünün küçük ve aşağı bir parçasına kilitlenerek bütünü unutmak, göz ardı etmek bir mü’minin yapacağı iş değildir. Dolayısıyla mü’minler bir bütünü kendi bütünselliği içinde algılarlar ve başarıya da böyle bir tarif getiriler. Onun için iman eder ve rablerine güvenirler.

Bu ayet Hz. Ali’ye göre malının tümünü tasadduk eden Hz. Ebu Bekir in bu davranışına, etraftaki bu davranışı sindiremeyen, ya da algılayamayan müşriklerin itirazı, ya da onu kınaması üzerine indiğini söyler. Ki, Resulallah Onun bu davranışına engel olmamıştı.

Malının tamamını Allah yolunda harcamak. İşkence gören ilk Müslümanları zayıf ve köle Müslümanları satın alıyorlar ve azad ediyordu Hz. Ebu Bekir. 20 ye yakın böyle köleyi azad ettiğini biliyoruz. Gerçekten de bu asil davranış Hz. Ebu Bekir’i, Hz. Ebu Bekir yapan bu asil davranış Allah tarafından övülmüş ama etraf ve çevre tarafından anlaşılamamıştı. Bir insan elinde ki avucunda kini henüz görmediği bir karşılık için nasıl bu kadar cömertçe verebilirdi. Bunu iman etmemiş insanlar anlayamıyorlar.

Peki bu davranışın temelinde ne yatabilirdi? Tevekkül, yani Allah’a güven. İman güvene dönüşürse, iman ahlaka dönüşürse işte böyle olur. Hatta kendisine; Kendine ve ailene ne bıraktın dediğinde Allah resulü “Allah’ı bıraktım ya Resulallah” demişti Hz. Ebu Bekir. Evet, kendine ve ailesine Allah’ı bırakmak. Tabii bu iman alanında işlenecek muhteşem bir amel. Kişinin ameli imanını geçmemeli. Eğer amel imanı geçerse iman altında kalır ve Allah’a fatura çıkar. Bunu Ebu Bekir’ler yapabilir.

Onun içindir ki Resulallah başkaları bunu yaptığında engel oldu. Mesela Ka’b Bin Malik. Tevbe suresinin inişinden sonra Tebuk seferine mazeretsiz katılmadığı için kendisi Resulallah tarafından haklarında hüküm ininceye kadar tecritle cezalandırılmış, haklarında affedici ayet indiğinde göz yaşları içinde Resulallah’ın yanına gelip; “Ya Resulallah malımın tamamını Allah yolunda tasadduk etmek istiyorum.” Deyince; “Hayır olmaz.” Demişti. O halde yarısı olsun, hayır olmaz. O halde 1/3 olsun deyince ona evet demişti Resulallah. İşte bu.

Aslında burada güven; iman eden ve Allah’a güvenenler diye bitiyor. İman eden ve salih amel işleyen diye biterdi, hatırlayın hep bu ikili gelirdi. Aslında tevekkül salih amelin yerine konmuş burada Yani iman ve salih amel. Salih amel imanın dış göstergesi, tevekkülse imanın iç göstergesi sayılıyor.

 

37-) Velleziyne yectenibune kebairel ismi velfevahışe ve izâ ma ğadıbuhüm yağfirun;

Onlar ki suçun büyüklerinden (şirk, iftira) ve açık çirkinliklerden kaçınırlar; öfkelendiklerinde bağışlarlar. (A.Hulusi)

37 – Ve onlar ki günahın büyüklerine ve açık çirkinliklere uzak bulunurlar ve her gadablandıkları vakit da onlar kusur örterler. (Elmalı)

 

Velleziyne yectenibune kebairel ismi velfevahış işte onlar büyük günahlardan ve hayasızca davranışlarından kaçınırlar. Kebair insanın yüzünü Allah’a karşı kızartan günahlar. Fevahiş ise insanın yüzünü insana karşı kızartan günahlar diye anlayabiliriz. ve izâ ma ğadıbuhüm yağfirun dahası öfkelendikleri zaman bile affetme erdem ve yüceliğini gösterirler.

Evet, öfkelenmezler demiyor, İnsan öfkelenir. Öfke tabi ve fıtridir. Fakat iş öfkelendiğinde frene basabilmek, onu tutabilmek. Öfkelendiğinde aklını öfkesine kurban etmemektir. Hani yine bir başka ayette vel kazımiynel ğayza vel afiyne aninNas. (A. İmran/134) buyuruyordu ya. Öfkelendiklerinde öfkelerini yutarlar ve insanları bağışlarlar. Onun için asıl yiğitlik öfkelenmemek değil, öfkelendiğinde öfkesinin aklını bastırmasına izin vermeyendir.

 

38-) Velleziynestecabu liRabbihim ve ekamus Salâte ve emruhüm şura beynehüm* ve mimma razaknâhüm yünfikun;

Onlar ki Rablerine icabet edip salâtı ikame ederler; işleri, aralarında istişare ederek çözerler… Kendilerini beslediğimiz şeylerden de infak ederler. (A.Hulusi)

38 – Ve onlar ki rableri için davete icâbet etmekte ve namazı kılmaktadırlar, buyrukları da aralarında şurâdır (danışıklıdır), kendilerine kısmet ettiğimiz rızıklardan onlar masraf da verirler. (Elmalı)

 

Velleziynestecabu liRabbihim yine onlar rablerinin davetine koşarlar. ve ekamus Salâh namazı dosdoğru kılarlar, salâtı ikame ederler. Desteği ayağa kaldırırlar. Dik sürünmezler. Allah’a karşı esas duruşlarını korurlar. ve emruhüm şura beynehüm toplumsal işlerini aralarında danışma yoluyla hallederler.

Evet, Kur’an da istişare ve danışma hakkında gelen ayetlerden biri, belki de bir numaralısı burada. Bu ayetin içinde ki bu ibarededir. ve emruhüm şura beynehüm toplumsal işleri aralarında danışma yöntemiyle hallederler. Şûra; arının çiçeklerden bal almasını ifade eder. El Meşaar, el haliyye demektir. Yani petek. Şevrül asel dediği zaman bir Arap İki şey kastedilmiş olur. Hem arı çiçeklerden bal aldı, hem de ben arıdan bal aldım anlamında kullanılır ki illiy ve galiy anlamları vardır. İlliy anlamı ahr-us şey’ gaiy anlamı izhar-us şey’ dir. yani 1. çıkış anlamı bir şeyi almak 2. siz aldığı şeyi ortaya koymak. Hedef anlamı. Aldığı şeyi ortaya koymak, istifadeye açmak, faydaya sunmak.

Öyle ki Kur’an sadece şûra yı emretmiyor, aynı zamanda yapıcı muhalefeti bile gündeme getiriyor. Ki Nur/62. ayetinde biz< bunu işlemiştik; ve izâ kânu meahu alâ emrin cami’ın lem yezhebu hattâ yeste’zinuh. (Nur/62) tolumsal bir işi aralarında halletmek için bir araya geldiklerinde, ondan yani Allah Resulünden izin almadan muhalefet etmezler, farlı görüş beyan etmezler. Yani bu yapıcı muhalefeti de istişarenin bir boyutu olarak gören bir ayet. Bu toplumsal izin ne anlama geliyordu.

Mesela; Hubab Bin Münzir Bedir savaşının önesinde Resulallah’a; Ya Resulallah burada karargah kurmamızı vahiy mi emretti yoksa sen mi. diye sorması izin almaktı. Hayır demişti Resulallah, vahiy değil, bu benim görüşüm. O zaman ya Resulallah bu yanlış şu kuyuları da düşmana yar etmeyecek şekilde bir düzen alalım deyince Resulallah o görüşün daha doğru olduğunu gördü. Hubab Bin Münzir önce izin almış, sonra yapıcı muhalefetini sergilemişti ve görüş onun üzerine değiştirilmişti.

Yine Resulallah işte bu ilkeden dolayı tüm savaşlarda savaş konseyi oluşturmuş ve onlara danışmıştı. Savaş konseyinde savaşı istişareye açan kişi vahyin kendinse geldiği bir peygamber unutmayalım, sıradan biri değil. Uhut savaşına da çıkarken böyle bir istişare yapmış, konseyde ki yaşlılar savaşı içeride kabul edelim. Gençler ise dışarıda düşmana karşı çıkalım diye görüş bildirmişler. Gençlerin görüşü daha ağır basınca Resulallah’ın görüşü tersi olmasına rağmen onların görüşüne istinaden zırhını giyip çıkmış, gençler; Yahu biz ne yaptık, ağır bir sorumluluk altına girdik diye pişman olup pişmanlıklarını Resulallah’a ulaştırdıklarında bir peygamber sırtına giydiği zırhı geri çıkarmaz. Buyurarak istişare sonucuna uyarak Uhud’a doğru yola çıkmıştı ve Uhud’da istişare sırasında düşmanı göğüs göğse dışarıda karşılayalım diyenler ilk kaçanlar olmuşlardı. Ve Allah resulü dönüp de onlara sizin lafınızı tutan işte böyle olur demedi. Bırakınız böyle demesini ayet indi.

FeBima rahmetin minAllâhi linte lehüm. (A. İmran/159) Allah’tan bir rahmet sayesinde onlara yumuşak davrandın, hoş görülü davrandın ve lev künte fazzan ğaliyzal kalbi lenfaddu min havlik eğer sen set yapsaydın, işte böyle olur sizi dinledik böyle olduk. Hem buraya getirdiniz, hem de ilk kaçan siz oldunuz gibi sert yapsaydın onlar etrafından dağılır giderlerdi.fa’fü anhüm o halde onları yine affet vestağfir lehüm onları affetmekle yetinme bir de onların bu günahına istiğfar et. Çünkü onlar hem savaşı düşmanla göğüs göğse yapalım diye seni ikna ya çalıştılar, üstelik tuttular ilk kaçan da kendileri oldular. Onun için onlar içinde af dile. ve şavirhüm fiyl emr. Dahası bundan böyle de yine toplumsal işlerini istişare ile yap, onlarla istişareye devam et. fe izâ azemte fe tevekkel alAllâh* innAllâhe yuhıbbül mütevekkiliyn (A. İmran/159) eğer bir işe azmettinse, karar verdiniz ise onun üstüne de yürüyün, artık geriye bakmayın. Allah kendisine dayanan ve güvenenleri sever. Ayeti inmişti.

ve mimma razaknâhüm yünfikun Evet, istişare konusunda daha söylenecek çok şey var. Aslında ilginçtir ki İslam siyaset teorilerini işleme iddiasında ki el Ahkâm-us Sultaniye kitapları bu ayete yer bile vermez. Yani klasik dönemde İslam siyaset teorisinin yazıldığı eserlerde, İslam siyasetinin temeli olan bu istişare kuralını taşıyan ayete rastlayamıyoruz bile. İşte ilginç olan garip olan da budur. Dolayısıyla tarih içerisinde Müslümanların yaptığı siyaset  bu ayetler çerçevesinde yürümüyor.

Aslında istişare bir hak ve sorumluluk. İstişare edilen insan elini taşın altına koyuyorsa onunla istişare edilir ve istişare sonucuna da uyulur. Yok istişare ettiğiniz mevzuda hiçbir risk almıyorsa karşıda ki onunla istişare edebilirsiniz ama sonucuna uymak zorunda değilsiniz. Çünkü risk almıyor, hiçbir risk almıyor.

İstişare aslında akılların cemaatle namaza durmasıdır, akılların saf tutmasıdır. Cemaatle namazın tek başına namazdan sevabı ve farkı neyse istişarenin de tek aklın kararından farkı ve bereketi odur, belki daha fazlasıdır.

ve mimma razaknâhüm yünfikun ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gönüllü olarak harcarlar.

[Ek bilgi; İSTİŞARE

Bu müminlerin en iyi özelliklerinden kabul edilir. Öyle ki bu husus Al-i İmran: 159'da "emir" şeklinde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, İslâm toplumunda istişare önemli bir yer işgal eder. İslâm toplumunda istişare yapmaksızın işleri yürütmeye çalışmak sadece cahillik değil, Allah'ın nizamına karşı gelmektir de.

İslâm istişareye niçin önem vermiştir? Bu soru üç temel nedene dayalı olarak cevaplandırılabilir:

a) Şayet bir mesele iki ya da ikiden fazla kimseyi ilgilendiriyorsa ve buna rağmen söz konusu mesele hakkında bir kişi karar verirse, diğerlerine haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla ortak yapılan bu işte hiç kimsenin kendi keyfine göre karar vermeye hakkı yoktur. İşte bu nedenden ötürü adil bir sonuca varabilmek için, konuyla ilgili tüm şahıslarla istişarede bulunmak gerekir. Yine bir mesele karara bağlanacaksa ve karardan çok büyük bir kitle etkileneceği için istişare mümkün değilse, o insanların seçtikleri ve güvendikleri kimselerle istişare yapılmalı ve sonra mesele karara bağlanmalıdır.

b) Şayet bir kimse, ortak çalışmalarda sorunu kendi başına göre halletmeye çalışıyorsa, bilinmelidir ki onun böyle davranmasının ardındaki neden, ya kendi çıkarlarıdır, ya da o şahıs kendisini herkesten üstün görerek başkalarını aşağılamaktadır. Oysa, ahlâk bakımından bu iki neden de kötüdür ve bir mü'min bu iki çirkin özellikten beridir. Mü'min kişi, başkalarının hakkını meşru olmayan bir yolla ele geçirerek haksızlık yapmaz. Yine bir mü'min, kendini beğenmiş bir halde herkesten daha iyi bildiği zannına kapılmaz.

c) Bir iş, şayet başkalarının hak ve çıkarları ile ilgili ise o iş hakkında karar vermek çok büyük bir sorumluluğu müdrik olmayı gerektirir. Kalbinde Allah korkusu olan bir kimse, bu yükü yalnız başına taşımayı katiyetle istemez. Aksi bir davranış, yani, böylesine bir sorumsuzluk ancak, kalbinde Allah korkusu olmayan ve ahirette vereceği hesaba aldırmayan kimseler tarafından yapılır. Allah'tan korkan ve ahiret hesabına iman eden insanlar, kat'î surette herkesi ilgilendiren meseleler hakkında, kendi başlarına karar vermek istemezler. Onlar söz konusu meseleyle ilgili olan kimselerle veya onların seçtiği ve ilgilendiği temsilcilerle istişare eder ve tarafsız bir şekilde karara varırlar. Sonuçta verilen kararda herhangi bir yanlışlık dahi söz konusu olsa, bir tek kişi sorumlu olmaz.

Bu üç hususa dikkat edecek olursak şayet, istişarenin İslâm'ın ahlâkî yapısının temel taşı olduğunu ve ondan (istişareden) kaçınmanın İslâm'ın tahammül edemeyeceği derecede bir ahlâksızlık olduğunu müşahede ederiz. İslâm, büyük veya küçük her işte istişare ile karara varmayı emreder. Öyle ki, evdeki işlerin bile evin beyi ile hanımı arasındaki istişarenin sonucunda karara bağlanmış olmasını ister. Hatta çocukların yaşı büyükse istişareye katılımının sağlanması gerekir. (Ebu’l Al’â Mevdudi – Tefhimu’l- Kur’an)]

 

39-) Velleziyne izâ esabehümülbağyü hüm yentesırun;

Onlar ki, zorbalıkla karşılaştıklarında birlikte mücadele ederek galip gelirler! (A.Hulusi)

39 – Ve onlar ki kendilerine bağy (haklarına tecavüz) vaki’ olduğu vakit yardımlaşır onlar öcünü alırlar. (Elmalı)

 

Velleziyne izâ esabehümülbağyü hüm yentesırun yine onlar haksız bir saldırıya muhatap olduklarında meşru müdafaa için dayanışma sergilerler. Zulme karşı meşru müdafaa zemininde dayanışma Kur’an ın sadece izni değil bir mükellefiyetidir. Çünkü zulme rıza zulümdür.

 

40-) Ve cezaü seyyietin seyyietün mislüha* femen ‘afâ ve asleha feecruhu alAllâh* inneHU lâ yuhıbbuz zâlimiyn;

Bir kötülüğün karşılığı, onun benzeri bir kötülüktür! Kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allâh’ın üzerinedir… Muhakkak ki O, zâlimleri sevmez. (A.Hulusi)

40 – Kötülüğün cezası da misli kötülüktür, fakat her kim af edip ıslâh ederse onun da ecri Allah’adır, her halde o zalimleri sevmez. (Elmalı)

 

Ve cezaü seyyietin seyyietün mislüha Ama kötülüğün cezası ona denk bir karşılıktır. Ya da kötülüğü cezalandırmak bir kötülüğe dönüşmemelidir. Yaklaşık bir ifadeyle böyle de anlayabiliriz. Yani kötülüğü cezalandırmaya kalkmak hakkınızdır, savunmak hakkınızdır. Fakat kendinizi savunmayı karşıdakine eziyete, zulme dönüştürmeyin. Kötülüğü cezalandırmak adil olmalıdır. Eğer adaleti kaybetmişse kötülüğü cezalandırmak bizzat kötülüğe dönüşebilir. Yani haklıyken haksız duruma düşürecek bir karşılık yasaktır.

femen ‘afâ ve asleha feecruhu alAllâh ne var ki kim affeder ve barış yaparsa işte onun mükafatı Allah katındadır, Allah’a düşer. inneHU lâ yuhıbbuz zâlimiyn şüphesiz Allah zalimleri sevmez.

 

41-) Ve lemenintesare ba’de zulmihi feülaike ma ‘aleyhim min sebiyl;

Kim de zulme uğramasından sonra zâlime karşılığını verirse, işte onların suçlanacak tarafı olmaz! (A.Hulusi)

41 – Ve elbette her kim zulüm olunduktan sonra öcünü alırsa artık onlar üzerine (ceza için) yol yoktur. (Elmalı)

 

Ve lemenintesare ba’de zulmihi feülaike ma ‘aleyhim min sebiyl haksız bir saldırıya karşı meşru müdafaaya dayalı dayanışma sergileyenlere gelince onlar asla sorumlu tutulamazlar.

 

42-) İnnemes sebiylü alelleziyne yazlimunenNase ve yebğune fiyl Ardı Bi ğayril hakk* ülaike lehüm azâbün eliym;

Ancak insanlara zulmedenlerin ve haksız olarak arzda azgınlık yapanların aleyhine suçlama geçerlidir! İşte onlar için feci bir azap vardır. (A.Hulusi)

42 – Yol ancak haksızlıkla Yer yüzünde bağy ederek nas’a zulüm eyleyenler üzerinedir, işte onlara elîm bir azâb vardır. (Elmalı)

 

İnnemes sebiylü alelleziyne yazlimunenNase ve yebğune fiyl Ardı Bi ğayril hakk sorumlu olanlar, sorumlu tutulacak olanlar, sadece insanlara zulmeden ve yer yüzünde haksız yere güç kullanıp saldırganlık yapan kimselerdir. ülaike lehüm azâbün eliym işte onlar acıklı bir azaba mahkum olacaklar.

 

43-) Ve lemen sabere ve ğafere inne zâlike lemin ‘azmil umûr;

Kim de sabreder ve bağışlarsa, muhakkak ki bu, azmi gerektiren işlerdendir. (A.Hulusi)

43 – Her kim de sabreder suç örterse işte o azmolunacak umurdandır. (Elmalı)

 

Ve lemen sabere ve ğafere inne zâlike lemin ‘azmil umûr yine de kim sabreder ve bağışlarsa, iyi bilsin ki bu irade gerektiren, çelik gibi bir irade, sağlam bir irade gerektiren iyi işlerdendir. Min ‘azmin umûr. Yani bu öyle kolay bir şey de değildir. Dolayısıyla bunu yapabilen insan, yapabiliyorsa bunu tercih etsin anlamına gelir. Güçlü iken affetsin. Zayıfın affetmesi zaaftır, güçlünün affetmesi erdemdir. Güçlüyken karşılığını verebiliyorken affetsin.

 

44-) Ve men yudlililahu fema lehu min Veliyyin min ba’diHİ, ve teraz zâlimiyne lemma raevül azâbe yekulune hel ila mereddin min sebiyl;

Allâh kimi saptırırsa, artık bundan sonra onun için bir velî yoktur… Zâlimlerin, azabı (ölümü) gördüklerinde: “(Biyolojik beden yaşamına) geri dönecek bir yol var mı?” dediklerini görürsün. (A.Hulusi)

44 – Her kimi de Allah şaşırtırsa artık ondan sonra ona hiç bir veli yoktur ve göreceksin o zalimleri azâbı gördükleri vakit diyecekler: var mı geri dönmeye bir yol? (Elmalı)

 

Ve men yudlililahu fema lehu min Veliyyin min ba’diH imdi; Allah kimin sapmasına izin verirse artık onun için candan bir dost bulunmaz. Kimi saptırırsa mot a mot bu. Fakat kimin sapmasına izin verirse diye çevirdim çünkü  ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn; (Bakara/26) diyordu ya bakara suresinde; Allah fasıklardan başkasını saptırmaz. Dolayısıyla Allah saptırmaz, sapanın sapmasına izin verir.

ve teraz zâlimiyne lemma raevül azâbe yekulune hel ila mereddin min sebiyl ve sen bu zalimlerin azabı gördüklerinde geri dönüşün bir yolu yok mu diye yalvar yakar olduklarını bir görmeliydin. Geri dönüşün bir yolu yok mu. Şu hayata bir daha dönüp de onu bir daha yaşamanın yolu yok mu. Allah’ın huzuruna böyle çıkmamanın  bir yolu yok mu. Bir imkan daha tanınsa da keşke ben bu hayatı pırıl pırıl yaşasam, bunun bir yolu yok mu diye yalvar, yakar olacaklar. İşte onları böyle derken bir görmeliydin. Yine;

 

45-) Ve terahüm yu’redune aleyha haşi’ıyne minez zülli yenzurune min tarfin hafiyy* ve kalelleziyne amenû innel hasiriynelleziyne hasiru enfüsehüm ve ehliyhim yevmel kıyameti, ela innez zâlimiyne fiy azâbin mukıym;

Onları, zilletten huşû etmişler (baş eğip pusmuşlar), gizli bakışla bakıyor oldukları hâlde ona (ateşe) arz olunurlarken görürsün… İman edenler dedi ki: “Asıl hüsrana uğrayanlar şunlardır; kıyamet sürecinde nefslerini ve yakınlarını hüsrana uğratmışlardır! Dikkat edin! Muhakkak ki zâlimler yerleşmiş bir azap içindedirler.” (A.Hulusi)

45 – Ve göreceksin onları o ateşe arz olunurlarken, zilletten boyunlarını bükerek göz altından bakarlarken, iman etmiş olanlar da şöyle demekte: gerçek hüsrâna düşenler Kıyamet günü kendilerine ve âilelerine hasar eden kimselermiş! Bakın zâlimler hakikaten mukim bir azâb içindedirler. (Elmalı)

 

Ve terahüm yu’redune aleyha haşi’ıyne minez zülli yenzurune min tarfin hafiyyin yine sen onları zilletten iki büklüm olmuş bir halde, onursuzluktan ve gördükleri aşağılanmadan iki büklüm vaziyette etrafı feri kaçmış gözlerle min tarfin hafiyyin kaçamak bakışlar atmak. Hatta belki şu manaya da alabiliriz bakacak mecali kalmamış, öyle bir bitkin ve yılgın ki bakacak hali kalmamış. Böyle bir gözle, kaçamak bakışlarla süzerek ateşe atılırlarken bir görmeliydin onları.

ve kalelleziyne amenû innel hasiriynelleziyne hasiru enfüsehüm ve ehliyhim yevmel kıyameh zaten iman edenler de kıyamet günü kaybedecek olanlar, hem kendilerini hem de takipçilerini mahvedenlerdir demişlerdi. Ben bunu böyle anladım, sanki bir zamanlar yer yüzünde iman edenler, iman etmeyenlere bir gün gelecek kıyamette hüsrana uğrayacak olanlar hem kendilerini hem de takipçilerini perişan edecek olanlar demişlerdi, onu orada hatırlayacaklar. Bunun anlamı şu; iş işten geçecek bu hatırlamanın hiçbir yararı olmayacak.

Dikkat buyurunuz ayette hüsran geçiyor, aldanış, kaybediş. Karşıtı fevz dir, kazanmak. Batış – kurtuluş tasavvuru kendini mahvetmek aslında 30. ayette işlemiştik o kendini mahvetmeyi. Kendi elinizle diyordu ya. Kendi elinizle kendinizi mahvetmek. Kurtuluş ise; Küllü nefsin zâikatül mevt (A. İmran/185) her can ölümü tatmaktadır ve innema tüveffevne ücureküm yevmel kıyameh. herkesin yaptığının karşılığı kıyamet gününde tek tek hepinize verilecektir. femen zuhziha anin nari ve udhılel cennete fekad faz. O gün kim ateşten kurtulur da cennete girerse işte o kurtulmuş, işte o başarılıdır. Başarı nedir mi diyorsunuz, Allah’a göre başarı budur. ve mel hayatüd dünya illâ metaul ğurur. (A. İmran/185) dünya hayatı insanı oyalayan kısa bir lezzetten başka bir şey değildir. İşte başarının tarifi.

ela innez zâlimiyne fiy azâbin mukıym bakın işte bu zalimler kalıcı bir azaba mahkum olacaklardır.

 

46-) Ve ma kâne lehüm min evliyâe yensurunehüm min dûnillâh* ve men yudlilillâhu fema lehu min sebiyl;

Onların Allâh’tan başka kendilerine yardım edecek velîleri de yoktur. Allâh kimi saptırırsa, onun için artık bir yol yoktur. (A.Hulusi)

46 – Ve onlara Allahın önünden kendilerini kurtaracak veliler de yoktur, her kimi de Allah saptırırsa artık onun için yol yoktur. (Elmalı)

 

Ve ma kâne lehüm min evliyâe yensurunehüm min dûnillâh ve Allah’a karşı onlara, ya da Allah dışında diyelim min dûnillah. Dûn hem dış, hem karşı hem aşağı anlamına gelir. Yani zarftır, zarf olarak kullanılır ama burada manevi bir manaya sahiptir. Hem aşağı, Allah’ın aşağısından, hem de Allah dışında Allah’a karşı onlara yardım eden candan bir dost olmayacak, bulunmayacak.

ve men yudlilillâhu fema lehu min sebiyl zira Allah kimin sapmasına izin verirse onun için hiçbir çıkış yolu kalmayacak.

 

47-) İstecıybu liRabbiküm min kabli en ye’tiye yevmün lâ meredde lehu minAllâh* ma leküm min melcein yevmeizin ve ma leküm min nekiyr;

Allâh’tan reddolunması imkânsız bir süreç gelmeden önce Rabbinize icabet edin… O süreçte ne bir sığınacak yeriniz vardır, ne de (yaptıklarınızı) inkârınız çare olur! (A.Hulusi)

47 – Allah dan reddine çare olmayan bir gün gelmezden evvel rabbinizin davetine icabet ediniz, o gün sizin için ne sığınacak yer vardır, ne de inkâra çare. (Elmalı)

 

İstecıybu liRabbiküm min kabli en ye’tiye yevmün lâ meredde lehu minAllâh ey insanlar. Burada doğrudan hepimize hitap olduğu için böyle bir hitap sigası takdir etmek yerindedir. Ey insanlar Allah’ın fermanıyla geri dönüşün mümkün olmadığı gün gelmezden önce rabbinizin davetine koşun. Rabbiniz sizi davet ediyor, O’nun davetini reddetmeyin, O’nun daveti aslında kendisi için değil sizin için, sizi mutluluğa davet ediyor. Sizi yaratan sizi davet ediyor. Sizi yediren ve besleyen sizi davet ediyor. Dolayısıyla bu daveti reddetmek en büyük nankörlük olur. Allah sizi saadete davet ediyor, cennete davet ediyor, kula kul olmamaya davet ediyor. sizi size davet ediyor, sizi başka bir yere değil. Bu davetten tek çıkarı olan sizsiniz. Allah’ın hiçbir çıkarı yok.

ma leküm min melcein yevmeizin ve ma leküm min nekiyr o gün ne sığınacağınız bir yer bulabilirsiniz, ne de; ve ma leküm min nekiyr delilleri karartabilirsiniz. Benim ulaştığım en iyi anlam bu. ve ma leküm min nekiyr delilleri karartamayacaksınız. Sığınacak hiçbir yeriniz olmayacak sizin aleyhinize şahitlik yapacak deliller mühürlenmiştir. Kalbiniz mühürlenmiştir, size karşı delil olarak çıkarılacak. Mühür orada açılacak ve işte dünyada ki yüreğin buydu, haydi yüreğine karşı konuş varsa elinden gelen bir şey. Haydi yüreğini de yalanla da görelim denilecek adeta.

 

48-) Fein a’redu fema erselnake aleyhim hafiyza* in aleyke illel belağ* ve inna izâ ezâknel İnsane minNA rahmeten feriha Biha* ve in tusıbhüm seyyietün Bima kaddemet eydiyhim feinnel İnsane kefur;

Eğer yüz çevirirlerse (keyifleri bilir); seni onlara bekçi olarak irsâl etmedik! Sana düşen yalnızca bildirimdir! Doğrusu insana bizden bir rahmet tattırdığımızda, onunla mutlu olur… Eğer ellerinin getirisi dolayısıyla kendilerine bir belâ isâbet ederse, muhakkakki insan çok nankördür! (A.Hulusi)

48 – Yine aldırmıyorlarsa biz de seni üzerlerine mürakıb göndermedik a, sana düşen ancak tebliğdir, fakat biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız vakit onunla ferahlanır ise de kendi ellerinin takdim ettiği sebeplerle başlarına bir fenalık gelirse o vakit insan hepsini unutan bir nankördür. (Elmalı)

 

Fein a’redu fema erselnake aleyhim hafiyza ne ki eğer onlar yüz çevirirlerse unutma ki seni onların muhafızı, jandarması, bekçisi olarak göndermedik. in aleyke illel belağ sana düşen bir tek şey var sadece mesajı iletmek. Allah’ın sana ilettiğini eksiksiz bir biçimde onlara iletmek, tebliğ yani.

Peygamberlerin sorumluluğu davettir, gerisi davet edilenlere kalmıştır, onların sorumluluğuna kalmıştır. Tabii davetin içine sadece, davet deyince sözle davet girmez. Tebliğ, temsil, teşvik davetin üç ayağıdır. Tebliğ etmek kendisine bildirilen ilahi mesajı eksiksiz insanlığa iletmek. Bu mesaja uygun bir hayatı, ideal modeli ortaya koymak.

İşte; üsvetün hasenetün. (Ahzab/21) bu, model, güzel model, örnek olmak. Bu da temsil, her mü’min de temsil kabiliyetinin peşinden gitmeli. Bir daveti en çok etkili kılan şey temsil edebilmektir.

Üçüncüsü teşvik elinden gelen her yöntemle teşvik etmek. Tehdit değil, teşvik. Efendimiz ilk tebliğ edeceği gün yakınlarını Ebu kubeys te bir sofraya davet etmiş, önce onlara bir ziyafet çekmişti. Bu bir teşvikti ve arkasından davet etmişti ve onlara demişti ki:

- Şu tepenin arkasında sizi bekleyen bir düşman olduğunu söylesem ne dersiniz.

- Sen dürüst bir babanın dürüst bir evladısın, sen el emiyn sin, sen diyorsan yalan değil deriz, doğrudur deriz.

- Ya sizi gelecekte ölümden sonra bir hayat bekliyor, ben Allah’ın gönderdiği bir elçiyim. Allah size hakikatleri benim vasıtamla haber veriyor dersem?

Yalancı demişler. Biraz önce söylediklerini kendileri yalanlamışlar. Yani kendileri yalancı olduklarını ispatlamışlar. İşte böyle.

ve inna izâ ezâknel İnsane minNA rahmeten feriha Biha biz ne zaman insana katımızdan bir ikramda bulunsak onunla hemen gurur duyar, gururlanır, böbürlenir. ve in tusıbhüm seyyietün Bima kaddemet eydiyhim feinnel İnsane kefur ama ne zaman da yaptıkları yüzünden bir musibet gelse başına bu kez de insan kadir bilmez, kıymet bilmez bir nankör olup çıkar.

Allah insanı varlıkla sınadığında bunu gurur kaynağı yapar insan. Sınav olduğunu unutur, varlığın da bir sınav olduğunu unutur, vererek sınandığını unutur. Kendi zeka ve yeteneğine bağlar. Ama yoklukla sınadığında nankörlük eder. Yani Allah olsaydı böyle adaletsiz davranmazdı der bir Allah olsaydı. Bu kadar adaletsiz olmazdı der (haşa) Öte dünya gerçeğini yok sayarak yorumlamaya başlar. Parçayı bütünden koparır. Allah’tan razı olmaz yani.

Oysa Allah’tan razı olmayan dan Allah razı olmaz. Allah senden razı olsun semeden önce insanlara, Allah’tan sen razı ol demek. Allah’tan razı olmamış olandan Allah neden razı olsun. Ne diyordu Hz. Ali keremullahi Veche;

- Kefâni fahren en tekuni liy rabben. Senin bana Rab oluşun benim iftiharım olarak yeter Ve kefani ‘izzen en ekûne leke abden. Ve bana şeref olarak benim sana kul oluşum yeter. Ben bundan büyük şeref, bundan büyük onur istemem. Ve ente kema ‘uhibbu. Sen benim tam sevdiğim, tam istediğim gibi bir Allah’sın Vec‘alniy kema tuhibbu sen de beni sevdiğin bir kul et yarabbi. Diyordu ya.

Sen tam benim sevdiğim gibi bir Allahsın diyebilmek. Ben senden razıyım Allah’ım diyebilmek ve ondan sonra da sen de benden razı ol ya rabbi diyebilmek.

 

49-) Lillâhi Mülküs Semâvati vel Ard* yahlüku ma yeşa’* yehebü limen yeşau inasen ve yehebü limen yeşaüz zükur;

Semâların ve arzın mülkü (onları kendi Esmâ’sı ile yoktan yaratan) Allâh içindir! Dilediğini yaratır. Dilediğine dişiler hibe eder, dilediğine de erkekler hibe eder. (A.Hulusi)

49 – Allah’ındır bütün Göklerin ve Yerin mülkü, dilediğini yaratır, dilediği kimseye dişiler bahşeder, dilediği kimseye de erkekler bahşeder. (Elmalı)

 

Lillâhi Mülküs Semâvati vel Ard istersen de me. Demesen ne yazar ki. Göklerin ve yerin hükümranlığı mülkiyeti mutlak manada yalnız Allah’a aittir. yahlüku ma yeşa’ O dilediğini yaratır. yehebü limen yeşau inasen ve yehebü limen yeşaüz zükur dilediğine kız çocukları bağışlar, dilediğine de erkek çocukları bağışlar.

 

50-) Ev yüzevvicühüm zükranen ve inasâ* ve yec’alü men yeşau ‘akıyma* inneHU ‘Aliymun Kadiyr;

Yahut onlara erkekler ve dişileri eş yapar… Dilediğini de kısır kılar… Muhakkak ki O, Aliym’dir, Kaadir’dir. (A.Hulusi)

50 – Yahut da onları erkekli dişili ikizler, dilediğini de akım kılar, her halde onun ilmi çok, kudretine nihâyet yoktur. (Elmalı)

 

Ev yüzevvicühüm zükranen ve inasâ veya dilediğine hem kız, hem erkek olmak üzere karışık bağışlar. ve yec’alü men yeşau ‘akıyma dilediğini de çocuktan mahrum eder, hiç vermez, hiç bağışlamaz. inneHU ‘Aliymun Kadiyr neden derseniz, dilemeyecek ne var ki. Çünkü o her şeyi bilendir, her şeye güç yetirendir.

Evet ilahi irade de bütünü görür demiştim değil mi. İnsan ise parçayı görür. Dolayısıyla bütünü gören iyi ve hayrı daha iyi bilir. Parçayı gören parçada iyi olduğunu zanneder ama bütünde kötü durabilir. Parçada kötü olduğunu zanneder ama bütünde iyi durabilir. Bütünü görene teslim olmaktan başka çare yok. Dolayısıyla burada da zaten çocuk üzerinden Allah’a teslimiyetin nasıl sınandığı dile getiriliyor. Bu hayatın yasası.

Dünyada başa gelenler insanın hak ve sorumluluklarıyla tanımlanıp ölçülemezler. Yani refah ile felah arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Dünyada refah içindedir, Ahirette de felaha erecektir diye bu ikisi arasında hiçbir zorunlu ilişki yoktur. Dolayısıyla bir insanın dünyada ki rahatlığına bakıp ahirette ki derecesini asla çıkaramazsınız. Veya dünyada ki konumuna bakıp. Mutluluk ele geçen ya da elden çıkanla alakalı bir şey değildir, işin özeti budur.

Allah’ımız bir mutluluk tarifi yapıyor. Ele geçen, ya da elden çıkanla alakalı değildir. Dünya hayatı kendi içinde bağımsız bir bütün değildir, aşağı bir parçadır, bütünün en aşağı parçası. Dolayısıyla insanın Dünya hayatında ki varsıllığını ya da yoksulluğunu. Makam sahibi olmasını veya olmamasını. Yüksek sınıflar arasında bulunup bulunmadığını. İnsanın Allah nezdinde ki değeri ile ölçmeye kalkmak yanlıştır. Bunu söylüyor.

 

51-) Ve ma kâne libeşerin en yükellimehullahu illâ vahyen ev min veraiy hıcabin ev yursile Rasûlen feyuhıye Biiznihi ma yeşa’* inneHU ‘Aliyyün Hakiym;

Bir beşer için Allâh’ın kendisiyle konuşması mümkün değildir! Ancak vahiy yollu yahut perde arkasından ya da bir Rasûl (melek) irsâl edip izniyle dilediğini vahyetmesi hariç! Muhakkak ki O, Alîy’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

51 – Bununla beraber hiç bir beşer için kabil değildir ki Allah ona başka suretle kelâm söylesin, ancak vahy ile veya bir hicap arkasından ve yahut bir Resul gönderip de izniyle ona dilediğini vahy ettirmesi müstesna, çünkü o çok yüksek, çok hakîmdir. (Elmalı)

 

Ve ma kâne libeşerin en yükellimehullahu illâ vahyen Allah bir insanla yalnız ve içe işleyen bir ilham yolu ile konuşur. Evet, yalnız şu üç şekilde konuşur.

1 – Gizli ve içe işleyen ani bir ilham yoluyla. Ki vahiy bu manaya gelir. Vahyin aslı işaret dili, dil dışı bir iletişim manasına gelir. Meryem /11. ayetinde bu anlamda kullanılıyor. Hz. Zekeriyya’ya 3 gün oruçlu olduğunu söylemesi işaret dili ile ifade etmesi vahy olarak geçiyor. Kaçınılmaz olarak 2 manaya gelir vahy. Sürat ve gizlilik. Bir şeyin vahiy olması için bu iki özelliği taşıması lazım. Hızlı ve gizli

Rağıp El Isfahani bu tür konuşma, uyku uyanıklık ya da yakaza halinde kalbe ilka edilen saf ilahi ilhamdır diyor. Ebet, uyku olabilir, uyanıklık olabilir, ikisinin arası olabilir. Mana ile lafız burada farklı değil baş ile gövde gibi vahiyde. Yani şu okuduğumuz lafız, vahyin ayakları. Manası ise vahyin başı. Başı gökte ayakları yerde bir ilahi hitaptır diyorum vahiy için.

Vahiy, mana tohumunun kalp toprağına vasıtalı vasıtasız ekilmesi işidir. Bu tohum orada söz lafız halinde yeşerir ve dile dökülür. Vahit gaybi bir hakikattir nihayetinde. Kaynağı ve mahiyeti itibariyle aklı aştığı için, vahyi mahiyeti itibariyle asla kavrayamayız. Ama vahyi söze dönüşmüş haliyle işte böyle okuruz, anlarız, yaşarız.

2 – ev min veraiy hıcabin veya bir perde arkasından konuşur. Hz. Musa’ya olduğu gibi. Hz. Musa’ya gelen vahiy, bir perde arkasından gelen vahiy. Yani ses, vahyin sese dönüşmesi. Fakat bu ses. Fakat bu ses mahiyeti itibarıyla yine bilemeyeceğimiz, bizzat Allah’ın konuşması olarak algılayamayacağımız. Zaten şu dağa bak demişti rabbimiz. Eğer o dayanırsa, dağa tecelli edince dağ yerinde kalmamıştı, toz duman olmuştu. Yani dağın bile dayanamadığına sen nasıl dayanacaksın anlamı vardı.

3 - ev yursile Rasûlen feyuhıye Biiznihi ma yeşa’ veya O’nun dilediği şeyi O’nun izni ile bildirsin diye bir elçi göndermek suretiyle konuşur Allah. Bu üçüncüsü ya meleğin asli suretinde ki Necm suresine anlatılan bu, ya da insan suretinde gelerek vahyi bildirmesidir. Münasebeti surenin gerisinde ki vahye yönelik itirazı ret içindir bu ayetler. Bu özellikle 51. ayet niçin bu surede geldi denilirse müşriklerin vahyin kaynağına yönelik itirazına temelli bir ret olduğu içindir.

inneHU ‘Aliyyün Hakiym şüphesiz O aşkın ve yücedir, hikmet sahibidir.

 

52-) Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emriNÂ* mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymânu ve lâkin ce’alnâhu nûren nehdiy Bihî men neşâu min ‘ıbadiNÂ* ve inneke le tehdiy ilâ sıratın müstekıym;

Böylece sana hükmümüzden ruh (Esmâ mânâlarını şuurunda hissetmeyi) vahyettik… Sen, Hakikat ve Sünnetullâh BİLGİsi nedir, iman neyedir bilmezdin! Ne var ki, biz Onu (ruhu), kendisiyle hakikate erdirdiğimiz nûr (ilim) olarak meydana getirdik, kullarımızdan dilediğimize! Muhakkak ki sen de kesinlikle hakikate (sırat-ı müstakime) yönlendirirsin! (A.Hulusi)

52 – Ve işte sana böyle emrimizden biz ruh vahy ettirdik, sen kitab nedir? İman nedir? Bilmiyordun ve lâkin biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidâyet vereceğiz ve emîn ol sen her halde doğru bir yola çağırıyorsun. (Elmalı)

 

Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emriNÂ ve ey peygamber işte sana da kendi emrimizden hayat bahşeden bir mesaj vahy ettik. Ruh’un; Nahl suresini girişinde ilahi mesaj anlamına geldiğini daha önce işlemiştik. mâ künte tedriy melKitâbu ve lel iymân önceden sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin tera; sıradan bir bilmeyi değil, künhüne ermeyi, hakikatine ermeyi, özüne ermeyi ifade eder. Dolayısıyla dirayet manasına, sen imanın ve kitabın hikmetine ermemiştin, yani özünü bilmiyordun, yaşamamıştın anlamına.

ve lâkin ce’alnâhu nûren nehdiy Bihî men neşâu min ‘ıbadiNÂ Fakat şimdi onu biz bir nûr, bir ışık kıldık ki kullarımızdan dilediklerimizi onunla dosdoğru yolumuza yöneltelim. ve inneke le tehdiy ilâ sıratın müstekıym şüphe yok ki sen de insanları dosdoğru bir yola yöneltmektesin.

Nûr; ışık, vahiy. Yani vahit bu manada ışık, akıl ise göz mesabesindedir. Vahiyden ayrı olarak Hz. Peygamberin misyonu da doğru yola yöneltmektir. Biz bu ibareden, vahiyden ayrı olarak Resulallah’ın da bir hidayet ışığı olduğunu anlıyoruz.

 

53-) Sıratıllâhilleziy leHU ma fiys Semâvati ve ma fiyl Ard* elâ ilAllâhi tasıyrul umûr; (A.Hulusi)

(O) Allâh yoluna ki, semâlarda ve arzda ne varsa (hepsi) kendisi içindir! Dikkat edin, işler Allâh’a döner!(A.Hulusi)

53 – O Allahın yoluna ki Göklerde ne var, Yerde ne varsa hep onundur, uyan! bütün işler döner dolaşır Allaha varır. (Elmalı)

 

Sıratıllâhilleziy leHU ma fiys Semâvati ve ma fiyl Ard göklerde ki ve yerde ki her şeyin asli sahibi olan Allah’ın doğru yoluna elâ ilAllâhi tasıyrul umûr bakın her iş döner, dolaşır, en sonunda Allah’a varır.

Allah’tan başkalarına kulluk edenler de, kul oldukları da sonunda O’nun huzuruna çıkarlar. Yolun sonunda değildir Allah, çünkü yolun sahibidir O. Yani yolun sahibini yolun sonunda sanmayınız. Yürümekle varılmaz lakin varanlar yürüyenlerdir diyor.

Ve ahiru davahüm enil hamdülillah ile bu sureyi de bitiriyoruz. (Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.)


İslamoğlu Tef. Ders. ZUHRUF (01 – 39) (154)

$
0
0

231

 

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, çöz düğümü dilimden, ki anlasınlar beni. Amin..! Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve la tüassir, Rabbi temmim bil hayr, Allahümme Amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha giriyoruz. Bu muhteşem ülkenin muhteşem sitelerinde, o sitenin muhteşem sokaklarında dolaşırken bize vahyin gösterdiği, vahyin tuttuğu aynada hakikat ayan beyan görünüyor ve bizden vahiy hakikati gösterdiği gibi görecek bir göz istiyor. İşte bunun açıkça dile getirildiği surelerden biri Zuhruf suresi.

Mushafta 43. sırada yer alan Zuhruf suresi adını 35. ayetinden alır. Zuhruf süs manasına gelir, süs, bezek. Fakat süslerin en yaygını altın olduğu için daha sonra altın anlamını da kazanmıştır.

Surenin dönemine gelince, sure ittifakla Mekkidir. Haa. Miim ailesinin bir üyesidir. Dolayısıyla Haa Miim ailesinin 8. yılın sonları ve nübüvvetin 9. yılını kapsadığını hatırlayacak olursak bu surede 9. yılda Şura suresinin hemen ardından indirilmiş olmalıdır. Surenin nüzul sıralamasında, iniş periyodunda 62. ya da bu Cabir Bin Zeyd in kronolojisine göre. Bir başka kronolojiye, Hz. Osman kronolojisine göre de 63. sırada yer alır.

Surenin konusu bir iç bütünlük teşkil eder. Gerçekten de başı ve sonu itibariyle surede konu bütünlüğü bariz bir biçimde görülür. Haa! Miim! Ailesinin diğer üyeleri gibi bu surede ilahi bir inşa projesi olan vahiyden söz ederek başlar. Özellikle de vahyin insanı ve hayatı inşa eden boyutuna dikkat çekilir. Ki sure baştan sona vahyin nasıl insanı inşa ettiği ile ilgili doneler verir.

Vahyi ölü toprağa can veren bir yağmura, bir rahmete benzetir sure 11. ayetinde. İman ve inkarın, tevhid ve şirkin. Hakk ve batılın niteliklerini sayıp döker. Özelliklerini öğretir, tahliller yapar. Bu tahlillerin sonuçlarından birini bize sure şöyle verir; Körü körüne ataları taklit. İşte surenin, inkarın, küfrün, şirkin tabiatına dair yaptığı tahliller içerisinde bir numaralı sonuç budur. Körü körüne ataları taklit ki 22. ve 23. ayetler bunu dile getirir.

Yolu izlemek, atalara babasının yolunu reddeden İbrahim örnek gösterilir. Yani ey vahyin inkarcı muhatapları, eğer siz atalar yolunu izlediğinizi iddia ediyorsanız, bu iddianızda samimi değilsiniz. İbrahim sizin en büyük atanız. Onun yolunu izleyin. Neden kafir atalarınızın yolunu izliyorsunuz. İbrahim’le övünüyorsunuz, İbrahim ile iftihar ediyorsunuz, onun hatırasını yaşatıyorsunuz, ondan kalan taşa cennet taşı muamelesi yapıyorsunuz. Fakat siz yolunu izlemeye gelince İbrahim’in yolundan çıkanların yolunu izliyorsunuz.

Peki İbrahim’in yolunu izleseydiniz bu nasıl bir yol olacaktı? Onu da 26 – 29. ayetler arasında veriyor model olarak. İbrahim yola çıkarken babasının dinini eleştirerek çıktı. Yani babasını izlemedi. Babasının yolundan gitmedi. Öncelikle Hakikati sevdi. Atamın yolu, babamın yolu, babalar yolu diye kutsamadı küfrü.

Ya ne yaptı? Eğer yanlış yol babamın gittiği yolda olsa ben o yolda yürümem dedi. Eğer İbrahim’i model alsaydınız körü körüne taklit eder reddederdiniz. Çünkü İbrahim’i İbrahim yapan, İbrahim’i 5.000 yıllık bu iman sayhasının sahibi yapan atalar yolunu körü körüne izlemezdiniz. Tahkik ehli olmasıdır, taklit ehli olmamasıdır. Ve kör taklidin sahibini nasıl kör ettiğini en dikkat çekici bir biçimde sure, şu ayetle dile getirir;

Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn (36)kim rahmanın uyarıcı mesajına karşı tavuk karası bir gözle bakar, yani yamuk bakar, kör davranırsa Allah ona bir ikinci kişilik olarak şeytanı musallat eder. Şeytanı onun melekesi haline getirir. Meleği melekesi haline getirmez, şeytanı melekesi haline getirir. Şeytan öyle melekesi olur, onu öyle yönlendirir, onun merkezine öyle oturur ki Fehuve lehu kariyn; Kendisi onun uydusu olur. Artık onun etrafında dönmeye başlar. İşte bu ayet gerçekten de taklidin, insanın nasıl dehşet körlüğe sevk ettiğini müthiş bir biçimde ifade eder bu 36. ayet.

Bu hastalıklı tavrın önceki vahiylere karşı davranışı, yani önceki vahiylerin inkarcı mensuplarında da aynı hastalıklı tavrın olduğunu sure modellerle, yine örneklerle dile getirir. Vahyin inkarcı muhatapları onlar gibi olmamak üzere uyarılır ve en sonunda sure vahyin ilk muhatabı olan efendimize direnmeyi, sabretmeyi, davet üzre direnmeyi öğütleyerek son bulur.

Değerli Kur’an dostları bu kısa özetin ardından şimdi Zuhruf suresinin tefsirine geçebiliriz.

 

 BismillahirRahmanirRahıym

1-) Haa, Miiiym;

Ha, Miim. (A.Hulusi)

01 – Hâ, mîm. (Elmalı)

 

Haa, Miiiym mukadda harfleri, heca harfleri. Bu harfler Kur’an da hangi surenin başında yer alıyorsa, o sure 25 i dolaylı değil doğrudan, sadece 3 tanesi de dolaylı olarak vahye atıfla başlar. Dolayısıyla bu harfleri başında gördüğümüz sure şöyle bir imada bulunur. Yani bu harflerin anlamından çok işlevi üzerinde durmak lazım. Eğer işlevsel bir okumaya tabi tutacak olursak bu harfleri; Ey muhatap Allah’ın kalbine manaları indirdiği bu kelimeler, yer yüzünde beşerin konuştuğu bir dile aittir. Dolayısıyla Allah beşerin konuştuğu bir dilin içine lahuti manalar, aşkın manalar indirmiştir. Yani vahiy ayakları yerde başı gökte bir hitaptır. Bunun başını görmek için ayaklarından yola çıkmanız lazım. İşte ayaklarını şu harfler temsil eder. Şu kelimeler, şu cümleler temsil eder. Bu kelimelerden yola çıkarak, ne dediğinden yola çıkarak ne demek istediğini bulabilirsiniz. Ki yaklaşık bu harflerin 35 ayrı yorumu nakledilmiştir. Ben sadece en makul olanlarından birini nakletmiş oldum.

 

2-) Vel Kitabil mubiyn;

O hakikati apaçık açıklayan BİLGİye yemin olsun. (A.Hulusi)

02 – Bu parlak kitabın kadrini bilin. (Elmalı)

 

Vel Kitabil mubiyn düşün, özünde açık ve açıklayıcı, taşıdığı anlamı muhatabının kafasına bir biçimde açık bir biçimde sokan bu ilahi mesajı düşün.

Aslında Elmalılı üstadın bu ayete verdiği mana çok daha ilginç. Ha mim aynı zamanda kasem anlamını içerir, yemin anlamını içerir. Bir sonraki ayetin başında ki “vav” atıf vav ı olamaz. Yani bağlaç olamaz. Yemin anlamı da bu ayetin önünde ki Haa miim de mündemiç olduğuna göre bu vav a ya düşün anlamı vereceğiz, ya da Elmalının verdiği gibi bu kelamın kıymetini bilin, bu Kur’an ın kıymetini bilin. Bu kitabın değerini bilin anlamı vereceğiz. Yani bu gerçekten güzel bir anlam.

Üzerinde düşünürsek zaten Allah’ın insanla konuşmasının ne muhteşem bir nimet olduğunu biliriz. Eğer bu vahyin üzerinde düşünürsek Cenab-ı hakkın insanoğlunun önüne indirdiği bu gök sofrasında ne muhteşem lezzetlerin olduğunu da görürüz. Eğer vahiy üzerinde ciddi bir biçimde durur;

Efela yetedebberunel Kur’an. (Nisa/82)onlar Kur’an üzerinde derinliğine, satırların üstünden değil onların arasından geçip satırların arkasında yatan hakiki maç ve anlamları düşünmüyorlar mı? elde etmek için kafa yormuyorlar mı diye muhatabını sorgulayan Kur’an ın emrini yerine getirirsek eğer vahyin eczanesinde devası olmayan hiçbir hastalık bulunmadığını görürüz. Dolayısıyla bu vahyin kıymetini de bilmiş oluruz. Vahyin kıymetini vahyi anlamaya çalışanlar bilir. Vahyi anlamayan onun kıymetini ne bilsin, netsin kıymetini. Vahiy anlaşıldığında kıymeti bilinir. Dolayısıyla vahyi anlamaya çalışmak onun kıymetini bilmek demektir.

Kıymetini bilmeyenler nasıl şükretsin, şükrederler mi? Bir nimet ki hiç tatmamışsınız, tatmadığınız nimete zaten şükür istenmez. Vahiy nimetini tatmak onu anlamakla mümkün. Anlamadan şükredemezsiniz ki. Anladığınız da zaten bunu anlamanın kendisi bir şükür olur.

 

3-) İnna ce’alnaHU Kur’ânen ‘Arabiyyen lealleküm ta’kılun;

Kesinlikle biz Onu Arapça bir Kur’ân olarak meydana getirdik, tâ ki (anlayıp) aklınızı kullanarak (değerlendiresiniz)! (A.Hulusi)

03 – Hakkâ biz onu Arabî olarak okunacak bir Kur’an kıldık ki akıl irdiresiniz. (Elmalı)

 

İnna ce’alnaHU Kur’ânen ‘Arabiyyen lealleküm ta’kılun zaten biz, bir önceki ayetle irtibatını kurmak için inna ya bu anlamı verelim; Zaten biz onu anlayabilesiniz diye Arapça bir hitap kıldık. Ayetin sonundan da, ta’kılun diye bitiyor ayet, anlayabilesiniz, akledebilesiniz, kafa yorasınız, üzerinde düşünesiniz. Biraz önce yaptığımız tüm tefsirler aslında bir sonraki ayetin içinde varmış. Yani üzerinde düşünesiniz sözcüğünden de anlaşılacağı gibi, Kur’an ın Arapça oluşuna her atıf yapılan ayet, aslında vahyin amacının anlaşılmak olduğuna yapılmış birer atıftır. Çünkü Arapça vahyin ilk muhataplarının dilidir ve Kur’an ın da ifade buyurduğu gibi;

“Biz her peygamberi kendi kavminin lisanı üzere, dili ile gönderdik.” buyuruyor. Bu doğaldır. Yani insanoğlunun konuştuğu dillerden biri ile inmiş olması, gök ehlinin dili ile değil, yer ehlinin dili ile inmiş olması, Kur’an ın maksadının anlaşılmak olduğunu gösterir.

Zaten bununla amaçlanan da şu; Bu kitap anlaşılamaz. Gerek iyi niyetle; Bu kitap o kadar yüksek ki biz bunu anlayamayız şeklinde olsun, gerek kötü niyetle bu kitap anlaşılmayacak bir kitap, karmaşık bir kitap, düzensiz bir kitap (Haşa) şeklinde kötü niyetli yamuk bakışla olsun her iki mazereti de reddeder. Yani Kur’an a yönelik bu kitap anlaşılamaz, iyi niyetle yapılmışta olsa, biz nerde..! bu kitabı anlamak nerde şeklinde ki tüm yaklaşımları bu tip ayetler baştan devre dışı bırakır, reddeder.

 

4-) Ve inneHU fiy Ümmil Kitabi ledeyNA le ‘Aliyyün Hakiym;

Muhakkak ki O, katımızda, Ana BİLGİde (İlmullâh), Alîy’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

04 – Ve hakikat o, bizim nezdimizdeki ana kitapta çok yüksek, çok hikmetlidir. (Elmalı)

 

Ve inneHU fiy Ümmil Kitabi ledeyNA le ‘Aliyyün Hakiym şüphe yok ki o katımızda bulunan ana kitapta, ümmül kitab. Katımızda bulunan ana kitapta kayıtlıdır. Elbet pek değerlidir o, pek hikmetlidir, hikmetle doludur.

Bu ayetin sonunda ki ‘Aliyyun Hakiym; Kitabı gönderen Allah’a da gidebilir, kitabın kendisine de gidebilir. Böylesine açık uçlu olmasından yola çıkarak ümmül kitab ın ne olduğuna cevap bulabiliriz. Ümmül kitab; vahyin çıktığı kaynak olan kelamı ilahidir. Yani Allah’ın kelam sıfatıdır. Bizatihi ilmullahtır. Allah’ın ilmidir. Onun için kitabın anası Allah’ın ilmidir. Dolayısıyla Allah’ın vasıfları elbette O’nun ilminin de vasıflarıdır. Allah aliyy dir, pek yücedir, O’nun ilmi de pek yücedir. Allah Hakiymdir, hikmet sahibidir, sonsuz hikmet sahibi.

Belki burada nekira olarak gelmiş olmasından yola çıkarak akıl sır ermeyecek bir hikmet sahibidir manası vermekte mümkindir. Yani Allah’ın ilmi de bu hitabın kendisinden doğduğu Allah’ın ilmi de akıl sır ermez bir hikmete dayanır, hikmetle doludur.

 

5-) Efenadribü ankümüz Zikre safhan en küntüm kavmen müsrifiyn;

Siz (hakikatinizdeki kuvveleri) israf eden bir topluluksunuz diye, sizi uyarmaktan vaz mı geçelim? (A.Hulusi)

05 – Siz müsrif bir kavim olduğunuz için şimdi sizden o öğüdü bertaraf mı edeceğiz? (Elmalı)

 

Efenadribü ankümüz Zikre safhan en küntüm kavmen müsrifiyn siz değerleri hoyratça harcayan bir toplumsunuz diye bu uyarıcı vahyi sizden geri mi çekelim.

Müşrik muhataplara ve tüm inkarcı muhataplara hitap bu. Siz müsrif bir toplumsunuz, kendi hayatınızı bozuk para gibi harcayan, daha doğrusu değerleri, eline geçirdiği her değeri kötü bir biçimde kullanan, harcayan, değerini bilmeyen bir toplumsunuz diye biz indirdiğimiz vahyi geri mi çekelim.

Batılın şirretliği hakkın yerinin ona bırakılmasının mazereti olamaz. Yani batıl çok şirret diye, çok saldırgan diye Hakk yerini ona bırakıp geri mi çekilsin. Hakka düşen direnmek değil mi, yerinde sebat göstermek değil mi. İşte biz bunu anlıyoruz. Bu ayetten çıkarılan nükte de bu.

 

6-) Ve kem erselna min Nebiyyin fiyl evveliyn;

Öncekiler içinde de nice Nebiler irsâl ettik. (A.Hulusi)

06 – Halbuki evvelkiler içinde biz nice Peygamber gönderdik. (Elmalı)

 

Ve kem erselna min Nebiyyin fiyl evveliyn hem öncekilere de çok sayıda peygamber göndermiştik.

 

7-) Ve ma ye’tiyhim min Nebiyyin illâ kânu Bihi yestehziun;

Onlara bir Nebi geldiğinde, mutlaka onun getirdikleriyle alay ederlerdi. (A.Hulusi)

07 – Hiç bir Peygamber de gelmiyordu ki kendilerine onunla mutlak eğlenmesinler. (Elmalı)

 

Ve ma ye’tiyhim min Nebiyyin illâ kânu Bihi yestehziun ama kendilerine gönderilen her peygamberle alay ettiler. Her peygamber inkarcı muhataplarının şu 4 aşamalı politikasıyla karşı karşıya kaldı.

1 – Birinci aşama görmezden gelmeyi. Aynısı peygamberimize de yapıldı.

2 – İkinci aşama alaya alma.

3 – Üçüncü aşama iftira etme,

4 – Dördüncü aşama fiziki ve fiili saldırıda bulunma. Hemen her peygamber bu dört aşamaya uğramıştır. Muhatapları tarafından bu dört aşamalı bir inkarla karşılaşmıştır.

 

8-) Feehlekna eşedde minhüm batşen ve meda meselül evveliyn;

Bu yüzden onlardan daha güçlü olan niceleri helâk ettik… Öncekiler ibret dolu hikâyeleriyle mazi oldu! (A.Hulusi)

08 – Onun için biz onlardan daha sert pençelileri helâk ettik, ve evvelkilerin meseli geçti. (Elmalı)

 

Feehlekna eşedde minhüm batşen sonunda şunlardan, belki minküm gelmeliydi, sizden. Ama siz deyince belki müminleri, hatta Resulallah’ı da içine alır zannedilmesin gerekçesiyle minhüm; şunlardan. Kim şunlar? Yani ilk muhatabı inkarcılardan daha güçlü kuvvetli oldukları halde onları da helak ettik. Yani ey inkarcılar siz inkarda orijinal değilsiniz. Eğer inkar etmekle çok orijinal bir şey yaptığınızı düşünüyorsanız böyle düşünmeyin. Çünkü inkarcı meczul miktarda var insanlık tarihinde. İnkar çok matah bir şey değil, inkar öyle değerli bir şey değil. Çünkü hep çoğunluk inkar etmiştir zaten. Dolayısıyla eğer siz inkar etmekle Allah’ı ve hakikati pes ettireceğini düşünüyorsanız, sizden önce çok daha güçlüleri inkar etti, fakat hakikat yine güneş gibi kimse örtemediği gibi hiçbir inkarcı da vahyin sesini boğamaz.

ve meda meselül evveliyn zaten öncekilerin meselleri, hikayeleri de daha önce geçmişti.

Bu ibare farklı bir biçimde de anlaşılabilir ve meda meselül evveliyn geriye kalan ibretlik bir anı oldular. O helak edilenler geriye kalanlar için ibretlik bir anı oldular şeklinde de anlaşılabilir. Ama bizim tercihimiz daha doğru, Özellikle önceden onların hikayeleri, kıssaları anlatılmıştı derken mesela bu sureden önce inen fussilet suresi 13 – 18 ayetlerinde geçmişte helak edilmiş kavimlerin kıssası anlatılmıştı, ondan önce de yer almıştı.

 

9-) Ve lein seeltehüm men halekas Semâvati vel Arda le yekulünne halekahünnel ‘Aziyzül ‘Aliym;

Yemin olsun ki eğer onlara: “Semâları ve arzı kim yarattı?” diye sorsan, elbette: “Onları, Aziyz ve Aliym olan yarattı” diyecekler. (A.Hulusi)

09 – Celâlim hakkı için sorsan onlara o Gökleri ve Yeri kim yarattı? Elbette diyecekler: onları o azîz, alîm yarattı. (Elmalı)

 

Ve lein seeltehüm men halekas Semâvati vel Arda le yekulünne halekahünnel ‘Aziyzül ‘Aliym eğer onlara sormuş olsaydın ve deseydin ki gökleri ve yeri kim yarattı? Onlar hiç tereddüt etmeden elbet sonsuz yücelik ve Aliym olan mutlak bilgi sahibi olan Allah yarattı derlerdi.

Bunlar için bir üstteki ayette sözü edilen geçmiş kavimler olmalı diye düşünüyorum şahsen. Yani bunlar kim. Vahyin ilk muhatabı olan Mekke müşrikleri bunu söylüyorlar. Fakat bağlam geçmişte helak edilmiş kavimlerden söz ediyor. Dolayısıyla bu ayette; sorsan onlara gökleri ve yeri kim yarattı diye onlar; Her şeyi bilen ve her şeyden güçlü olan Allah yarattı derlerdi. Sözü o helak edilen kavimlere ilişkin. Yani onlarda bunlar gibi derlerdi, onlarda bu vahyi inkar den Mekke’nin müşrikleri gibi gökleri ve yeri Allah’ın yarattığını biliyorlardı.

Elbette yani putlarının yaratmadığını biliyorlardı. Her inkarcı kavim aslında Allah’a ortaklar koşarken beni bu put yarattı diyene rastlamıyoruz. Firavun bile gökleri ben yarattım diyemiyordu. Ama ben sizin rabbinizim diyordu. Düşünebiliyor musunuz. Aslında tüm pagan kavimler, putperest kavimler, inkarcı kavimler bu kainatı, insanı, gökleri, putlarının yarattığını düşünmüyorlardı ve tanrılar tanrısı dedikleri en yüce varlığa iman ediyorlardı. Problemleri O’na ortaklar koşmaları ya da O’nun bazı vasıflarını başkalarına yakıştırmalarıydı. İşte burada da bu gerçeği dile getiriyor.

 

10-) Elleziy ce’ale lekümül Arda mehden ve ce’ale leküm fiyha sübülen lealleküm tehtedun;

O ki, arzı (bedeni) sizin için (içinde gelişeceğiniz) beşik kıldı ve hakikate eresiniz diye onda sizin için (düşünce akımları – meşreblere göre) yollar oluşturdu. (A.Hulusi)

10 – O ki Arzı sizin için bir beşik yaptı, ve doğru gidesiniz diye size yollar açtı. (Elmalı)

 

Elleziy ce’ale lekümül Arda mehden ve ce’ale leküm fiyha sübülen lealleküm tehtedun işte yeri sizin için beşik yapan da, yolunuzu bulasınız diye orada sizin için yollar var eden de O’dur. Yani gökleri ve yeri yaratandır. Burada müthiş bir tahlil ve müthiş bir ince tenkit var. Nedir? Her putperest gökleri Allah’ın yarattığını, yerleri putunun yaratmadığını bilir. Fakat inkar ettiği nedir? Yolu, yani gökleri ve yeri yaratan yolsuz mu yarattı. Sizin yer yüzünde yürüyeceğiniz, şu kısacık hayatta yürüyeceğiniz yolları bile var etti. Yani yollar bulasınız diye geçitler, vadiler, ovalar, düzlükler, en bitimsiz sıra dağlar arasında bile geçitler koydu, yerleştirdi. Veyahut ta daha derin bir ifade ile size yol yapacak bir yetenek verdi. Yolunuzu bulacak bir akıl verdi.

Peki size şu kısacık dünya hayatında bile yolsuz bırakmayan ebedi hayatta sizi yolsuz bırakır mı? Bu nasıl düşünce, bu nasıl yaklaşım, bu nasıl çelişki. Siz bunu nasıl düşünebiliyorsunuz. Yani şu geçici hayatta size yollar versin de ebedi hayatta sizi yolsuz bıraksın. Ya da fiziki yolunuzu düşünsün de manevi yolunuzu düşünmesin. Öyle mi umuyor, böyle mi bekliyorsunuz. Aslında bize sordurduğu soru bu.

 

11-) Velleziy nezzele mines Semâi maen Bi kader* feenşerna Bihi beldeten meyta* kezâlike tuhrecun;

O ki, semâdan ölçülü olarak bir su (ilim) indirdi… Onunla ölü bir beldeyi (bilinci) dirilttik! Böylece (kabirlerden – bedenlerden) çıkarılırsınız. (A.Hulusi)

11 – Ve o ki yukarıdan bir miktar ile bir su indirmekte ve onunla ölü bir beldeye hayat neşretmekteyiz, işte siz de öyle çıkarılacaksınız. (Elmalı)

 

Velleziy nezzele mines Semâi maen Bi kader gökten suyu bir ölçüye göre sürekli indiren de O’dur. Bi kader; Bu ibarenin anahtar sözcüğü. Bir kaderle, tamda işte kader. Bir kadarla, bir ölçüyle, bir nizam ve intizam dahilinde daha geniş bir anlam alanı içerisinde düşünürsek. Ne demek bu? Ey insan Allah, kimsenin hesap soramayacağı bir varlık. Yani tüm mahlukatı yaratan olduğu halde kendi işinde nizamlı ve intizamlı, yani ölçülü çalışıyor. Ya sen, her şeyinle yarımsın, her şeyinle yetersizsin. Kendi kendine ve her şeye yeten Allah bile kendine ölçüler koyarken sen neden ölçüsüzsün. Tanrı değilsin, halık değilsin, mahluksun. Kendi kendine yeten değilsin, muhtaç olansın. Ama neden ölçüsüzsün. Ölçüsüz olursan başarısız olursun.

Aslında Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak belki de budur işte. Yer yüzünün en eskimez hikmetlerinden biri. Bazı kaynaklarda tacda mesela hadis olarak nakledilse de Aslında bu yer yüzünün en eskimez hikmetlerindendir. Nedir bu Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak? Kaderli olmak, ölçülü olmak. Ölçüsüz olmamak, mizansız olmamak, terazisiz olmamak. Mesela ölçüsüz akıl. Aslında akıl kalbin ölçüsüdür. Kalp sürekli devinen ve dağınık olan demektir. Bir kararda durmayan demektir. Akıl ise bir kararda durmayan kalbi bağlayıp bir kararda tutan şeydir. Dolayısıyla Allah ölçüyü vermiş fakat kullanmıyorsa eğer başarısız olacak demektir.

feenşerna Bihi beldeten meyta* kezâlike tuhrecun bunun sonunda biz nasıl ölü toprağı diriltiyorsak, işte siz de öldükten sonra böyle çıkarılacaksınız. Yani lafzi olarak çıkarılacaksınız, belki diriltileceksiniz anlamında çıkarılacaksınız.

Ölü toprağı yağmurla diriltmek, aslında Kur’an ın neresinde yağmurun ölü toprağı diriltilişinden söz ediliyorsa orada zımnen ya da açık olarak vahyin ölü yürekleri diriltişine bir atıf vardır. Çünkü vahiy yağmura, ölü toprak ta ölü kalbe benzetilir. Nasıl ki yağmur ölü topraklara bahar getiriyorsa, vahiy de çölleşmiş yüreklere bahar getirir. Aslında cennet vahiy yağmurunun düştüğü yürekte ki baharın ahirete, ebedi hayata taşınmasıdır.

 

12-) Velleziy halekal ezvace külleha ve ce’ale leküm minel fülki vel en’ami ma terkebun;

O ki, bütün çiftleri (gen çift sarmalını) yarattı ve sizin için gemilerden (bilinçler) ve en’amdan (biyolojik beden) bindiğiniz şeyleri oluşturdu. (A.Hulusi)

12 – Ve o ki bütün çiftleri yarattı ve sizin için gemilerden ve yumuşak hayvanlardan bineceğiniz şeyler yaptı(Elmalı)

 

Velleziy halekal ezvace külleha duraksamamın sebebi acaba okusam mı okumasam mı diye vahyin hayat verici soluğundan bahseden bir ayet aklıma takıldı da onun için.

..üsteciybu Lillâhi ve lirRasûli izâ de’aküm lima yuhyıyküm. (Enfal/24) işte bu. Ey insan, ey iman ettiğini iddia eden insan eğer iddianda samimi isen şunu yap; Allah ve Resulü sizi diriltmeye davet ettiğinde lima yuhyıyküm sizi dirilten bir mesaja, size can veren bir vahye davet ettiğinde hiç durmayın hemen bu davete icabet edin. İşte bunun gibi.

Velleziy halekal ezvace külleha ve bütün varlığı çift kutuplu olarak yaratan O’dur.

Çift kutuplu halekal ezvace zıd kutuplu. İki şekilde de anlayabiliriz. Mahlukatın en temel yasası budur. Çift kutupluluk. Aslında Halıkla mahluku ayıran temel kuraldır bu. Allah tektir, O’nun dışında ki her şey çifttir. Bu böyledir. Bunun tek istisnası çift kutupluluğun, varlık içerisinde tek istisnası Allah’tır. O tektir. İman küfür, aydınlık karanlık, zenginlik yoksulluk. Erkek dişi. Sağ sol. Ön arka. Üst alt. Dünya ahiret yani sayın gitsin zengin yoksul, yöneten yönetilen..! Yani hayatın tamamı çift kutuplu. Hatta varlığa bakışımız ahdi zihni, yani zihnimizde bir varlık var, bir de dışımızda o varlığın gerçeği var. Elma ile elmanın zihnimizdeki yansıması. Bu bile çift kutuplu.

Dolayısıyla mahlukat çift kutuplu. Halık ile mahluku ayıran temel bu ve burada zımnen şöyle bir şey de var. Allah’ın yaratışının temelinde ki bu yasaya göre iman ve küfür hep olacak. İş bu çift kutupluluk yasasının sırrını anlamak. Dolayısıyla bu sırrı anlarsanız eğer, ne ile nasıl mücadele edileceğini öğrenmiş olur, ilahi yasaya karşı savaşmak gibi bir külfetten kurtulursunuz. O zaman hayatı daha doğru anlarsınız. Hayatın kutuplarını yok etmek değil, siz kendi kutbunuzu, daha doğrusu sizin tercihini olan kutbu belirlersiniz.

Unutmayalım dünyada insan kendi özünde bu çift kutbu birleştirir. İşte nefis negatif, ruh pozitif kutupta yer alır. Hangisini sularsanız o ağır gelir ve ahiret suladığınız ve geliştirdiğiniz kutba göre gerçekleşir ve ahirette bu kutuplar ayrışır. Zaten Cennet ya da cehenneme girmek, dünyada birleşik olan bu kutupların artık ayrışması anlamına gelir. eğer pozitif kutbunuz hayatınızın merkezi haline gelmişse, hayatınızı ruh, iman, iz’an, i’kan, Kur’an, akıl gibi unsurlarla belirlemişse artık sizin ahiretiniz de cennet olur. Yok nefis, şeytan, günah, kin, haset, isyan, tuğyan, küfür, şirk vs. gibi araçlarla sulamış, orayı geliştirmişse artık öbür kutup ölür ve o insan kendi kendini cehennem yakıtına çevirmiş olur.

ve ce’ale leküm minel fülki vel en’ami ma terkebun gemileri ve hayvanları, bindiğiniz her şeyi var eden yine O’dur.

 

13-) Li testevu alâ zuhurihi sümme tezküru nı’mete Rabbiküm izesteveytüm aleyhi ve tekulu subhânelleziy sahhare lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukriniyn;

Ki, sırtlarına kurulasınız, sonra onun üzerine yerleştiğinizde Rabbinizin nimetini zikredesiniz ve: “Bunu bize kullandıran Subhandır! (Yoksa) biz bunu değerlendiremezdik” diyesiniz. (A.Hulusi)

13 – Ki sırtlarına kurulasınız, sonra üzerine kurulduğunuzda rabbinizin nimetini anıp diyesiniz: tenzih o sübhâna ki bunu bize müsahhar kılmış, yoksa biz bunu yanaştıramazdık. (Elmalı)

 

Li testevu alâ zuhurih bu sayede sırtlarına kurulup hükmediyorsunuz. Evet, bu sayede sizi taşıyan her taşıtın sırtına kurulup hükmediyorsunuz. Hangi sayede. Allah’ın eşyayı emrinize  vermesi sayesinde. Allah’ın eşyanın yasalarını size açması sayesinde sırtlarına kurulup hükmediyorsunuz. Yani aslında derinden derine çok şey söylüyor bu ibareler. Ama devam edelim ne söylediğini orada izah etmeye çalışalım.

sümme tezküru nı’mete Rabbiküm izesteveytüm aleyhi ve tekulu subhânelleziy sahhare lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukriniyn ve ne zaman ki onlara hükmettiniz, rabbinizin nimetini anıp şöyle diyesiniz. sahhare lenâ hâzâ ve mâ künnâ lehû mukriniyn diyesiniz. Ne demek? Bütün bunları bir yasaya bağlayıp emrimize amade kılan Allah’ın şanı ne yücedir. Bütün bunları; sahhara lena, bir yasaya bağlayıp emrimize amade kılan. Ya da burada ki lam ın farklı bir okunuşundan, işlevinden yola çıkarak; Bunları bizim hükmümüz altına veren, doğrudan hükmümüz altına veren Allah’ın şanı ne yücedir. Değilse biz ve mâ künnâ lehû mukriniyn biz bunu asla elde edemezdik deyiniz, diyesiniz.

Evet, değerli Kur’an dostları, efendimiz yola çıkarken bineğinin üstüne oturduğu anda yaptığı dua buydu. Önce 3 kere tekbir getirir, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, sonra tehlil (Lâilâhe illâllâh) getirir ve ondan sonra da bu ayeti okurdu. Bu ayeti okuması, yani altımızda binek veya araba veya uçak fark etmiyor. Sizi bir yerden bir yere taşıyan her şey aslında Allah’ın yasaları çerçevesinde işlemekte.

Bu noktada bize ne öğretiyor dersiniz? Ekmeğe değil ekmeğin sahibine şükret. İçinde bulunduğunuz hayatı  size kolaylaştıran her şey Allah’ın yasaları çerçevesinde işlemekte. Dolayısıyla siz o yasaları koyan Allah’a şükredin. Şükredin ki Allah size nimetini artırsın. Yoksa küfrederseniz, nankörlük ederseniz o bindiğiniz şeyler sizi Allah’tan uzaklaştıran bir araca dönüşür. Nimetler külfet olur, bela olur. Nikmet olur (Şiddetli ceza).

 

14-) Ve innâ ilâ Rabbinâ le münkalibûn;

“Doğrusu biz (sürekli dönüşerek) Rabbimize ereceğiz!” (A.Hulusi)

14 – Ve her halde biz dönüp dolaşıp rabbimize varacağız. (Elmalı)

 

Ve innâ ilâ Rabbinâ le münkalibûn ve şu kesin ki biz elbette rabbimize döneceğiz. Biraz önceki duanın devamı aslında. Biz rabbimize döneceğiz, bakınız bir yerden bir yere yola çıkıyorsunuz, aslında dünyevi bir iş yaptığınız, bindiğiniz de dünyevi bir araç ama hemen aklınıza gelen, yani Müslüman olmuş bir aklın nasıl çalışması gerektiğini öğretiyor. İşte vahyin inşası bu, ilahi inşa bu. Tasavvur inşa ediyor.

Yolculuk mu var, her yolculuk size ebedi yolculuğu hatırlatmalı. Her dünyevi yolculuk, hayatın bir yolculuk olduğunu hatırlatmalı ve bu ömrün de bütünüyle yolcu olan insana verilmiş bir kredi olduğunu hatırlatmalı. Yani ey insan sen yolcusun yolun sahibi yolun sonunda değil ey insan yolun sahibidir o, yolun sonunda değildir. Dolayısıyla aramakla bulunmaz, fakat bulanlar arayanlardır. Yürümekle varılmaz lakin varanlar yürüyenlerdir. Her yolculuk sana ebedi yolculuğu hatırlatmalı ey insan. O zaman o akla Müslüman akıl denir. İşte zikir budur. Zikir insanın hatırından Allah’ın hiç çıkmamasıdır.

 

15-) Ve ce’alu leHU min ıbadiHİ cüz’a* innel İnsane lekefurun mubiyn;

O’na, O’nun kullarından bir cüz kıldılar (Ahad üs Samed oluşunu inkâr ile onu cüzlerden oluşmuş kabul ederek çocuğu olduğunu ileri sürdüler). Muhakkak ki insan apaçık bir nankördür! (A.Hulusi)

15 – Öyle iken tuttular kullarından ona bir cüz tasladılar, hakikat insan çok nankör, açık bir küfürbazdır. (Elmalı)

 

Ve ce’alu leHU min ıbadiHİ cüz’an ama kalkarlar kullarımdan birilerini O’ndan bir parçaymış gibi telakki ederler. Veya O’nun uluhiyetinden bir parçayı, O’nun bazı yaratıklarına yakıştırırlar. İki şekilde de anlaşılabilir.

innel İnsane lekefurun mubiyn Şu bir gerçek ki bunu yapan bir insan gerçekten de çok açık bir nankörlüğe sapmıştır.

Lekefurun mubıyn; İlginizi çekmedi mi? Surenin girişinde de Vel Kitabil mubiyn vardı. Kefurun mubıyn – Kitabil mubıyn. Açık nankörlük, ayan açık kitab. Kitabil mubiyn i inkar eden bir insan sıradan bir nankörlük yapmış olmaz. Kitabin mubiyn; özünde açık ve açıklayıcı bir kitaptı değil mi. Dolayısıyla böyle bir vahyi inkar ederse o sadece sıradan kefur, nankör olmaz, kefurun mubiyn olur. Yani katmerli nankör olur. Böyle anlayacağız.

 

16-) Emittehaze mimma yahlüku benatin ve asfâküm Bil beniyn;

Yoksa yarattıklarından kızlar edindi de erkek çocukları size mi bıraktı? (A.Hulusi)

16 – Yoksa o, yaratıp durduğu mahlûklarından kendine kızlar edindi de oğullarla imtiyazı size mi verdi? (Elmalı)

 

Emittehaze mimma yahlüku benatin ve asfâküm Bil beniyn yoksa O, yarattıklarından kız olanları kendisine, erkek olanları da size mi bıraktı?

Kur’an burada cinsiyete ilişkin bir hükümde ve tercihte bulunmuyor, asla. Sadece cinsiyet ayrımcılığına dayalı müşrik aklı suçüstü yakalıyor. Evet cürmü meşhut halinde yakalıyor. Suçüstü ediyor onları. Hani Elekümüzzekeru ve lehül ünsâ. (Necm/21) öyle diyordu ya; Kızlar O’na, erkekler size ha? Tilke izen kısmetun dıyza. (Necm/22) o halde bu nasıl bir taksimat, bu nasıl bir adalet.

Aslında burada da söylenen aynı şey. Kur’an; Kız ya da erkek olmayı övünmek ya da dövünme vesilesi bilmiyor. Ama muhatabın aklının nasıl ters çalıştığını gösteriyor. Allah’a inandığınızı söylüyorsunuz, Allah’ın en büyük tanrı olduğuna inandığınızı söylüyorsunuz, fakat sevmediğinizi Allah’a veriyorsunuz. Yani tam bir kabil kompleksi. Devam ediyoruz;

 

17-) Ve izâ büşşira ehadühüm Bima darebe lirRahmâni meselen zalle vechuhu müsvedden ve hüve kezıym;

Onlardan biri Rahmân’a nispet ettiği kızlar ile müjdelendiğinde, dertlenip yüzü simsiyah kesilir! (A.Hulusi)

17 – Halbuki içlerinden biri o Rahmana fırlattığı mesel ile kendisi tebşir kılındığı vakit yüzü simsiyah oluyor da kederinden yutkunup yutkunup dolukuyor. (Elmalı)

 

Ve izâ büşşira ehadühüm Bima darebe lirRahmâni meselen zalle vechuhu müsvedden ve hüve kezıym evet Ayete bakınız ayete dostlar. Ama onlardan birine, rahmana layık kız çocuğu müjdelenince hemen yüzü kapkara kesilir ve içi öfke ile karışık bir hüzün dolar. İçini öfke ile karışık bir hüzün kaplar.

Benzer bir ayet Nahl/58. ayeti. Kabil kompleksi dedim değil mi. Yani sahip olduğunun en kötüsünü Allah’a layık görmek. Sahip olduğu en değersizi Allah’a ayırmak. Tam bir Kabil kompleksi. Aslında değersiz olduğu için değil, değersiz gördüğünü, yoksa Allah katında değersiz değil. Ama kendisi değersiz görüyor. İşte bu suçüstü yakalanma hali.

 

18-) Evemen yüneşşeü fiyl hılyeti ve huve fiyl hısami ğayru mubiyn;

Yoksa süs içinde yetiştirilen ve tartışmada beyan gücü olmayan diye değerlendirdiğinizi (kız çocukları) mi (Allâh’a yakıştırıyorsunuz)! (A.Hulusi)

18 – Ya o ziynet içinde yetiştirilecek de muhasamaya (Muhalefet) gelince beceremeyecek olanı öyle mi? (Elmalı)

 

Evemen yüneşşeü fiyl hılyeti ve huve fiyl hısami ğayru mubiyn ne der, ne? Süs püs içinde yetiştirilmekten başka bir işe yaramayan biri daha mı. Yani süslenip püslenmekten başka bir işe yaramaz kız çocuğu der. Aynı zamanda cinsiyet ayırımcılığına bakışlarını da sorguluyor Kur’an. Böyle der ve kendini belli belirsiz bir çatışmanın fiyl hısami ğayru mubiyn belli belirsiz bir iç çatışmanın içinde bulur. Yüreğinde gelgitler oluşur, dehşetli bir çatışma içinde bulur. Yani ne yapsın mı, tutsun mu bir başka ayette ifade buyrulduğu gibi. Yani yanında alı mı koysun yoksa götürüp diri diri gömsün mü.

Neden? Neden böyle yapar bu akıl? İşte aslında bize bunu veriyor Kur’an. Müşrik aklın çalışma biçimini sorgulamamızı istiyor. Soyut düşünmekten aciz bedevi aklın işte durumu bu. Nedir bu durum? Bedevi akıl estetiği para etmediği için değer saymaz, güzelliği. Onun içinde süs püs içinde güzelleşmekten başka bir işe yaramayan diyor. O fiili ve fiziki olarak ne getirdiğine bakıyor. Erkek savaşır, kız savaşmaz. Ama kendisi de bir kadından doğmuştu onu unutuyor. Unutuyor eğer babası da ölen annesine yapsaydı kendisi doğmazdı. Onu unutuyor.

İşte böyle yani hayatının içinde güzelliğe yer yok. Çünkü güzellik peşin para getirmiyor onun dünyasında, bedevi dünyasında. Onun içinde kız doğunca yüzü kapkara kesiliyor ve içinde belli belirsiz öfke ile karışık duygular oluşuyor. Kime bu öfke? Kimse kendisi tercih etmediğine göre, Allah verdiğine göre elbette ki Allah’a öfke.

Peki yoksa bunlar aslında Kabil kompleksine kapılmaları yani melekleri Allah’ın kızları kabul etmelerinin ta temelinde, kendilerine kız çocuğu veren Allah’tan öç almaya mı kalkıyorlar. Galibe böyle bir şey olsa gerek. Madem kız veriyorsun biz de sana ulaşacak vesilelere dişilik yakıştırırız demeye getiriyorlar.

 

 19-) Ve ce’alül Melaiketelleziyne hüm ‘ıbadur Rahmâni inasâ* eşehidu halkahüm* setüktebü şehadetühüm ve yüs’elun;

Onlar Rahmân’ın kulları olan melekleri dişiler olarak tanımladılar! Onların yaratılışına şahit miydiler? Onların (bu) şahitlikleri yazıldı; sorgulanacaklar! (A.Hulusi)

19 – Rahmanın kulları olan Melâikeyi de dişi yaptılar, yaradılışlarına şahit mi idiler? Şahadetleri yazılacak ve sorguya çekilecekler. (Elmalı)

 

Ve ce’alül Melaiketelleziyne hüm ‘ıbadur Rahmâni inasân Onlar rahman tarafından yaratılmış varlıklar olan melekleri dişi olarak tasavvur ettiler.

Evet, çünkü soyut düşünmekten uzaktılar değil mi. Nûranî ve Ruhanî varlıklar olan meleklere cinsel kimlik yakıştırdılar. Oysa bırakın melekleri,, insan ruhunun cinselliği yoktur. İnsan ruhunun cinsiyeti yoktur. Ruhun cinsiyeti olmaz. Cinsiyet sadece bedene ilişkindir. Ruha ilişkin bir şey değildir. Dolayısıyla ruhun yoksa meleğin nasıl cinsiyeti olsun. Nûranî varlıkların nasıl cinsiyeti olur. Ama onlar soyut düşünemedikleri için soyut varlıkları bile somut dünyalarına indirgiyorlar. İndirgemeci bir mantıkla düşünüyorlar.

eşehidu halkahüm yoksa onların yaratılışına şahit mi oldular setüktebü şehadetühüm ve yüs’elun onların bu yalancı şahitlikleri kaydedilecek ve bundan dolayı elbet sorgulanacaklar.

 

20-) Ve kalu lev şaerRahmânu ma ‘abednahüm* ma lehüm Bi zâlike min ılm* in hüm illâ yahrusun;

Dediler ki: “Eğer Rahmân dileseydi onlara kulluk yapmazdık”… Bununla ilgili onların bir ilmi (delilleri, yakînleri) yoktur… Onlar ancak tahmin üzere konuşup saçmalıyorlar. (A.Hulusi)

20 – Bir de dediler ki Rahman dilese idi biz onlara tapmazdık, bu babda onların bir ilimleri yoktur sâde atıyorlar. (Elmalı)

 

Ve kalu lev şaerRahmânu ma ‘abednahüm bir de onlar Rahman dilemeseydi biz asla şirk koşmazdık. Asla onlara tapmazdık dediler.

Evet üzerinde durulması gereken bir tavır bu. Müşriklerin kader inancına dikkat edin. Şöyle diyorlar. Eğer O sonsuz rahmet sahibi istemeseydi biz O’na şirk koştuğumuz bu putlara tapmazdık. Yani onun meleklerinin simgesi ve sembolü ilan ettiğimiz bu şeylere tapmazdık.

Allah’a iftira ediyorlar. Yani vermeyi dilemeseydi, dilemeyi vermezdi. Bunu görmezden geliyorlar. İrade dahiline giren her hususta insanın kaderi seçmektir sevgili dostlar. İnsan iradesinin dahiline giren her hususta kaderi seçmektir. Allah’ın izin vermesi ile razı olması arasında ki fark işin sırrıdır. Allah’ın izin verdiği her şeyden razı olduğunu düşünmek, Allah’ı da iradeyi de anlamamak demektir. Zaten Allah’ın insana irade vermesi, izin vermesidir. Fakat verdiği iradeyi nerede kullanacağınıza imtihan etmesi bu işin sırrıdır. Yaratılışın sırrıdır. Zaten eğer irade kötüyü işlemeye mezun olmasaydı, iyiyi tercih etmesine ödül olmazdı. O zaman iradeye ne gerek vardı ki. İyiyi otomatiğe bağlamak yeterdi, iradeye gerek yoktu. İradenin bizatihi var olması için en az iki alternatif gerek. Yani iyinin karşısında kötü yoksa eğer, iradeye de gerek yoktur.

Dolayısıyla hem iradeyi yaratsın, hem de kötüye izin vermesin diyorsanız, işe yaramayacak bir şeyi yaratmış olur Allah. Allah batılla iştigal etmez, bu batıldır. Allah amaçsız bir şey yapmaz. Dolayısıyla iradeyi yaratmışsa onun iki tercih hakkını da yaratmalıdır, izin vermelidir. İşte bu noktada;

 Ve kulil Hakku min Rabbiküm.. (Kehf/29) De ki Hakk rabbinizdendir, gerçek rabbinizden gelmiştir. femen şâe felyu’min ve men şâe felyekfür. (Kehf/29) İsteyen artık iman etsini isteyen de inkar etsin. 18. surenin 89. ayeti (Hayır 29 olacak) açıkça söylüyor ki başka ayetlerde var.

Yine mesela Ve ma teşâune illâ en yeşâAllâhu Rabbül’alemiyn. (Tekviyr/29) nasıl anlayacağız. Allah dilemeden, Alemlerin rabbi olan Allah dilemeden siz hiçbir şey dileyemezsiniz. Evet, doğru, Zaten Alla dilediği için iradeyi verdi. Allah’ın dilemesi iradeyi vermesidir. Ama Allah diledi, dilemeden hiçbir şeyi dilemezdi, ama diledi. Dilediği içinde iradeyi verdi. Dolayısıyla iradeyi verdi ki iradenin şükrünü eda etsinler. İradenin şükrü doğruyu seçmektir. İradenin küfrü de yanlışı seçmektir.

ma lehüm Bi zâlike min ılm ne ki onlar buna dair bir bilgiye sahip değiller. Yani Allah’a iftira ediyorlar bilmeden. Allah’ın neyi tercih ettiğini gözden kaçırıyorlar. Bilmeden Allah’a iftira ediyorlar.

Bu bilmeden in altında şu da yatıyor olabilir, Allah; Melekler benim aracılarım, bana onlarla yaklaşın mı dedi? böyle bir şey demediği halde bilmeden Allah’a aracılar yakıştırıyorlar. Allah’ın aracıya ihtiyacı yok.

in hüm illâ yahrusun onlar sadece sürü güdüsüyle hareket ediyorlar. Yahrusun daha önce de lügavi tahlilini ayrıntılı olarak yaptığımı hatırlıyorum, tam açılımı sürü güdüsüyle, koyun sürüsü gibi iç güdüyle hareket etmek anlamına gelir. Güdü ile hareket ediyorlar, akılla değil. Neden? Güdü ile hareket ediyorlar? İşte bu:

 

21-) Em ateynahüm Kitaben min kablihi fehüm Bihi müstemsikûn;

Yoksa bundan önce onlara bir Bilgi (kitap) verdik de onlar Ona sarılarak mı bu iddiadalar? (A.Hulusi)

21 – Yoksa biz onlara bundan evvel bir kitab vermişiz de ona mı tutunuyorlar? (Elmalı)

 

Em ateynahüm Kitaben min kablihi fehüm Bihi müstemsikûn yoksa biz bundan önce onlara bir kitap göndermişiz de bu tavırlarıyla ona sımsıkı sarıldıklarını mı iddia ediyorlar. Bu dediğim şimdi gelecek ayeti kerime aslında. Sürü güdüsüyle hareket etmelerini neye bağlayabiliriz?

 

22-) Bel kalu inna vecedna abaena alâ ümmetin ve inna alâ asârihim mühtedun;

Bilakis, dediler ki: “Biz atalarımızı bu din anlayışında bulduk; biz onların eserleri (şartlandırmaları – genleri) doğrultusunda doğru yolu bulanlarız.” (A.Hulusi)

22 – Hayır, şöyle dediler: bizler, atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk, biz de onların izlerince giderek murada ireriz. (Elmalı)

 

Bel kalu inna vecedna abaena alâ ümmetin ama hayır, veyahut ta “Bel” i ayrı olarak, edatı ayrı olarak manalandırabiliriz; Nerde..! öyle değil, onlar atalarımızın geleneksel bir inanç üzere bulduk atalarımızı, geleneksel bir inanca sahip bulduk ve inna alâ asârihim mühtedun kesinlikle biz de onların izinden giderek doğru yolu bulabiliriz dediler.

Evet, kader iradeydi değil mi, seçmek. Onu kullanmayınca ne yaptılar? Saptılar, sapıttılar. Allah’ın koyduğu kader olan iradeyi kullanmayıp sürü güdüsüyle hareket ettiler ve, biliyorsunuz sürü güdüsü şudur; Bir tutam ot bin tane koyunu peşimden sürükler. Aslında eğer yemeye kalksalar iki tanesine bile yetmez. Fakat bin koyun bir tutam otun peşinden gider mi? Aslında onlar otu bile gördüğü yok. Bir önceki koyunun izinden giderler bir arkadaki koyun. Sürü güdüsü budur. Onun içinde taklide saptılar, yani aklı kullanmayan taklide saptı, körü körüne itaat onun arkasından geldi, atalar dininin peşinden gittiler.

 

23-) Ve kezâlike ma erselna min kablike fiy karyetin min neziyrin illâ kale mütrefuha, inna vecedna abaena alâ ümmetin ve inna alâ asârihim muktedun;

İşte böyle. Senden önce hangi topluma bir uyarıcı irsâl ettiysek, oranın zengin ileri gelenleri şöyle dediler: “Biz atalarımızı bu din anlayışı üzere bulduk ve biz onların eserlerine (şartlanmaları, genleri) uyanlarız.” (A.Hulusi)

23 – Yine böyle senden evvel hangi memlekette bir nezîr gönderdikse onun refahlı takımı demişti ki: bizler atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk biz de onların izlerine uyarız. (Elmalı)

 

Ve kezâlike ma erselna min kablike fiy karyetin min neziyrin illâ kale mütrefuha işte böyle Ve kezalik, işte böyle oldu. Yani her sapan toplum temelde böyle saptı. Biz senden önce hangi beldeye bir uyarıcı göndermişsek oranın mütrefleri; Refah içinde şımarmış ve küstahlaşmış seçkinleri hep şunu söylediler;

inna vecedna abaena alâ ümmetin ve inna alâ asârihim muktedun biz atalarımızı geleneksel bir inanç üzere bulduk, geleneksel bir din üzere bulduk. Şu halde bize düşen onların izini takip etmektir. Hep bunu dediler. Aslında bu yeni bir şey değil. Öteden beri sapmış tüm toplumlar böyle saptılar.

Alâ ümmetin, yani bir ümmet üzere bulduk, tam literal manası. Ümm kökünden gelir ümmet. Asıl kaynak toplum, din köklerine atfedilir. Asıl anlamı budur. Asıl kaynak toplum – din. Sonradan boy, zaman, maksat anlamlarını kazanmış. Bu yolu izleyerek kelime, daha sonra tür, nesil, çağ anlamlarına ulaşmış. Yani kelimenin uzun bir anlam yolculuğu var. Burada geleneksel inanç atalar dini olarak görülüyor. Allah’ın dininin karşıtı atalar dini olarak yer alıyor burada.

Tüm çağlarda ki çatışmanın ana tarafları bunlar. Bir tarafta Allah’ın dini, öbür tarafta atalar dini. Bir tarafta tahkik, bir tarafta taklit. Bir tarafta selim akıl öbür tarafta körlük, kör taklit. İşte aslında burada iki zıt kutbu ele alıyor Kur’an.

 

24-) Kale evelev ci’tüküm Bi ehda mimma vecedtüm aleyhi abaeküm* kalu inna Bima ürsiltüm Bihi kâfirun;

(Hz.Rasûlullâh) dedi ki: “Eğer size, atalarınızı üzerinde bulduğunuzdan daha doğruyu getirmişsem de mi?” Dediler ki: “İrsâl olunduğun bilgiyi reddederiz!” (A.Hulusi)

24 – Ya, dedi: size atalarınızı üzerinde bulunduğunuzdan daha doğrusunu getirdimse de mi? Ha! dediler: biz o sizin gönderildiğiniz şeylere inanmıyoruz. (Elmalı)

 

Kale evelev ci’tüküm Bi ehda mimma vecedtüm aleyhi abaeküm o peygamberler de; Ne yani ben size atalarınızı bulduğunuz yoldan daha doğrusunu göstersem de mi yine de atalarınızın yolunu takip edeceksiniz. Dediler.

Bakara/170. ayetini hatırlayalım; evelev kâne abâühüm lâ ya’kılune şey’en ve lâ yehtedûn. (Bakara/170)onların ataları hiçbir şey bilmiyor, akledemiyor, akletmekten aciz ve doğru yolda değilseler de mi onları takip edeceksiniz. Diyordu.

Müşrik akıl; hakikat sabık olanındır der. Yani kıdemli. Mü’min akıl ise hakikat sadık olanındır der. Onun için sabık olanla sadık olan arasında bir çatışma oluşur. Oysa bir şeyin eskiliği onun değerini artırmaz. Yeniliği de değerini artırmaz. Yani zaman bir şeyi değerli ya da değersiz yapmaz. O şey değerli ise, eski de olsa değerlidir, yeni de olsa değerlidir. Onun için onlar atalardan kaldı ise bir hikmeti vardır mantığıyla hareket ettiler. Oysa yeni gördükleri aslında insanoğlunun ilk atasına ait imandı ve gök kubbe altında aslında yeni bir şey yok.

Taklit makbul değildir. Taklit glade kökünden gelir. Glade iki manaya gelir hem zincir ve yular, hem de gerdanlık. Taklidin iyisi gerdanlığa benzer. Kötüsü yulara. Fakat iyi taklit bile sadece geçici bir süre ruhsat olarak kullanılabilir. Bunu ifade eden büyük imamlarımızın her birinden taklit aleyhine söz gelmiştir bize kadar.

Mesela büyük imam Ebu Hanife, İmamı azam der ki; Benden değil, benim aldığım yerden alın. Yine büyük imam; İmam Şafi der ki; eğer benim içtihadımı re’ yimi görüşümü Kur’an ve sünnet’e aykırı buluyorsanız fadrıbu bi kelami ardal haid. Kaldırın sözümü duvara çalın der. Bütün büyük otoritelerden taklidin aleyhine böyle sözler görmüşüzdür. Dolayısıyla burada Kur’an ın tahkike çağırması kadar doğal bir şey olamaz. Kur’an kendisini takip eden, inşa ettiği her akla, taklidi imana değil, tahkiki imana yönlendirir.

kalu inna Bima ürsiltüm Bihi kâfirun cevapları şu oldu sizinle, kime? Geçmişte gönderilen peygamberler öyle deyince onlara şöyle cevap verdiler. Sizinle gönderildiğini iddia ettiğiniz şeylerin gerçekliğini kabul etmiyoruz, reddediyoruz dediler.

 

25-) Fentekamna minhum fenzur keyfe kâne akıbetül mükezzibiyn;

Bunun üzerine onlardan intikam aldık… Yalanlayanların sonu nasıl oldu bir bak! (A.Hulusi)

25 – Onun üzerine biz de onlardan intikamını aldık da bak o tekzip edenlerin akıbeti nasıl oldu? (Elmalı)

 

Fentekamna minhum bizde onların yaptıklarının acısını kendilerine tattırdık. fenzur keyfe kâne akıbetül mükezzibiyn bakın işte hakikati yalanlayanların sonu ne olurmuş görün. Yani hep kafirlerin sonu birbirlerine benzedi. Siz de inkar ederseniz sonunuz onlara benzer.

 

26-) Ve iz kale İbrahiymü liebiyhi ve kavmihi inneniy beraün mimma ta’budun;

Hani İbrahim babasına ve kavmine dedi ki: “Muhakkak ki ben tapındıklarınızdan berîyim.” (A.Hulusi)

26 – Bir vakit da İbrahim babasına ve kavmine dedi: haberiniz olsun ben o sizin taptıklarınızdan biriyim. (Elmalı)

 

Ve iz kale İbrahiymü liebiyhi ve kavmihi hani İbrahim babasına ve kavmine demişti ki; Özellikle babası zikrediliyor. Özellikle babasına ve kavmine. Aslında kavmine derken babasına da demişti. Ama ayrıca babasını zikretmesi atalar yolunu kendisine din edinenlere; İbrahim de sizin atanız, onu model alsanıza. İbrahim’i model alırsanız atalarınızın inancını sorgulamanız gerekir İbrahim gibi, onu yapmıyorsunuz değil mi diye zımnen tarizde bulunuyor.

inneniy beraün mimma ta’budun bir okunuşta beriun bakın sizin taptıklarınıza, uğruna ibadet ettiklerinize, ilah bildiklerinize tapmak benden fersah fersah uzak olsun. Yani beraün kelimesinin mübalağa yapısından kaynaklanan anlamın cümleye katkısı bu. Fersah fersah uzak olsun dedi.

Kur’an muhataplarını yine suçüstü yakaladı.

1 – İlle de atalar dini ise niçin İbrahim’im dini değil, o da sizin atanız.

2 – Eğer samimi olsaydınız en büyük atanızı örnek alır, model alırdınız. İbrahim gibi babanızın inancını sorgulamakla işe başlardınız, ama samimi değilsiniz. Bu iki şeyi söylüyor.

 

27-) İllelleziy fetareniy feinneHU seyehdiyn;

“Beni (fıtratımla – varoluş programımla) yaratan müstesna! Kesinlikle, beni hakikate erdirecek O’dur!” (A.Hulusi)

27 – O beni yaratandan başka, zira odur ki beni irdirecektir. (Elmalı)

 

İllelleziy fetareniy yalnız beni yaratan hariç. İbrahim’in sözü devam ediyor. Bu şu anlamı veriyor bize her pagan toplumda, putperest toplumda bile bir büyük tanrı, tanrılar tanrısı inancı vardır. Hz. İbrahim’in toplumunda da böyle tanrılar tanrısı, bir büyük tanrı olduğunu buradan anlıyoruz. feinneHU seyehdiyn zaten beni doğru yola iletecek olan da O’dur.

 

28-) Ve ce’aleha kelimeten bakıyeten fiy akıbihi leallehüm yerci’un;

Bu sözünü kendinden sonra gelecekler için kalıcı bir fikir olarak oluşturdu, belki o gerçeğe dönerler diye. (A.Hulusi)

28 – Ve onu ardında (zürriyetin de) kalan bir kelime yaptı gerek ki rücu’ edeler. (Elmalı)

 

Ve ce’aleha kelimeten bakıyeten fiy akıbihi leallehüm yerci’un Bunu ardından gelenler arasında baki kılacak bir söz olarak söyledi. Bunu arkadan gelenlerin tamamında gök kubbede baki kalacak bir söze dönüştü. Bunun için söyledi. Belki bu Hakk söze dönerler diye. Yani ayetin sonu leallehüm yerci’un insanlar sapmaya kalkarlar, daha sonra, fakat bunu hatırlarlar da belki bu söze dönerler diye.

 

29-) Bel metta’tü haülai ve abaehüm hatta caehümül Hakku ve Rasûlün mubiyn;

Bunları ve onların atalarını, kendilerine Hak ve apaçık bir Rasûl gelinceye kadar dünyadan yararlandırdım. (A.Hulusi)

29 – Fakat şunları ve atalarını ta kendilerine Hakk ve bir Resulü mübîn gelinciye kadar müstefit edip yaşattım. (Elmalı)

 

Bel ama nerede..! metta’tü haülai ve abaehüm hatta caehümül Hakku ve Rasûlün mubiyn ben işte şunların ve atalarının hakikat ve onu apaçık ortaya koyan bir elçi gelinceye kadar safa sürmelerine izin verdim.

Fetrete bir atıf gibi geldi bu ayet. Daha derinde dünya nimetlerine boğulmuş olmak tek başına sevinilecek bir olay değil nüktesini veriyor. İşte bunları da bu arada nimete boğdum. Nimete boğulmuş bir hayat ile bu güne kadar geldiler. İlk inkarcı muhataplardan söz ediyor.

 

30-) Ve lemma caehümül Hakku kalu hazâ sıhrun ve inna Bihi kâfirun;

Hak onlara geldiğindeyse dediler: “Bu bir büyüdür… Biz Onu kabul etmeyiz!” (A.Hulusi)

30 – Yaşattım da kendilerine Hakk gelince «bu bir sihirdir, biz buna inanmayız» dediler. (Elmalı)

 

Ve lemma caehümül Hakku kalu hazâ sıhrun ve inna Bihi kâfirun ama hakikat ayaklarına kadar gelince ne yaptılar; Şöyle dediler; Bu bir sihirdir, biz bunu kesinlikle reddediyoruz dediler. Yani uzun yüz yıllar boyunca nimetin içinde yaşadılar ve bir de hakikat ayaklarına kadar geldi, ama bu kez de iftira ettiler. Bu bir sihirdir dediler. Yani karşılaştıkları olayın olağanüstü tabiatını aslında fark ettiler. Yani olağan üstü bir vahiy ile karşılaştıklarını kendileri de biliyorlardı. Sıradan bir söz değildi peygamberlerin kendilerine tebliğ ettiği, bunu fark etmelerine rağmen bu olağan üstülüğü Allah’a atfetmek yerine sihre atfettiler, sihirdir dediler. Ve daha ne dediler?

 

31-) Ve kalu levla nüzzile hazel Kur’ânu alâ racülin minel karyeteyni ‘azıym;

Dediler ki: “Bu Kur’ân şu iki şehrin büyük adamlarından birine niye indirilmedi?” (A.Hulusi)

31 – Ve «ne olurdu şu Kur’an iki memleketten bir büyük adama indirilse idi» dediler. (Elmalı)

 

Ve kalu levla nüzzile hazel Kur’ânu alâ racülin minel karyeteyni ‘azıym yine dönüp de dediler ki bu ilahi mesaj şu iki şehrin en büyük zenginlerine inmeli değil miydi,

Bu Mekke’den Velid Bin Mugıre. Kaynakların verdiği isim bu. Taif’ten ise farklı isimler veriyor kaynaklarımız, müfessirler. Habib Bin amr bin  Es-Sakafi mesela bir tanesi. Yine bir başkası Kinâne Bin Abdi Yaleyl. Veya daha bir başkası Urve Bin Mes’ud. Taif’ten olan isim galiba ihtilaflı. Yine Ümeyye bin Ebis Salt es-Sakafi. O da beklermiş peygamberliği kendisine.

Yani burada aslında ne demek istiyorlar? Neden bunu söylüyorlar? Şu iki şehrin en zenginlerinden birine gelmeli değil miydi. Bakış açıları bu. Allah birine servet vermişse onu destekliyor, onun hayatını onaylıyor demektir. Zaten Resulallah’a itirazları da buradan. Şu anda etrafımızın en zengini biziz. Biz Mekke’liler Allah bizi destekliyor niye uğraşıyorsun.

Ama çok daha derinde bir başka nüktesi daha var ayetin. Pasif tanrı inancı. Yani Allah’a statü dayatıyorlar. Allah’ın belirlediği statüyü kabul etmek yerine Allah’a statü dayatıyorlar. Yani bizim tayin ettiğimizi tayin eder Allah. Allah’ın tayin ettiğini biz kabul etmeyiz. İşte bu tam da pasif Allah inancı. Biz belirleriz, Allah’ta onu seçer. Akıllarını kullanmayan atalarının izi üzere bir sürü güdüsüyle giden şu insanlara bak. Yani kendilerini sürü yerine koyacaklar, fakat iş Allah’ın emirlerine gelince Allah’a statü dayatacaklar. Biz kimi gösteriyorsak aday, sen de onu seç diyecekler. Mantık bu, yaklaşım bu. Serveti kendi başına bir değer olarak görmek.

 

32-) Ehüm yaksimune rahmete Rabbik* nahnu kasemna beynehüm me’ıyşetehüm fiyl hayatid dünya ve refa’na ba’dahüm fevka ba’dın derecatin li yettehıze ba’duhüm ba’dan suhriyya* ve rahmetü Rabbike hayrun mimma yecme’un;

Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz taksim ettik… Kimilerini kimilerinden (zenginlik ve etiket olarak) daha yüksek kıldık ki, bazısı bazısına boyun eğdirsin… Rabbinin rahmeti, onların toplayıp biriktirdikleri şeylerden (zenginlikten) daha hayırlıdır. (A.Hulusi)

32 – Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların o Dünya hayattaki maişetlerini aralarında biz taksim ettik ve bir kısmını diğerinin derecelerle üstüne çıkardık ki bazısı bazısını tutsun, çalıştırsın rabbinin rahmeti ise onların toplayıp durduklarından daha hayırlıdır. (Elmalı)

 

Ehüm yaksimune rahmete Rabbik rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Yani Allah’lığa mı soyundular (Haşa) Allah onlara yetki verdi de Allah yerine onlar mı paylaştırmaya başladı. Bu ne küstahlık demeye getiriyor ayet. Zımnen Allah’tan yetki gaspına mı kalkışıyorlar. Bu bir yetki gaspı.

nahnu kasemna beynehüm me’ıyşetehüm fiyl hayatid dünya ve refa’na ba’dahüm fevka ba’dın derecatin li yettehıze ba’duhüm ba’dan suhriyya asıl onlar arasında bu dünya hayatında ki geçimlerini paylaştıran ve bir kısmı diğer kısmını istihdam etsin diye birbirlerine farklı oran ve alanlarda üstün kılan biziz biz.

Farklılıkları övüne ya da dövünme gerekçesi kılmasınlar. Allah’ın yer yüzünde ki servet dağılımı gerçekten akıl ermez muhteşem bir ölçüye dayanır. Dolayısıyla servet, yani ele giren ve elden çıkan, insanın Allah nezdinde ki konumunu belirlemez. Yani eline girerse Allah nezdinde sevgili, Elinden çıkarsa Allah nezdinde sevgisiz değil. Böyle bir şey, ele giren ve elden çıkanın İnsanı ve Allah’ı belirlediğini düşünmektir ki bu korkunç bir küfür olur. Bu sadece bir imtihan sırrıdır. Ele giren de elden çıkanda aslında bütünden bağımsız olmayan küçük birer parçadır. Ve bu imtihan sürekli tekrarlanır. Varlıkla ve yoklukla sürekli sınar insanı.

Bunu bir paylaşma vesilesi bilirse eğer, bunu bir emanet bilirse eğer ve paylaşırsa, yani kendisine veren fazlalığın, kendisine istihdam için bir alan olarak görür ve paylaşmak için bir fırsat olarak görürse imtihanı doğru vermiş olur.

ve rahmetü Rabbike hayrun mimma yecme’un rabbinin rahmeti var ya, onların biriktirdiği her şeyden daha değerlidir. Evet, sonuç bu.

 

33-) Ve levla en yekûnen nasu ümmeten vahıdeten lece’alna limen yekfüru BirRahmâni li buyutihim sükufen min fiddatin ve me’arice aleyha yazherun;

Eğer insanların (zenginlikleri) tek bir anlayış toplumu hâline gelmeleri sonucunu getirmeseydi (zenginlik dışa dönük yaşamı getireceği için kişiyi içe dönük zenginlikten engeller), elbette Rahmân’ın hakikatleri olduğu gerçeğini inkâr edenlerin evlerini gümüşten tavanlar ve çıkacakları gümüşten merdivenlerle donatırdık. (A.Hulusi)

33 – Ve eğer insanlar hep (küfre sapacak) bir ümmet olacak olması idi biz. (Elmalı)

 

Ve levla en yekûnen nasu ümmeten vahıdeten eğer bütün insanlar tek tip bir toplum halini almayacak olsalardı, yani yalın haliyle metin bu. (Ama parantez içinde bir açıklama koymak gerekir, küfürde tek tip bir toplum. Küfürde birleşmiş tek tip bir toplum halini almayacak olsalardı.)

lece’alna limen yekfüru BirRahmâni li buyutihim sükufen min fiddatin ve me’arice aleyha yazherun O zaman Rahmanı inkar eden şu kimselerin konaklarını gümüşten damlarla ve üzerinde gösteriş yapacakları seyir teraslarıyla donatırdık.

Zaaflarla malûl insanın varlıkla sınandığında kendini kaybedeceği ve yabancılaşacağının en güzel ifadesi. Aslında insanoğlunu altın ve gümüşe boğardık diyor, bunun ifadesi bu. Altın ve gümüşe boğardık ama niye yapmadı? İnsanoğlu temelde zaaflıdır. Aslında sürekli acısız, sıkıntısız, dertsiz, tasasız, her istediğinin önüne geldiği bir hayat insanoğlunu kendinden koparır. Bu tabii bir sonuçtur. Yapısı buna müsaittir. Ve bu durum eğer insan oğluna dünyevi nimetlerinin önünü sonsuzca açsaydık herkes küfürde birleşirdi.

Görüyorsunuz müthiş ve aslında insanın yapısal tahlili yapılıyor burada. İnsan meyyal. Eğer böyle olsaydı cenneti özler miydi. Altın ve gümüşe boğsaydı Allah insan oğlunu o zaman mahrumiyet nimettir. Bu bunu diyor tek kelimeyle mahrumiyet nimettir.

 

34-) Ve libuyutihim ebvaben ve süruren aleyha yettekiun;

Evlerine (gümüşten) kapılar ve üzerlerinde yaslanacakları koltuklar. (A.Hulusi)

34 – Ve odalarına kapılar ve üzerlerine kurulacakları koltuklar kanepeler. (Elmalı)

 

Ve libuyutihim ebvaben ve süruren aleyha yettekiun dahası evlerini gümüş kapılarla, üzerinde yayıla yayıla oturacakları koltuklarla donatırdık.

 

35-) Ve zuhrufa* ve in küllü zâlike lemma meta’ul hayatid dünya* vel ahıretü ‘ınde Rabbike lil müttekıyn;

Altından süs eşyaları! İşte bunların hepsi dünya hayatının geçici zevklerinden başka bir şey değildir! Sonsuz gelecek yaşam ise Rabbinin indînde korunanlar içindir. (A.Hulusi)

35 – Ve altın ziynetler yapardık ve doğrusu bütün bunlar Dünya hayatın geçici metaı, rabbinin indinde. Âhiret ise korunan müttefikiler içindir. (Elmalı)

 

Ve zuhrufen sureye adını veren ayet geldi; ve Altına boğardık onları. ve in küllü zâlike lemma meta’ul hayatid dünya ne ki bütün bunlar şu dünya hayatının geçici zevkinden başka bir şey değil..

Kur’an da sık kullanılan bir kavrandır meta’ul hayatid dünya. Meta’ aslında farklı anlamların içi içe olduğu bir kavramdır. Dile nispetle, yani duyuya nispetle lezzet manasına gelir. Nefse nispetle haz manasına gelir. Zamana nispetle az manasına gelir. Burada tadımlık bir haz, geçici bir lezzet. Tüm kullanıldığı yerlerde hep o dur. Dünyevi lezzetlerin niteliği meta’ dır. Dile nispetle lezzet, nefse nispetle haz, zamana nispetle az. Dolayısıyla meta’ geçici bir tadımlık bir lezzet. Hepsi o kadar.

vel ahıretü ‘ınde Rabbike lil müttekıyn rabbinin katında daha değerli olan ahiret ise sorumluluğunu yerine getirenler içindir. Müttakıyn; kendini tutanlar, kendine sahip olanlar, tadımlık bir haz için kendini kaybetmeyenler. Evet, deveyi yardan atan bir tutam ottur derler değil mi halk dilinde. Güzel bir atalar sözü. Deveyi yardan atan bir tutam ot. Yani insan eğer aklını kullanmaz da deve gibi hareket ederse, bir tutam ota uçurumdan kendini aşağı atar.

 

36-) Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn;

Kim (dünyevî – dışa dönük şeylerle) Rahmân’ın zikrinden (Allâh Esmâ’sının hakikati olduğunu hatırlayarak bunun gereğini yaşamaktan) âmâ (kör) olursa, ona bir şeytan (vehim, kendini yalnızca beden kabulü ve beden zevkleri için yaşama fikri) takdir ederiz; bu (kabulleniş), onun (yeni) kişiliği olur! (A.Hulusi)

36 – Ve her kim Rahmanın zikrinden teâmî (Yalandan görmezliğe gelme.) ederse biz ona bir Şeytan sardırırız artık o ona arkadaştır. (Elmalı)

 

Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn İşte surenin berceste ayeti geldi. Kim Rahmanın bu muhteşem uyarı dolu mesajına karşı tavuk karası bir gözle bakarsa ona bir tür şeytani öteki kişilik musallat ederiz de kendisi onun uydusu haline gelir. Yani ona öyle bir şeytanı musallat ederiz ki, kişiliği şeytanın arkadaşı olur.

Fussilet/25 te geçmişti buna benzer bir ayet ve ayrıntılı olarak işlemiştik. ‘haşa, yağşu; tavuk karası demektir. Yani yamuk bakan doğru göremez, kötü bakan bakılan zerinde hiçbir kalıcı etki yapmaz. Siz yamuk bakın kötü görün ama gördüğünüz güzelse sizin kötü görüşünüz onun üzerinde hiçbir etki yapmaz. Sadece kendinizi yanıltmış olursunuz.

İnsanın iç dünyasında çift tohum var dostlar. Negatif tohum, pozitif tohum, biraz önce söyledim. Negatif tohum nefis, pozitif tohum ruh. Hangisini beslerseniz o büyür ve eğer negatif tohumu beslerse nefis şeytanlaşır ve insan onun uydusu haline gelir ve etrafında sürekli döner. Böyle olursa eğer, artık onun emrinden dışarı çıkamaz.

 

37-) Ve innehüm leyesuddunehüm ‘anissebiyli ve yahsebune ennehüm mühtedun;

Muhakkak ki bunlar onları (hakikate erme) yolundan alıkoyarlar da, onlar hâlâ kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler! (A.Hulusi)

37 – Ve her halde onlar onları yoldan çıkarırlar, onlar ise onları doğru sanırlar. (Elmalı)

 

Ve innehüm leyesuddunehüm ‘anissebiyl artık o, onları doğru yoldan çıkarır. Yani merkez oldu ya, kendisi de uydusu oldu ya, yörüngesine girdi ya, o, onu doğru yoldan çıkarır. ve yahsebune ennehüm mühtedun işin kötüsü de nedir biliyor musunuz? Berikiler de zanneder ki kendileri doğru yoldadırlar. İşin kötüsü budur.

 

38-) Hattâ izâ caena kale ya leyte beyniy ve beyneke bu’del meşrikayni fe bi’sel kariyn;

Nihayet bize geldiğinde: “Keşke benimle senin aranda iki doğunun uzaklığı (ulaşılmaz mesafe) olsaydı… Ne kötü bir arkadaşmışsın!” dedi. (A.Hulusi)

38 – Nihayet bize geldiği vakit ah, der: keşke benimle senin aranda iki maşrık bu’du (Can sıkılması) olsa idi! sen ne kötü arkadaşmışsın. (Elmalı)

 

Hattâ izâ caena kale ya leyte beyniy ve beyneke bu’del meşrikayni fe bi’sel kariyn en sonunda, tabii iş işten geçtikten sonra çıkıp huzurumuza geldiğinde şeytani kişiliğine der ki; Nolaydı keşke benimle senin aramda doğu ile batı kadar bir mesafe, fark olaydı. Yani doğu ile batı kadar birbirimize uzak olsaydık, bu kadar yakın olmasaydık. Meğer uydusu olduğum yoldaş ne kadar da fena imiş.

Evet, söylenecek söz yok aslında. Eğer günah kişiliğiniz haline gelmişse, nefsiniz yörüngesine girdiğiniz bir merkez olmuşsa, o zaman artık siz hakikat ve Hakka kapanmışsınız demektir. Artık gözünüz kör olmuş demektir.

 

39-) Ve len yenfe’akümül yevme iz zalemtüm enneküm fiyl azâbi müşterikûn;

Bu süreçte (pişmanlık, mazeret; telâfi arzusu) size asla fayda vermeyecektir! Çünkü zulmettiniz! Siz azapta ortaksınız (bilinç ve ruh beden)! (A.Hulusi)

39 – Böyle demek bugün size hiç de fayda vermez, çünkü zulmettiniz, hepiniz azâp da müştereksinizdir. (Elmalı).

 

Ve len yenfe’akümül yevm ama o gün bunun hiçbir faydası olmaz. Bu itirafın size hiçbir faydası olmaz. İş işten geçmiştir. Yani doğu ile batı arasındaki kadar fark olsaydı aramızda demenizin hiçbir yararı olmaz. iz zalemtüm enneküm fiyl azâbi müşterikûn madem birbirinize zulmettiniz, şimdide azabı paylaşın bakalım denilir. Yani madem siz benim huzuruma ayrılmaz bir ikili olarak geldiniz, haydi buyurun birbirinizle azabı şimdi de paylaşın. Siz benden ayrılmayı ve birbirinizden ayrılmamayı tercih etmiştiniz. Şimdi de sizi benden ve rahmetimden mahrum bırakacağım, cehennem olarak bu yeter zaten denilir. Sadakallahül aziym.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. DUHAN (01 – 59) (156)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni, amin. Rabbim, Kur’an ı bize aç. Bizi Kur’an a aç. Rabbim insanoğlunun önüne çıkardığın bu muhteşem gök sofrasından istifademizi bereketli kıl. Amin.

Değerli dostlar bugün başlayacağımız ders 156. ders. 7. yılını doldurmuş olan uzun bir maraton. Kur’an ı anlama, anlatma ve yaşama yolunda giriştiğimiz bu çabanın, bizim ve sizin için hayırlı olması dileğiyle, niyazıyla bu dersimize başlıyorum.

Duhan suresi bugün gireceğimiz, kapısını vuracağımız yepyeni bir Kur’an sitesi. Adını 10. ayetinde ki duhan kelimesinden alıyor. Bu kelime duman manasına geliyor. Haa miim ailesinin 5. suresi olan Duhan Mekke de nazil olmuş. Konu bütünlüğüne sahip bir sure. Casiye suresinden önce nazil olmuş. Yani Kur’an da ki, elimizde ki Mushafta ki yeri, aynı zamanda nüzul sırasında ki yeri ile eş.

Mekke’nin son 1/3 lük diliminde nazil olduğunu söyleyebiliriz. Saffat suresinin 62. ayeti, bu surenin 43. ayetinde yer alan Zakkum ağacına müşrik muhatapların itirazına bir cevap teşkil eder. Bunun anlamı şudur; Bu sure kesinlikle Saffat suresinden önce nazil olmuştur. Surenin ana mesajı açık. Her Firavunun bir kızıl denizi vardır. Her firavun kızıl denizini arar, boğulacağı denizi arar.

İlahi inşa projesi olan vahyin insanı nasıl inşa ettiğinin güzel bir örneğidir bu sure. Vahye teslimiyetin muhataptan beklenen tavır olduğunu söyler. Teslim olmayanları bekleyen şey ise kıyamettir. Sosyal, bireysel ya da kozmik fark etmez. Ama mutlaka vahye teslim olmayanlar kendi kıyametlerini kendi elleriyle hazırlarlar.

Kendilerini Allah için vazgeçilmez sananlar, vazgeçilmez addedenler iyi bilsinler ki onların ardından ağlayacak kimse olmayacaktır. İşte 29. ayet bunu söyler;

Fema beket aleyhimüs Semaü vel Ard onların ardından ne gökler ağladı ne yer. Yani ne göklerde melekler ağladı, ne yerde insanlar. Kendilerini vazgeçilmez sanmışlardı. Fakat o kadar kolay vazgeçildiler ki arkalarından ağlayan bir kimse bile olmadı. Buna karşın teslim olanları bekleyen büyük bir ödüldür.

Duhan suresi cennet ve cehennem tasvirlerine en ayrıntılı yer veren surelerdendir. Bu sure Kur’an vahyinin sözlü tabiatının en tipik örneklerinden birini teşkil ediyor aynı zamanda. Çünkü surede bölünmüş vurgulu cümleler, hazifler, devrik cümleler birbiri ardınca yer alıyor, adeta muhatabının hafızasında kalmak için tüm beleğat imkanlarını kullanıyor. Bu sureyi böyle özetledikten sonra surenin tefsirine girebiliriz.

[Ek bilgi; Sûrenin ihtiva ettiği başlıca konular şunlardır:

1- Kur'ân- Kerim'in nasıl mübarek bir gecede naz'l olduğunu ve o gecenin ehemmiyetini beyan.

2- Allahü Teâlâ'nın Rubûbiyetini izhar ederek, iman etmeysnlerin nasıl b:r azaba uğrayacaklarını ihtar.

3- Mûsâ (a.s.) ile Firavun ve kavminin kıssalarını beyan.

4- Kâfirlerin bâtıl iddialarını reddederek, onları takbih etmek.

5- Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Peygamber olduğunu isbat eden delilleri ortaya koymak.

6- Mü'minlerin nail olacakları nimetleri tebşir, kâfir ve münafıkların uğrayacakları azabı ise bildirmek.

 (Ebü'l-Leys Semerkandi – Tesir-ül Kur’an)]

 

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, rahiym Allah adına.

 

1-) Haa, Miiiym;

Ha (hayat), Miiim (ilim – Hakikat-i Muhammedî);(A.Hulusi)

01 – Hâ, mîm. (Elmalı)

 

Haa, Miiiym Mukadda harfleri her vesile ile söylediğimiz gibi 36. çeşit yoruma konu olmuş bir simgesel, sembolik harfler manzumesidir. Kur’an da 28 surede yer alır. Adeta Arap dilinin temel harfleri olan 28 harfe, ki lam elif bitişik, birleşik harf olduğu için müstakil bir harf sayılmamalı, yani Arap dilinde ki her harfe bir sure tekabül edercesine 28 surenin başında gelir. Bu harfler ya birli ya ikili, ya üçlü, ya dörtlü, ya beşlidir. Altılı olanı yoktur. Bunun da karşılığı Arapça da kelimeler 1 ile 5 arası harften oluşurlar.

Bütün bunlardan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki bu harfler muhataba; Ey muhatap kelimelerin içine Allah manaları, ulvi manaları, vahyi doldurarak senin dünyana indirdi. Senin zihnine indirdi. Anlayasın, dinleyesin, tutasın, yaşayasın ve mutlu olasın diye. Zaten bu harflerle başlayan surelerin 25. doğrudan, 3.ü dolaylı olarak vahye atıf yaparak başlar. Bu da bu harflerle vahiy arasında bir mana irtibatı olduğudur. Yani bu harflerin sembolize ettiği şeyin vahiy olduğunu ve muhataba; Ey muhatap yüce manaları Allah işte bu sıradan harflerden  oluşmuş kelimelerin kalbine indirerek sana gönderdi. Senin önüne serdiği bu gök sofrasında öyle bir nimet var ki bu nimetin ayakları yerde başı göktedir. Başı manayı ayakları ise dili, harflerden oluşmuş dili temsil eder demektedir.

Nihayet bu harfler hakkında ki bir çok yorumun içerisinden belki de en son yapılması gereken ve sözün bittiği yer Hz. Ebu Bekir’in yorumudur ki; Her kitabın bir sırrı vardır, Kur’an ın sırrı da bu harflerdir der.

 

2-) Vel Kitabil mubiyn;

Kitab-ı Mubiyn (apaçık Sünnetullâh ve hakikati Bilgisi). (A.Hulusi)

02 – Hem kitabı mübîn Hakk için. (Elmalı)

 

Vel Kitabil mubiyn özünde açık ve hakikati açıklayıcı olan bu kitabın kıymetini kadrini bilin.

Baştaki “vav” kasem anlamı da verilebilirde de, yemin anlamı, Haa miiim de yemin anlamı mündemiç olduğu için atıf anlamı veremeyeceğimiz bu vav’a, ya bu kitabı düşün, ya da bu kitabın  kıymetini bil anlamı vermeliydik, ki biz 2. sini tercih ettik.

 

3-) İnna enzelnahu fiy leyletin mübareketin inna künna münziriyn;

Biz Onu mübarek bir gecede (“yok”luk hâlinin yaşandığı anda) inzâl ettik! Uyaranlar biziz! (A.Hulusi)

03 – Elhak biz onu bir mübârek gecede indirdik, çünkü biz nezîr gönderiyorduk. (Elmalı)

 

İnna enzelnahu fiy leyletin mübareketin inna künna münziriyn evet onu mübarek bir gecede biz indirmeye başladık, biz indirdik. Zaten vahiy ile baştan beri uyaran da biziz. İnsanoğlunu uyandıran da biziz.

Bereketli gece; fiy leyletin mübareketin mübarek gece. Bu gece kadir gecesi. Açıktır ki Kadr suresinin tamamı bu gecenin bereketini açıklamak üzere indirilmiş bulunuyor.

Peki ne kadar mübarek? Bereketli. Yani okuyana değer ekleyen, bereket veren, çoğaltan, artıran. Ne kadar artırır? Mesela insana ne ekler? Ne kadar değer ekler? Bu sorulara cevap bulabilir miyiz? Elbette; Hem de Kur’an dan;

İnnâ enzelnaHU fiy LeyletilKadr. (Kadr/1) Biz onu kıymet gecesinde, değer gecesinde indirdik. Kadr gecesinde.

Ve mâ edrake mâ LeyletülKadr.(2) Kadir gecesinin değerini sen nereden bileceksin ki.

LeyletülKadri hayrün min elfi şehr. (3) kadir gecesi bin aydan daha hayırlı bir gecedir. Evet, bin aydan daha hayırlı. Yani 30.000 kat. Bin ay yaklaşık 30.000 gece eder. 30.000 gün. Bunun anlamı ne? Eğer bu gece ile kastedilen sabit bir zaman parçası olsaydı o zaman üzerine konuştuğumuz takvim güneş takvimi olmalıydı, ay takvimi değil. Oysa ki Kur’an ın içinden konuştuğu zaman ay takvimine bağlı bir zaman.

Onun içinde biz ramazanı, Kurban Bayramını, Ramazan bayramını ve tüm dini ibadetleri Hassaten Haccı hep ay takvimine göre yaparız. 355 günlük takvim bu. Güneş takvimine göre hep 10 gün kayan, her yıl 10 gün atan bir takvim. O zaman sabit bir zaman parçasından söz edemeyeceğiz demektir.

Peki nasıl anlayacağız şu halde, Vahyin bereketini, vahyin değerini, değer yüklemesini? Şöyle anlayacağız; İndiği geceye 30.000 kat değer yükleyen vahiy eğer ey muhatap senin kalbine inerse sana da bu kadar değer yükler. Bir gününü bir ömre bedel kılar. Bir günün bir ömür kadar bereketli olur. Bir günlük ibadetine Allah ahirette bir ömür ödül verir. Neden bir ömür? Çünkü 30.000 gün 83 yıl eder. yani 1000 ay= 83 yıl. Bu yaklaşık bir insan ömrüdür, Dolayısıyla bir gününü bir ömre bedel kılar vahiy. Eğer vahiy ile yaşarsan. Eğer sana da inerse vahiy her günün bir ömre bedel olur demektir.

 

4-) Fiyha yüfreku küllü emrin Hakiym;

Bütün işlerin hikmeti onda (o “yok”luk hâli içinde) fark edilir; (A.Hulusi)

04 – Bir gece ki her hikmetli emir onda ayırt edilir. (Elmalı)

 

Fiyha yüfreku küllü emrin Hakiym (devam et)

 

5-) Emren min ındiNA* inna künna mursiliyn;

 İndîmizden hüküm ile! (Rasûlleri) irsâl edenler biziz! (A.Hulusi)

05 – Tarafımızdan emir, çünkü biz Resul gönderiyorduk. (Elmalı)

 

Fiyha yüfreku küllü emrin Hakiym Emren min ındiNA O gece iyi ve kötü her şey arasında ki fark ortaya konmuştur. Güzel ve çirkin. Hakk ve batıl. Doğru ve yanlış. Ulvi ve süfli. Değerli ve değersiz arasında ki tüm fark o gece ortaya konmuştur. Emren min ındiNA tarafımızdan verilmiş bir emirle. Bu ayet, ya da 5. ayetin ilk cümlesi ile beraber bu ayetler, aslında Kadir suresinin 4. ayetini andırıyor.

Tenezzelül Melâiketü ver Rûhu fiyha Biizni Rabbihim min külli emr. (Kadr/4)  Selâm…(5) işte bu; O gece melekler rablerinin emri ile ilahi bir mesaj taşıyarak bölük bölük iner ve insanı her türlü kötülükten emiyn kılar, arındırır, mutluluk verir, selâm, selamet, barışı müjdeler. Sonsuz mutluluğu müjdeler. Kadr suresinin dördüncü ayetiyle bu ayetleri tefsir etmek en doğru yaklaşım olsa gerek.

Fiyha yüfreku küllü emrin Hakiym (4) her iyi ile kötü şeyin arası o gece ayrılmıştır diyor. Neden söylüyor? O gece ne olmuştu? Vahiy inmişti. Vahiy niçin inmişti insana? İnsana iyi ve kötüyü öğretmek için. Yani insanın tasavvurunu ve aklını inşa etmek için. İyiyi kötüden ayıran bir akıl inşa etmek için. Bir tasavvur inşa etmek için inmişti. Yani insanın tasavvuruna bir mizan, bir kıstas, kıstas-ül müstakıym diyor ya Kur’an doğru bir terazi, doğru bir ölçü, doğru bir metre koymak için inmişti.

Aklımız tüm eylemlerimizin belirleyicisidir, tasavvur da aklımızın. Akıl tasavvura göre çalışır. Tasavvur aklın eline kavramları verir, akıl da tasavvurdan aldığı bu kavramlarla hüküm verir. Bu doğrudur, bu yanlıştır, bu iyidir, bu kötüdür, bu güzeldir, bu çirkindir, bu değerlidir, bu değersizdir diye kurduğumuz her cümlede yer alan iyi, kötü, güzel, çirkin, doğru, yanlış, büyük, küçük gibi  tüm kavramların içeriği tasavvurda oluşur. Dolayısıyla doğru kavramının içeriği doğru değilse bu doğrudur hükmümüz yanlış olur. İyi kavramının içeriği doğru değilse bu iyidir hükmümüz yanlış olur. Bu kötüdür hükmümüz de yanlış olur. Hatta iyiye kötü, kötüye iyi anlamını yüklersek iyi ve kötü hakkında her yargımız yanlış yargı olacaktır.

Nedir sorun? Sorun, metre ve kilo sorunudur. Yani 80 cm lik bir metreyle, 1 m. Diye ölçüp ölçüp satmaya, ölçüp ölçüp almaya. Ya da 900 gr. Lık bir kilo ile tartıp tartıp alıp, tartıp tartıp satmaya benzer. Ya aldanırız, ya aldatırız. Bu ikisinden başka yol yok. Aldanmak ya da aldatmak. Yani hiç adil olamayacaksınız, hiç dürüst olamayacaksınız, hiç yerine koyamayacaksınız, hiç isabet edemeyeceksiniz demektir.

İşte vahiy tasavvuru böyle inşa eder. Hayatımızı üzerine bina ettiğimiz bu temel kavramların içini doldurur. Ne değerlidir, ne değersiz. Ne kalıcıdır, ne geçici. Ne iyidir ne kötü. Dünyaya gerçek anlamını vahiy yükler. Ahirete de gerçek anlamını vahiy yükler. Ölümü ve hayatı bize vahiy tanımlar. Eğer vahiy inşa etmemişse bir tasavvuru ölüye diri diyebilir, diriye de ölü. Fakat vahiy inşa etmişse bir çoklarının ölü dediğine vahiy ile bakan bir gözle baktığı için diri olduğunu görür ve diri der.

ve lâkin lâ teş’urûn. (Bakara/154) öyle diyordu ya vahiy onlar diridirler fakat siz farkında değilsiniz. Onun için vahiy insanda bir özge bakış açısı inşa eder, bir özge tasavvur inşa eder. Bu tasavvura göre bakan vahiy ile bakmış olur. Bu tasavvurla işiten vahiy ile işitmiş olur. Bu tasavvurla yürüyen vahy ile yürümüş olur. Bu tasavvurla tutan vahiy ile tutmuş olur. Bunun anlamı nedir? Bunun anlamı o ünlü hadiste geçtiği gibi;

“Kulum bana nafilelerle yaklaşır, öyle bir an gelir ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.” Vahit ile bakan göz, Allah ile bakan gözdür. Vahiy ile işiten kulak Allah ile işiten kulaktır. Vahy ile kalkan el Allah ile kalkan eldir. Vahiy ile yürüyen ayak Allah ile yürüyen ayaktır.

Evet, Allah’ın insan göz olması, kulak olması, göz kulak olması, dil dudak olması, el ayak olmasının anlamı da budur. Vahiy sizde bir tasavvur, bir akıl inşa ederse bu tasavvur ve akılla siz bir hayat inşa edersiniz. Kendinize bir şahsiyet inşa edersiniz. Bu şahsiyetin inşa ettiği bir hayatta vahye uygun bir hayat olur. İşte böyle bir hayatın akıbeti cennet olur. İnşallah. Müddessir/18 ve 20. ayetlerinde Vahiy bir aklı inşa etmezse ne olurun cevabı vardır. İsterseniz okuyalım;

İnnehu fekkere vekadder. (Müddesir/18) Vahyin inşa etmediği o zavallı tasavvur ve akıl düşündü, ölçtü, biçti. İnnehu fekkere vekadder düşündü, ölçtü, biçti. Keyfe kadder. nasılda ölçtü biçti. Düşündü, ölçtü, biçti. Bir sonraki ayette düşünme tekrar edilmiyor. keyfe kadder, ölçüp biçmek tekrar ediliyor. Çünkü ölçüp biçmeye göre düşünür insan. Metresine göre düşünür. Kilosuna görme düşünür. Devamında; Sümme kutile keyfe kaddere. (Müddesir/20) Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti.

Evet, Nasıl ölçtü biçti? Tıpkı Ümeyye Bin Halef, Ubey Bin Halef, Ebu Cehil gibi. Onlar akılsız insanlar değiller di. Uluslar arası ticaret yapan insanlardı. Fakat yanlış ölçüp biçiyorlardı. Dünyaya kalıcı değeri yüklüyorlardı. Tek dünyalı bakıyorlardı. Allahsız düşünüyorlardı. Hayatın anlamından soyutluyorlardı. Eşyaya bir emanet değil, mülkiyet gibi bakıyorlardı. Allah’tan bağımsız bir alan olduğuna inanıyorlardı. Allah’ın hayata müdahil olmadığını düşünüyorlardı. Onun içinde Allahsız düşünüyorlardı. Ve ölçüp biçerken yanlış ve yamuk ölçüyorlardı.

Düşünmüyor değillerdi yoksa. Akletmiyor değillerdi. Aklediyorlardı fakat akıllarının zemini olan tasavvurları yanlış kile ve metrelerle ölçüp biçiyordu. Dolayısıyla kavramlarının içi yanlış dolduruluyordu. Onun içinde ahiret siz bir dünya, Allahsız bir hayat düşülüyorlardı. Buna göre düşünüyorlar, buna göre düşündükleri içinde bir türlü akıl edemiyorlardı. Neden peygamberlik Abdulmuttalib’in yetimine verilmiş. Bir türlü akıl edemiyorlardı; Eğer biz kötü olsaydık Allah bize bu kadar servet verir miydi diyorlardı. Serveti Allah nazarında iyi olmanın gerekçesi sayıyorlardı. Yani tek dünyalı düşünüyorlar, ölçüleri yamuktu, metreleri yamuktu, kiloları yamuktu, bakışları da yamuk oldu. İşte vahyin inşa etmediği bir tasavvurla düşünen böyle düşünür. Bu ikisi arasında ki farkı anladığımızda bu ayeti de anlamış oluruz.

Amir Bin Füheyre örneğini hatırlayalım. Hicret sırasında Sevr mağarasında iken Resulallah görev alanlardan biri, Hz. Ebu Bekir’in azatlı çobanı, kölesi. Daha sonra Suffe de öğretmen olacaktır. Resulallah onu bazı kabilelerin talebi üzerine beraberinde 40 ya da 70 öğretmen olduğu halde yollayacak ve yolda kendilerine pusu kurulacak ve iki kişi hariç başta Amir Bin Füheyre olmak üzere şehiyd edileceklerdir. Develerin başında kalan, ya da suya gittikleri için öldürülmekten kurtulan iki kişiden biri pusucular tarafından ele geçirilip sorgulanacak, bu sorgunun temelini;

Bana şu isimleri teşhis et ve içinde cesedini bulamadığım kişiyi bul olacaktır. Cesedi bulunmayan kişi Amir Bin Füheyre dir. Onu merak etmiştir hainlerin ele başısı Cebbar, onu sormaktadır. O kim bana onu anlat demektedir.

Amr isimli hayatta kalan sahabi en sonunda dayanamaz ve çetenin ele başısı Cebbar’a der ki; Neden onu bu kadar merak ediyorsun. Ben onu nasıl merak etmeyeyim. Ben hançerimi sırtından sapladım ucunun göğsünden çıktığını gözlerimle gördüm. Onu ben öldürdüm. Fakat O bana ne dedi biliyor musun? Ne dedi? lekad fûztü vallahi. Son sözü bu oldu. Vallahi işte şimdi kazandım. Dedi. Ve Cebbar soruyor, müşrik Cebbar, pusucu Cebbar, Hain Cebbar; O ölsün, ben öldüreyim. Nasıl o kazanıyor. Kazanan niçin o olsun. Kazanan benim. Evet bu sorgulama Cebbar’ı imanın kapısına getirip bırakacaktır ve Müslüman olacaktır. Neden onun kurtulduğunu anladığında imana kavuşacaktır Cebbar.

Belki sorulması gereken soru şu Amir gibi iman edip Cebbar gibi düşünmek nasıl bir şey? İçinde yaşadığımız zamanın mü’minleri, işte vahiy tarafından inşa edilmemiş bir tasavvur ve akılla düşündüklerinde böylesine bir paradoksu yaşıyorlar.

Bir başka örneği Yasir ailesinde görüyoruz. Resulallah akşama kadar zalim efendileri tarafından işkence altında kıvrandırılan Yasir ailesine işkence seansı bittiğinde geliyor ve diyordu ki. İspiru ya yasir, sabredin ey Yasir ailesi Mev’idü kümül cenneh randevunuz cennettedir. Yani sizi cennet bekliyor.

Burada İslam cemaatinin büyük reisi olan Resulallah, kendi cemaati içerisinden işkence gören birilerine, eğer ille de bir şey vaad edecekse her halde bu günkü kafayla şöyle düşünmemiz gerekir. Sizi kurtaracağım, biraz daha direnin. Kurtulacaksınız biraz daha direnin. Ama yok..! Randevunuz cennette diyor ve bize Ammar anlatıyor; Resulallah gelip bu sözü söylediğinde bir günlük işkenceye direnecek kadar bir direnç daha kazanırdım. Dolayısıyla bizim zihnimiz gibi işlemeyen zihinler görüyoruz.

Zihnini vahyin inşa ettiği, tasavvurunu vahyin inşa ettiği insanlar bizin baktığımız yerden bakmadığı için kurtuluşa bizlerin yüklediği sıradan anlamı yüklemiyorlar. Bunun gibi bir çok örneği vermek mümkün. İşte vahyin inşa ettiği tasavvur.

inna künna mursiliyn elbet biz, evet peygamberleri gönderen de bizdik. Kur’an tüm vahiylerin zirvesidir, Resulallah ta tüm peygamberlerin ufku. Yani ayetin sonu önceki peygamberleri de biz gönderdik, tıpkı bunu gönderdiğimiz gibi.

 

6-) Rahmeten min Rabbik* inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym;

(İrsâl olanın) Rabbinden Rahmet olarak! Muhakkak ki O, “HÛ”; Semi’dir, Aliym’dir. (A.Hulusi)

06 – Rabbinden bir rahmet olarak, hakikat o, öyle semî’ öyle alîmdir. (Elmalı)

 

Rahmeten min Rabbik tabii ki rabbinin rahmeti sayesinde. Yani peygamberleri göndermekle mükellef değildik. İnsanoğlu bize dönüp de diyemezdi ki Ya rab, madem doğru yolu bulmamı istedin neden peygamber göndermedin diyemezdi, buna hakkı yoktu. Çünkü biz onun içine zaten bir peygamber koymuştuk. İçine koyduğumuz peygamber akıldı. Onun da temelinde daha başka bir şey koymuştuk; Fıtrat. Fıtrat gibi bir temel onun üzerine akıl gibi bir iç peygamber verdiğimiz halde bununla yetinmeyip bir de peygamber göndermemiz, sadece insanoğluna olan rahmetimizin, acımamızın bir gereği idi. Yani acıdığımız için gönderdik. Merhametimizin sınırsız olmasının bir sonucuydu. Rahmeten min Rabbik.

inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym şüphesiz yalnızca O’dur her şeyi işiten, yalnızca O’dur her şeyi bilen.

 

7-) Rabbis Semavati vel Ardı ve ma beynehüma* in küntüm mukıniyn;

Semâların, arzın ve ikisi arasındakilerin Rabbidir… Yakîne erenlerdenseniz! (A.Hulusi)

07 – O Göklerin ve Yerin ve bütün aralarındakilerin rabbidir ehli yakîn olsanız. (Elmalı)

 

Rabbis Semavati vel Ardı ve ma beynehüma* in küntüm mukıniyn O göklerin de rabbi, yerin de rabbidir.

Evet, O rahmet, O mağfiret, O sonsuz merhamet sahibi olan Allah göklerin, yerin sahibidir. Bu ikisi arasındakilerin sahibidir. Rabbidir, eğiticisidir. İn küntüm mukıniyn; eğer yakiyn bir imana sahip olsaydınız bunu görürdünüz. Yani bütününü birden manalandıracak olursak; eğer yakıyn bir imana sahip olsaydınız; O’nun ; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin rabbi olduğunu, tek gerçek rabbi olduğunu da çok iyi bilirdiniz.

Yakıyn bir iman göze yürür fer olur, gönle yürür ferman olur. Yakıyn bir iman, görür gibi bir iman. Yani ihsan. Görür gibi inanmak. Eğer böyle bir iman ile inanırsanız, o zaman baktığınız eşyada Allah’ın kudret ve ihtişamını görürsünüz. İmanla bakan varlığın dilini çözer. İmanla dinleyen Süleyman olur, karıncaların dilini çözer, kuşların dilini çözer. İmanla bakan kainat kitabının sırrını çözer. Onun içinde burada eğer Yakıyn bir imana sahip olsaydınız göklerin, yerin ve o ikisi arasındakilerin yegane rabbinin Allah olduğunu bilirdiniz diyen ayet, imanın; insanda bir basiret, bir iç göz, sonsuzca gören bir feraset, bir iç göz oluşturduğunu söylemiş olur.

 

8-) Lâ ilâhe illâ HUve yuhyiy ve yümiyt* Rabbüküm ve Rabbü abaikümül evveliyn;

Tanrı yok; sadece “HÛ”; diriltir ve öldürür! Rabbinizdir ve atalarınızın da rabbidir! (A.Hulusi)

08 – Ondan başka Tanrı yoktur, hem diriltir hem öldürür, hem sizin rabbiniz hem de evvelki atalarınızın rabbi. (Elmalı)

 

Lâ ilâhe illâ HU O’ndan başka tanrı yoktur. Başka bir tercümeyle Allah, yalnızca O’dur tanrı. Kulluk edilmeye layık olan yalnızca O’dur. yuhyiy ve yümiyt* Rabbüküm ve Rabbü abaikümül evveliyn hayatı ve ölümü yaratan O’dur. Sizin de rabbiniz, önceki babalarınızın da rabbi olan yalnızca O’dur. Yani sizin rabbinizdir. Sadece sizin değil, önceki atalarınızın abaikümül evveliyn önden giden atalar anlamına da gelir, size rehberlik yaptığını iddia ettiğiniz, rehberiniz olduklarını söyledikleriniz atalar anlamına da gelir. Dolayısıyla kendilerini izlediğiniz atalarınızın da  rabbidir.

 

9-) Belhüm fiy şekkin yel’abun;

Hayır, onlar kuşkulu yaşam içinde, (dünya hayatıyla) eğlenip duruyorlar. (A.Hulusi)

09 – Fakat onlar şekk (Şüphe) içinde oynuyorlar. (Elmalı)

 

Belhüm fiy şekkin yel’abun ama nerede, onlar hala kuşku içinde oyalanıp duruyorlar.

 

10-) Fertekıb yevme te’tis Semau Bi duhanin mubiyn;

Semânın apaçık bir duhân (duman) olarak geleceği (insanî hakikatin fark edileceği) süreci gözetle! (A.Hulusi)

10 – O halde gözet o Semânın açık bir duman ile geleceği günü. (Elmalı)

 

Fertekıb yevme te’tis Semau Bi duhanin mubiyn şu halde göğün gerçeği ortaya koyduğu, ortaya seren bir dumanla kaplanacağı günü bekle.

Gerçeği ortaya seren bir duman Bi duhanin mubiyn İbn. Mes’ud a göre bu, Mekke müşriklerinin gelecekte başına gelen kıtlığa bir atıf. Zaten gelecekten haber veren bir ayet bu Fertekıb, bekle. Yani onların başına gelecek bir felaketi bekle diyor. İbn. Mes’ud da, ki daha başka sahabelerde ona katılıyor, hicretten sonra 7. yılda Mekke de kısa süreli bir kıtlık yaşanıyor. İşte bu kıtlığa delalet eder diyor.

Burada ki Bi duhanin mubiyn gerçeği ortaya seren duman ile de açlık sırasında kararan göze delalet eder. Açlık sırasında göz etrafını dumanlı, bulutlu görür. Öylesine bir açlık yaşadı ki Mekke o dönemde, o kıtlıkta leş yemek zorunda kalmışlardı. Sağda solda ki leşleri toplayıp yemek zorunda kalmışlardı. Resulallah’ın bir bedduası üzerine gerçekleşti bu kıtlık. Hudeybiye nin hemen arkasından ve bölgenin en refah içinde ki en müreffeh kentin sakinleri leşleri toplayıp yediler.

Bunun üzerine Ebu Süfyan Medine’ye yardım talebiyle geldi. Mekke’nin yeni reisi Ebu Süfyan. Resulallah onu geri çevirdi, ama arkasından da Hayber’in fethi üzerine ele geçen ganimetlerden külçe gümüşleri Mekke’mim yoksullarına dağıtılmak üzere Mekke’ye gönderdi.

Mekke’nin Resulallah’a yaptığına bakınız, Resulallah’ın Mekke’ye yaptığına. Mekke Resulallah’ı öldürmek için kastediyor ve onu vatanından çıkarıyor. Resulallah ise dar zamanlarında Allah cezanızı versin de helak olun demek yerine, belki önce yola gelmeleri için Allah’ın onlara bir imtihan vermesini niyaz ediyor, arkasından da bu imtihan gelince kendisinin de onlarla sınandığını düşünerek ganimetten bir pay gönderip yoksullar arasında dağıtılmasını istiyor.

Bu ilginç bir hadise. Allah resulünün şefkatini gösteren bir hadise. O dönemde Mekke’nin tahıl ambarı Yemame idi ve ilginç bir tevafuktur Yemame’nin iki kralından biri sayılan Sümame bin Üsal bir yolculuk sırasında İslam müfrezeleri tarafından yakalanıp getirildi, Mescitte 3 gün bekletildi. Daha önce Resulallah’a Mekke de bir panayırda Resulallah’ın kendi,sini dine daveti üzerine Resulallah’a hakaret etmiş ve bir daha görürsem seni öldürürüm demişti.

İşte bu adam 3 gün Mescidi Nebevi de hapsedildi, mü’minlerin yaşantısına şahit oldu. Özellikle de Resulallah’ın hayatına şahit oldu. Resulallah her namazdan sonra ona gelip imanı telkin ediyor, hala Allah’a teslim olma zamanın gelmedi mi ey Sümame diyor, fakat o dişlerini gıcırdatarak Resulallah’tan nefret ettiğini söylüyordu.

3. gün bırakın bunu gitsin dediğinde gözlerine inanamadı, kulaklarına inanamadı ve bakıy bahçeleri arasında kayboldu. Bir müddet sonra ellerinden saçlarından sular damlayarak Sümame’nin geldiğini gördük ve Resulallah’a müjde verdik, Y a Resulallah Sümame geliyor.” Resulallah’ın yüzünden ay doğdu sanki, o kadar sevindi. Sümame hem sular damlıyor, hem gözünden yaşlar akıyordu. Geldi kendini Resulallah’ın önüne bıraktı; Şu ana kadar bana en sevimsiz sendin ya Muhammed. Şimdi ise bana yer yüzündekiler ve içindekilerden, her şeyden daha sevimli olan sensin. Diyerek iman etti.

Bunun üzerine birkaç hafta daha İslam’ı talim etmek üzere Medine’de kaldı. 3 gün zarfında yemeğine bakmakla yükümlü olan sahabe, onun karnını doyurmakta aciz kalmıştı. Hatta bnir gün Resulallah’a gelip şikayet etmiş ve Ya Resulallah deve gibi yiyor. Bir adam, 9 adamın yediğini yiyor demişti. Ama Müslüman olduktan sonra Sümame’yi misafir eden ev sahibi; Ya Resulallah Sümame bir şey yiyemiyor, söyle de bir şey yesin. O adeta imana erdikten sonra kalbi doymuş kalbi doyduktan sonra karnı da doymuş adama dönerek Resulallah. Müslüman bir boğumla yer, kafir 7 boğumla yer, 7 bağırsağıyla yer. buyurmuştu.

İşte bu Sümame dönüşte Mekke’yi ziyaret etti ve imanını açıkladı. Müşrikler ona hücum ettiler, tam öldürecekleri sırada biri tanıdı ve onların ellerinden kurtardı. Sümame de onlara dönüp, Bunlardan sonra açsınız. Bundan sonra bir tane buğday yok size demişti ve buğday yolunu tıkadı. Artık ne zaman Mekke’ye buğday ve tahıl da akmayınca Mekke’liler açlıktan kırıldılar. İşte Mekke’nin fethinin önünü açan olaylar zinciri bunlar olmuştu.

[Ek Bilgi; DUHAN

Biz şimdiye kadar “duhân”ı hep düşünce kaymaları neticesinde oluşan şaşkınlıklar, itikadî marazlar ve fikir hercümerci şeklinde anladık. (Fettullah Gülen)

Hz. Ali'den şöyle nakledilmiştir: (Duhân,) Kıyamet'ten önce gökten gelecek bir dumandır. Kâfirlerin kulaklarına girecek, tâ ki her birinin başı püryân (sarhoş) olmuş (şekilde) başı dönecek, mümine de ondan zükâm (nezle) gibi bir hâl gelecek ve bütün yeryüzü, içinde ocak yakılmış; fakat deliği olmayan bir eve dönecek.

Âyette geçen '˜Duhân' kelimesi hakkında İbn Kesîr açıklama yaparken aktardığı bazı hadis-i şeriflerden sonra, bunu kıyamet alâmetlerinden birisi olarak değerlendirmiştir. (Hadislerle Kur’an tefsiri.)

Duhânın kıyamet alâmeti olduğunu Bediüzzaman da Şuâlar isimli eserinde 'haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhân şeklinde ifade eder. Hatta Bediüzzaman, yerin ve göğün yaratılması esnasında gerçekleşen olaylarla kıyamet esnasında yaşanacak olaylar arasındaki ortak noktalara dikkat çekerek şu ifadeleri kullanır:

Semânın 'sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi' hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhân la inşikakına (parçalanmasına) ve yıldızların düşüp, hadsiz fezada dağılmasına kadar. (Şuâlar)

Ayetleri ve ayetler hakkında yapılan yorumları dikkate aldığımızda şu sonuca ulaşırız: Kâinatın yaratılışı ile ölümü demek olan kıyamet esnasında meydana gelecek olaylar hemen hemen aynı olacaktır.

Kur'an ın bu ifadeleri acaba ne ölçüde günümüz biliminin sunduğu bilgilerle uyum halindedir? Acaba, taban tabana zıt bilgiler mi aktarılmakta, yoksa insanoğlu binlerce yıllık birikimine rağmen Kur'an ın asırlar önce verdiği haberleri mi doğrulamaktadır?

Dünya’mızın Güneş sistemiyle birlikte yaklaşmakta olduğu galaksi merkezindeki dev kara deliğin yakınları sayılabilecek bir mesafede, sadece gazdan oluşan (hidrojen gazı) sarmal bir kol bulunmaktadır. Bu kol aynı zamanda genişleyerek 190000 km/s hızla Dünya’ya yaklaşmaktadır. Bu büyük gaz kütlesi Duhan suresinde belirtilen dumanı (duhan) oluşturabilir. Aynı zamanda, kelimenin tam anlamıyla, bize doğru kendisi yaklaştığı için de ayetteki  ‘’göğün getireceği veya çıkaracağı’’ tanımlamasına tamtamına uymaktadır.

İncil de

«Yukarıda, gökyüzünde harikalar yaratacağım. Aşağıda, yeryüzünde belirtiler, kan, ateş ve duman bulutları görülecek. Rab'bin büyük ve görkemli günü gelmeden önce Güneş kararacak, Ay da kan rengine dönecek. O zaman Rab'be yakaran herkes kurtulacaktır.'» (Elçilerin İşleri 2:19-21)

            Tevratta Duhan.

            Duman, Kitâb-ı Mukaddes'te de, dünyanın sonunda vukû bulacak bir alâmet olarak zikredilmektedir. İslâmî literatüre, kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri olarak geçen “duhân”a, Kitab-ı Mukaddes'in benzer anlam ifâde eden pasajlarında rastlanılmış olması dikkatleri çekmektedir. Örnek;

            Sodom ve Gomora’ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu. (Kutsal Kitap BÖLÜM 2

Kutsal Ruh`un Gelişi/19)

            NİBİRU VE DÜHAN

Duhan kelime anlamıyla duman anlamına gelmektedir. Surede de kıyamet vaktinin geldiğinin işaretlerinden biri olarak dünyayı büyük bir dumanın kaplayacağı söylenmektedir.

9. Fakat onlar, şüphe içinde eğlenip duruyorlar.

10- Öyleyse sen, göğün açıkça bir duman getireceği günü gözle;

11. Duman insanları bürüyecektir. Bu, elem verici bir azaptır.

12. (İşte o zaman insanlar:) Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz (derler).

Bu dumanın meydana geleceğini kimse bilemeyecektir. Çünkü dokuzunca ayette insanların şüphe içine de (yani emin olmayarak) eğlenip durduklarından bahsediyordur. Ve devamında ise göğün bu dumanı getireceğinden bahsediliyordur. Bunu atmosfer olarak düşünecek olursak, atmosferde böyle bir dumanın oluşma ihtimali bilimsel olarak mümkün değildir. O zaman bu duman dünya dışından gelecektir.

Burada bahsedilen gök atmosfer dışındaki evrendir.

Dumanın insanları bürüyeceğini söylüyor Kuran bizlere. Dünyanın nüfusunu göz önüne alacak olursak eğer bu dumanın dünyanın her tarafını kaplayacağı anlaşılacaktır. Gök olarak atmosferi düşünürsek dünyanın her tarafını kaplayacak bir dumanı atmosferin oluşturma ihtimali gözükmemektedir. Bu da bize dumanın dünyamızın dışından geleceğini göstermektedir.

Hem böyle bir şey imkânsız değildir, çünkü demir elementi de dünyada oluşmamış ve dünya dışından yeryüzüne inmiştir.

Sümerlerin Nibiru ismini verdikleri gezegen dünyadan 4 kat daha büyük bir gaz bulutu ise, bu gaz bulutu rahatlıkla dünyamızı kaplayacak, insanları saracaktır. Gaz bulutları konusuna gelince, evrende gaz bulutlarından oluşan kümlerin olduğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Bu dumanın insanlara elem verici bir azap olacağını söylüyor doğruların kitabı. Ve insanlar bu azaba dayanamayıp, iman ettiklerine söyleyeceklerdir. Bakalım bu imanın geçerli bir iman mı olacağını aynı surenin devam eden ayetlerinden inceleyelim.

15. Biz azabı birazcık kaldıracağız, ama siz yine (eski halinize) döneceksiniz.

16- Büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, elbette biz intikam alacağız.

Ve sonuç; insanlar yine eski hallerine dönecekler. Duman geçecek ve insanlar eski yaşantılarına hemen geri dönecekler. Ne kadar da nankörce bir davranış! Eğer bu dumanın bir gaz bulutu olarak ele alırsak, dünya bu gaz bulutunun içerinde geçici olarak bulunacaktır.

Birazcık kaldırmakla bahsedilen ise azabın dumanın geçmesiyle bitmediği, daha büyük felaketlerin insanları beklediğini bir sonraki ayetten anlayabiliyoruz.

Yüce Rabb’imiz yine merhametli davranıyor, insanları önce bu dumanla uyarıyor iman etmeleri için. Hiçbir kavim uyarılmadan helak edilmediğini bildiğimize göre, inanmamakta ısrarcı olanlar için bu duman büyük felaketten önce son uyarı olacaktır. Fakat yine insanlar bu uyarıyı ciddiye almayacaklardır. (Devam ediyor) (M. Özyurt)

            Allahu Alem..!]

 

 

11-) Yağşen Nas* hazâ azâbün eliym;

İnsanları kaplar! Bu feci bir azaptır (hakikatin fark edilip gereğinin uygulanmamış olması yüzünden)! (A.Hulusi)

11 – Ki nâsı saracaktır, bu bir elîm azâptır. (Elmalı)

 

Yağşen Nas* hazâ azâbün eliym O duman bütün insanları bürüyecek ve inkarcılar haykıracak. Acıklı azab işte bu. Burada adeta o dönemde ki daha gelecekte haber verdiği bu beladan, yer yüzünün en sonunda kıyamet öncesi belaya geçerek Kur’an tüm insanlara o belanın daha büyüğünü, tüm insanlığı bekleyen büyük belayı haber veriyordu. Büyük kıyamet alametini haber veriyordu.

 

12-) Rabbenekşif ‘annel azâbe inna mu’minun;

“Rabbimiz! Azap veren hâlden bizi çıkar; doğrusu biz iman edenleriz (artık)!” (A.Hulusi)

12 – Rabbenâ! bizden bu azâbı aç, çünkü biz mü’minleriz diyecekler. (Elmalı)

 

Rabbenekşif ‘annel azâbe inna mu’minun Rabbimiz bu azabı bizden kaldır. Çünkü biz artık inanıyoruz diyecekler.

 

13-) Enna lehümüz Zikra ve kad caehüm Rasûlün mubiyn;

Onlar nerede bu durumda, düşünüp ders almak nerede? Hâlbuki onlara apaçık bir Rasûl de gelmişti… (A.Hulusi)

13 – Onlara düşünmek, ibret almak nerede? Kendilerine apaçık anlatan bir Resul geldi de. (Elmalı)

 

Enna lehümüz Zikra şimdi bu hatırlama onlara nasıl bir yarar sağlayacak. Enne; Bu edat hem nasıl, hem nereden anlamına gelir. Yani nerden yarar sağasın ki bu saatten sonra hatırlama. Adeta zaman içinde yaşanmış olan cüz’i bir hadise den, külli bir hadiseye, yani kıyametin öncesinde olacak o büyük dehşetli olaya atıfla, iş işten geçtikten sonra hatırlamanın ne yararı olur diye soruyor.

ve kad caehüm Rasûlün mubiyn.. (Sonraki ayete bitişik)

 

14-) Sümme tevellev ‘anhu ve kalu muallemün mecnun;

Sonra Ondan yüz çevirdiler ve: “Öğretilmiş bir cinnîdir” dediler. (A.Hulusi)

14 – Sonra ondan döndüler, öğretilmiş dediler, bir mecnun dediler. (Elmalı)

 

ve kad caehüm Rasûlün mubiyn – Sümme tevellev ‘anhu ve kalu muallemün mecnun zira kendilerine hakikati apaçık ortaya koyan bir elçi gelmişti de sonra onlar yüz çevirmiş ve demişlerdi ki; O başkalarınca doldurulmuş delinin biridir. Böyle demişlerdi. Başkalarını işe karıştırmaları boşuna değil. Bu akıl başkalarını işe şunun için karıştırıyor. İftirasında ki tutarsızlığı örtmek için. Çünkü bu iftira tutarsız bir iftira. Okuma yazması olmadığını kendileri de biliyorlar. Kaldı ki Ona öğretecek biri var idiyse o peygamberliğini ilan ederdi, niye o ilan etsin. Eğer böyle bir şey mümkin idiyse. O nedenle bu tutarsızlığı örtmek için başkalarını işe karıştırıyorlar.

 

15-) İnna kâşifül azâbi kaliylen inneküm ‘aidun;

Muhakkak ki biz o azabı birazcık açıp kaldırırız… (Ne var ki) siz eski hâlinize geri dönersiniz. (A.Hulusi)

15 – Biz o azâbı biraz biraz açacağız, fakat siz yine döneceksiniz. (Elmalı)

 

İnna kâşifül azâbi kaliylen inneküm ‘aidun elbet biz cezayı bir süreliğine askıya alacağız. Fakat siz yine eski halinize döneceksiniz. Yani; ve in te’ûdu ne’ud.. (Enfal/19) siz dönerseniz biz de döneriz. Sanırım Enfal suresinde olacaktı. Eğer dönerseniz biz de sözümüzden döneriz. Ya da bir başka ayet daha hatırlıyorum. ve evfû Biahdiy ûfi Biahdiküm.. (Bakara/40) İsrail oğullarına hitaben. Siz bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Yani Allah’ın verdiği sözü yerine getirmesi için şart olan şey, kulun Allah’a verdiği sözü yerine getirmesi. Yoksa Allah zaten peşinen kredi açmış ve siz O’nun açtığı krediyle yaşıyorsunuz. Onun için sıra sizde, sıra O’nda değil, sıra kulda.

 

16-) Yevme nebtışul batşetel kübra* inna müntekımun;

O süreçte (semânın apaçık bir duman olarak geldiğinde) en büyük yakalayışla yakalarız… Muhakkak ki biz yapılan suçların sonuçlarını yaşatanız! (A.Hulusi)

16 – Amma o büyük satvetle sıkıvereceğimiz gün her halde biz intikam alacağız. (Elmalı)

 

Yevme nebtışul batşetel Kübra* inna müntekımun kıskıvrak enselediğimiz büyük gün gelip çatınca da behemahal yaptıklarınızın acısını size tattıracağız. ul batşetel Kübra İbn. Mes’ud Bedir savaşı diye yorumluyor. Batşetel Kübra’yı. Hesap günü de olabilir tabii ki. İnna müntekımun; intikam alırız. Yani yaptıklarının acısını tattırırız buyuruyor ya ayet. Nasıl mı? İşte Firavundan aldığımız gibi. Cevabı öyle ve şimdi o cevap geliyor.

 

17-) Ve lekad fetenna kablehüm kavme fir’avne ve caehüm Rasûlün keriym;

Andolsun ki onlardan önce Firavun kavmini de güç işlerle denedik… Onlara kerîm bir Rasûl gelmişti. (A.Hulusi)

17 – Celâlim hakkı için onlardan evvel Firavunun kavmini fitneye düşürdük, onlara da kerîm bir Resul gelmişti. (Elmalı)

 

Ve lekad fetenna kablehüm kavme fir’avn doğrusu biz onlardan önce de firavun kavmini sınamıştık. ve caehüm Rasûlün keriym onlara seçkin bir elçi gelmiş ve demişti ki Rasulün; Rasül, insanlar içinden seçilen kişi. Rasulün keriym peygamberler içinden seçilen peygamber. Onun için Keriym, bir türün en üstün örneğine verilen vasıf.

 

18-) En eddu ileyye ıbadAllâh* inniy leküm Rasûlün emiyn;

“Allâh’ın kullarını bana teslim edin… Muhakkak ki ben güvenilir Rasûlüm…” (dedi). (A.Hulusi)

18 – Şöyle diye: Allahın kullarını bana teslim edin, çünkü ben size emîn bir Resulüm. (Elmalı)

 

En eddu ileyye ıbadAllâh ne demiştik; Bana teslim olun ey Allah’ın kulları. Evet, o elçi öyle demişti. Yani Hz. Musa; Bana teslim olun ey Allah’ın kulları demişti. Veya bu iki şekilde de anlaşılabilir, tercüme edilebilir. Allah’ın kullarını bana teslim edin. Ibade Kelimesi hem cümlenin nesnesi, hem mahsus nidanın münadası konumundadır, onun için iki şekilde de anlaşılabilir.

inniy leküm Rasûlün emiyn ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Demişti.

 

19-) Ve en lâ ta’lu alAllâhi* inniy atiyküm Bi sultanin mubiyn;

“Allâh’a karşı üstünlük taslamayın (Rasûle isyan etmeyin)… Size apaçık karşı konulamaz delil ortaya koydum.” (A.Hulusi)

19 – Ve Allaha karşı baş kaldırmayın, çünkü ben size açık bir burhan ile geliyorum. (Elmalı)

 

Ve en lâ ta’lu alAllâh Allah’a karşı küstahlaşmayın diye eklemişti. inniy atiyküm Bi sultanin mubiyn benim size hakikatin apaçık delilleriyle geldiğini aklınızdan asla çıkarmayın diye de eklemişti.

Sultan; Boyun eğdiren, yani zorla boyun eğdiren değil demek. Hz. Musa söz konusu olduğunda bu 7 beyza ve Asayı Musa olsa gerek. Dil zorlanınca el konuşuyor. Hz. Musa’nın dilinde konuşma zorluğu vardı malumunuz onun içinde tefsirin girişinde okuduğum o ayetler onun duasıydı. Dilimden çöz düğümü diyordu, beni anlasınlar diyordu ya rabbi..! İşte dilinde konuşma zorluğu olan Musa’ya konuşacak bir el verilmişti. Firavunun kamçısına iktidarına cevap olsun diye de çoban asası bir yılana dönüştürülmüştü. Firavunun iktidarına bir cevaptı bu. Firavunların elinde ki kamçı onların zorba gücünü temsil ederdi. Bir çobanın asası sizin iktidarınızı devirir işte böyle demekti. Mesaj buydu aslında.

 

20-) Ve inniy ‘uztü Bi Rabbiy ve Rabbiküm en tercumun;

“Beni taşlayarak öldürme arzunuzdan Rabbim (Hakikatim olan Esmâ kuvvesine) ve sizin de Rabbiniz olana (hakikatinize) sığındım.” (A.Hulusi)

20 – Ve haberiniz olsun ki ben sizin beni recminizden rabbim ve rabbinize sığınmışımdır. (Elmalı)

 

Ve inniy ‘uztü Bi Rabbiy ve Rabbiküm en tercumun iyi bilin ki ben sizin bana dönük saldırınızdan benim de, sizin de rabbiniz olan Allah’a sığınmışım. Lafzen taşlamanız en tercümun, taşlamanızdan. Saldırınız diye çevirdim. Kasas suresinin 33. ayetine eğer bakarsak bunun suikast olduğunu anlarız. Yani bunu böyle yorumlamamız Kasas/33 le daha doğru olur. Yani suikastınızdan benim de sizin de rabbiniz olan Allah’a sığınırım.

 

21-) Ve in lem tu’minu liy fa’tezilun;

“Bana iman etmediyseniz, hiç olmazsa benden uzaklaşın!” (A.Hulusi)

21 – Onun için eğer bana iman etmezseniz bari benden çekilin. (Elmalı)

 

Ve in lem tu’minu liy fa’tezilun ve eğer bana inanmıyorsanız beni yolumdan alıkoymayın, yolumdan çekilin eğer bana inanmıyorsanız. Sözün gücünü, gücün sözü ile bastırmaya çalışan bir akıl görüyoruz burada. Firavunun ve hempalarının aklı. Musa sözün gücünü kullanıyor, onlar gücün sözünü kullanıyorlar. Onun içinde Musa diyor; Bana inanmıyorsanız yolumdan çekilin, önümde durmayın. Ben tebliğimi yapayım, hatta vazifemi yapayım alıp götüreyim İsrail oğullarını ve bana inanan müminleri. Ama firavunun cevabı evet olmuyor. amentüm

..lehu kable en azene leküm. (Şûarâ/49) Tıpkı mümin olan sihirbazlara söylediği gibi. Şimdi benden izin almadan iman ettiniz ha? le ukattı’anne eydiyeküm ve ercüleküm min hılafin. ve leusallibenneküm ecme’ıyn (Şûarâ/49) ellerinizi ve ayaklarınızı buy muhalefetinizden dolayı keseceğim ve topunuzu asacağım diye tehdit ediyor be bunu da yapıyor. İşte gücün sözü böyle yapar. Sözün gücü ile baş edemeyince işkence, yok etme ve canına kastedme gibi gelir Tarih boyunca bu bugün de böyle olmakta. Her mü’mine düşen sözün gücünü yükseltmek olmalıdır. Gücün sözcüleri karşısında.

 

22-) Fedea Rabbehu enne haülai kavmün mücrimun;

(Musa da) Rabbine yöneldi: “Bunlar suçlu (şirk koşan) bir toplum!” (A.Hulusi)

22 – Sonra rabbine duâ etti: bak bunlar mücrim bir kavim dedi. (Elmalı)

 

Fedea Rabbehu enne haülai kavmün mücrimun olan oldu. Oradaki fa o anlama geliyor, olan oldu. O da rabbine işte bunların günaha batmış bir toplum olduğu kesinleşmiştir diye şikayette bulundu.

 

23-) Feesri Bi ‘ıbadiy leylen inneküm müttebe’un;

(Rabbi dedi ki): “Kullarımı gece oradan yürüt (uzaklaştır)… Muhakkak ki siz izleneceksiniz.” (A.Hulusi)

23 – Hemen; buyurdu; kullarımı geceleyin yürüt, çünkü siz takıp olunacaksınız. (Elmalı)

 

Feesri Bi ‘ıbadiy leylen inneküm müttebe’un rabbi ona geceleyin yola düş dedi. Ama unutma ki mutlaka takip edileceksiniz. Yani firavun sizi askerleri ile takip edecek, ardınıza düşecek.

 

24-) Vetrukil bahre rehva* innehüm cündün muğrakun;

“Denizi açık olduğu hâlde bırak… Muhakkak ki onlar boğulmuş bir ordudur.” (A.Hulusi)

24 -      Ve denizi açık bırak, çünkü onlar ordu halinde gelip gark olunacaklar. (Elmalı)

 

Vetrukil bahre rehva innehüm cündün muğrakun Bir de denizi olduğu gibi bırak. Çünkü onlar boğulmaya mahkum bir ordudur buyurmuştu Allah. İlk muhataplara zımnen her firavunun bir kızıl denizi, veya her firavunun bir Musa’sı vardır uyarısı bu. Aslında son muhatap olan bizler içinde geçerli değil mi. Belki mü’minlere de bir işaret var burada. İsrail oğullarına tıpkı işaret olduğu gibi. Firavundan kurtulmakla iş bitmiyor. Peki ne gerekiyor? Firavundan kurtulunur ama, kurtulduktan sonra Yahudileşmekten kurtulamazsa İsrail oğulları gibi, o zaman kendi firavununu kendisi çıkarmış olur. Dolayısıyla kendisi firavunlaşmış oluyor. İşte ona da bir ima ve işaret var gibi geliyor ayette.

 

25-) Kem tereku min cennatin ve ‘uyun;

Nice cennet (bahçe) ve gözelerini terk ettiler. (A.Hulusi)

25 – Neler terk etmişlerdi: ne Cennetler, ne kaynaklar, (Elmalı)

 

Kem tereku min cennatin ve ‘uyun geriye nice nice bahçeler ve su kaynakları bıraktılar. Firavunun medeniyetinden geriye kalanlar bunlar.

 

26-) Ve züru’ın ve mekamin keriym;

Nice ekinler ve güzel mekânlarını da… (A.Hulusi)

26 – ne çiftlikler, ne kerîm makam.(Elmalı).

 

Ve züru’ın ve mekamin keriym ve bir nice ekili alan ve görkemli eyvan bıraktılar. Görkemli eyvan diye çevirdim mekamin keriym i, saygın konum diye de çevrilebilir bu. Ama hep somut şeyler olduğu için bağlamında geçenler bu da somut eyvana delalet etse gerek ki eyvan görkemli binalar, bahçelerde has bahçelerde yapılan içinden su akan etrafında yemek yenen, hatta eğlenceler yapılan, yatılan ve muhteşem, bir kısmı açık seyir terasları da diyebiliriz eyvan.

 

27-) Ve na’metin kânu fiyha fakihiyn;

Keyif aldıkları nice nimeti de! (A.Hulusi)

27 – Ve içinde zevk sürdükleri ne nimet ve refah. (Elmalı)

 

Ve na’metin kânu fiyha fakihiyn (alttaki ayetle bitişik)

 

28-) Kezâlike ve evrasnâha kavmen âhariyn;

İşte böyle… Onları başka bir topluma miras kıldık. (A.Hulusi)

28 – Evet öyle ve hep onları başka bir kavime miras kıldık. (Elmalı)

 

Ve na’metin kânu fiyha fakihiyne Kezâlik ve orada mevcut keyif verici daha bir nice nimet işte böylece geride kalmış oldu. Yani dünyanın nimetleri bile onlara kalmadı, dünyanın nimetlerini de bıraktılar, gittiler. Neye yaradı peki? Dünya nimetleri yar olmadı, ahiretin nimetine de kavuşamayacaklar, akıllılık mı bu diye zımnen sormuş oluyor.

ve evrasnâha kavmen âhariyn sonuçta biz onların bıraktıklarına başka toplumları varis kıldık. Yani mahkeme kadıya mülk değil, hiçbir yer yüzü nimeti sonsuzca insana verilmeyecek. Dolayısıyla geçici, onun için de nöbet değişir. Bugün yer yüzünde tanrılık taslayanlar yarın ellerinde ki tüm nimet alınıp perişan bir halde hesaba çekilirler.

 

29-) Fema beket aleyhimüs Semaü vel Ardu ve ma kânu münzariyn;

Onlara (bedensellikte boğulanlara) semâ ve arz ağlamadı ve onlar nazar edilenlerden olmadılar. (A.Hulusi)

29 – Bin netice ne Gök ağladı üzerlerine ne Yer ne de imhal olundular. (Elmalı)

 

Fema beket aleyhimüs Semaü vel Ardu ve ma kânu münzariyn ne gök ağladı onlara ne de yer ağladı ve ne de cezaları ertelendi. Yani vazgeçilmez olduğunu düşünenler, arkalarından ağlayacak tek kişi  bulamayacaklar. Firavunlaşmış her akıl vazgeçilmez olduğunu düşünür. Ama çekip gidince de arkalarından kimse ağlamaz.

 

30-) Ve lekad necceyna beniy israiyle minel azâbil mühiyn;

Andolsun ki İsrailoğullarını o aşağılayıcı azaptan kurtardık… (A.Hulusi)

30 – Celâlim hakkı için, Beni İsraîl’i kurtarmıştık: o ihanetli azâptan. (Elmalı)

 

Ve lekad necceyna beniy israiyle minel azâbil mühiyn böylece biz İsrail oğullarını aşağılayıcı bir beladan kurtarmış olduk. Aşağılayıcı bela Firavunun onları köleleştirmesi, onları köle gibi kullanması, hür olmalarına rağmen.

 

31-) Min fir’avn* innehu kâne aliyen minel müsrifiyn;

Firavun’dan (benliğin sembolü)! Muhakkak ki O, üstünlük taslayan, israf edenlerden (hakikatindeki kuvveleri boşa harcayan) idi. (A.Hulusi)

31 – Firavundan, çünkü o üstün müsriflerden idi. (Elmalı)

 

Min fir’avn Firavundan kurtardı. innehu kâne aliyen minel müsrifiyn çünkü o haddini bilmez küstahlaşanlardan biriydi.

 

32-) Ve lekadıhternahüm alâ ‘ılmin alel alemiyn;

Andolsun ki onları (İsrailoğullarını), bir İLİM ile âlemlere (insanlar) üstün seçtik! (A.Hulusi)

32 – Ve şanım hakkı için: biz onları bir ilim üzere âlemîne karşı ihtiyar eylemiştik. (Elmalı)

 

Ve lekadıhternahüm alâ ‘ılmin alel alemiyn doğrusu onları olacakları bile bile çağdaşları olan tüm toplumlar içerisinden işte böyle seçtik. Ne demek ‘ala İlmin? Ben olacakları bile bile diye çevirdim. Yani olacak nedir peki? Allah bile bile, neyi bile bile onları seçmiştir? Burada bir ima görüyorum, o ima da İsrail oğullarının ilerde nankörlük yapacaklarını, seçilmişliği istismar edeceklerini, bunu Allah’ın seçilmiş kavmi biçimine dönüştürerek kendileri dışındaki insanlara zulmetmenin gerekçesi yapacaklarını bile bile gibi anlıyorum. Dolayısıyla Kur’an da İsrail oğullarının Yahudileşme sürecini anlatan ayette bize yardımcı oluyor bu konuda.

..nahnü ebnaullahi ve ehıbbauHU.. (Maide/18) biz Allah’ın oğulları ve dostlarıyız. İşte Allah’ın kendilerine vahiy emanetini verip vahye varis olarak seçmesini Allah’ın kendilerine torpil geçmesi (Haşa) olarak lanse ediyorlardı. Bu bir istismardı. Bunu bile bile onlara bu görevi tevdi ettik denilmektedir diye düşünüyorum ‘ala ilmin ifadesi ile.

 

33-) Ve ateynahüm minel âyâti ma fiyhi belaun mubiyn;

Onlara içinde apaçık bir imtihan olan işaretlerden verdik. (A.Hulusi)

33 – Ve onlara âyetlerden öylesini vermiştik ki onda açık bir nimet ile imtihan vardı. (Elmalı)

 

Ve ateynahüm minel âyâti ma fiyhi belaun mubiyn ve onlara apaçık bir sınav içeren mucizevi işaretler vermiştik. İsrail oğullarını seçmesi, onları üstün kılması, men ve selva vermesi onlar için hem birer nimetti hem de bir bela, yani iptila, yani imtihan idi. Onlar nimeti gördüler imtihanı görmediler. Yani nimetin ön yüzünü gördüler, arka yüzünde ki imtihanı görmediler.

 

34-) İnne haülai le yekulun;

Muhakkak ki bunlar şöyle derler: (A.Hulusi)

34 – Fakat şu berikiler diyorlar ki: (Elmalı)

 

İnne haülai le yekulun bütün bunlara rağmen, yani bütün bu geçmiş örneklere rağmen şu berikiler yine de şöyle diyecekler. Ben burada ki haülai ile bir üstte ki İsrail oğullarının değil, 16. ayete kadar kendilerine hitap edilen vahyin ilk muhatabı müşriklerin kastedildiğini düşünüyorum. Onun içinde çeviriyi bu şekilde yaptım. Yani müşrikler, çünkü esas muhatap onlar. Burada parantez kapanıp asıl muhataba dönülüyor. Ne diyorlar onlar?

 

35-) İn hiye illâ mevtetünel ula ve ma nahnu Bi münşeriyn;

“O ilk ölümümüzden ilerisi yok; biz ölüm sonrasında diriltilecek değiliz!” (A.Hulusi)

35 – ilk ölümümüzden ilerisi yok ve biz yeniden neşrolunacak değiliz. (Elmalı)

 

İn hiye illâ mevtetünel ula ve ma nahnu Bi münşeriyn ölüm, şu bizi bekleyen ilk ve tek ölümümüzdür ve biz asla bir daha hayata dönmeyeceğiz. Yani yine de bunu demekte ısrar edecekler onlar. İnsanı firavunlaştıran eylemlerin en temelinde bu yatıyor demek ki bunu söyledi Kur’an. Yani sorumluluğunu üstlenmemek insanı firavunlaştırır. Onun için de onlar ahireti inkar ettiler, çünkü yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmemek istiyorlardı.

 

36-) Fe’tu Bi abaina in küntüm sadikıyn;

“Eğer sözünüz doğruysa haydi atalarımızı getirin!” (A.Hulusi)

36 – Haydi getirin babalarımızı doğru iseniz. (Elmalı)

 

Fe’tu Bi abaina in küntüm sadikıyn ama eğer bu sözünüzde sadıksanız haydi geri getirin atalarımızı, babalarımızı diye de meydan okudular. Babalarımızı geri getirin. Niye? Soralım onlara siz dirildiniz mi diye. Veyahutta babalarımızı geri getirin, eğer bizi böyle bir akıbet bekleyecekse onlardan hesap soralım. Bu manaya da geliyor olabilir.

 

37-) Ehüm hayrun em kavmü tübbe’ın velleziyne min kablihim* ehleknahüm, innehüm kânu mücrimiyn;

Onlar mı daha hayırlı yoksa Tubba’ (Yemen hükümdarına verilen ad) halkı ve onlardan (Tubba’ halkından) öncekiler mi? Onları helâk ettik! Muhakkak ki onlar suçlular (şirk ehli) idiler. (A.Hulusi)

37 – Ya onlar mı hayırlı? Yoksa Tübbain kavmi ve onlardan evvelkiler mi? Hep onları helâk ettik, çünkü mücrim idiler. (Elmalı)

 

Ehüm hayrun em kavmü tübbe’ın velleziyne min kablihim* ehleknahüm, innehüm kânu mücrimiyn ne yanionlar günaha gömülüp gittikleri için kendilerini helak ettiğimiz Tübba kavminden ve onlardan öncekilerden daha mı değerliler. Tübba kavminin, onların hafızasında ki yerini bilmeden bu ayeti anlayamayız. Tübba kavmi M.Ö. 2. yy. dan, M.S. 4. yy. a kadar yaşamış Himyer kıralları. Güney Arabistanın tamamında hakim olmuş ve etrafında ki krallıkları da kendilerine tabi kıldığı için Tübba ismi verilmiş Krallar. Bunlar o kadar görkemli bir uygarlık kurmuşlardı ki bölgede efsane olmuş anlatıla gelmişti o güne kadar.

Onun için vahiy soruyor siz daha mı değerlisiniz onlardan. Yani onlara kıydık ta size mi kıyamayacağız. Veya daha mı değerlisiniz derken Hz. Aişe’den gelen bir rivayeti; Bu krallar içerisinden bazıları çok güzel insanlardı. Hatta bunlar içerisinde Mü’min olanlar çıkmıştı, hatta gelecekte bölgeden bir peygamber geleceğini duyanlar bir hatıra bırakmıştılar bölgeye, Mekke ve Medine’ye. Bazı çeşmeler yaptırdıkları rivayet olunur. Yani o zalim Kralların içinden böyle iyileri de çıkmalarına rağmen onların medeniyetini mahvettikte sizin içinizden hiç iyi çıkmamışken böyle mi, size farklı mı davranalım. Siz daha mı değerlisiniz. Demeye getiriyor.

 

38-) Ve ma hâlâknes Semavati vel Arda ve ma beynehüma la’ıbiyn;

Semâları, arzı ve ikisi arasında olanları oyun olsun diye halk etmedik… (A.Hulusi)

 38 – Ve biz o Göklerle Yeri ve aralarındakileri oyunculukla yaratmadık. (Elmalı)

 

Ve ma hâlâknes Semavati vel Arda ve ma beynehüma la’ıbiyn bakın biz gökleri, yeri ve bu ikisi arasında kileri oyun olsun diye yaratmadık.

35 ve 36. ayetlerde ki ahireti inkar eden akla cevap bu ayet. Ahiretin inkarı hayatı ve varlığın anlamsız ve amaçsız olduğunu söylemektir. Bir insan ahireti inkar ediyorsa zımnen hayat anlamsız ve amaçsız demek istiyordur. Dolayısıyla hayata oyun olarak bakıyor. Dünyaya luna park olarak bakıyor böyle bir insan. Tabii kendisine de oyun çocuğu olarak bakıyordur mutlaka. Onun için;

ve yetefekkerune fiy halkıs Semavati vel Ard. (A.İmran/191) Onlar göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler Rabbenâ mâ halakte hazâ batılâ düşündükten sonra da ya rabbi sen bunları boşuna yaratmadın derler. Sen bunları amaçsız, anlamsız yaratmadın derler.

 

39-) Ma hâlâknahüma illâ Bil Hakkı ve lâkinne ekserehüm lâ ya’lemun;

Biz onları yalnızca Hak (Esmâ özelliklerimizin açığa çıkışı) olarak yarattık! Ne var ki onların çoğunluğu (bu hakikati) bilmezler. (A.Hulusi)

39 – İkisini de ancak hak sebebiyle yarattık ve lâkin pek çokları bilmezler. (Elmalı)

 

Ma hâlâknahüma illâ Bil Hakkı ve lâkinne ekserehüm lâ ya’lemun ama bunları başka değil sadece gerçek bir amaç uğruna yarattık ki onların çoğu bunu kavramıyor. Biz bütün bunları gerçek bir amaç ile yarattık ama onların çoğu bunu bile kavramıyor.

 

40-) İnne yevmel fasli miykatühüm ecme’ın;

Belirlenmiş ayırt etme sürecinde onların hepsi bir araya gelecektir. (A.Hulusi)

40 – Haberiniz olsun ki o fasıl günü hepinizin mikatıdır. (Elmalı)

 

İnne yevmel fasli miykatühüm ecme’ın unutmayın ki hepinizin buluşma zamanı, iyi ile kötünün birbirinden ayrıldığı o gündür. Hepiniz ile Musa ve onu temsil eden Allah resulü, firavun ve onu temsil eden Mekke müşrikleri kastediliyor. Yani hepiniz, iyiler ve kötüler orada buluşacak, iyiler niçin iyi, kötüler niçin kötü orada açıkça ortaya konacak.

 

41-) Yevme lâ yuğniy mevlen an mevlen şey’en ve lâ hüm yünsarun;

Dostun dostundan bir şey uzaklaştıramadığı süreçtir o! Onlara yardım da olunmaz. (A.Hulusi)

41 – O gün ki yar yardan bir şey defedemez ve bir taraftan yardım da olunmazlar, (Elmalı)

 

Yevme lâ yuğniy mevlen an mevlen şey’en ve lâ hüm yünsarun o gün ne bir dostun diğer bir dosta yararı dokunacak ne de kendilerine yardım olunacak.

 

42-) İlla men rahımAllâh* inneHU “HU”vel ‘Aziyzur Rahıym;

Allâh’ın rahmet ettikleri müstesna… Muhakkak ki O, “HÛ”; Aziyz’dir, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

42 – Ancak Allahın rahmetiyle yarlıgadığı başka, çünkü o öyle azîz öyle rahîmdir. (Elmalı)

 

İlla men rahımAllâh Allah’ın rahmet ettiği kimse hariç, o müstesna. Allah’ın rahmet ettiği kimseye Allah’ın verdiği ödülü, Allah’ın istediği kimseler tevdi edecekler. inneHU “HU”vel ‘Aziyzur Rahıym zira yalnızca O’dur yüceler yücesi, sonsuz merhamet sahibi O’dur.

Tüm şefaat teorileri bu ayetler ışığında anlaşılmalıdır. Tüm şefaat ayetleri hatta bu iki ayet ışığında anlaşılmalıdır. Allah’ın rahmet ettiğine şefaat etmeye zaten gerek yok. Allah’ın rahmet ettiğine Allah şefaat etmiştir. Dolayısıyla Allah’ın rahmet ettiğine, rahmet ettiğini ifade eden ödül biri tarafından tevdi edilir. Yani Allah’ın rahmeti bir ödül suretinde kendisine, rahmeti hak edene verilir ve bu ödülü veren, ödülü vermekle ödüllendirilir. İşte bu ödülü veren vermiş olmaz ödülü. Ödülün sahibi vermiş olur. Yoksa ödülü tevdi eden değil. Onun için Allah ödül verirse tevdi edecek biri elbet bulunur. Ödülü sahibinden istemek asıl olandır.

 

43-) İnne şeceretez zakkum;

Gerçek ki zakkum ağacı, (A.Hulusi)

43 – Şüphesiz o zakkum ağacı, (Elmalı)

 

İnne şeceretez zakkum (sonraki ayetle birleşti)

 

44-) Ta’amül esiym;

Esîm’in (Hakikatini inkâr edenin) yiyeceğidir! (A.Hulusi)

44 – çok vebal yüklenenin yemeğidir. (Elmalı)

 

İnne şeceretez zakkum Ta’amül esiym şüphesiz o zakkum ağacı, zıkkım ağacı yani, Türkçede ki ifadesi ile günahkarların besini, gıdası, beslenme unsuru olacaktır.

Bu ayetle şu ayeti karşılaştırmak lazım Saffat/62 ayeti mealen şöyle; Şimdi misafiri mükellef bir sofrada ağırlamak mı iyidir, yoksa zehir zıkkım la ağırlamak mı daha iyidir. Diyor ayet. Orada zakkum kullanılıyor. Bu ayeti o ayetle açıklamam boşuna değil, çünkü işte bu ayet üzerine Mekke müşrikleri itirazda bulunmuşlar, bu itiraza cevap olarak ta Saffat/62. ayet gelmişti. Girişte de söylediğim gibi. Dolayısıyla biz bu açıklamayı bu ayetin ışığında okumazsak zakkumun ne anlama geldiğini anlamayacağız.

Zakkum ilk geçtiği yer burası. Buna müşriklerden gelen itiraza Saffat/62 de cevap verildiğini söyledim. Manası bir şeyi yemek, yutmak, kötü bir şeyi yemek, ya da yediğiniz bir şeyi kötü şekilde, sizi zorlayacak şekilde yemek, yutmak anlamına gelir. Nahoş yemek, nahoş bir biçimde yemek anlamına gelir.

İsra/60. ayette Kur’an da son geçtiği yerdir orası. Kur’an da zaten sadece buralarda geçer 3 yerde. İlk geçtiği yer burası, Duhan suresinin bu ayeti, son geçtiği yerde İsra/60 ayetidir. Hem İsra/60 ta hem de Saffat suresinde bu bitkinin imtihan kılındığı ifade buyrulur. İnna ce’alnaha fitneten liz zâlimiyn (alemiyn değil) (Saffat/63) biz onu insanlar için bir fitme bir imtihan vesilesi kıldık. Dolayısıyla imtihan vesilesi kılınan lanetli ağaç, ki İsra da geçişi böyle. İsra da lanetli ağaç olarak geçiyor. İmtihan vesilesi kılınmıştır. Yani bunun üzerine spekülasyon yapacak olanlar imtihan vesilesi kılındığını unutmamak durumundalar.

Peki Arabistan da yetişen zehirli ve acı bir bitkiye verilen bu zakkumun söylemek istediği ne, bu zakkumla bize verilemek istenen mesaj ne? Aslında biz bu mesajı Türkçe de zakkum olarak adlandırdığımız bitkide buluyoruz. Latincesi Nerium oleander. Bu bitki biliyorsunuz güneyde yollarda dışarıda bile yetişir, her yerde. Kuzey bölgelerde ise saksıda falan yetiştirirler daha çok. Kokusu güzeldir, rengi cezp edicidir, fakat zehirlidir.

Tıpkı günaha benzer. Günahta dış görünüşü iyidir, zevk verir, lezzet verir. İşleyen günahtan haz alır, Zaten haz aldığı için işler. Fakat zehir yemek gibidir. Ahireti berbat olur, sonu berbat olur, sonu cehennem olur. Tıpkı zakkum gibi. Kokusu çeker, rengi caziptir, fakat yemeye kalkanı öldürür. Onun için adeta günahı tarif etmektedir bu. Günahkarlar kendi ektiklerinin meyvesini yiyecekler demeye getiriyor ahirette. Ahirette günahkarların, cehennemliklerin sofrasında kendi amelleri olacak,Kendi diktikleri ağacın zehirli ürününü yiyecekler anlamına alabiliriz.

 

45-) Kel mühl* yağliy fiyl butun;

Erimiş maden gibidir; karınlarda kaynar. (A.Hulusi)

45 – Pota gibi karınlarında kaynar. (Elmalı)

 

Kel mühl* yağliy fiyl butun (sonraki ayetle birleşik.)

 

46-) Keğalyil hamiym;

Kaynar suyun kaynaması gibi. (A.Hulusi)

46 – Hamîm kaynar gibi. (Elmalı)

 

Kel mühl* yağliy fiyl butuni Keğalyil hamiym tıpkı karında kaynayan erimiş kurşun gibi fokurdayarak yakıp kavuran su misali diyor. İlginç ifadeler, benzetmeler bunlar. ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr. (Fatır/14) diyordu ya ayetinde Kur’an; sana her şeyden haberdar olanın verdiği haber gibi bir haberi hiç kimse veremez diyordu ya. İşte biz insanoğluna hiçbir kaynakta yer almayacak ahiretle ilgili haberleri, sadece ahiretin de sahibi Allah verir ve biz sadece vahiyde buluruz ahiretin gerçek tasvirlerini.

Ahiretin gerçek tasvirlerini vahiyde buluruz, fakat bize bu tasvirler kendi konuştuğumuz dille aktarılır. Çünkü biz ahireti olduğu gibi kavramaktan aciziz. İman etmişizdir ahirete. İman ettiğimiz ahiret bildiğimiz dünyaya ait bir dille bize anlatılır. İşte burada da ahiret ki insanı, günahkarı, cehennemliği bekleyen o dehşet sahneleri dile getiriliyor. Hafazanallahu ve iyyaküm Allah sizleri ve bizleri korusun diyoruz.

 

47-) Huzûhü fa’tiluhu ila sevail cahım;

“Tutun onu da yakan ateşin ortasına sürüyerek götürün…” (A.Hulusi)

47 –  Tutun onu yaka paça doğru cehennemin ortasına sürükleyin. (Elmalı)

 

Huzûhü fa’tiluhu ila sevail cahım derken emir gelir; Tutun onu, yakalayın, yaka paça sürükleyip kışkırtılmış alevlerin ateşin ortasına atın.

 

48-) Sümme subbu fevka re’sihi min azâbil hamiym;

“Sonra da, o kaynar suyun azabını onun başından aşağı dökün!” (A.Hulusi)

48 – Sonra da başının üstüne hamîm azâbından dökün. (Elmalı)

 

Sümme subbu fevka re’sihi min azâbil hamiym sonra boca edin başından ayağına kadar yürek dağlayan bir umutsuzluğu boca edin tepesinden ve deyin ki;

 

49-) Zuk* inneke entel ‘Aziyzül Keriym;

“Tat! Sen (güya) Aziyz’din, Keriym’din!” (A.Hulusi)

49 – Tat bakalım deyin çünkü sen aziyzdin, keriymdin. (Elmalı)

 

Zuk tat bakalım inneke entel ‘Aziyzül Keriym çünkü sen evet sendin çok saygın çok şerefli ve hatırlı olan dünyada. Yani sen çok saygın biri olmalısın ki bu kadar büyük bir belaya uğruyorsun. Yani Dünyada çok saygın, çok şerefli çok kalantor biri olmalısın ki ahirette bu kadar ağır bir belaya uğruyorsun.

Burada tabii ki kinaye ve ironi var. Hani şerefli geçiniyordun, hatta Allah’a secde etmeye gelince yiğidin alnı yere gelmez diyordun utanmadan. Allah’a boyun eğmeye gelince herkese kul oluyordun da Allah’a kul olmayı bir türlü aklına getirmiyordun. Allah dışında her şeyi tanrılaştırdın, ama bir Allah’a Allah olarak muamele etmedin. Zaten Allah’a kul olmayan Allah dışında her şeye kul olmaya yatkındır. Sen de onu yaptın. Haydi bakalım şimdi görelim senin hatırını, görelim senin şerefini, görelim izzetini, kaç paralık şerefin var. Tap bakalım denilecek buyruluyor.

 

50-) İnne hazâ ma küntüm Bihi temterun;

“İşte bu, şüpheyle karşıladığınız (iman etmediğiniz) şeydir!” (A.Hulusi)

50 – İşte o sizin şekk ve mücadele edip durduğunuz bu. (Elmalı)

 

İnne hazâ ma küntüm Bihi temterun elbet bu sizlerin baştan beri acaba dediğiniz şeydir. Acaba..! İşte acaba dediğiniz o şey geldi çattı, gerçek olduğu ortaya çıktı.

 

51-) İnnel müttekıyne fiy mekamin emiyn;

Muhakkak ki korunmuş olanlar, güvenliktedirler. (A.Hulusi)

51 – Elbette muttakiler emîn bir makamda. (Elmalı)

 

İnnel müttekıyne fiy mekamin emiyn cennetten pencere açtı şimdi de cehennemden açtığı pencereyi kapattı ve öbür tarafa çevirdi. Öte yandan Allah’a karşı sorumluluk bilincini taşıyanlar güvenli bir konumda bulunacaklar. Çok güvenli bir konumda. Allah onları güvenilir bir konum içinde kılacak orada.

 

52-) Fiy cennatin ve ‘uyun;

Cennetlerde ve gözelerdedirler! (A.Hulusi)

52 – Cennetlerde pınar başlarında. (Elmalı)

 

Fiy cennatin ve ‘uyun cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar, akarsu başlarında olacaklar. Tabii cehennem için söylediğimiz farklı açıdan cennet için de geçerli. Ki zaten Kur’an onu secde/17 de söylüyor.

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) cennetlik bir mü’mini hangi göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini kimse hayal bile edemez, tahayyül bile edemez diyor ya Kur’an. Hayal bile edemeyiz. Neden? Çünkü cennet güzelliğini üretildiği merkez. Mutlak güzellik diyarı. Biz ise geçici ve mukayyet güzellikler biliyoruz. Geçici güzellik, kalıcı güzellikle nasıl tanımlanır. Onun için geçici dünya içerisinde ki güzellikle bize kalıcı güzelliği tarif ediyor vahiy. Çünkü dilimizin içinde gerçekleşiyor, ancak bu dille anlayabiliyoruz. Peki ama anladığımızın ötesine iman ediyoruz. Biz aslında o güzelliğe iman ediyoruz. O güzelliğin akıl sır ermeyecek mutlak bir güzellik olduğunu, aklımızı aşan bir güzellik olduğuna iman ediyoruz. İman ettiğimiz şeyde kendi dilimizin sınırları içerisinde vahiy bize tarif ediyor. İşte bu tarifte o tariflerden biri.

 

53-) Yelbesûne min sündüsin ve istebrakın mütekabiliyn;

Karşılıklı olarak ince ipekten ve parlak atlastan giyerler. (A.Hulusi)

53 – Sündüs ve istebraktan elbiseler giyerek karşı karşıya. (Elmalı)

 

Yelbesûne min sündüsin ve istebrakın mütekabiliyn tarifsiz güzellikte, yani sıra dışı, burada ki istenrakın, sündüsin, belirsiz kelimeler bunlar. Belirlilik takısı almamış. Belirsizlik aynı zamanda metne şu manayı veriyor yan anlam olarak; Sıra dışı, tanımsız, tarifsiz bir güzellik. Evet dolayısıyla öyle çevireceğiz. Tarifsiz güzellikte ipek ve altın sırmalı elbiseler giyip göz göze bakışacaklar. O birbirine bakan gözler nasıl gözler olacaklar, işte geliyor.

 

54-) Kezâlik* ve zevvecnahüm Bi hurin ıyn;

İşte böyle… Onları (Esmâ kuvvesi olarak açığa çıkan şuur varlık insanı) Hur-i Iyn olanlar (üstün ve net görüş {FUAD} özelliklerine sahip bedenler) ile eşleştirdik! (A.Hulusi)

54 –  Evet böyle, hem onları iri gözlü hurîlerle tezvic de etmişizdir. (Elmalı)

 

Kezâlik işte böyle olacak ve zevvecnahüm Bi hurin ıyn ve biz onları tarifsiz güzellikte bir bakış, pırıl pırıl bir kalp taşıyan eşlerle birleştireceğiz. Birbirine bakan bu gözler, tarifsiz güzellikte gözler olacakmış. Bi hurin ıyn; Havr, parlak ‘ıynun havra güzel göz demektir, parlak göz demektir. Beyazı bembeyaz, siyahı simsiyah göz demektir. ‘ıyn de ayn ın çoğuludur, gözler manasına gelir. Yani en güzel gözler, en güzel gözlerle. Göz için kullanıldığında akı apak, karası kapkara.

Güzel gözden mecaz aslında güzel bakış. Hepsi de Mekki surelerde kullanılır. Bi hurun ‘ıyn terkibini. Medeni surelere geçtiğinizde bu terkibin yerine ezvacen mutahhareten alır. Yani tertemiz eşler. Bu terkip yerini ona bırakır. Pırıl pırıl eşler, ki içi temiz, dışı temiz, bakışı temiz, bakışı güzel. Bakışı güzel olmak; gözünden muhatabına, eşine mutluluk aktarmak anlamında. İşte böyle tarif ediyor cennette ki eşliliği ve eşleri Kur’an.

 

55-) Yed’une fiyha Bi külli fakihetin aminiyn;

Onda, güvenli ortamdakiler olarak her çeşit meyveyi (marifetlerini açığa çıkarmayı) isterler. (A.Hulusi)

55 – Orada emniyetler içinde her türlü yemişi çağırır getirdiler. (Elmalı)

 

Yed’une fiyha Bi külli fakihetin aminiyn orada canlarının istediği her türlü lezzeti güven içinde isteyip tadacaklar. Fakihe; 43 te ki kötülerin gıdasının tam karşıtı. 43. ayette kötülerin gıdası zakkumdu değil mi, burada da fakihe. Meyve anlamına da gelir. Ama amellerin meyvesi, yaptıklarının meyvesi. Meyve karın doyurmak için yenmez biliyorsunuz, zevk için yenir. Cennette de yenilen şeyler karın doyurmak gibi bir ihtiyaca binaen değil, çünkü orada acıkmak gibi bir zaaf olmayacak. Sırf lezzet ve neş’e, haz almak için. İşte onu ifade etmek için böyle geliyor.

 

56-) Lâ yezûkune fiyhelmevte illel mevtetel ula* ve vekahüm azâbel cahım;

Onda, ilk ölümden başka ölüm tatmazlar (ölümsüzdürler)! Onları yanma azabından korumuştur. (A.Hulusi)

56 – İlk ölümden başka ölüm tatmazlar. Korumuştur da onları o Cahîm azâbından (Elmalı)

 

Lâ yezûkune fiyhelmevte illel mevtetel ula orada ilk ölümleri dışında başka bir ölüm tatmayacaklar. ve vekahüm azâbel cahım böylece Allah onları dehşet verici bir azaptan korumuş olacaktır.

 

57-) Fadlen min Rabbik* zâlike hüvel fevzül ‘azıym;

Rabbinden bir lütuf olarak! İşte bu, aziym kurtuluşun ta kendisidir! (A.Hulusi)

57 – Hepsi rabbinden bir fadl olarak, işte budur ancak fevzi azîm. (Elmalı)

 

Fadlen min Rabbik rabbinin bir lütfüdür bu, yani kişinin kendi yiğitliği değil, Allah’ın rahmeti. Cennet amellerin bedeli değil, Allah’ın ödülüdür. zâlike hüvel fevzül ‘azıym işte budur büyük başarı. İşte vahyin tasavvur inşası budur. Büyük başarı nedir sorusunu sorun, Vahiy cevap versin. Vahye göre büyük başarı ahirette cenneti hak eden hayattır.

 

58-) Feinnema yessernahü Bi lisanike leallehüm yetezekkerun;

Biz Onu lisanın olarak kolaylaştırdık, umulur ki üzerinde düşünürler diye. (A.Hulusi)

58 – Biz onu sâde senin dilinle müyesser kıldık gerek ki iyi düşünsünler. (Elmalı)

 

Feinnema yessernahü Bi lisanike leallehüm yetezekkerun işte böylece biz bu vahyi senin dilinle kolaylaştırdık ki düşünüp de ders alabilsinler. Yani biz cennet, cehennem gibi gaybi gerçekleri beşer dilinin imkanlarını kullanarak insan zihnine indirdik ki anlayabilesiniz, anlayabilsinler diye.

 

59-) Fertekıb innehüm murtekıbun;

Seyret bekle! Muhakkak ki onlar da beklemektedirler. (A.Hulusi)

59 – O halde gözet çünkü onlar gözetiyorlar.(Elmalı)

 

Fertekıb innehüm murtekıbun artık sen de bekle, çünkü onlar bekliyorlar. Evet, iyi bir hayat yaşadınızsa, siz bekleyin cennetinizi. Size karşı çıkanlarda cehennemini beklesin.

Rabbim cennetini bekleyen bir hayat lütfetsin.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. CASİYE SURESİ (01 – 37) (157)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları rabbimize bu gök sofrasını önümüze açtığı için hamd ettikten sonra Casiye suresiyle tefsirimize devam edeceğiz. Suretül Casiye mushafın 45. suresi nihai yargıdaki tezellülü ifade eden casiye ismini 28. ayetinden almış. İnsanlar Allah’ın huzuruna muhakeme edilmek için çıktıklarında yer yüzünde ki tekebbürlerini terk etmiş, dikmelerini bırakmış, kafalarını eğdirmiş, yerlere çömelmiş, tabir caizse Allah’ın azamet ve heybeti karşısında ve kendi küçüklükleri ve yetersizliklerini bilerek yerle bir olmuş halde çıkacaklar. Sure ana fikrine uygun olarak bir isim almış.

Casiye suresi Mekki. Ha mim ailesinin 6. suresi. Ailenin tüm sureleri gibi Casiye suresi de konu bütünlüğüne sahip bir iç bütünlüğü var. Hem sıra, hem zaman ve hatta hem de içerik olarak, muhteva olarak bir önceki Duhan suresinin devamı niteliğinde.

Nüzul sıralamasında İbn Abbas’ın tasnifine göre 62. sırada. Cabir Bin Zeyd’in tasnifine göre 64. sırada, Hz. Osman’ın sıralamasına ise 65. sırada yer alır.

Surenin konusu adına da yansıdığı gibi nihai yargı ile ilgilidir. İnsanoğlu bir gün hayatının hesabını verecek. Rabbinin huzuruna çıkacak ve yaptıkları bir bir orada kayda alınmış bir halde kendisine izlettirilecek. Sure ahirete iman üzerine inşa edilmiş. Kişide eylemlerinin sorumluluğunu üstlenecek bir bilinç inşasını amaçlıyor.

Casiye suresinin ilahi bir inşa projesi olan vahiyle başlaması ilk değil. çünkü Ha va min, yani ha mim ailesi hep, hemen hemen öyle başlıyor. Sadece vahye değil, vahyin kaynağına, vahyin taşıdığı mesajlara atıfla başlıyor bu sure. Devamında İsrail oğulları kıssasının Duhan suresinde ki kaldığı yerden devam ediyor. Duhan suresinde bu kıssa Hz. Musa’nın Firavuna tebliğini işlemişti. Ama bu surede İsrail oğullarına tebliğini işliyor ve tabii bu tebliğe karşı İsrail oğullarının Yahudileşme eğilimine imaları da dile getiriliyor.

Peki neden İsrail oğullarının Yahudileşme eğilimine ima da bulunuyor? Muhataplarının tamamına siz de, size gelen vahye İsrail oğullarının kendilerine gelen vahye davrandığı gibi davranırsanız, siz de Yahudileşirsiniz diyor.

Peki tedbiri var mı? Buna karşı ne yapmak lazım sorusunu sorduğunuzda cevabını veriyor. Vahyin inşa ettiği bir bilinç. Tedbir bu. Çünkü Hazâ basâiru lin Nas (20). Evet herhalde berceste ayetidir surenin bu ayet. Bu vahiy insanlık için bir bilinç kaynağıdır. Basâirdir, bir basiret, bir iç görü, bir yürek gözü kaynağıdır. İnsanların yüreklerinde ki göz ancak vahiy ışığı sayesinde görür. Bunu söylüyor. Ve son söz insan tüm varlığını rabbine borçludur. Sure insanın rabbine borçlu olduğunu hatırlatarak ve Hamdi hatırlatarak son buluyor. Bu kısa girişten sonra suremizin tefsirine geçebiliriz.

[Ek bilgi; Sûrenin ihtiva ettiği başlıca hususlar şunlardır :

1- Allahü Teâlâ'nm varlığını, kudret ve azametini gösteren hilkat eserlerine nazarları celb etmek.

2- îlâhî âyetlerin ehemmiyetine ve onlara karşı kâfirlerin aldıkları tavır.

3- İsrailoğullarma verilen ilâhî ihsan ve bilâhare onların nankörlüklerine işaret.

4- Kıyamet gününün dehşeti ve o gün insanların amel defterlerinin kendilerine şehadet edeceğini ihtar.

5- Mü'minlere âhirette nail olacakları nimetleri tebş'r.

6- Kıyamet günü kâfirlerin uğrayacakları azabı ihtar.

7- Allahü Teâlâ'nın azametini, bütün varlıklar üzerindeki hâkimiyetini, kudret ve hikmetini beyan. (Ebül-l Leys Semerkandi – Tefsir-ül Kur’an)]

 

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, Rahiym olan Allah adına.

 

1-) Haa, Miiiym;

Ha, Miiim. (A.Hulusi)

01 – Hâ, mîm. (Elmalı)

 

Haa, Miiiym mukadda harfi, bu sure ile birlikte kendisinden önceki 5 surenin de başında bulunan bu harfler, daha önce de defaatle dile getirdiğimiz gibi 36. çeşit yoruma konu olmuş. Kur’an da geçtiği hemen tüm yerlerde, hatta kesin konuşalım 25 yerde doğrudan vahye atıf olarak, 3 yerde de dolaylı olarak vahye atıf ile başlayan surenin başında gelir. Tamamı 28 sure, yani harflerin sayısı kadar gelir. lam elifi harf değil de birleşik bir kombinezon saymamız gerektiğini düşünürsek. Yine bu harfler 1 ile 5 arasında harfler içerir. Tıpkı Arap dilinde ki kelime sayılarında olduğu gibi. Arap dilinde tüm kelimeler 1 den 5 e kadar harf taşırlar. Daha fazlası yoktur.

Dolayısıyla bu harflerin verdiği mesaj, yani bu rumuzların bize ima ettiği şey; Allah size öyle bir vahiy indirdi ki bu vahyin başı göktedir, manası göktendir. Fakat bu manayı ayakları yerde olan, yani insanoğlunun konuştuğu bir dilin içine yerleştirdi. İşte şu sizin bildiğiniz harflerin içine onlardan oluşmuş kelimelerin kalbine bu manaları ilka etti, inzal etti anlamını taşır. Ama son tahlilde Hz. Ebu Bekir’in görüşünü dile getirmek en doğrusu; Her kitabın bir sırrı vardır, Bu kitabın sırrı da mukadda harfleridir.

 

2-) Tenziylül Kitabi minAllâhil ‘Aziyzil Hakiym;

Bilginin tenzîli (tafsile indirme), Aziyz, Hakiym Allâh’tandır! (A.Hulusi)

02 – Kitab indirilmek o azîz, hakîm Allah dan. (Elmalı)

 

Tenziylül Kitabi minAllâhil ‘Aziyzil Hakiym bu ilahi kelamın indirilişi yüceler yücesi ve sonsuz hikmet sahibi Allah katındandır.

 

3-) İnne fiys Semavati vel Ardı le âyâtin lil mu’miniyn;

Semâlarda ve arzda, iman edenler için işaretler vardır. (A.Hulusi)

03 – Her halde Göklerde ve Yerde mü’minler için âyetler var. (Elmalı)

 

İnne fiys Semavati vel Ardı le âyâtin lil mu’miniyn elbet göklerde ve yerde inanmaya gönüllü olanlar için mesajlar, ibretler, ayetler, hikmetler vardır. Yani O’nun mesaj vermesi, O’nun bu kitabı, ya da bu vahyi indirmesi yeni bir şey değildir. Yer ve gök O’nun mesajıyla dolu açık bir kitaptır. İman etmeye gönüllü olan herkes, her yerde O’nun ayetlerini görür. Okuyabilen bir gözün varsa ey muhatap, aslında senin ayetle buluşman için bu kitabın inmesi gerekmiyor. Şöyle etrafına bak, ayetten başka bir şey görecek misin. Yaratılış mesajdır. Zımnen şunu söylüyor bu ayet; Şu varlık dünyasını inkar etmiyorsan eğer, kitabın ayetlerini de inkar etmemelisin.

Tersinden; Eğer kitabın ayetlerine inkâr etmeye yelteniyorsan haydi şu varlık dünyasını da inkar et. Aslında Allah’ın satırlara yazılı ayetleri, Allah’ın kainat ayetlerinden bağımsız değildir. Bak hep birbirine atıf yapıyorlar. O nedenle;

Senüriyhim âyâtina fiyl afakı ve fiy enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm enneHUl Hakk. (Fussilet/53) işte bu ayette her şey ifade edilmiş. Biz onlara ayetlerimizi afakta, kozmosta, kainatta, dışlarında, etraflarında, çevrelerinde ve enfüste. Afak ve enfüs; Yani içlerinde, iç dünyalarında, yüreklerinde, kendilerinde, bedenlerinde hatta, göstereceğiz ki onlar bunun bir hakikat olduğunu açıkça anlasınlar. Afak ve enfüsteki ayetler, Fussilet suresi bundan söz ediyor. Afak ayetleri dış dünya, enfüs ayetleri iç dünya.

Bu ne anlama geliyor? Ey insan sen de Allah’ın yer yüzüne nazil ettiği bir kitapsın. Onun için Adem’in inişinden söz eder Kur’an Adem kıssasını anlatırken. Adem’in inişi, yani cennetten inişi aslında vahyin gökten inişine benzer. Adem yer yüzüne ilahi bir kitap olarak indi. Adem iki ayaklı vahiy idi. Sen de vahiysin, Ademoğlusun. Dönüp kendini okudun mu hiç? Kendini merak ettin mi, kendini okumaya kalktın mı, eğer bunu yapsaydın bir yol kılavuzuna, bir prospektüse, bir reçeteye ihtiyaç duyacaktın kendinle ilgili bir prospektüs. Kullanma kılavuzu. Eğer kendini merak etsen buna ihtiyaç duyacaktın, buna ihtiyaç duysan vahyin kapısına varıp duracaktın. O zaman; Ya rabbi bu muhteşem şaheseri yaptın, peki bir sanatkar, bir şaheser ortaya koyarda kullanma kılavuzunu yazmaz mı? Sen de yazmışsındır Allah’ım. O zaman ben kullanma kılavuzuna uygun olarak beni tanıyacağım dersin. İşte insanın yer yüzüne indirilmiş bir kitap olması neyse vahyin yer yüzüne indirilmesi de o. Aslında tohumla toprak buluştu.

Aslında yağmurla toprak buluştu, aslında etle tırnak buluştu. Başka bir şey yok. Bu ikisi birbirinindi. İnsan olmasa vahiy, vahiy olmasa insan olmazdı. Allah canlı vahye, satırlarda ki vahyi gönderdi. Yani Allah vahyi vahye gönderdi. Vahyi vahye indirdi.

 

4-) Ve fiy halkıküm ve ma yebüssü min dabbetin ayatün li kavmin yukınun;

Sizin (insanlar – bilinçler) yaratılışınızda ve hayvanları (ırkları) türlendirmesinde, yakîn sahibi topluluk için elbette işaretler vardır. (A.Hulusi)

04 – Hayvanâtı tenevvü’ ettirip üreterek sizi yaratmasında da yakîn edinecek bir kavim için çok âyetler var. (Elmalı)

 

Ve fiy halkıküm ve ma yebüssü min dabbetin ayatün li kavmin yukınun hem sizin yaratılışınızda Ve fiy halkıküm. Hem de O’nun yer yüzünde yaydığı diğer tüm canlı varlıklarda gönülden inanacaklar için li kavmin yukınun, gönülden inanacaklar için mesajlar, ibretler, ayetler vardır.

Enfüsteki ayetler, canlılar içinde insanın seçkin boyutunu ima ediyor. Nedir canlılar içinde insanı seçkin kılan? Dabbe, tüm canlılar, ama siz ve tüm canlılar diyor. Demekki canlılardan bizi ayırıyor. Ama biz de canlıyız. Biz de canlıyız ama canlı biz değil. O zaman bizi canlılardan ayıran ve fiy halkıküm dediği, siz dediği bizi canlılardan ayıran bir husus var.

İşte o akıl. Allah insanla konuştu, aklına hitap etti, iradesine hitap etti. Bu yüzden konuştu. Yani diğer canlılara bize indirdiği gibi vahiy indirmezken, bize özel muamele yaptı. Özel davrandı ve vahiy gönderdi. İnsan afak kitabına inmiş bir canlı vahiydi. Kur’an ise enfüsi bir kitaba inmiş bir vahiydir sözü var. Yani söz ayetleri insan ayetlerine inmiş oldu.

İkan ayetleri, iman ayetlerinden farklı olarak, farkında mısınız 3. ayet lil mü’miniyn diye bitiyor. 4. ayet ise li kavmin yukınun diye. İman edenler, ikana erişmek isteyen toplum. Nedir fark? Lil mü’miniyn; iman bireysel bir hadise öncelikle. Ama li kavmin yukınun. İkan ise toplumsal boyutu da olan, yani gönüllülük esasına dayanan, yani kitlenin sürü psikolojisine uymak için değil, gönüllülük esasına dayanan bir ikan, bir ikna hali. Ama burada iman ile ikan arasında ki ince fark gözüküyor.

İman; ampirik olmayan, yani semavat vel ard. Elimizin ulaşamadığı yerleri de kapsıyor. Semavat, gökler. Göklerin derinlikleri. Elimizin ulaşamadığı yıldızlar. Ama ikan ise biz, oradan kendimiz. Elimizin ulaşabildiği gözümüzle gördüğümüz. Dolayısıyla ampirik bilgiye konu olan insan ve biyolojik varlıkları dile getiriyor bu ayet.

[Ek bilgi; YAKÎYN KAVRAMI

Yakîyn; "Yakîn" bir hâlin hakikatini, gerçeğini algılama ve gereğini yaşamadır. Dolayısıyla, "ölüm" de "yakîn" ile erilen hallerden ancak bir tanesidir. ”Yakîn", gerçeğe erme, olduğuna göre; ölümle de bedensel yaşamın hakikati olan ruhsal yaşama erilir.

"Yakîn"in üç basamağı vardır demiştik;

1 - İlm-el yakîn.

2 - Ayn-el yakîn.

3 - Hakk-el yakîn.

İlm-el yakîn, tasavvuftaki anlamıyla, hakikati bilgi yolu ile algılamak, idrâk etmek anlamındadır.

Ayn-el yakîn ise, hakikatı idrâk ettikten sonra onu kendinde hissetmek ve bu istikamette bir müşâhede içinde olarak yaşamaktır.

Hakk-el yakîn ise ilâhî sıfatlarla, ikrâmı ilâhi neticesi tahakkuk etmektir. (A. Hulusi – Gavsîye açıklaması)

 

İlimlerin nerdeyse tamamı hırs gösterdiği ve arzu edip çabaladığı zaman münafık, bidatçi ve müşrik demeksizin herkes tarafından öğrenilip yayılabilir. Çünkü ilim zihnin neticelerinden ve aklın semerelerinden biridir.

Ancak İman ve Yakîyn ilmi bunun dışındadır. Çünkü bu ilmin müşahedesi ve hakikatleri hakkında konuşulması sadece Yakîyn sahibi müminlere mahsus bir meziyettir. Bu her şeyden önce imanın ziyadesinin ilim ve yakîynin hakikatinin ikrar edilmesini icap ettiren bir sahadır. Bu da Allah Tealânın ayetlerinin O’nun kudret ve azametinin mükaşefesininsöz verilmesiyle olur.

Yakîyn sahibi bir topluluk için ayetleri açıkladık. (Bakara/118)

Ve onu bilen bir topluluğa açıklamamız için. (En’am/105)

Bu ayetlerde zikredilen topluluk ve kimseler Allah Tealâyı bilen O’nun hakkında konuşan O’ndan nasiplerini almış ve katında bir makam kazanmış insanlardır. Allah Tealânın bu lûtfu ona ehil ve layık olmayan kimseler için olamaz. Çünkü bu lûtfun kapsamına giren şeyler Allah Tealânın ayetleri, delilleri, şahitleri, basiret vesileleri yolunu gösteren rehberleri ve beyanını izhar eden buyruklarıdır. (Ebu Talip el Mekki / Kûtûl-kulûp)]

 

5-) Vahtilafil leyli ven nehari ve ma enzelAllâhu mines Semai min rizkın feahyâ Bihil Arda ba’de mevtiha ve tasriyfirriyahi ayatün likavmin ya’kılun;

Gece ve gündüzün dönüşümünde, Allâh’ın semâdan yaşam gıdası (bilgi) inzâl edip de onunla ölümü (şuursuz – kendini yalnızca beden sanan yaşamı) sonrasında arzı (şuurlu yaşamla bedeni) diriltmesinde, rüzgârları (sürekli esen fikirleri) yönlendirmesinde; aklını kullanabilen bir topluluk için işaretler vardır. (A.Hulusi)

05 – Gece ile gündüzün ihtilâfında ve Allahın Semâdan bir rızk indirip de onunla Arzı ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları çevirmesinde de aklı olan bir kavim için bir çok âyetler var. (Elmalı)

 

Vahtilafil leyli ven Nehar devam ediyor yine ayetleri sıralamaya; Gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, ve ma enzelAllâhu mines Semai min rizkın feahyâ Bihil Arda ba’de mevtiha ve Allah’ın semadan indirerek kendisi ile ölü toprağı dirilttiği rızık vasıtalarında ve tasriyfirriyahi ayatün likavmin ya’kılun ve rüzgarları çeşitli kılmasında, tasrif etmesinde. Aslında rüzgarların tasrifi ile ayetlerin tasrifi birbirine benziyor. Sanki rüzgarları çeşitlendirmesinde, evirip çevirmesinde, ayetleri tıpkı evirip çevirerek daha iyi anlamamızı sağlamak için evirip çevirmesine benzer bir şekilde, rüzgarları da çeşitli kılmasında aklını kullanan bir topluluk için elbet mesajlar vardır.

Likavmin ya’kılun, bu da böyle bitti. Mü’miniyn, likavmin yukınun, likavmin ya’kılun. İman, ikan ve taakkul, akıl. Bakınız elbette ki tesadüf değil, tesadüf değilse eğer nasıl açıklayacağız? Ancak varlığı açık bir kitap olarak okuyan göz değil, akleden akıldır. Evet, Varlığı bir kitap olarak göz okumaz. Akıl okur. Gök ve yer kitabını okumayan, vahiy kitabını nasıl okusun. Buradan bunu anlıyoruz. Dolayısıyla akletmiyorsa iman etmeyecek. ekseruhüm lâ ya’kılun. (Ankebut/63) ekserenNasi lâ yu’minun. (Mü’min/59) ekseranNasi lâ yeşkürun. (Yusuf/38) üç formda gelir bu ibare Kur’an da. İnsanların çoğu akletmez. Akletmeyince iman etmez. İnsanların çoğu iman etmez, iman etmeyince şükretmez.

Evet, bu form boşuna değil. Akletmek Allah’ın insana sunduğu büyük bir lütuf. Ama Kur’an aklı isim olarak hiç kullanmaz. Hep fiil olarak gelir burada geldiği gibi. Ya’kılun, akletme. Hiç isim olarak gelmez.

Neden acaba? Çünkü akıl faal olunca akıldır, aktif olunca akıldır. Aktif olmayan akla akıl demez Kur’an. Onu akıl saymaz. Haddi zatında Akleden kalpten söz eder. lehüm kulubün lâ yefkahune Biha. (A’raf/179) Onların kalpleri var ama onunla akletmezler, onunla düşünmezler. Akleden kalpten (kulubün) ya’kılune Biha. (Hac/46) bir başka ayette. Akleden kalpten söz eder, akletmeyen kalpten söz eder. Demek ki Akleden kalp; asıl istenilen bu. Yani aklı gözündedir derler bazıları için ya, Kur’an aklı gönlünde olsun istiyor muhatabının.

Aklı kalbinde olursa merkezi doğru tutar, aklı kalbinde olursa koordinatları bozmaz. Aklı kalbinde olursa duygu ile düşüncenin iman ile aklın arasını ayırmaz. Ahiretle dünyanın, bura ile ötenin, bilgi ile inancın arasını ayırmaz. Akleden kalp işte bunu temsil eder.

 

6-) Tilke ayatullahi netluha aleyke Bil Hakk* fe Bi eyyi hadiysin ba’dAllâhi ve âyâtiHİ yu’minun;

İşte bunlar Allâh’ın işaretleridir. Onları sana Hak olarak bildiriyoruz. Allâh’tan ve O’nun işaretlerinden sonra hangi söze iman ederler? (A.Hulusi)

06 – İşte bunlar Allahın âyetleri, sana onları bihakkın okuyoruz. Artık Allahın âyetlerine inanmadıktan sonra hangi söze inanırlar? (Elmalı)

 

Tilke ayatullahi netluha aleyke Bil Hakk işte bunlar Allah’ın, hakikati sana kendisiyle aktardığı ayetlerdir. fe Bi eyyi hadiysin ba’dAllâhi ve âyâtiHİ yu’minun Evet; fe Bi eyyi hadiysin ba’dAllâhi ve âyâtiHİ yu’minun peki Allah ve O’nun ayetleri de değilse eğer kimden gelen hangi habere inanacaklar. Allah ve O’nun ayetlerine inanmayacaklarsa kimin hangi haberine inanacaklar söylesinler.

 

7-) Veylün likülli effakin esiym;

Her kendini aldatan esîme (hakikatini inkâr ederek, oluşmuş benliğin içgüdüleri ve dürtüleriyle yaşayana) yazıklar olsun! (A.Hulusi)

07 – Veyl o her bir vebal yüklü sahtekâra. (Elmalı)

 

Veylün likülli effakin esiym yalanı hayat tarzı edinerek günaha gömülenlerin topuna birden yazıklar olsun.

Aslında effak; yalanın sınırına dayanan demektir, çok yalancı, çok çok yalancı, mübalağa. Yalanın sınırına dayanmanın ölçüsü nedir? Kendi kendisin aldatmaktır. Bir yalan söyleyenin de aldatıyorsa, o yalan sınırına dayanmıştır. Yani o yalanı hayat tarzı haline getirmiştir,i yalanı yüreğine giydirmiştir. Dolayısıyla burada kendi kendini aldatan her günahkarın topluna birden yazıklar olsun denilmiş oluyor.

 

8-) Yesme’u âyâtillâhi tütla aleyhi sümme yusırru müstekbiren keen lem yesma’ha*febeşşirhu Bi azâbin eliym;

Kendisine bildirilirken, Allâh işaretlerini işitir; sonra sanki onları işitmemiş gibi (üstüne alınmadan) büyüklük taslayarak (şirk düşüncesinde) ısrar eder… Onu, içine düşeceği feci azabı ile müjdele! (A.Hulusi)

08 – Allahın âyetleri karşısında okunurken işitir de sonra kibrinden hiç işitmemiş gibi ısrar eyler, işte onu elîm bir azâb ile müjdele. (Elmalı)

 

Yesme’u âyâtillâhi tütla aleyhi sümme yusırru müstekbiren keen lem yesma’ha bu tip, bu tür Allah’ın kendilerine okunan ayetlerini işitir de sonra onu hiç işitmemiş gibi küstahça bir direnişini sürdürür. Küstahça bir inada sapar, inada saplanır. febeşşirhu Bi azâbin eliym bu tipleri, bu gibileri acıklı bir azab ile müjdele.

Aslında burada ki müjdele de bir ironi var, ince bir ironi. Çünkü biraz önce bu tür işitmişti. İşitmesine rağmen işitmemiş gibi davranmıştı. Yani Aslında bu Allah’ın ayetini dalgaya almak, hafife almak, gırgıra almak demek amiyane tabirle. O zaman onu da müjdele. Neyle? Acıklı bir azab ile. Madem Allah’ın ayetini hafife aldı, hafife almasının müjdesini de ver ona. Ama böylesinin müjdesi acıklı bir azab olabilir.

 

9-) Ve izâ alime min âyâtiNA şey’enittehazeha hüzüva* ülaike lehüm azâbün mühiyn;

İşaretlerimizden bir şey ulaştığında, onları alaya alır! İşte onlar içindir aşağılayıcı azap! (A.Hulusi)

09 – Âyetlerimizden bir şey, malûmu olduğu vakit da onu eğlenceye tutar, işte onlar için mühîn bir azâb var. (Elmalı)

 

Ve izâ alime min âyâtiNA şey’enittehazeha hüzüva üstelik o ayetlerimizden bazılarının farkına vardığı zaman da başlar onunla alay etmeye. İşte açıkça geldi. Ayetlerimizin farkına vardığı da olur. Yani kulak verdiği de olur, fakat kulak verdiği ile de dalga geçer. Dalga geçmem için kulak verir bazılarına. ülaike lehüm azâbün mühiyn işte böylelerini aşağılayıcı, alçaltıcı bir azapla müjdele. Evet, bir azab beklemektedir.

Değerli dostlar küfür önyargıdır. İman ön bilgi. Küfür önyargısıyla insan Allah’ın ayetlerini dinlerse demek ki dinlediklerinden ibret almak değil, dinledikleri ile dalga geçmek için dinler. İşte burada bu tip ters dönmüş bir aklı tasvir ediyor.

 

10-) Min veraihim cehennem* ve lâ yuğniy ‘anhüm ma kesebu şey’en ve lâ mettehazû min dûnillâhi evliyâ’* ve lehüm azâbün ‘azıym;

Peşlerinde de cehennem! Kazandıkları (servet ve makam türü) şeyler de, Allâh dûnunda edindikleri velîler de kendilerinden hiçbir azabı savamaz! Onlar için aziym bir azap vardır. (A.Hulusi)

10 – Peşlerinde Cehennem ve onlardan ne kazandıkları bir şey defedebilir, ne de Allah dan başka evliya edindikleri şeyler, hem onlara azîm bir azâb var. (Elmalı)

 

Min veraihim cehennem. cehennem hemen peşlerinde dir. Bunu emam olarakta anlamış bazı müfessirler. Cehennem hemen önlerindedir. Aslında arkalarında ya da önlerinde. Çünkü onların arkaları ve önleri yok.. Hani derler ya sağı solu belli değil diye, önü arkası belli değil. Şöyle durmuş geri geri gidiyor. Min veraihim cehennem şimdi geri geri giden birinin önü neresi? Eğer gittiği yer, gittiği istikamet arkası önü, yani ters dönmüş bir akıl ters gider. Dolayısıyla gittiği yerde aslında cehennem kuşatmıştır.

Bu Min veraihim cehennem den lem yusirru ya bir atıf var gibi. Israr Arapça da inatçı hayvanlarla bir etimolojik köke sahiptir. Ya da merkep gibi. Siz önden çektikçe arka arka giden hayvan inadına ısrar denir. Dolayısıyla sabırla bir alakası yok ısrarın. Sabır; iyide ve hakikatte direnmektir. Israr ise burada kullanıldığı şekli ile kötüde direnmek uğruna, kötüye doğru gitmektir. Vahiy size; Gel diyor, bir yol açtım gel. Ucunda cennet olan bir yol. Ama eğer benlik nefsin kulu haline gelmişse geri geri gidiyor gel dedikçe. Ayet çektikçe arkaya gidiyor. Onun için burada da cevabı veriliyor Min veraihim cehennem geri geri giderek cehenneme düşecek, çünkü arkada cehennem kuşatmıştır.

ve lâ yuğniy ‘anhüm ma kesebu şey’en ve lâ mettehazû min dûnillâhi evliyâ’ ne kazandıkları şeylerin, ne de Allah’tan başka edindikleri dostların onlara en ufak bir yararı olmaz. Hiçbir faydasını görmezler. Bana yardım edecek dedikleri her şey o gün kendine bile yardım edemez. Kendini kurtaramayanlardan yardım bekleyen bu akla sadece eli boş kalmak ve hayal kırıklığına uğramak düşer.

ve lehüm azâbün ‘azıym bu mu, bu aslında azabın kendisidir. Hem de en büyük azaptır bu. Yani düş kırıklığı, yani terk edilmişlik. Terk edilmişlik demem boşuna değil, çünkü azab; terk edilme anlamına gelen ‘az kökünden türetilmiştir. Ma ül ‘azm. Susuzluğun kendisini terk ettiği insan için kullanılır. Yani su ‘azb dir soğuk su. Çünkü soğuk suyu içti mi insan hararet onu terk edip gider bundan bu ismi vermişlerdir. Dolayısıyla azab da bu kökten türetilmiştir. Terk edilmişlik. En büyük azab terk edilmişliktir. Hem sevdiği tarafından, güvendikleri tarafından terk edilmişlik. Hem de tek dayanak olan Allah’ın artık senin yüzüne bakılmaz demesidir. Yani Allah’ın terk etmesi en büyük azab olur. Düşünsenize.

[Ek bilgi; Cehennem azabı.

İnsan ruhu 120. günden itibaren beynin ürettiği bir tür dalgalardan oluşan holografik beden şeklinde, insan yaşadıkça gelişir.

Nihayet kişi, bulûğa erme denen östrojen ve androjen hormonlarının üst düzey faaliyete geçişiyle birlikte mesûliyet devresine girer. Bu, şu demektir. Beyin bu hormonların kimyasal etkisiyle birlikte yanlış zihinsel faaliyetlerini negatif yük olarak ruha kaydetmeye başlar! Yani günah olarak! İki omzunda ki iki melek tarafından! Ayrıca gene bu beyin faaliyetleri, pozitif ve negatif yük esasıyla ve her beynin kendine has şifresiyle boşluğa yayınlanır.

Şayet 120. günde beyin cevheri oluşurken, burada bir devreyi açacak olan ışın (melek) beyne isâbet etmiş ise, bu takdirde beyin bir tür antiçekim dalgasını ruha yükleyecek ve neticede, bu enerji ile "ruh" ya da "dalga beden" Dünya'nın manyetik çekim alanına karşı güç ile Dünya'dan ve cehennemden kendini kurtarıp cennete yani sayısız yıldızların boyutsal derinliklerine gidebilecektir.

Aksine, beyinde bu devre açılmamış ve dolayısıyla da bu antiçekim dalgası "ruha" yüklenmemiş ise, bu defa o "ruh" da kendini Dünya'nın ve daha sonra da Güneş'in yani cehennemin manyetik çekim alanından kurtaramayacak ve neticede ebedî olarak orada kalacaktır! (A. Hulusi – İnsan ve sırları)]

 

11-) Hazâ hüda* velleziyne keferu Bi âyâti Rabbihim lehüm azâbün min riczin eliym;

İşte hakikat rehberi! Rablerinin, varlıklarındaki işaretlerini inkâr edenlere gelince, onlar için en kötü türden feci bir azap vardır. (A.Hulusi)

11 – Bu bir irşattır, rablerinin âyetlerine küfredenler ise onlara en fenâsından bir elîm azâb var. (Elmalı)

 

Hazâ hüdan İşte hidayet budur. Yani Allah’ın ayetlerini izlemek. Hidayet budur. Eliif, Lâââm, Miiiym,- Zâlikel Kitâb’u lâ raybe fiyhi hüden lil muttekıyn. (Bakara/1-2) İşte bu kitap, kendisinde kuşkuya yer yok, muttakıler için bir hidayettir, diyordu ya bakaranın girişinde. Onun gibi hidayet budur, yol gösterme budur. Yani Allah’ın hidayetini isteyen insanlar, eğer bunda samimi iseniz vahye sarılın. Allah’tan hidayet isteyip te vahye dönüp bakmamak nasıl bir şey acaba. Sanırım aradığımı bulurum diye korkarak aramak. Aman inşallah bulmam diye aramaya benziyor. Hidayet mi istiyorsunuz? Zâlikel kitâb lâ raybe fiyhi. İçinde şüphe olmayan kitap. İşte hidayet size, hidayet istiyorsanız.

İhdinasSıratal’müstakıym. (Fatiha/6) mi diyorsunuz, günde onlarca kez bizi dosdoğru yola hidayet et mi diyorsunuz, samimisiniz bunda? Ciddi misiniz. Ciddi iseniz alın hidayet. Vahiy hidayettir. Hazâ hüdan.

velleziyne keferu Bi âyâti Rabbihim lehüm azâbün min riczin eliym bir de rablerinin kevni ve vahyi ayetlerini yok sayanlar var. İşte onları bu akıl almaz iğrençlikten dolayı acıklı bir azab beklemektedir. İğrençlik. Min riczin; iğrençlikten dolayı diyor.

Hatırlayalım Yunus/100 ayetini. ve yec’alürricse alelleziyne lâ ya’kılun. (Yunus/100) akletmeyenleri, kafasını kullanmayanları boyuna kadar pisliğe gömer diyor Allah. Evet, böyle. Akletmeyenlerin üzerine pislik boşaltır. Nedir bu pislik; Riczin? Aslında akletmemek hayatı kirletir. Daha doğrusu kirlenen hayatı temizlemenin tek yolu, selim bir akıl ile akletmektir.

Onun için Huccetullah’il Baliğa sahibi Şah Veliyullah Dihlevi; Dinin temeli nezafettir der. Yani temizlik. En nezafetün minel iman zannederdik Hadisten yola çıkarak. Temizlik imandandır. Oysa ki Şah Veliyyulah iman temizliktendir diyor. Harika bir yorum. Niye? Çünkü iman iç temizliğidir, yüreğin temizliğidir. İman ve ibadetler tüm İslam’ın insana sunduğu akaid ve ibadat bir tek kelimeye indirilse temizliktir. Ahlak yürek temizliği içindir. İman iç temizliği içindir, tefekkür akıl temizliği içindir. Tedebbür, taakkul, tefakkuh hepsi, tezekkür akıl temizliği içindir. Görüyorsunuz iman nezafettendir, temizliktendir. Yani bütün bir İslam insanı pırıl pırıl etmenin prospektüsü, kullanma kılavuzu, yöntemi, yoludur. Başka bir şey değil.

 

12-) Allâhulleziy sahhare lekümül bahre li tecriyel fülkü fiyhi Bi emriHİ ve li tebteğu min fadliHİ ve lealleküm teşkürun;

Allâh ki, O’nun lütfundan istemeniz ve şükretmeniz için, hükmü olarak (Sünnetullâh’ı gereği) gemilerin (beyinlerin yaşamı) akıp gitmesi için, denizi (ilimleri) size (şuur) hizmetle işlevlendirdi! (A.Hulusi)

12 – Allah odur ki sizin için denizi musahhar kıldı, onda emri ile gemiler aksın diye, hem fadlından talep de bulunasınız diye ve gerek ki şükredesiniz. (Elmalı)

 

Allâhulleziy sahhare lekümül bahre li tecriyel fülkü fiyhi Bi emriHİ ve li tebteğu min fadliHİ ve lealleküm teşkürun yeni bir pasaja girdi sure. Onun kanunu sayesinde, orada gemiler yol alabilsinler diye, yine O’nun lütfünden payınıza düşeni elde edebilesiniz diye, yine bununla şükredebilesiniz diye denizi sizin için bir yasaya bağladı.

 

Sahhara leküm; eğer “lâm” ta’lil içinse böyle. yok sıla içinse denizi sizin emrinize verdim.ç sizin emrinize amade kıldım manası veririz, ki ikisi de doğrudur, ikisi de birbirini destekler. Sizin için denizi bir yasaya bağlı kıldım. Bir yasaya bağlayarak emrinize verdi, ya da denizi sizin emrinize verdi. Ki rızkınızı arayasınız ve şükredesiniz diye.

Bilimsel her keşif bir tabiat ayetini okuma ve anlama teşebbüsüdür aslında. Ama bu sonuçta ayetleri nasıl kullanacağınıza benzer bir teşebbüstür. Yani bu ayetleri bir büyücü büyü yapmak için kullanır cehennemini hazırlar. Bir mü’min de ebedi saadeti için kullanır cennetine yol alır. Tıpkı bunun gibi kainatta gizli olan, kainatta serpilmiş bulunan bu ayetleri keşfettiğinizde bunu ya büyücünün ayetleri kullanması gibi kullanır istismar edersiniz, kötüye kullanırsınız. Ya da bir mü’minin ayetleri kullanması gibi kullanır onu cennete ulaştıracak bir yol haritası bilirsiniz.

Bugün batı uygarlığının kainat ayetlerini keşfettiğinde bir büyücünün ayetleri kullanması gibi kullandığını görüyoruz. Ama o ayetleri bizim keşfedip, yani bir mü’minin keşfedip de cennete ulaşan yolda bir yol haritası olarak kullanması da mümkin di. Eğer bunu yapmamışsa suç onundur, yani suç yapmayan bizlerindir.

Şükür salt bir teşekkür değildir. Ayet şükürle bitiyor ya, lealleküm teşkürun hayır. Sırf bir teşekkür ederim değil, şükür hem nimeti bilmektir hem de nimetin sahibini bilmektir. Hem de nimetin sahibine teşekkür etmektir. Yani hem nimetin değerini bilirseniz, hem o nimeti verenin değerini bilirseniz nimeti verene nasıl teşekkür edersiniz? Elbette nimetin cinsinden teşekkür edersiniz.

 

13-) Ve sahhare leküm ma fiys Semavati ve ma fiyl Ardı cemiy’an minh* inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yetefekkerun;

Semâlarda (beyindeki bilinç mertebelerinde) ve arzda (bedensel yaşamda) ne varsa, O’ndan tümünü, size (şuurunuza) hizmetle işlevlendirmiştir! Gerçektir ki, bu olayda tefekkür eden topluluk için elbette (önemli) işaretler vardır. (A.Hulusi)

13 – Hem Göklerde ne var Yerde ne varsa hepsini kendinden olarak sizin için musahhar kıldı, şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için âyetler var. (Elmalı)

 

Ve sahhare leküm ma fiys Semavati ve ma fiyl Ardı cemiy’an minh yine O göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından bir bağış olarak emrinize amade kılmıştır. Teshıyr, bir üstteki ayette de geçti, Sahhara leküm teshıyr bu işte. Teshıyr dediğimiz bu. Akıl ve iradeye ikramdır bu teshıyr. Sizin için bir yasaya bağladı, sizin emrinize amade kıldı. Kur’an da bir çok yerde geçen bu teshıyr sırrı nedir biliyor musunuz? Mü’minler, teshıyr Allah’ın akıl ve iradeye hürmetidir. Akıl ve iradeye ikramıdır, özel ikramı. Sizin için bir yasaya bağladı, ya da sizin emrinize verdi. Yani kainata bakın;

Ya rabbi bu dünyayı neden bu kadar muhteşem döşedin? Misafir gelecekti de onun için. Kim ya rabbi? Sensin, ey insan senin geleceğin için bu misafir haneyi böyle muhteşem dayadı döşedi. Peki etrafına bak değerini anla. Sen sana bu kadar değer veren Allah’ın değerini bildin mi? O’nun kıymetini bildin mi? Yani sen çevrende ki her varlığı sen geleceksin diye yarattım. Peki seni boşuna yarattığımı mı düşünüyorsun. Anlamsız ve amaçsız olduğunu mu düşünüyorsun. Emanet ettim sana, yani misafirin misafir hanesi kendisine emanettir. Ama sen emanete ihanet mi ettin, sadakat mi gösterdin. Haydi bakalım. Ev sahibine teşekkür mü edeceksin, hane sahibine, yoksa ihanet mi. Nasıl bırakıp gittiğine de bağlı. Sana verilen emanetleri nasıl kullandığına da bağlı.

inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yetefekkerun elbet bütün bunlarda da düşünen bir toplum için ibretler, işaretler, ayetler vardır, mesajlar vardır.

Kitabın ayetlerine nasıl sopayla ile söyletenler varsa kainatın ayetlerine de sopayla söyletenler var. Kainatın ayetlerine sopa ile söyletenler elde ettikleri bilgiyi tepe tepe kullanıp şükrünü de eda etmiyorlar. Tıpkı karakolda zorla, sopa ile söyletilen ve işlemediği cinayetleri kendi üzerine alan bir saf gibi, bir zavallı gibi, bir mazlum gibi. Her ihanet mutlaka cezalandırılacaktır. İnsanoğlu bunu bilir fakat yine de ihanet eder.

 

14-) Kul lilleziyne amenû yağfiru lilleziyne lâ yercune eyyamAllâhi liyecziye kavmen Bima kânu yeksibun;

İman edenlere söyle, “Allâh Günleri”ni (bildirilenlerin yaşanacağı süreç) ummayanları bağışlasınlar; tâ ki (Allâh) onları yaptıklarının getirisi ile cezalandırsın! (A.Hulusi)

14 – Söyle iman edenlere: Allah günlerini Ümit etmeyen kimselere mağrifetle muamele etsinler, çünkü her kavmi kesibleriyle cezalandıracak. (Elmalı)

 

Kul lilleziyne amenû yağfiru lilleziyne lâ yercune eyyamAllâh söyle iman edenlere Allah’ın günlerinin geleceğini ummayanları şimdiden bağışlasınlar. Ya da şimdilik bağışlasınlar. Daha doğrusu şimdilik bağışlasınlar, çünkü daha ilerde gelecek olan ayetler onlara karşı meşru müdafaaya izin verecek, hatta savaşa izin verecek, ama şimdilik. Yani bu günün bir de yarını var diyor bu ayet ilk muhataplarına. Belki aklıma şu ayet geliyor;

ve tilkel eyyamu nüdavilüha beynen Nas. (A. İmran/140) Bu günler var ya, bu demler, bu dönemler, biz onu insanlar arasında döndürür dururuz. Şimdi onlar galip, hep mi galip olacaklarını sanıyorlar? Allah’ın günleri. İşte ve tilkel eyyam, eyyamullah, bir ilişki kurabiliriz bunların arasında.

liyecziye kavmen Bima kânu yeksibun çünkü bir toplumu yapa geldikleri ile cezalandırır O. Israrla yaptıklarıyla cezalandırır. Çok hoş bir nükte var burada, yani suç işlemeden ceza vermez. Mutlak bilgi sahibidir değil mi, kişilerin ya da toplumların sadece işlemiş olduklarını değil işleyeceklerini de bilir. Çünkü Allah için zaman geçmez. Öncelik ve sonralığın hiçbir anlamı yoktur Allah için. Ama onun bilmesi cezalandırması için gerekçe olmaz. Bir toplum o suçu işlemedikçe cezalandırmaz. Sırf bilgisi ile ceza vermez.

Ayet bağışlasınlar diyor. Oysa ki mü’minler bağışlama değil, olsa olsa sabretme ve tahammül etme makamın dalardı bu ayetler indiğinde. Mazlum değil, yani galipken bağışlanır. Mağlup ve mahkumken değil. Onlar şu anda mahkumlar. Ama bağışlasınlar diyor. Nedir bu? Bu aslında gelecekten bir ima ve haberdir, müjdedir. Yarın bu günler dönecek, bunlar galip olacaklar. Mü’minler galip gelecekler. O zaman bağışlasınlar.

Zaten efendimiz de bağışlamıştı ya; Mekke’nin fethi günü tüm müşrikler, Mekke’liler Kabe’nin avlusunda toplanmış titriyorlardı. Başlarına neyin geleceğini bilmiyorlardı. Efendimiz Kabe’nin önünde çıktı onlara; “Ey Mekke’liler simdi size ne yapacağımı düşünüyorsunuz.” dedi.  Onlar; “ Sen keriym bir babanın keriym bir evladısın. Senden kötülük çıkmaz.” Bir ömür Resulallah’a karşı ölesiye düşman olmuş adamlara bakın. Öyle diyorlar. Efendimizden gelen cevap şu oldu, İz hebu feentüm tuleka. Haydi gidin, sizi salıverdim. Siz salıverilmişlerdensiniz. Yani size bir şey yapmayacağım.

Hatta bir başka rivayette; Bugün size Yusuf’un kardeşlerine dediğini diyorum. Evet, Size bugün kınama yok, sizi yaptığınızdan dolayı bugün kınamayacağım. Yusuf suresinde ki o mezkur ayeti hatırlatarak gidin sizi salıverdim demişti.

 

15-) Men amile salihan felinefsih* ve men esae fealeyha* sümme ila Rabbiküm turce’un;

Kim imanın gereği bir eylem ortaya koyarsa kendi nefsi lehinedir! Kim de kötülük yaparsa, kendi aleyhinedir! Sonunda Rabbinize döndürülürsünüz! (A.Hulusi)

15 – Her kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine, her kim de kötü yaparsa kendi aleyhinedir, sonra hep döndürülüp rabbinize götürüleceksiniz. (Elmalı)

 

Men amile salihan felinefsih* ve men esae fealeyha kim bir iyilik yaparsa kendi lehine yapmış olur. Kimde bir kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur. sümme ila Rabbiküm turce’un en sonunda dönüp varacağınız yer rabbinizin katıdır. Yani iyilikleriniz ve kötülüklerinizle varacak, hesabını bir bir verecek, içiniz ve dışınızla Allah’ın huzuruna duracaksınız, kaçamayacaksınız, saklayamayacaksınız, torpil alamayacaksınız, gizlenemeyeceksiniz, hatta ölemeyeceksiniz.

 

16-) Ve lekad ateyna beniy israiylel Kitabe vel Hükme ven Nübüvvete ve razaknâhüm minet tayyibati ve faddalnâhüm ‘alel ‘alemiyn;

Andolsun ki İsrailoğullarına Hakikat ve Sünnetullâh BİLGİsini, Hikmeti ve Nübüvveti verdik, onları tertemiz yaşam gıdalarıyla besledik ve kendilerini (bunlardan yoksun) âlemlere (insanlara) üstün tuttuk. (A.Hulusi)

16 – Şanım hakkı için, biz vaktiyle Beni İsraîl’e kitab vermiş, hüküm vermiş, nübüvvet, vermiştik ve kendilerini pâk rızıklardan merzuk kılmıştık, hem âlemlerin üstüne geçirmiştik. (Elmalı)

 

Ve lekad ateyna beniy israiylel Kitabe vel Hükme ven Nübüvveh doğrusu, yeni bir pasaja girdi, ama bir önceki pasajla da irtibatlı bu ayetler. Biz İsrail oğullarına da vahyi, hikmeti ve nübüvveti, yani peygamberliği vermiştik. Zımnen, tıpkı size verdiğimiz gibi. Size verdiklerimizin aynısını sizden önce onlara da vermiştik.

ve razaknâhüm minet tayyibat onlara iyi ve temiz rızıklar da vermiştik. Onlarla mevzuk kılmıştık, rızıklandırmıştık. ve faddalnâhüm ‘alel ‘alemiyn ve onları (kendi zamanlarının) tüm insanlarına üstün kılmıştık. Zımnen; size ben lutfettim, siz bunun sorumluluğu altında ezileceğiniz yerde, ayrıcalık ve kutsal ırkçılık olarak yorumladınız demeye getiriyor İsrail oğullarına. İsrail oğullarına biz böyle nimetler verdik, onlar nimetlerin imtihan tarafını görmediler. Nimet verilince, biz fazlasıyla hak ettikte onun için verdi diye düşündüler. Tıpkı Mekke müşrikleri gibi.

Veyahut ta Ey Mekke müşrikleri siz de İsrail oğulları gibi düşünüyorsunuz. Allah sizi şu aç bölgede, şu kuru ve kurak şehirde gül gibi yaşatıyor. Ne tarım var, ne ziraat var, ne ırmak var, ne göl var, ne orman var, ne su var. Ama siz bölgenin en zengin insanları oldunuz ve siz bunu Allah’ın sizi imtihanına değil de Allah’ın; sizin hak ettiğiniz bir şeyi size vermesine yordunuz ve haklılık gerekçesi olarak gördünüz. Hatta sizi hakka davet edenlere; biz haksız olsaydık eğer elimizde bu nimetler olmazdı dediniz. Allah bizi böyle refah içinde yaşatmazdı dediniz. Yani imtihan aracını haklılık aracı gibi görmeye başladınız. Tıpkı Yahudileşen İsrail oğulları gibi.

 

17-) Ve ateynahüm beyyinatin minel emr* femahtelefu illâ min ba’di ma câehümül ılmü bağyen beynehüm* inne Rabbeke yakdiy beynehüm yevmel kıyameti fiyma kânu fiyhi yahtelifun;

Onlara hükmümüzden apaçık deliller (Sünnetullâh bilgileri) de verdik… (Onlar) kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık (benlik duygusu) yüzünden ayrılığa düştüler! Rabbin, ihtilafa düştükleri hususta kıyamet sürecinde aralarında hüküm verecektir. (A.Hulusi)

17 – Bu emirden onlara beyyineler de vermiştik, imdi ihtilâf etmeleri sırf kendilerine ilim geldikten sonra aralarında bagy-ü ihtirastan dolayıdır, muhakkak ki rabbin onların ihtilâf edip durdukları şeyde Kıyamet günü beyinlerinde hükmünü verecektir. (Elmalı)

 

Ve ateynahüm beyyinatin minel emr ve onlara tevdi edilen görevden dolayı açık işaretler vermiştik. femahtelefu illâ min ba’di ma câehümül ılmü bağyen beynehüm ne ki onlar durdular durdular da kendilerine ayetlerimiz geldikten sonra ihtilaf ettiler. Aynen böyle diyor ibare. femahtelefu illâ min ba’di ma câehümül ılmü bağyen beynehüm.  Neden? Aralarında ki kıskançlıktan dolayı. Durdular durdular da kendilerine ayetlerimiz geldikten sonra ihtilafa düştüler.

İlginç bir ibare gerçekten, gerçekten ibretlik bir hadise. Yan insan kendisine hakikat geldikten sonra azar mı? Demek ki ayetler aynı zamanda bir turnusol kağıdı, aynı zamanda bir ayrıştırma aracı.Yani;

şifaun (ve rahmetun) lil mu’miniyne, ve lâ yeziyduz zalimiyne illâ hasara. (İsra /82) Mü’minler için bir şifa, ama zalimlerin sadece hüsranını artırıyor. İşte burada söylendiği gibi.

inne Rabbeke yakdiy beynehüm yevmel kıyameti fiyma kânu fiyhi yahtelifun şu kesin ki rabbin kıyamet gününde ayrılığa düştükleri her konuda onlar arasında kendi hükmünü verecektir. Müsterih olsunlar. Bir gün gelecek onların halledemediği konuyu Allah kendi huzurunda halledecek. Yani aslında onlar neyi tartışıyorlar? Allah’ın tartışmalarını görmediğini mi sanıyorlar. Onlar aslında bilemeyecekleri şeyler konusunda spekülasyon yapıyorlar.

 

18-) Sümme ce’alnake alâ şeriy’atin minel emri fettebı’ha ve lâ tettebı’ ehvaelleziyne lâ ya’lemun;

Sonra biz seni, hükmümüzle oluşmuş şartlarla meydana getirdik! Ona uy, (Hakikati, Dini) bilmeyenlerin hevâlarına (bedensellikten kaynaklanan heves ve düşüncelerine) tâbi olma! (A.Hulusi)

18 – Sonra emirden bir şerîat üzere seni memur kıldık, onun için sen o şerîata ittiba’ eyle de ilmi olmayanların hevalarına uyma. (Elmalı)

 

Sümme ce’alnake alâ şeriy’atin minel emr son olarak seni de bu görevi hakkıyla ifa edeceğin bir yol ve yönteme, yani bir şeriata kavuşturduk. Şeriy’ah, şeriy’at; su kaynağına giden yol, ya da su kaynağına giden ana yola açılan tali yol anlamına geliyor. Birey ve toplumun hayatını vahye göre düzenleyip yaşayacağı kurallar bütününe şeriy’at deniliyor. Aslında her peygamberin kendi zaman ve zemininden ana kaynağa ulaşan yollar olduğunu da ima ediyor bu ayet. Ve Resulallah’ın kendi zamanından ana kaynağa açılan yola işaret ediyor. Bu kurallar bütününün temelinde vahyin olduğunu zaten söylüyor ayet.

fettebı’ha ve lâ tettebı’ ehvaelleziyne lâ ya’lemun o yolu izle. Eğer kaynağa ulaşmak istiyorsan zımnen tabii o yolu izle. Neden? Çünkü su hayattır. İnsan bu hayat çölüne düşmüştür. Hayat çölünde eğer o yolu izlerse suyu bulur. Sen de o yolu izle. Sakın ha kendini bilmezlerin keyfi yargılarına uyma. Suya ulaştıran yere düşmek yerine keyfi davrananların sudan uzaklaştıran sapık yollarına gitme. Ne olur? Su görmezsin, serap görürsün. Serap olmayan yerde suyu görmektir. Aslında serap görenler gördükleri serabı içmek için eğildiklerinde avuçlarına bir avuç kum geçer. Yani Serap susuzluktan ölmek üzere olanların gördüğü bir hayaldir. Onun için o yola uy. İşte heva ve hevesin sonu kendini kandırmaktır.

Hatırlayın 7. ayette ki Effakin i, kendini kandıran kişi. Yani lanet olsun, leyl olsun, yazıklar olsun kendi kendini aldatanların topuna birden diyordu ya ayet. İşte kendi kendini aldatmak, serap göreceğini bile bile suyun kaynağından uzaklaşmak.

 

19-) İnnehüm len yuğnu anke minAllâhi şey’a* ve innez zâlimiyne ba’duhüm evliyau ba’d* vAllâhu Veliyyül müttekıyn;

Muhakkak ki onlar (hakikat dışı düşünceler) Allâh’tan (hakikatin olan Esmâ’sından) sana (bilincine) yarar sağlayacak bir şey oluşturmaz! Zâlimler (nefslerine zulmedenler), birbirlerinin velileridir! Korunanların Veliyy’i ise Allâh’tır! (A.Hulusi)

19 – Çünkü onlar Allah dan gelecek hiç bir şey’i senden defedemezler ve çünkü zalimler birbirlerinin velileri, Allah ise muttakilerin velisidir. (Elmalı)

 

İnnehüm len yuğnu anke minAllâhi şey’a çünkü onlar Allah’tan gelecek hiçbir şeyi senden savamazlar. Yani seni Allah’a karşı koruyamazlar. Eğer onların hevalarına uyarsan seni Allah’a karşı koruyacak kimse olmaz. Seni bile koruyamazlar. Burada bu zımni ifade var. seni bile koruyamazlar. Yani Allah’ın seçtiği seni bile koruyamazlarsa kimi koruya bilirler.

ve innez zâlimiyne ba’duhüm evliyau ba’d unutmaki zalimler hep birbirlerinin dostudurlar vAllâhu Veliyyül müttekıyn Ama Allah var ya Allah, işte O kendisine karşı sorumluluğunun şuurunda olanların dostudur. Muttakilerin dostudur. Allah’ın dostluğu mu daha önemli yoksa Allah düşmanlarının dostluğu mu. Sen kimin dostluğunu arzuluyorsun. O zaman yolunu ona göre seç.

 

20-) Hazâ basâiru lin Nasi ve hüden ve rahmetün likavmin yukınun;

Bu (Kur’ân), insanlar için kavranası gerçekler; yakîne ermiş kimseler için de hakikate erdirici ve rahmettir. (A.Hulusi)

20 – Bu (Kur’an) insanlara basîret nurları ve yakîn edinecek bir kavim için mahzı hidâyet ve rahmettir. (Elmalı)

 

Hazâ basâiru lin Nasi bu vahiy insanlık için bir bilinç kaynağıdır. İşte kimin dostluğunu istiyorsan onun vahyine tabi ol, onun prospektüsünü oku, onun kullanma kılavuzunu uygula, onun pusulasını al onun haritasına göre yol takip et. Allah’ın yol haritası bu size sunduğu. Eğer onun dostluğunu istiyorsan işte vahiy insanlık için bir bilinç kaynağıdır. İnsanlık için bir gönül gözü, bir bilinçtir vahiy. Ünlü hadiste geçen o ibare var ya; Kulum bana nafilelerle o kadar yaklaşır ki, ben onun gören gözü, işiten kulağı, yürüyen ayağı tutan eli olurum.

Gören gözü olmak, Allah ile görmek yani nasıl? İşte vahiy ile gören, vahyin kılavuzluğu ile gören, Allah’ı gören gözü kılmış olur. Allah’ın gör dediği yerden bakar, bak dediği yerden bakar, gör dediğini görür.

ve hüden ve rahmetün likavmin yukınun gönülden inananlar için de bir rehber ve rahmet kaynağıdır.

 

21-) Em hasibelleziynecterehus seyyiati en nec’alehüm kelleziyne amenû ve amilus salihati sevaen mahyahüm ve mematühüm* sâe ma yahkümun;

Yoksa kötülükleri kazananlar, kendilerini, iman edip imanın gereğini uygulayanlarla aynı kılacağımızı; hayatlarında ve mematlarında eşit (tutacağımızı) mi sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar! (A.Hulusi)

21 – Yoksa o kötülükleri yapıp duran kimseler, kendilerini o iman edip salih ameller yapan kimseler gibi yapacağız? Hayat ve memâtlarını müsavî kılacağız mı sandılar? Ne fena hükmediyorlar? (Elmalı)

 

Em hasibelleziynecterehus seyyiati en nec’alehüm kelleziyne amenû ve amilus salihati sevaen mahyahüm ve mematühüm evet, yoksa kötülüğün peşinde seğirten, yeldiren tipler, ecterehu  bu manaya gelir. aslında carha, yara, yaralama, avın avı üzerindeki yası anlamına gelir. Ama kötülüğün peşinde seğirtmek, kötülüğün peşinde yeldirmek, işte bu tipler kendilerini, hayatlarında olsun ölümlerinde olsun iman edip erdemli davrananlarla aynı kefeye koyacağımızı mı sanıyorlar. Böyle bir şey yapar mıyız. Yani iyilerle kötüleri bir araya koyar mıyız, aynı yere koyar mıyız. O zaman iyilikle kötülüğün farkı nerede kaldı.

İşte cevabı; Lâ yesteviy ashâbunnâri ve ashâbul cenneh. (Haşr/20) cennet ehli ile cehennem ehli bir olmaz, bu ne demek istiyor? Yani akıbeti cennetle cehennem olan iki hayat, iki ayrı hayat. Bu iki insanın ne ağlayışı ne gülüşü, ne oturuşu, ne kalkışı, ne hayat tarzı, ne arzuları bir olmaz. Bir olursa ahireti de bir olur aslında.

sâe ma yahkümun ne berbat akıl yürütüyorlar, ne berbat muhakemede bulunuyorlar. Yani suyu getirenle testiyi kıran bir oldun diyen ne berbat akıl yürütmüş olur. O zaman bu insan adaleti istemiyor demektir. O zaman bu insan iyi ve kötü aynı olsun demeye getiriyor.

 

22-) Ve halekAllâhus Semavati vel Arda Bil Hakkı ve litücza küllü nefsin Bima kesebet ve hüm lâ yuzlemun;

Allâh, semâları (bilinçleri) ve arzı (bedeni) Hak olarak (Esmâ’sıyla) yarattı; her kişi kazandığının sonucunu yaşasın diye; onlara haksızlık edilmez! (A.Hulusi)

22 – Halbuki Allah o Gökleri ve Yeri Hakk ile halk etti, hem de her nefsi hiç hakları yenmeksizin kazandığı ile cezalandırmak için. (Elmalı)

 

Ve halekAllâhus Semavati vel Arda Bil Hakkı ve litücza küllü nefsin Bima kesebet ve hüm lâ yuzlemun Ama Allah gökleri ve yeri gerçek bir amaç, gerçek bir gaye uğruna yarattı ki, her insan kendi kazandığının karşılığını görebilsin ve kimseye haksızlık yapılmasın diye.

Varlığın anlam ve amaçlılığı yasası varlığın ilk yasasıdır dostlar. ve yetefekkerune fiy halkıs Semavati vel Ard* Rabbenâ mâ halakte hazâ batılâ. (A. İmran/191) Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler ve sonuçta şu noktaya gelirler. Rabbim sen bunları amaçsız yaratmadın.

 

23-) Eferaeyte menittehaze ilâhehu hevahu ve edallehullahu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ıhi ve kalbihi ve ce’ale alâ basarihi ğışaveten, femen yehdiyhi min ba’dillâh* efela tezekkerun;

Hevâsını tanrı edinen; (bu yüzden) Allâh’ın onu bilgisi (kabulü) doğrultusunda saptırdığı, algılaması ve hakikati hissedişini kilitlediği, görüşüne perde koyduğu kimseyi gördün mü? Allâh’ın bu uygulamasından sonra onu kim hakikate erdirebilir ki! Hâlâ düşünüp değerlendirmez misiniz? (A.Hulusi)

23 – Ya şimdi baksan a o kimseye ki ilâhını hevası ittihaz etmiş, Allah da onu bir ılım üzerine şaşırtmış, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiştir, artık onu Allah dan sonra kim yola getirir? Hâlâ da düşünmez misiniz? (Elmalı)

 

Eferaeyte menittehaze ilâhehu hevahu ve edallehullahu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ıhi ve kalbihi ve ce’ale alâ basarihi ğışaveh keyfi kanaatini tanrısı yerine koyan ve Allah’ın kişiyi kendi tercihine ilişkin bir bilgiye dayalı olarak saptırdığı, kulaklarını ve kalbini mühürlediği, gözlerinin üzerine de bir tür perde yerleştirdiği tipleri gözünde canlandırabilir misin. Böyle bir tipi getir gözünün önüne. Öyle bir tip ki, Allah, kendi tercihine ilişkin bir bilgi ile kalbini mühürlemiş, kulaklarını mühürlemiş, gözüne de bir perde çekmiş.

Heva; İstek, arzu, keyif, yani keyfilik. Hevasını tanrı edinmek, imanı keyfe indirgemek, keyfime bağlı demek. Teslimiyetin zıddıdır aslında bu. Teslimiyet; benim neye nasıl inanacağımı Allah belirlesin. Heva ise benim neye nasıl inanacağıma ben karar veririm, ben belirlerim. Keyfiliğin olduğu yerde imandan söz edilemez.

İbarede çok önemli anahtar bir ifade var. ‘alâ ilmin. Öznesi insan olarak okunursa alternatif bir anlamı daha var. Benim tercih etmediğim anlamı. Nedir o; Öznesi insan olarak okunduğunda kişinin bile bile yaptıklarından dolayı manasına gelir. Bile bile yaptıklarından. Ama çevirimizde bilen özne Allah, Söz diziminde bu ifade ‘alâ ilmin ibaresinin rolü, tıpkı Kur’an da ki men yeşa’ ibarelerinin rolü gibi açık uçludur. Yani dileyen kimsenin sapmasını diler diye çevirdiğim. Dileyen kimsenin hidayetini diler diye çift özneli çevirdiğim bu ibarelere benzer bir ibare bu.

ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn. (Bakara/26) işte delili, şahidi. Burada sapmaktan, Allah’ın saptırmasından söz ediyor çünkü. ‘al’a ilmin diyor. Bir bilgi üzere saptırmak. Allah sapıklardan başkasını saptırmaz. O zaman Bakara suresinde ki bu ayet çerçevesinde kişinin tercihine bağlı olarak saptırır ya da hidayet eder manası en doğru manadır.

Bu ayeti Mukatil bin Süleyman farklı bir bağlamda değerlendirir ve şöyle bir olay anlatır. Ebu Cehil, Velid bin Muğire ile bir gün tavaf etmektedirler Mekke’de. Tavaf sırasında Ebu Cehil Velid bin Muğire’ye der ki; Aslında Muhammed doğru söylüyor. Ben onun doğru söylediğini biliyorum. Velid bin Muğire arkadaşına nah der, yani peh, nereden biliyormuşsun onun doğru söylediğini. Ebu Cehil’in verdiği cevap gerçekten ilginç. Biz ona daha toy bir delikanlı iken el emiyn lakabını vermedik mi. Yani en emin insan demedik mi. Daha toyken el emiyn olan aklı olgunlaşıp yaşı olgunlaşıp kemaline erdiğinde daha da olgun, daha da büyük olmaz mı? Biz oysa olgunlaşınca yalancı sihirbaz dedik. Ama o toyken biz el Emiyn demiştik, daha taze bir delikanlı iken, tecrübesiz bir delikanlı iken. Olgunlaşınca döndük biz ona yalancı sihirbaz dedik.

“Peki” dedi Velid bin Muğire, “O zaman seni ona iman etmekten alıkoyan nedir? Dedi iman et.” Ebu Cehil’in cevabı şu oldu: Mekke’nin kızlarının benden için; “O gitti de AbdülMuttalib’in yetiminin arkasına takıldı derler diye korkuyor ve utanıyorum.” Diye cevap vermişti. Eğer bu rivayete bakar ve bunu esas alırsak alternatif mana daha öncelikli bir mana haline gelir.

Mühürlemenin tabiatı iki ayette kulaklarını ve kalplerini mühürledik buyruluyordu ya. Mahkeme de aleyhte delil olsun diye mühürlenir bir şey. Suç aleti mühürlenir. Eğer bir kalp bir suç aleti haline gelmişse büyük mahkeme de delil olsun diye mühürlenir ve orada açılmak üzere arşive kaldırılır. Artık orada beklemektedir sahibini. Kişinin şahidi kendi yüreği olursa ona karşı ne mazereti olur.

femen yehdiyhi min ba’dillâh artık onu Allah’tan başka kim doğru yola ulaştırabilir. Belki bunu şöyle de anlayabiliriz. Artık onu Allah’tan başka kim kurtarabilir. Kişinin aleyhinde şahidi yüreği olursa kim kurtarır onu. efela tezekkerun hala düşünüp ders almayacak mısınız.

 

24-) Ve kalu ma hiye illâ hayatüned dünya nemutü ve nahya ve ma yühliküna illed Dehr* ve ma lehüm Bi zâlike min ‘ılm* in hüm illâ yezunnun;

Dediler ki: “Yaşam dünya hayatından ibarettir! Ölüm, yaşam; hepsi buradadır! Bizi sadece zaman yok eder!” Bu konuda onların hiçbir delilleri yoktur! Onlar sadece zan içindeler! (A.Hulusi)

24 – Hem dediler ki o hayat sırf bizim Dünya hayatımızdan ibarettir ölürüz ve yaşarız ve bizi ancak dehir helâk eder, halbuki buna dâir bir ilimleri yoktur, onlar sâde zannederler. (Elmalı)

 

Ve kalu ma hiye illâ hayatüned dünya bir de kalkıp dediler ki; Hayat sadece dünya hayatımızdan müteşekkildir, ibarettir. nemutü ve nahya ve ma yühliküna illed Dehr yaşarız ve ölürüz. Bizi zamandan başka hiçbir şey helak etmez, öldürmez, yok etmez. Sadece bizi zaman yok eder. Dediler. Yani hayatın ölüm ile sonuçlanması sadece doğası gereğidir demek istediler. Dolayısıyla ilahi müdahale gerektirmez demeye getirdiler. Yani Allah’ın hayata müdahil olması gerekmez. Yaratılışın tesadüf olduğu düşüncesine dayalı aslında bu düşünce. Bu akıl Allah’ın varlığını değil ama O’nun rabliğini, rububiyetini inkar etmiş, onun yerine zamanı ikame etmiş bir akıl. Yan, Allah’ın rabliği yerine zamanı koymuş. Onun içinde bizi zaman yok eder başka bir şey değil demeye getirdiler.

ve ma lehüm Bi zâlike min ‘ılm ama onlar bu hususta hiçbir bilgiye sahip değiller. Gerçek bir bilgi ile konuşmuyorlar. in hüm illâ yezunnun onlar sadece zannediyorlar, sadece üfürüyorlar. Bu ibare imanın ön bilgi, inkarın ön yargı olduğunu bize ifade eden bir ibare.

 

25-) Ve izâ tütla aleyhim ayatuNA beyyinatin ma kâne huccetehüm illâ en kalu’tu Bi abaina in küntüm sadikıyn;

Karşılarında işaretlerimiz apaçık bildirildiğinde: “Eğer sözünüzde sadıksanız hadi getirin atalarımızı” demekten başka söyleyecek sözleri yoktur. (A.Hulusi)

25 – Karşılarında açık açık beyyineler halinde âyetlerimiz okunurken şöyle demekten başka bir tutunacakları yoktur: haydi babalarımızı getirin doğru iseniz! (Elmalı)

 

Ve izâ tütla aleyhim ayatuNA beyyinatin ma kâne huccetehüm illâ en kalu’tu Bi abaina in küntüm sadikıyn ve ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığı ile önlerine konulsa tek cevapları şöyle olur; eğer doğru söylüyorsanız atalarımızı getirin. Ahiret varsa babamı getir diyor yani. Böyle bir ters bakış. Böyle diyen bir akıl ahireti dünyada bu hayatta arayan bir akıl değil mi? Şaşkın bir akıl yani.

 

26-) Kulillâhu yuhyiyküm sümme yümiytüküm sümme yecma’uküm ila yevmil kıyameti lâ raybe fiyhi ve lâkinne ekseren Nasi lâ ya’lemun;

De ki: “Allâh sizi canlandırıyor! Sonra size ölümü yaşatacak! Sonra kendisinde kuşku olmayan kıyamet sürecinde sizi bir araya getirecek! Ne var ki insanların çoğunluğu (bu gerçekleri) anlayamıyor!” (A.Hulusi)

26 – De ki size Allah hayat veriyor, sonra sizi o öldürür, sonra da sizi Kıyamet gününe toplayacak ve lâkin nâsın ekserisi bilmezler. (Elmalı)

 

Kulillâhu yuhyiyküm sümme yümiytüküm de ki; Hayatı ve ölümü takdir eden Allah’tır. Allah hayatın anlamıdır, hayata müdahildir yani. Ahireti inkar anlamsızlığa imandır. Dolayısıyla siz ahireti inkar etmek için aslında hayatın anlamını inkar ediyorsunuz. sümme yecma’uküm ila yevmil kıyameti lâ raybe fiyh en sonunda sizi geleceğinde hiç şüphe olmayan kıyamet günü o toplayacaktır. ve lâkinne ekseren Nasi lâ ya’lemun fakat insanların çoğu bunun bilincinde değildir.

 

27-) Ve Lillâhi Mülküs Semavati vel Ard* ve yevme tekumüs saatü yevmeizin yahserul mubtılun;

Semâların ve arzın mülkü (Esmâ ile işaret edilen özellikleri açığa çıkarmak için, onları belli bir işlevle yoktan vareden) Allâh içindir! O Saatin geldiği süreçte, (işte) o zaman hakikati geçersiz kılmaya uğraşanlar hüsrandadırlar! (A.Hulusi)

27 – Ve Allah’ındır bütün Göklerin ve Yerin mülkü, ve o gün ki saat gelecek o gün o mubtıller hep hüsrâna düşeceklerdir. (Elmalı)

 

Ve Lillâhi Mülküs Semavati vel Ard ama göklerin ve yerin mülkü Allah’a aittir. ve yevme tekumüs saatü yevmeizin yahserul mubtılun ve kıyamet gerçekleştiği gün, evet, işte o gün varlığı anlam ve amacından soyutlayanlar kaybedecekler. Yahserul. Mubtılun; kaybedecek diyor. Varlığı anlam ve amacından soyutlayanlar. Yani hayatın anlam ve amacından soyutlayan zaten kaybetmiştir aslında. Anlamı olmayan bir hayatın kazancı olur mu? Mubtılun, onlar, iptal edenler yani.

 

28-) Ve tera külle ümmetin casiyeten, küllü ümmetin tüd’a ila kitabiha* elyevme tüczevne ma küntüm ta’melun;

Her inanç toplumunu diz üstü çökmüş görürsün! Her inanç toplumu, kendi bilgisine göre çağrılır. “Bu süreç, yaptıklarınızın karşılığını yaşama sürecidir!” (denilir). (A.Hulusi) 

28 – Ve her ümmeti görürsün ki diz çökmüştür, her ümmet kitabına davet olunuyordur, bu gün o yaptığınız amellerin cezâsı verilecek. (Elmalı)

 

Ve tera külle ümmetin casiyeh ve o gün her toplumu zillet içinde diz çökmüş halde göreceksin. Yani yelkenleri suya indirmiş bir halde. küllü ümmetin tüd’a ila kitabiha her toplum kendi hesabını görmeye çağrılacak, yani kendi hesabını kendin gör gel, kendin pişir kendin ye der gibi amiyane ifadeyle. Gel, senin hesabını görmek için sen yetersin;

İkra’ Kitabek* kefa Bi nefsikel yevme aleyke Hasiyba. (İsra’/14) yüreği aleyhine şahit olursa kişinin ağzından hangi mazeret çıkabilir ki.

elyevme tüczevne ma küntüm ta’melun bugün yapa geldiklerinizin karşılığını bulacaksınız, tastamam bulacaksınız.

 

29-) Hazâ KitabuNA yentıku aleyküm Bil Hakk* inna künna nestensihu ma küntüm ta’melun;

İşte bilgimiz! Size Hak olarak dilleniyor. Biz yaptıklarınızı kaydediyorduk! (Hafızalıyorduk – varlıktaki evrensel hafıza – memory.) (A.Hulusi)

29 – İşte kitabımız, yüzünüze karşı hakkı söylüyor, çünkü biz sizin yaptıklarınızı hep istinsah ediyorduk. (Elmalı)

 

Hazâ KitabuNA yentıku aleyküm Bil Hakk işte bunlar bizde ki kayıtlardır. Bizim tuttuğumuz kayıtlar işte bunlar. Aleyhinize de olsa tüm gerçeği size o söyleyecektir. inna künna nestensihu ma küntüm ta’melun çünkü biz yaptığınız her bir şeyi vakti zamanında kayıt altına almıştık, kaydetmiştik.

 

30-) Feemmelleziyne amenû ve amilus salihati feyüdhılühüm Rabbühüm fiy rahmetiHİ, zâlike hüvel fevzül mubiyn;

İman edip imanın gereğini uygulayanlara gelince, Rableri onları Rahmetine dâhil eder! İşte bu apaçık başarıdır! (A.Hulusi)

30 – İşte o iman edip de yaraşıklı işler yapmış olan kimseler o vakit onları rableri rahmeti içine koyacak, işte o Fevzi mübîn o. (Elmalı)

 

Feemmelleziyne amenû ve amilus salihat öte yandan iman eden ve salih amel işleyenlere gelince feyüdhılühüm Rabbühüm fiy rahmetiH rableri onları rahmetine muhatap kılacaktır. Yani onları affedecektir. Onlar melek değildir, onlar kusursuz değildir, onlar günahsız değildir. Ama onlar baş kaldırmadılar, itiraf ettiler. Dolayısıyla Allah’ın rahmetine muhatap kılınacaklar. zâlike hüvel fevzül mubiyn bu, işte budur büyük zafer. Büyük zafer mi istiyorsunuz, görün, budur büyük zafer.

 

31-) Ve emmelleziyne keferu* efelem tekün âyâtiy tütla aleyküm festekbertüm ve küntüm kavmen mücrimiyn;

Hakikat bilgisini inkâr edenlere gelince, “İşaretlerim size bildirilmedi mi? (Ama siz) benliklerinizi yücelttiniz ve suçlular (şirk koşanlar) toplumu oldunuz!” (denilir). (A.Hulusi)

31 – Küfredenlere gelince: değil mi karşınızda benim âyetlerim okunurdu da siz kibirlenmek istedinizdi ve mücrim bir kavim idiniz? (Elmalı)

 

Ve emmelleziyne keferu fakat inkarda direnenler var ya, onlara şöyle denilecek efelem tekün âyâtiy tütla aleyküm mesajlarım size bir zamanlar tebliğ edilmemiş miydi, gelmemiş miydi peygamber, gelmemiş miydi kitap, hatta akıl verilmemiş miydi, fıtrat yok muydu. festekbertüm ve küntüm kavmen mücrimiyn aksine edilmişt. Oradaki ”fe” bunu ifade eder. Aksine edilmişti. Ama siz küstahça böbürlenmiş ve günahkar bir toplum olmuştunuz. Günahkar bir toplum olmayı tercih etmiştiniz daha doğrusu.

 

32-) Ve izâ kıyle inne va’dAllâhi Hakkun ves saatü lâ raybe fiyha kultüm ma nedriy mes saatü in nezunnü illâ zannen ve ma nahnu Bi müsteykıniyn;

“Allâh vaadi haktır ve O Saat (hakikatin ortaya çıkacağı süreç) ki, onda şüphe yoktur” denildiğinde: “O Saat nedir, bilmiyoruz… Sadece bir zan olduğunu düşünüyoruz ve buna yakînimiz yok!” demiştiniz. (A.Hulusi)

32 – Hem Allahın vaadi haktır ve o saatin geleceğinde şüphe yoktur denildiğinde demiştiniz ki: bilmiyoruz saat nedir? Yalnız bir zandır zannediyoruz fakat biz yakîn edinmiş değiliz. (Elmalı)

 

Ve izâ kıyle inne va’dAllâhi Hakkun ves saatü lâ raybe fiyha size ne zaman; Bakın Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir ve son saat asla şüphe kaldırmaz denilmişse ne oldu? kultüm ma nedriy mes saatü in nezunnü illâ zannen ve ma nahnu Bi müsteykıniyn siz şu cevabı vermiştiniz her seferinde: Son saatte neymiş, biz böyle bir şeyi bilmiyoruz. Biz onun bir varsayımdan ibaret olduğunu düşünüyoruz ve biz asla ikna olmuş değiliz bu konuda demiştiniz. Hep böyle demiştiniz.

 

33-) Ve beda lehüm seyyiatü ma amilu ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun;

 

Yaptıkları şeylerin kötülükleri onlarda açığa çıktı ve alay ettikleri şey kendilerini kapsadı! (A.Hulusi)

33 – Derken onlara yaptıkları amellerin kötülüklerini yüz göstermiş ve o istihza edip durdukları şey kendilerini kuşatıvermiştir. (Elmalı)

 

Ve beda lehüm seyyiatü ma amilu ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun en sonunda yaptıkları kötülükler ayan açık ortaya serilecek ve alay edip durdukları gerçek kendilerini perişan edecektir, mahvedecektir.

Allah’ın yasaklarının görünen nedenleri ve gerekçelerinin altında yatan ve bizim göremediğimiz, göremeye, bilemeyeceğimiz gerçek nedenlerini bizler orada göreceğiz. Mesela günahların insan ruhuna negatif etkisi nedir. Biz bunu burada göremiyoruz. Mesela günahlarla, insanla melek arasında nasıl bir duvar örülmektedir. Biz bunu göremiyoruz. Mesela günahların insanın Allah’a olan dualarının önüne nasıl bir engel çıkardığını göremiyoruz. Daha göremediğimiz bir çok şey var. Ama gerçeğini orada göreceğiz. Mesela günahlar ruhumuza nasıl ıstırap veriyor, ruhumuzda hangi hastalıkları oluşturuyor. Bedenimizin hastalığını hastanelerde fark ediyoruz ama günahların ruhumuzda açtığı kurşun yaralarını göremiyoruz. İşte o zaman Allah’ın bize olan rahmetinin büyüklüğünü ve bizi koruma konusunda ki gayretine şahit olacağız. Ama orada.

 

34-) Ve kıylel yevme nensaküm kema nesiytüm Lıkae yevmiküm hazâ ve me’vakümün naru ve ma leküm min nasıriyn;

Denilmiştir onlara: “Bu sürece kavuşmayı unuttuğunuz gibi; biz de bu süreçte sizi unuturuz! Barınağınız ateştir ve size yardım edecek de yoktur!” (A.Hulusi)

34 – Ve denilmiştir ki bu gün biz sizi sizin bu gününüzün geleceğini unuttuğunuz gibi unutacağız, yatağınız ateştir ve sizin için yardımcılardan bir eser de yoktur. (Elmalı)

 

Ve kıylel yevme nensaküm kema nesiytüm Lıkae yevmiküm hazâ ve onlara denilecek ki, orada tabii; siz yüzleşeceğiniz bu güne ulaşacağınızı nasıl unuttunuzsa, bu güne kavuşacağınızı nasıl kulak ardı ettinizse, hiç kale almadınızsa, biz de sizi unutulmaya terk ettik. Yani biz de sizi unuttuk, biz de sizi göz ardı ettik, biz de sizi gözden çıkarttık. ve me’vakümün nar nihayet varış yeriniz ateştir. ve ma leküm min nasıriyn; size yardım eden hiç kimse de bulunmayacaktır.

 

35-) Zâliküm Bi ennekümüttehaztüm âyâtillâhi hüzüven ve ğarretkümül hayatüd dünya* felyevme lâ yuhrecune minha ve lâ hüm yüsta’tebun;

“Bunun böyle oluşunun sebebi şudur: Allâh işaretlerini ciddiye almadınız ve dünya zevkleri sizi aldattı!”… Bugün ondan (ateşten) çıkarılmazlar ve onlardan özür de kabul edilmez! (A.Hulusi)

35 – Bunun sebebi, çünkü siz Allahın âyetlerini eğlence yerine tuttunuz ve Dünya hayat sizi mağrur etti, onun için bu gün ateşten çıkarılmazlar ve kendilerinden tarzıye de kabul edilmez. (Elmalı)

 

Zâliküm Bi ennekümüttehaztüm âyâtillâhi hüzüven ve ğarretkümül hayatüd dünya durum işte böylesine vahimdir. Zaliküm Bi enneküm. Durum işte böylesine vahimdir çünkü siz Allah’ın mesajlarını alay konusu ettiniz. Zira dünya hayatı sizi aldatmıştı. ve ğarretkümül hayatüd dünya dünya sizi aldattı, siz de kendinizi aldattınız. Peşin yalanı vadeli gerçeğe tercih ettiniz. Peşin yalandı, gerçek vadeli idi. Aslında dünya hayatı bir çalışma, mesai idi, bir aydı. Aylığı çalışmadan almaya kalktınız. Oysa çalışıp ta hak edecektiniz.

Bu benzetme de yerinde değil aslında. Siz Allah’tan peşinen bir çok kredi aldınız. Varlığınızı Allah’tan aldınız, iki göz, iki kulak, iki el iki ayak, bir dil bir dudak hep Allah’tan aldığınız akıl, yürek, duygu, düşünce hayat ve her nefes Allah’ın size açtığı bir kredi idi. Bu kredinin karşılığını ödemeden yeni krediler aldınız, ama hiç birine de teşekkür etmediniz. Sanki Allah’tan almamış gibi davrandınız ve sonuçta borcunuzu inkar ederek geldiniz.

Borcunuzu ödeyemeyeceğinizi Allah’ta biliyordu. Fakat O’nun istediği sadece itiraftı. Ya rabbi sana borçluyum. Deyn, diyn borçluluk bilinci dindarlıktır. Din; Deyn den gelir onun için.

felyevme lâ yuhrecune minha ve lâ hüm yüsta’tebun işte bu yüzden o gün ne oradan çıkarılacaklar, ne de başvuruları kabul edilecek. Ya da ne de onların baş vurmak için çığlığı dinlenecek. Dinleyecek kimse olmayacak onların. Yan hiçbir şey istemeye izin verilmeyecek.

 

36-) FeLillâhil Hamdu Rabbis Semavati ve Rabbil Ardı Rabbil ‘alemiyn;

Hamd; semâların Rabbi, arzın Rabbi, Rabb-ül âlemîn olan Allâh’a aittir (Hamd eden O’dur)! (A.Hulusi)

36 – Binâenaleyh hamd, Allahın, o Göklerin rabbi, Yerin de rabbi rabbil’âlemînin. (Elmalı)

 

FeLillâhil Hamdu Rabbis Semavati ve Rabbil Ardı Rabbil ‘alemiyn hamd, yani bütün bunların sonunda netice nedir ey insanoğlu, netice nedir biliyor musun? Netice şudur; Hamd göklerin ve yerin rabbi olan Allah’a mahsustur. İşin doğrusu budur. Alemlerin rabbine yani. Tüm övgü, tüm sena O’na mahsustur. Bunun altında zımnen şu ifade var. sen hamd etmesen de hamd Allah’a mahsustur. Sen küfretsen de Hamd Allah’a mahsustur. Çünkü göklerin ve yerin başka rabbi yok. Alemlerin başka rabbi yok. Rab olmak sadece yaratmak değil, yarattığının ihtiyacını da yaratmak. Neye ihtiyaç duyuyorsa her şeyini yaratmak. Yarattığını basitten mürekkebe doğru terbiye etmek, bir noktadan alıp amacına doğru ulaştırmak. Onu koruyup kollamak, görüp gözetmek, bakıp belemek, büyütmek ve beslemektir. Rab bütün bunların hepsidir ve Allah dışında da bir rab yoktur. O zaman sen hamd etsen de, etmesen de aslında hamd Allah’a mahsustur.

 

37-) Ve lehül Kibriyau fiys Semavati vel Ard* ve “HU”vel ‘Aziyzül Hakiym;

Kibriyâ (benlik); semâlarda ve arzda O’na aittir! O, Aziyz’dir, Hakiym’dir.(A.Hulusi)

37 – Ve Göklerde, Yerde büyüklük onun, o öyle azîz, öyle hakîm. (Elmalı)

 

Ve lehül Kibriyau fiys Semavati vel Ard* ve “HU”vel ‘Aziyzül Hakiym göklerde ve yerde ululuk O’na mahsustur. Yücelik O’na mahsustur, büyüklük O’na mahsustur, azamet O’na mahsustur. Zira O mutlak yücelik sahibi, sonsuz hikmet sahibidir. O size değil, siz O’na muhtaçsınız. Siz olmasanız O’nun hiçbir şeyi eksilmez. Ama O sizi; Kendisine şükür mü edeceksiniz, küfür mü edeceksiniz diye sınamak için yarattı.

O kendi kendine yetendir, siz ise hiçbir şeye yetmeyensiniz. O’nsuz yapamazsınız. O’nsuz yapamadığınız halde O’nu yok saymanız, O’na küfretmeniz, O’nu inkar etmeniz, O’nu unutmanız, O’nun hayata kattığı anlam ve manayı yok saymanız O’na olan küfranınızdır. O’na olan ihanetinizdir. Hiçbir ihanet cezasız kalmaz.

Rabbim hayata kattığı anlamı bilen fark eden ve bu anlama göre davrananlardan kılsın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. AHKAF (01 – 20) (158)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün dersimize yeni bir sure ile devam edeceğiz inşallah. Ahkaf suresi, mushafın 46. suresi olan Ahkaf suresi. Sure, sıra sıra kum tepeleri, ya da kum sıra dağları anlamına gelen Ahkaf adını 21. ayetinden alır. Sureye bu ismin verilmesinin hikmeti Kur’an da sadece burada, bu kelimenin geçiyor olması olsa gerek.

Sure tek isimli surelerden biri. Yani daha sahabe döneminde, hatta bir rivayette Resulallah’ın dilinden de bu adla dökülmüş, anılmış.

Sure Mekke‘de nazil olmuş. Bazı ayetlerinin Medeni olduğunu söyleyen otoriteler var. Fakat bunun hiçbir tutarlı delili yok. Medeni olduğu söylenen 10, 15, ayetler gibi ayetlerin bağlamına, siyak ve sibakına baktığımızda bu ayetleri ait olduğu bütünden koparmak ne anlam olarak, ne lafız olarak mümkin değil. Dolayısıyla bir konu bütünlüğüne sahip olan Ahkaf suresi tamamıyla Mekke de nazil olmuş, Haa. Miim..! ailesinin son suresi. Malumunuz bu aile 7 surelik bir seriden oluşmakta. Dolayısıyla7. sur olarak haa, Miim ailesi bu sure ile son bulmakta.

3 nüzul tertibinde de, yani Hz. Osman’ın, Hz. Abdullah İbn. Abbas’ın ve Hz. Cabir bin Zeyd in dizimlerine, zaman sıralamalarına göre nüzül sırasında Casiye ile Zariyat suresi arasında yer alıyor. Bu konuda ittifak var.

Surenin indiği zaman dilimi gerçekten de dikkat çekici, zor zaman, kor zaman, ateşten bir zaman diyebileceğimiz Mekke döneminin en zor dilimine ait bir sure.

29 – 32. ayetler arası cinlerden söz eder. Bu olay Taif dönüşü vuku bulmuştur. Yani Resulallah’ın cinlere, bir başka ifadesiyle görünmez varlıklara, bir başka ifadesiyle uzak varlıklara tebliği Taif dönüşü vuku bulmuş bir olay. Tüm siyer kaynaklarımıza göre Taif seferi hicretten 3 yıl öncesine denk geliyor.

Yine 15. ayet ebeveyn – evlat ilişkisine değiniyor. Bu ilişkiyi İsra ve Lokman surelerinde de benzer bir formla işlerken görüyoruz Kur’an ı ve ilginç olan İsra da, Lokman da tıpkı Ahkaf suresi gibi (Mekke’nin) 3 dilimlik döneminin 3. dilimine ait sureler. Yani yakın zamanlı, art zamanlı sureler.

Yine bu surenin 9. ayeti Ferra’nın yorumuna göre Kureyş’in Resulallah’a suikast planlarına ilişkin bir ayet.

Bütün bunları toparladığımızda ortaya şu çıkıyor; Bu sure Mekke döneminin, Yani nübüvvetin 10. yılına, hatta 10. yılın sonuna veya 11. yılın başına tesadüf ediyor inmesi. Peki nasıl bir ortamdı, nasıl bir zamandı, sureyi anlamamız için surenin ayaklarının nereye bastığını iyi bilmemiz gerekiyor. Malumunuz Kur’an başı gökte, ayakları yerde bir hitaptır. Başını mana ayaklarını lafız temsil eder. peki ayakları nerede duruyordu, yani bu surenin tarih içindeki zamanı neye tekabül ediyordu bunu iyi bilmemiz gerekiyor. Onun içinde kısaca ben bu surenin indiği zamanı ve o zamana mücavir zamanların kısa bir özetini vermek istiyorum.

Malum efendimiz davetini tüm Mekke’ye ve bölgeye duyurduktan sonra Mekke’nin aristokratları bu davete karşı var güçleriyle direndiler. Önce suskunlukla direndiler. Yani suskunluğa mahkum ettiler, sükuta mahkum ettiler. Bir şeyi kale almayınca söner gider zannettiler. Vahyin hakikatini bilmiyorlardı. Kökü gökten gelen vahyin suskunluğa mahkum edilerek sesinin boğulamayacağını tahmin edemediler.

Tabii vahyin sesi gür çıktı, hep çıktı. boğamadılar, bu kez 2. aşamaya geçtiler; alay. Alay aşamasında da alayın her türünü reva gördüler. O güzeller güzeli, o insanlık abidesi, o beşeriyetin ufku olan sevgili nebiye, sıradan insanlara yapılmayacak alayları reva gördüler, yaptılar. Sadece onunla alay etmediler, onun getirdiği bu gök sofrasıyla da alay ettiler. Belki bu alay bu gök sofrasını gönderene bir hakaret, bir iftira, bir küfür anlamına geliyordu ki biz ayetlerde bunu görüyoruz. Rabbimiz onların bu alayını böyle nitelendiriyordu.

Bu da sökmedi, bu da bir şey ifade etmedi, çünkü Resulallah Allah’tan aldığı emirleri canı pahasına, kanı pahasına da olsa iletmek zorundaydı ve iletti.

3. aşamaya geçtiler. İşkence, fiili baskı, fiziki baskı, tehdit aşaması. İşte bu aşamada öyle şeyler yaptılar ki bir kısım sahabe Mekke’de duramadı artık. Mekke’de varlıkları tehlikeye girmişti.   Onları aç susuz bırakıyorlardı, kızgın güneş altında, kumların üzerinde işkence ediyorlardı. Sahipsizler, köleler, azad olmuş köleler, kimsesizler, yoksullar, ezilenler hep onların işkence ve hakaretlerine muhatap oldular.

Bir kısmı Habeşistan’a hicret etti. Mekke de kalanlarsa her ne pahasına olursa olsun direnmeye çalıştılar. Ama Mekkelilerin çok şiddetli bir boykotuyla karşılaştılar. İşte bu boykot bu surenin iniş zamanının hemen öncesine denk geliyordu. Ünlü boykot Müslümanların tamamının tecrit edilmesine yönelikti. Mü’minler birbirleri ile dayanışma içine girmek ve bu boykotun zararlarını öyle aşmak için Şib’i Ebi Talipte birleşmişler, tek yumruk olmuşlardı.

Şib’ zaten iki dağ arasında kalan vadi, çukur, oyuk anlamına geliyor. Bugün Ebu Kubeys tepesiyle, ki bugün  Kralın sarayının üzerinde yapılı olduğu tepe hemen yanında ki çukur. O çukurun bir yanında da tüneller vardır. Gidenler bilir. Tünellerle Kralın sarayının bulunduğu tepe arasında ki oyuk. O vadi Şib’i Ebi Talib, Ebu talib mahallesi idi. Ve mü’minler orada muhasara altına alındılar.

Tam bir boykottu bu. Yemek ve su da dahil, ekmek ve su da dahil hiçbir gıda maddesini içeri geçirmiyorlardı. Her taraftan ablukaya almışlardı. Tepelerden arkaya aşmak mümkin olmadığı için aşağıdan o dağın yüzeyinde olan her hareket gözleniyordu. Dolayısıyla çok şedid bir dönemdi. Gerçekten mü’minler imanlarının bedelini çok ağır ödemişlerdi. Yani bu dönemde aç kalmışlar, rivayetlerin bize naklettiğine göre, ot yemişlerdi. Hatta yiyecek hiçbir şey bulamayınca bizzat yük hayvanlarını, yani kendilerinin hayati öneme haiz yük hayvanlarını kesip yemişler, onlar da bittikten sonra artık açlık baş gösterir olmuştu. 3 yıl sürmüştü bu boykot.

Bu boykotun ardından acı günler birbirini kovalamış, Resulallah’ı himaye eden Ebu Talib vefat etmişti. Ebu Talib’in vefatının üzerinden daha bir ay geçmeden efendimizin eşi, büyük sığınağı, korunağı, ona kucak açmış olan Hz. Hatice dar-ü bekaya intikal etti, irtihal etti. Dolayısıyla o yıl hüzün yılı ilan edilmişti. Yani hem efendimiz için, hem mü’minler için çok zor bir yıldı. Artık Mekke de duracak imkan kalmamıştı. Mekke liler ablukayı yavaş yavaş daraltmış ve en sonunda Resulallah’ın canına kastetmek için planlar hazırlar olmuşlardı. Dar’ün Nedve de toplanıyorlar, nasıl bir planla hareket edeceklerini konuşuyorlar, ve artık Ebu Talib de vefat ettiğine göre Resulallah’ı rahatlıkla öldüreceklerini düşünüyorlardı.

İşte bu şartlar altında Resulallah’ın hareket alanı oldukça kısıtlanmış, hatta panayırlara gelenlere Resulallah her şeye rağmen davete koşarken onun arkasına adamlar takmışlar, özellik le Ebu Leheb, özellikle Ümeyye bin Halef, Utbe, Şeybe gibi müşriklerin lider takımı onun davet ettiği kimseyi kâh tehditle, kâh ödülle onu dinlememeye çağırıyorlardı. Bu dönemde Mü’minler pazardan, çarşıdan bir şey satın alacak olsalar hemen düşmanlar geliyor, ben ona iki mislini veriyorum, ben ona ondan daha fazla veriyorum diyerek ona satmamasını telkin ediyorlardı.

İşte böyle bir ortamda Resulallah artık davetinin alanının iyice kısıtlandığı, imkânların iyice tükendiğini gördüğü Mekke’den hicret edecek bir mekan aramaya koyuldu ve istikamet Taif’ti. Taif’e çıktı. O yalçın dağlardan, gerçekten de bölgenin platosu olan bölgenin bir yerde yaylası sayılan Taif’e, ki rakımı hayli yüksektir Mekke’ye göre, bineksiz gitti. Çünkü binek alacak kadar bile maddi imkânı kalmamıştı, iyice tükenmişti. Mekke’nin en zengin dulu olan Hz. Hatice tüm servetini Allah yolunda harcamıştı. Taife giderken Resulallah gerçekten de bir binek alacak kadar dahi bir servete malik değildi.

Yanında bir rivayette Hz. Zeyd, bir rivayette ise yalnız başına Taif’e ulaştı. Umuyordu ki Taif’te ki eski arkadaşları kendine arka çıkarlar, davetini dinlerler, Taif’te ehli insaf olan insanlar bu ilahi davete koşarlar.

Ama hiç umduğu gibi olmadı. Taif’liler Arapların gazabını üzerimize çekeriz gerekçesiyle kendilerine konuk olarak gelen peygamberler peygamberini taşa tuttular. Taif’in çocuklarına ve delilerine öğüt verdiler, para verdiler, ödül verdiler, şu adamı taşlayarak çıkarın, küfredin, dövün, sövün dediler ve Resulallah aldığı taş yaralarından dolayı her tarafı kan revan içinde Taif’ten çıkmak zorunda kaldı.

Taif çıkışında ki bir bahçenin duvarına yaslanıp o meşhur duasını yaptı. O her şeyin bittiği, tabir caizse tarihin talihinin değiştiği, kaderinin değiştiği o kırılma anı. Yani bittim noktası. İşte o noktada yaptığı o meşhur duayı hatırlıyoruz.

“İlahi..!” demişti Resulallah Ben gücümün tükendiğini sana şikayet ediyorum ya rabbi. kuvvetimin azaldığını sana şikayet ediyorum. insanlardan bıkıp usandığımı sana şikayet ediyorum. Ben gücümün tükendiğini sana şikayet ediyorum ya rabbi. Kuvvetimin azaldığını sana şikayet ediyorum. Ey alemlerin rabbi, ey ezilenlerin rabbi, ey benim rabbim, ey rahmeti, mağfireti sonsuz olan Allah’ım. Beni kimlerin eline bırakıyorsun. Eğer bana gazaplı değilsen, kızgın değilsen ben bu çektiklerimin hiç birine aldırmıyorum. Beni nurunla aydınlat, nurundan uzak tutma, beni nefsimle bir lahza baş başa bırakma diyordu.

[Ek bilgi; (Konuşmadan yazıya dökemedim, İnternette bulduğum) TAİF DUASI

Allâhumme ileyke eş’kû dâ’fe kuvvetiy ve kîllete hiletiy ve hevâniy alennâs; Yâ Erhamerrahimiyn, ente Rabbül müstad’âfiyn; ente erhamu biy min entekileniy ilâ aduvvin bağiydin yetecehhemuniy, ev ilâ sadıykın karîbin mellektehu emrî. İn lem tekûn gadbane aleyye, felâ ubâliy, gayre enne âfiyeteke ev seûliy. Euzü binûri vechikellezi eşrekat lehu zulûmatu ve salâha aleyhi emriddünya vel âhıreti en yenzile bi gadabüke ev yehılle aleyye sehatük; ve lekel utba hatta terda ve lâ havle velâ kuvvete illâ bike.

Anlamı; "Allâh’ım, kuvvetimin yetersiz kaldığını, çaresiz olduğumu, halk nazarında hor hakîr hale düştüğümü görüyorsun. Ya erhamer rahimiyn, zayıf görülüp ezilenlerin Rabbi sensin. Kötü huylu ve kötü tavırlı yabancı düşmanın eline beni terk etmeyecek, hatta himayemi ellerine verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmayacak kadar Rahimsin. Allah’ım, bana karşı gazaplı değilsen; çektiğim eziyet ve belâlara hiç aldırış etmem. Ancak şu da var ki, koruma sahan bunları da çektirmeyecek kadar geniştir. Allâh’ım, gazabına maruz kalmaktan, yahut rızasızlığından, senin bütün zulmeti parıl parıl aydınlatan, dünya ve âhiret hallerinin yegâne selâmete çıkartıcısı olan NUR’U Veçhine sığınırım. Allâh’ım rızan olasıya senden affını diliyorum. Havl ve kuvvet ancak seninledir."]

Dönüm noktası, bitim ya rabbi denilen yerde, yettim kulum diyecek bir rab vardı. Hani ayeti kerime de buyrulduğu gibi. Meta nasrullah (Bakara/214)  Allah’ın yardımı ne zaman peygamber ve beraberindekiler elâ inne nasrAllâhi kariyb. (Bakara/214) İyi bilin ki Allah’ın yardımı çok yakındır. Böyle diyen ve bunun içini dolduran, gerçekten biten ve bittim diyene yetecek bir Allah vardı.

Ve işte o an değişmişti. Değişmenin alameti hemen gözüktü. Değişmenin ilk alameti. Allah’tan gelen yardımın ilk işareti, tabir caizse işaret fişeği Addas’tı. Teselli armağanıydı. Acının zirvesini yaşayan Resulallah’a bir teselli armağanı. Kovulduğu Taif’te taşlanarak üzeri yara bere içinde, kan revan içinde çöktüğü o duvarın dibinde kendisine gönderilmiş bir armağan Addas; bir köle, bir bahçıvan. Taif’li bir efendinin Ninovalı kölesi. Yunus peygamberin hemşerisi. Resulallah’ı orada öylesine görünce dayanamadı geldi. Önce yüzünü temizledi, kana bulanmış yüzünü. Yüzünü temizledikten sonra alnından öptü. Sonra ellerini temizledi, elinden öptü. Sonra ayaklarını temizledi onları öptü ve Resulallah’ı, peygamberlerin zirvesini, peygamberler zincirinin son halkasını tebrik etti. Ondan dua istedi.

Resulallah ilk armağanını böyle almış olarak, teselli armağanını, Mekke’ye döndü. Mekke’ye dönerken bu surenin 29 – 32. ayetleri arasında ki hadise gerçekleşti. O, ona ikinci armağandı adeta. Yani sana en yakınların, en yakın olan varlık, insanlar eğer böyle yapıyorsa, Allah sana görünmeyen varlıkları, cinleri, uzak varlıkları boyun eğdirir, iman ettirir, teslim ettirir. Yani sen üzülme. Sana en yakınların ihanet ediyorsa, en uzaklar sadakat gösterir, Allah sana birilerini bulur buluşturur, onlar sana yar olurlar, yardımcı olurlar, dost olurlar, sadık olurlar mesajıydı bu. Bu surenin 29 – 32. ayetlerinde ki cinlerle ilgili mesaj.

İşte bu surenin indiği zaman dilimi böylesine acının ayyuka çıktığı, çaresizliğin son demine dayandığı ve artık bittim ya rabbi dediği Resulün; Allah’ım gücümün tükendiğini sana şikayet ediyorum dediği, yani kendimi sana şikayet ediyorum ya rabbi dediği ve rabbimizin artık zamanın gün dönümü olduğunu müjdeleyerek kemalühu, zevalühu. Bir şeyin zirvesi, o şeyin sonudur fetvasınca zamanı tersine çevirip artık yokuş aşağı bir yola Resulünü soktuğunun göstergesi olmuştu bu. İşte bu sure böyle bir olayın ertesinde vuku buldu. Zor zaman kor mekan diyebileceğimiz böylesine bir zamanın ürünlerinden biri.

Surenin dolayısıyla konusu da bu zaman hakkında bize ip uçları veriyor. Diğer üyelerle benzerlik arz ediyor Ha mim ailesinin diğer üyeleriyle. Vahyin kaynağı değeri ve ona iman üzerinde duruyor. Onu inkar edenlerin içine düştüğü o derin açmaz ve sefaleti dile getiriyor. Onu inkarın en anlaşılamaz tarafı, onu inkar edenlerin içine girdiği hal. Özellikle bu hali iman eden anne babanın, inkar eden evladını imana davet bağlamında, örneğinde dile getiriyor bu sure 15.- 20. ayetler arasında.

Zımnen bize göre bu örnekle şunu söylüyor. Allah Resulü müminlere baba gibidir. Zaten Kur’an bunu bir yerde de söylüyor. Mü’minlerin babası gibidir diyor. Dolayısıyla Allah Resulünün davetine sırt çevirmek, insanın üzerinde bin babadan daha fazla hakkı olan bir manevi babaya ihanet etmektir. Onun şefkati, onun merhameti, onun insanlığa olan sevgisi; insanlığın tüm babalarının sevgisini toplasanız, şefkatini toplasanız, onun sevgi ve şefkatinin zekatı etmez. İşte böyle bir insanlık babasını üzmek ne demek anlamına geliyor. Böyle yorumluyorum ben 15 – 20. ayetler arasındaki verilen modeli örneğin.

Peygamberi ret, nankörlüğün en büyüğüdür. Sözün özü bu. Allahsız bir hayatı ve bu hayatın bereketsizliğini dile getirerek sure son buluyor. Allahsız bir hayat, o kadar bereketsiz bir hayat ki, surenin son ayetine göre, o kadar kısa, o kadar bereketsiz ki, bu bereketsiz hayatı yaşayıp ta ahirette işin gerçeğini görenler, yani aslında Allahsız bir hayatın yaşanmamış, kısalmış bir hayat olduğunu, bu gerçeği görenler diyecekler ki  …sa’aten minennehar..(Yunus/45) Yer yüzünde bir saat, yani bir günün bir saati kadar kaldık. Çünkü çok bereketsiz bir hayat yaşadıklarını ancak o zaman fark edecekler. Ama iş işten geçmiş olacak.

Kur’an ın hiçbir tarafında bunu bir mü’min söylemez. Demek ki küfür içinde geçen bir hayat aslında kısalmış, bereketi kaçmış, bir güne inmiş bir hayattır. İman içinde geçen bir hayatsa dolu dolu, uzamış, bereketlenmiş, adeta cennette geçen bir hayat gibi. Tam dolu dolu, mübarek sünnetlenerek yaşanmış bir hayattır. Şimdi bu kısa özetten sonra Ahkaf suremizin tefsirine geçebiliriz.

[Ek bilgi; Surenin ihtiva ettiği başlıca konular şunlardır.

1 – Allah ü Teâlânın vahdaniyeti, birliği hakkında deliller.

2 - Şirkin batıl olduğunu beyan.

3 - Mü'minlerin ana ve babalarına karşı yaptıkları iyi muamele ile nail olacakları mükafat.

4 - Dünyanın fani varlıklarına ve lezzetlerine kapılmanın tehlikeli olduğuna işaret.

5 - Ad kavminin kıssasını beyan.

6 - Cin taifesinden bir zümrenin Kur'an-ı Kerimi dinleyip Müslüman olmaları ve kavimlerini de İslam’a davet ettiklerine işaret.

7 - Peygamberimiz (s.a.v)'in sabır ve sebat ile mükellef olduğunu beyan.

8 – Allah ü Tealânın emirlerine isyan etmenin ve ahireti inkâr etmenin vahim sonuçlarını ihtar.

(Ebü’l- Leys Semerkandi - Tefsir-ül Kur’an]

 

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, rahiym Allah adına. Yarab, herkes bir şey adına başlar, hayatı herkes bir şey adına okur, hayatı herkes bir şey adına yaşar. Kimsi refah adına yaşar, kimisi maddi rahatlık adına yaşar, kimisi makam adına yaşar, kimisi mevki adına yaşar, Kimisi sahte efendiler ve sahte tanrılar adına yaşar. Biz mü’minler hayatı senin adına yaşarız. Onun içinde hayatın prospektüsünü, hayatın kullanma kılavuzunu senin adınla okuruz, senin adınla başlarız. Her güzel işe senin adına başladığımız gibi, işlerin en güzeli olan vahyi okumaya da senin adınla başlıyoruz.

 

1-) Haa, Miiiym;

Ha, Miim. (A.Hulusi)

01 – Hâ mîm. (Elmalı)

 

Haa, Miiiym hurufu mukadda malumunuz, heca harfleri başında geldiği surelerin hemen tamamında vahye atıf işlevini taşır. Bu surede de vahye atıf işlevini açıkça görüyoruz hemen şu ayette.

 

2-) Tenziylül Kitabi minAllâhil ‘Aziyzil Hakiym;

Aziyz Hakiym Allâh’tandır O Bilgi tenzîli (tafsile indirme)! (A.Hulusi)

02 – Bu kitabın ceste ceste indirilmesi azîz, hakîm Allah dan dır. (Elmalı)

 

Tenziylül Kitabi minAllâhil ‘Aziyzil Hakiym bu ilahi kelamın indirilişi, yüceler yücesi. Ulular ulusu, büyükler büyüğü ve sonsuz hikmet sahibi Allah katındandır.

Aziyz ve Hakiym isimlerinin bir ayetin sonunda gelmesi tesadüfi değil elbet. Aziyz ismi geldiği zaman o ayette, ya da o ayetin öncesinde anlatılan olayın mahiyetine ilişkin bize bir duruş verir. Nedir bu? Yani eğer siz, ki burada anlatılan olay vahiy, kitabın indirilişi. Eğer siz önünüze indirilmiş olan bu gök sofrasından yemiyorsanız, yüreğinizi doyurmuyorsanız, ruhunuzu kandırmıyorsanız; bunda Allah’ın hiçbir zararı olmaz. Aziyz isminden biz bunu anlarız. Yani bundan zarar edecek olan Allah değil sizsiniz. Allah’ın hiçbir şeyi eksilmez.

Neden? O Aziyzdir. O hiçbir şeye muhtaç olmayan, O üstündür. Bizatihi üstündür. Yani El Aziyz. Kendiliğinden yücedir. Siz yücelttiğiniz için yüce değil, topunuz Allah’ı yüceltmeyelim diye ittifak etseniz, Allah’ın yüceliğinden zerrece bir şey eksilmez. Bu zımnen bu manayı içerir.

El Hakiym de bu açıklamanın arkasından biri eğer kalkar da; O zaman ya rabbi bu insanoğlunun neye yarattın. Yani senin yüceliğini takdir etmeyecek, bilmeyecek bu insanoğlunu, madem yaptıkları sana bir şey katmayacaktı, neden yarattın diye bir soru gelirse cevabı olsun El Hakiym. Hikmeti vardır. Hikmetsiz yaratmamıştır. Bu hikmette yine ey insan seninle ilgilidir. Yani kötüye bak, iyiyi tanı. Küfre bak imanı tanı, batıla bak hakkı tanı. Güzele bak çirkini tanı diye bu hikmet ve daha sayamayacağımız bir çok hikmete mebni olarak yaratmıştır.

 

3-) Ma halaknes Semavati vel Arda ve ma beynehüma illâ Bil Hakkı ve ecelin müsemma* velleziyne keferu amma ünziru mu’ridun;

Biz semâları, arzı ve ikisi arasındakileri yalnızca Hak olarak ve bir süreç için yarattık… Hakikat bilgisini inkâr edenler ise uyarıldıkları şeyden (hakikatten) yüz çevirmektedirler. (A.Hulusi)

03 – Biz o Gökleri ve Yeri ancak Hakk ile ve müsemmâ bir ecel ile yarattık, küfredenler ise inzar edildikleri şeylerden alındırmıyorlar. (Elmalı)

 

Ma halaknes Semavati vel Arda ve ma beynehüma illâ Bil Hakkı ve ecelin müsemma biz gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak gerçek bir anlam ve amacı gerçekleştirmek için yarattık. Ne ki ayetin sonunda ki o itirazi cümle ve ecelin müsemma sınırlı bir süreliğine, yani sonsuzca değil. Gökleri yeri ve bu ikisi arasındakileri. Adeta ahiretin kalıcı dünyanın içinde bulunduğu alemle birlikte geçiciliğine bir atıf. Yine bu atıf aynı zamanda bu alemin, şu maddi alemin yaratılmamış olduğunu, dolayısıyla ezeli ve ebedi olduğunu savunan ilkel ve modern materyalizme bir ret, bir cevap içeriyor.

Anlam ve amaç. Evet, illâ Bil Hakk bir anlam ve amaçla yarattık diyor. Yaratılışın anlam ve amaçlılığı varlığın en temel yasasıdır. Yer çekimi yasası yokken, yaratılışın anlamlılığı yasası vardı. Dolayısıyla yaratılışın ilk yasası anlamlılık ve amaçlılık yasasıdır.

Bu ne demektir? Bu Allah demektir, anlam demek; Allah demektir. Allah demek anlam demektir. Onun için varlığın anlamsız olduğunu düşünen Allahsız bir kafadır, Allahsız bir tasavvurdur. Allah vardır; anlam vardır. Bir yerde düzen varsa, nizam varsa, sistem varsa, kozmos varsa, orada o düzeni sağlayan ve yaratan biri var demektir. Bir yerde sanat varsa orada bir sanatkar var demektir. Bir yerde fiil varsa, eylem varsa orada bir fail var, o eylemi ortaya koyan biri var demektir. Fiil var ama fail yok. Eylem var ama eylemci yok. Sanat var ama sanatkar yok. Ses var ama ağız yok demek anlamsızdır. Anlamsızlığı savunmaktır.

Anlamsızlığı savunan kendine en büyük kötülüğü yapmış olur, hakareti yapmış olur. Çünkü bu, şu alemin çok seçkin bir parçası olan insan, tasavvufi jargonla  konuşursak eşrefi mahlûkat olan, mahlûkatın şereflisi olan insan eğer kendi şerefiyle oynamayı göze alıyor, kendi anlamını yok sayıyor, kendini bir kör tesadüfün eseri sayıyor ve bu aleme gelişini solucanla eşitliyor, deniz yıldızlarıyla eşitliyor, eğer kertenkele ile eşitliyorsa o zaman bu insana bir başkasının hakaret etmesine gerek yok. Kendi kendisine bir kimse bundan daha büyük bir hakareti yapamaz. O nedenle Allah; Allahlı bir hayata çağırır. Bu anlamlı bir hayata çağırmaktır. Tüm peygamberlerin yaptığı şey aynıdır hayata anlamına döndürmek. Hayatı anlamına iade etmek. Tüm kafirlerin yaptığı şeyde aynıdır; hayatı anlamsızlaştırmak. Hayatın amacını yok etmeye kalkmak. Hayatın anlam ve amacı ancak Allah ile mümkündür. Vahiy işte bu anlam ve amacın yol haritasıdır.

velleziyne keferu amma ünziru mu’ridun ne ki inkar eden kimseler uyarıldıkları, davet olundukları hakikatten ısrarla yüz çeviriyorlar. Zımnen vahyi inkar denek istiyor bu cümle zımnen bu anlama geliyor; anlamı inkardır. Yani davet olunduğu şeyden inkar edenler yüz çevirmekle aslında hayatın anlam ve amacının olmadığını savunmuş oluyorlar. Zımnen böyle demiş oluyorlar.

İman; anlam ve amaçlılıktır buna göre. Küfür de anlamsızlık ve amaçsızlıktır. Ayetin son cümlesi zımnen bize bunu söylüyor. İşte Allah dışında tanrılaştırdıklarınız diyor. Misal mi istiyorsunuz. Yani küfrün anlamsızlık olduğuna, saçma olduğuna misal mi istiyorsunuz, örnek mi istiyorsunuz; Haydi size örnek vereyim bakın, verecek örneği;

 

4-) Kul eraeytüm ma ted’une min dûnillâhi eruniy ma zâ haleku minel Ardı em lehüm şirkün fiys Semâvat* iytuniy Bi Kitabin min kabli hazâ ev esâretin min ılmin in küntüm sadikıyn;

De ki: “Allâh dûnunda yöneldiklerinizi gördünüz mü (düşünün bakalım)? Gösterin bana arzdan ne yaratmışlar? Yoksa onların, semâların yaratılmasında bir ortaklığı mı var? Eğer doğruyu söylüyorsanız, bu konuda eskiden gelen bir bilgi yahut ilimden bir kalıntı getirin bana.” (A.Hulusi)

04 – De ki: şimdi baksanız a şu sizin Allahın berîsinden yalvarıp durduklarınıza, gösterin bana onlar Arzdan hangi cüz’ü yaratmışlar, yoksa onların Göklerde mi bir ortaklıkları var? Haydin bana bundan evvel bir kitab yahut ilimden bir eser getirin eğer sadıksanız. (Elmalı)

 

Kul eraeytüm ma ted’une min dûnillâh baksanıza şu Allah dışında taptıklarınıza, dönüp de bir göz atın bakalım. Allah dışında tanrılaştırdıklarınıza. Bu ilginç bir bağ kuruyor önceki ayetle. Allah dışında bir şeyleri tanrılaştırmakla, varlığın anlam ve amacından soyutlanması aynı yere varıyor, aynı gözede buluşuyor. Bir tek Allah’a kul olmayan, her şeyi tanrılaştırmaya hazır hale gelir. Öyledir. Allah’a kul olmayı reddeden bir kimse kul olmak için her şeye tanrı gözü ile bakmaya açık hale gelmiştir. Dolayısıyla her şeye kul olmaya hazırdır.

Demek ki rabbimize kul olmakla çıkarı olan tek bir taraf var, o da insan. Yani bir çok tanrısı olup kula kul olmamak, eşyaya kul olmamak istiyorsa, Allah’a kul olmaktan başka çaresi yoktur. Allah’a kul olmak insan  onurunun zirvesidir. Neden? Çünkü insanı onursuzluğun en büyüğü olan kula kul olmaktan ve eşyaya kul olmaktan korur ve garanti altına alır.

eruniy ma zâ haleku minel Ard gösterin bana, onlar yer yüzünün neresinde neyi yaratmışlar? Şu Allah dışında tanrılaştırdıklarınız, Allah’a ait vasıfları kendisine yakıştırdıklarınız neyi yaratmışlar. em lehüm şirkün fiys Semâvat yoksa onların göklerde ortakları mı var.

iytuniy Bi Kitabin min kabli hazâ ev esâretin min ılmin in küntüm sadikıyn haydi bundan önce inmiş ilahi bir kelam, ya da hiç olmazsa bir bilgi notu, bir kırıntı kadar kabilinden bilgi getirin bana eğer iddianızda dürüstseniz, samimiyseniz.

 

5-) Ve men edallu mimmen yed’u min dûnillâhi men lâ yesteciybü lehu ila yevmil kıyameti ve hüm ‘an duâihim ğafilun;

Allâh dûnunda kendisine kıyamet gününe kadar cevap veremeyecek olup ve onların dualarından da gâfil olanlara dua eden kimseden daha sapkın kimdir? (A.Hulusi)

05 – Hem o kimseden daha şaşkın kim olabilir ki Allah’ı bırakır da kendisine Kıyamete kadar cevap veremeyecek kimselere duâ eder onlar ise onların duâlarından gafildirler. (Elmalı)

 

Ve men edallu mimmen yed’u min dûnillâh Allah dışında birilerine yalvarıp yakarandan daha zalim biri olabilir mi? Allah dışında birilerine yalvarıp yakaran, dua eden. Onlardan; Allah’tan ister gibi talepte bulunandan daha zalim kim olabilir. Daha sapık kim olabilir, daha yoldan çıkmış kim olabilir. Neden? Çünkü şaşkınlığın dibidir bu.

Aslında burada men edallu; daha sapık kimdir, daha şaşkın kimdir diye de çevirebiliriz bunu. Çünkü delalet hem sapma, hem şaşırma anlamına gelir. Zaten şaşırma, sapmanın bir türevidir. Peki neden şaşkınlıktır bu? Çünkü onursuzluktur. Allah dışında birini tanrılaştıran, kendini nesne haline getirir. tanrılaştırdığı şeyin nesnesi haline. Bu ise insanın kendine yaptığı en büyük hakarettir. Allah dışında ya kula kul olacak, ya eşyaya kul olacak. Bu şaşkınlık değil de nedir. Yani şaşkınlık insanın iyi yapıyorum zannederek kendisine en büyük kötülüğü yapması. İşte bu noktada Allah dışında birilerine tanrılık yakıştırmak, insanın yapabileceği en büyük şaşkınlık. Çünkü kendisine hakaret etmektedir.

men lâ yesteciybü lehu ila yevmil kıyameh kıyamete kadar duasına karşılık veremeyecek olanlara tanrılık yakıştırmak. Yani bu satanlar var ya, bu şaşkınlar; Kıyamete kadar kendilerine cevap veremeyecek birine tanrılık yakıştırıyorlar. ve hüm ‘an duâihim ğafilun üstelik kendisine yalvarıldığının dahi farkında olamayan bir takım varlıklara tanrılık yakıştırmak, onlara dua etmek. Ki onlar kendisine yalvarıldığının dahi farkında değiller.

 

6-) Ve izâ huşiren Nasu kânu lehüm a’daen ve kânu Bi ıbadetihim kâfiriyn;

İnsanlar haşrolunduklarında, (o Allâh’tan gayrı yöneldikleri) kendileri için düşmanlar olurlar ve onların tapınmalarını da inkâr ederler! (A.Hulusi)

06 – Nâs toplanıp haşr olunduğu vakit da onlara düşman olurlar ve ibâdetlerini inkâr ederler. (Elmalı)

 

Ve izâ huşiren Nasu kânu lehüm a’daen ve kânu Bi ıbadetihim kâfiriyn bütün insanlar toplandığı zaman, toplanan kimseler berikilere can düşman olacaklar ve onların tapınmasını ısrarla reddedecekler.

Bu bana şunu hatırlatıyor o kadar suçlusunuz ki demeye getiriyor, o kadar suçlusunuz ki tek taraflı ilginiz dahi karşınızdakini tedirgin ediyor. Hani suçlu biri o kadar şaibeli ve suçlu olur ki, kirli ve pis olur ki, bana değime, bana dokunma da kime dokunursan dokun dersiniz. Onun sizinle birlikte görünmesini kendiniz için büyük bir hakaret sayarsınız ya, işte onların kendilerine yalvarıp yakardığı kimseler, tanrılık atfettiği kimseler, mesela Hıristiyanların tanrılık atfettiği Hz. İsa. Veya azizler, veliler. Kendilerine bu bize her şeyi istediğimizi verir denilen kimseler; Yarın insanların toplandığı mahşerde düşman olacaklar. Çünkü bunlar, onlar için bir iyilik yapmış değiller. Onlara kötülük yapmaya kalkıyorlar. Onları Allah’ın koymadığı bir yere koymaya çalışıyorlar.

 

7-) Ve izâ tütla aleyhim ayatuNA beyyinatin kalelleziyne keferu lil Hakkı lemma caehüm hazâ sıhrun mubiyn;

İşaretlerimiz kendilerine apaçık bildirildiğinde, o hakikat bilgisini inkâr edenler, kendilerine geldiğinde Hak için: “Bu apaçık bir büyüdür” dediler. (A.Hulusi)

07 – Karşılarında âyetlerimiz açık açık, parlak parlak okunurken de o küfredenler dediler ki hakka, kendilerine geldiği zaman: bu parlak bir sihir. (Elmalı)

 

Ve izâ tütla aleyhim ayatuNA beyyinatin kalelleziyne keferu lil Hakkı lemma caehüm hazâ sıhrun mubiyn evet, ne zaman ayetlerimiz onlara bütün açıklığıyla tebliğ edildiyse inkarda ayak direyenler kendilerine ulaşan hakikat için; Bu etkili bir sihirdir dediler. Mubıyn i etkili şekilde çevirdim, bu bağlamda ki en uygun çevirisi diye düşünüyorum. Açık ve açık eden. Sahibinin içini dışa çeviren, niyetlerini ortaya koyan anlamına gelir. burada bu bağlamda ki gerçekten de etkili bir sihirdir dediler.

İlk muhataplar söz dinlemiyorlardı. Ama dikkat buyurun bu ayetten çıkardığımız sonuç şu; söz dinlemeseler de sözün değerini anlıyorlardı. Etkili bir sihirdir demeleri aslında zımnen; Bu söz sıradan bir söz değil, bu sıradan bir laf değil, masal değil. Yani bizim şairlerin düzdüğü, koştuğu bir şey gibi değil. Bunda bir olağanüstülük var. Bu vahiydir demediklerine göre sihirdir diyorlar. Yani sözün yinede değerini, sıradan olmadığını itiraf etmiş oluyorlar böylece. Tersinden bir itiraf tabii bu.

 

8-) Em yekulunefterah* kul iniftereytühu fela temlikûne liy minAllâhi şey’a* HUve a’lemü Bima tüfiydune fiyh* kefa Bihi şehiyden beyniy ve beyneküm* ve “HU”vel Ğafûrur Rahıym;

“Onu (kendi) uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Onu uydurmuşsam, beni Allâh’tan (koruyacak) bir güce sahip değilsiniz… ‘HÛ’, O’nun hakkında ileri gittiğinizi daha iyi bilir… Benimle sizin aranızda şahidim olarak O kâfidir… O, Ğafûr’dur, Rahıym’dir.” (A.Hulusi)

08 – Yok, iftirâ etti mi diyorlar? De ki: ben onu iftirâ ettimse siz beni Allah dan kurtaracak hiç bir şey’e mâlik olamazsınız ve o sizin neye yaygara edip durduğunuzu pek âlâ bilir, ona benimle aranızda şahit o yeter, hem de gafûr, rahîm o. (Elmalı)

 

Em yekulunefterah yoksa onu kendisi uydurdu mu diyorlar? Daha önce de müteaddit defa geçti. Yoksa onu kendisi uydurdu mu diyorlar.

kul iniftereytühu fela temlikûne liy minAllâhi şey’a eğer onu ben uydurmuş olsaydım Allah’tan bana gelecek bir cezayı asla defedemezdim. De.

Değerli dostlar bu surenin girişinde, bu surenin nasıl bir zaman diliminde nazil olduğunu izaha çalıştım. Resulallah’ın hayatında ki en zor zaman. En acılı zaman, acının zirveye çıktığı zaman. Hayatında ki en değerli insanları kaybettiği bir zamanın hemen ertesi. Düşünün sevgilisi Hz. Hatice’yi kaybediyor. Yani adeta Hz. Hatice Resulallah’ın sığınağı, barınağı. Ebu Talib’i kaybediyor ve kan revan içinde Taif’ten taşlanarak dönüyor.

Ama ilginç değil mi? Eğer Resulallah kendisi yazsaydı, kendinizden pay biçin. Şu satırların arasına o çektiği acılardan bir iki satır koyması gerekmez miydi. Şöyle o acıları görmemiz gerekmez miydi. Biri edebi bir metin yazsa, yazdığı andaki ruh hali ona yansır. Acı çekiyorsa sevinç sahnelerini canlandıramayacaktır. En güzel canlandıracağı şey acı, acısını yansıtır. Çünkü küpün içinde ki ne varsa dışına o sızar. Ama biz bu surenin hiçbir tarafında Resulallah’ın çektiği bu acılara dair bırakın açıkça bir ifadeyi, bir ima bile bulamıyoruz. Kişisel acılarına dair.

Vahyin ilahi kaynağını ispat eden en güzel delillerden biri işte budur. Eğer öyle olmasaydı Hz. İsa’nın annesine ilişkin bir sure varken Resulallah’ın annesine ilişkin bir ayetin bile Kur’an da olmamasını izah edemezdi. Bunun bir tek izahı varsa o da bu kitap Allah’tandır. Onu gösterir.

HUve a’lemü Bima tüfiydune fiyh O öksesine düştüğünüz bu iftiranın nedenini bilmektedir. Aslında literal anlamı; Ağzınızdan çıkan savurduğunuz, yani kulağınızın duymadığı ağzınızdan çıkan bu lafın neden çıktığını bilmektedir. İçine düştüğünüz bu iftira çukuruna niye düştüğünüzü bilmektedir.

kefa Bihi şehiyden beyniy ve beyneküm benişmle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. ve “HU”vel Ğafûrur Rahıym iyi ki O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum düşmanlarına dönük olarak Resulallah’a söylemesi istenen cümlenin sonuna bakın. Hele ki O çok bağışlayıcı, çok merhamet sahibi. Adeta zımnen peygamberimizden düşmanlarına karşı bağışlayıcı olması istenmekte. Bu ayetle. Nebinin tasavvuru inşa ediliyor. Resulallah’ın iç dünyası onarılıyor ve yine de affedici ol deniliyor zımnen.

 

9-) Kul ma küntü bid’an miner Rusuli ve ma edriy ma yüf’alu Biy ve lâ Biküm* in ettebi’u illâ ma yuha ileyye ve ma ene illâ neziyrun mubiyn;

De ki: “Rasûller arasında açığa çıkmamış yeni bir şey oluşturmuyorum. Bende ve sizde ne açığa çıkarılacağını bilmem! Bana vahyolunandan başkasına tâbi olmam! Ben yalnızca apaçık bir uyarıcıyım!” (A.Hulusi)

09 – De ki: ben Peygamberler içinden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum, yalnız bana gönderilen vahye ittiba’ ediyorum, ben başka değil, açık bir nezîrim. (Elmalı)

 

Kul ma küntü bid’an miner Rusuli ve ma edriy ma yüf’alu Biy ve lâ Biküm De ki; ben peygamberlerin ilki değilim. Ne kendime ne de size ne yapılacağını asla bilmiyorum.

Ben peygamberlerin ilki değilim, ben türedi değilim anlamına da alınabilir. Bid’an; yani ben bid’at değilim, sonradan ortaya çıkmış, ya da getirdiğim mesaj bid’at değil. Bu şu anlama geliyor; Vahiy benimle başlamadı, peygamberlikte benimle başlamadı. Ben bir zincirin halkasıyım, son halkasıyım, ilk halkası değilim. Dolayısıyla hakikat ilginç olan değildir, hakikat söylenmemiş olan değildir. Hakikat söylenmiş olandır. Ben o hakikati bir daha tekrar ediyorum, bir daha duyuruyorum, üstündeki tozları silkeliyorum. Biz bunu anlayacağız. Ama özellikle 2. cümle bana da size de ne yapılacağını bilmiyorum.

Hz. peygamber inşa ediliyor demiştim bir önceki ayette. Tasavvuru, aklı ve şahsiyeti inşa ediliyor ve böyle demesi isteniyor. Muhataplara da şu söyleniyor; Peygamber olduğu halde onun insan üstü olmadığını siz de anlayın. O da sizin tabi olduğunuz insani yasalara tabi. Bak; bana da size de ne olacağını bilmiyorum diyor. Bunun; Resulallah’ın tasavvurunu nasıl inşa ettiğini bu ayetin örneğini biz Medine’de görüyoruz.

Bir gün muhacirlerden Osman bin Maz’un Hicret ettikten sonra misafir olduğu evde hastalanır ve vefat eder. Vefatının ardından ev sahibesi Ümmül ‘Alâ, Osman Bin Maz’un un hayatının mazbutluğunu gerçekten güzelliğini, gece ibadetlerine düşkün olduğunu, yani gecesini ve gündüzünü gördüğü için Osman bin Maz’un a döner ve der ki; Allah sana rahmet edecektir, sana müjdeler olsun, cennet sana helal olsun anlamında bir şeyler söyler.

O anda da Resulallah taziye için eve girmektedir ve bu sözü duyar ve döner Ümmül ‘Alâ ya der ki;

- Ve inniy vallahi ma edriy. Ben, ve ene Resulllahi ve ma yufalu bih. Ben Allah’ın resulü olduğum halde Allah’ın bana ne yapacağını vallahi ben bile bilmiyorum. Kimse hakkında böyle kesin konuşma.

Ondan sonra diyecektir Ümmül ’alâ kimseyi böyle kesin teksiye etmeyeceğime söz verdim. Aslında burada Resulallah’ın yaptığı, söylediği şey, hatta ondan sonra bir rüya görür. Rüyasında Osman Bin Maz’un u cennette görür ve Resulallah’a haber verir, Resulallah’ta rüyasını tasdik eder. O zaman Resulallah’ın ona, Ümmül ‘Alâ ya anlatmak istediği şey o değil. Anlatmak istediği şey; Hiç birimiz akıbetinden emin değiliz. Ben bile. Bunu söyler. Yani peygamber de olsam gaybı bilemem.

in ettebi’u illâ ma yuha ileyye ve ma ene illâ neziyrun mubiyn ben sadece bana vahy edileni izlerim. Zira ben hakikatleri olduğu gibi ortaya seren bir uyarıcıdan başka bir şey değilim.

 

10-) Kul eraeytüm in kâne min ‘indillâhi ve kefertüm Bihi ve şehide şahidün min beniy israiyle alâ mislihi feamene vestekbertüm* innAllâhe lâ yehdil kavmez zâlimiyn;

De ki: “Gördünüz mü (bir düşünün bakalım), eğer (Kur’ân) Allâh indîndense ve siz Onu inkâr ettiyseniz (hâliniz ne olur)! İsrailoğullarından bir şahit Onun benzeri üzere şahitlik etmiş ve iman etmiş de; (buna karşın) siz benlik taslamışsanız! Muhakkak ki Allâh zâlimler kavmini hidâyet etmez.” (A.Hulusi)

10 – De ki: şuna vicdanınızda bir re’y edindiniz mi? Eğer bu, Allah tarafından da siz ona küfrettinizse ve Benî İsraîl’den bir şahit onun misline şahadet edip iman getirdi de siz kibretmek istedinizse? Şüphe yok ki Allah zâlimleri doğru yola çıkarmaz. (Elmalı)

 

Kul eraeytüm in kâne min ‘indillâhi ve kefertüm Bih de ki; düşünsenize bir, ya bu mesaj Allah katından gelmişte buna rağmen siz onu inkar ediyorsanız ne olacak. ve şehide şahidün min beniy israiyle alâ mislihi feamene vestekbertüm devam ediyor cümle; Üstelik İsrail oğullarından bir şahit kendi gibi birisinin gönderileceğine şahitlik yapmış ve ona inanmışken siz kalkıp küstahça baş kaldırmışsanız ne olacak.

Eğer ‘alâ mislihi de ki zamirin Hz. Peygambere gittiğini düşünürsek çeviri onun gibi olur. Yok vahye gittiğini düşünürsek onun gibi bir mesaj anlamına gelir bu kez. Yani burada ki zamir 3 yere de dönebilir. 3 yeri de gösterebilir. Bizim tercihimiz Hz. Musa. Hem bağlama uygun olduğu için, hem de Tevrat’ta kimi pasajlarda doğrudan atıf olduğu için ki gerçekten de Tevratın tensiye bölümünde şöyle bir cümle var;

Rabbiniz Allah sizin aranızdan bana benzeyen birini, yani bir peygamberi çıkaracaktır der. Bana benzeyen, özellikle ‘Alâ mislihi ile arasındaki benzerliğe dikkat.

[Ek bilgi; TEVRAT’TA PEYGAMBERİMİZE İŞARET.

… (Eski Ahit Haggay 2, ayet 6-7 arası): Her şeye egemen Efendiniz diyor ki: “Bir kere daha, vakit azdır ve Ben göklerle yeri, denizle karayı sarsacağım…Ve bütün milletleri sarsacağım ve bütün milletlerin Himada’sı gelecek ve bu mabedi şanla, şerefle dolduracağım.”

Geleceği müjdelenen ve Tevrat’ın bu bölümünün orijinal metninde geçen “Himada”kelimesi, Arapça’da geçen Muhammed ismiyle aynı köklerden ve Ahmed isminin harfleri olan “Ha, Mim ve Dal”harflerinden oluşmaktadır ve genel olarak aynı anlamları taşımaktadır. Böylece Hz. Muhammed’in ismi veya isminin anlamını veren kelime, ayetin ifadesinde, gelecekte oluşacak görkemli bir olay ile beraber anılmaktadır… (İlme davet)]

innAllâhe lâ yehdil kavmez zâlimiyn unutmayın ki Allah haddi aşan bir toplumu asla doğru yola yöneltmez.

 

11-) Ve kalelleziyne keferu lilleziyne amenû lev kâne hayren ma sebekuna ileyh* ve iz lem yehtedu Bihi feseyekulune hazâ ifkün kadiym;

Hakikat bilgisini inkâr edenler, iman edenlere dedi ki: “Eğer hayırlı olsaydı, Ona ulaşmakta bizi geçemezlerdi”… Onunla hidâyet bulmadıkları için: “Bu eski bir yalandır” diyecekler! (A.Hulusi)

11 – Bir de küfredenler, iman edenler hakkında dediler ki: eğer o bir hayır olsa idi bizden evvel ona koşmazlardı, bununla muvaffak olamayınca da şöyle diyecekler: bu eski bir yalan. (Elmalı)

 

Ve kalelleziyne keferu lilleziyne amenû lev kâne hayren ma sebekuna ileyh bir de inkarda direnenler imanda sebat edenlere şöyle derler. Eğer o mesajda bir hayır olsaydı şunlar ona bizden önce koşmazlardı. Şunlar dedikleri Mekke’nin yoksulları, köleleri, azatlıları. Yani Bilal, Zinnire, Ammar, Yasir, Süheyb gibi sahabeler. Onlar yamuk bakıyorlar. Allah’ın gör dediği yerden bakmıyorlar. Toplumda ezilmiş, horlanmış ve yoksul olanların Allah katında da horlandığını düşünüyorlar. Onun için kendilerinin haklı olduğunu, haklılıklarına gerekçe olarak ta refah içinde yaşamalarını gösteriyorlar.

Ters dönmüş bir mantık. Amuda kalkmış bir akıl, işte böyle ters bakar. Onun içinde eğer bunda bir hayır olsa, değeri olsaydı biz koşardık diyorlar. Niye? Bakın biz paraya koştuk onu elde ettik. Servete koştuk onu elde ettik. Eğer bunda da değer olsaydı ona da koşar onu da elde ederdik.

Kur’an bir tasavvur inşa ediyor. değerli ve değersiz nedir. Sizin değer verdiğinize Allah değer vermiyor. Sizin değer vermediğinize Allah değer veriyor. Bunu anlıyoruz biz buradan.

ve iz lem yehtedu Bihi feseyekulune hazâ ifkün kadiym bu söylemle amaçlarına ulaşamayınca ne derler? İster istemez şöyle diyecekler. Bu sözle amaçlarına bu söylemle ulaşamayınca şöyle bir söylem geliştirecekler. Bu kadiym bir sahtekarlık türüdür. Bu kez de böyle bir söylem geliştirecekler. Vahiy için tabii.

Yalancı peygamberlik taslayanlara bir atıf. Öteden beri insanlık tarihinin bir olgusu olan yalancı peygamberlere bir atıfta olabilir. ki zaten bir şeyin gerçeği olduğu zaman, mutlaka sahtekarı yalanı ve kalp ı da ortaya çıkacaktır.Ama onların yaptığı şey daha başka. İstismarcıyı istismar etmek. Yani istismarcıyı bahane ederek hakikate tavır koymak. Bu istismarın istismarıdır.

 

12-) Ve min kablihi Kitabu Musa imamen ve rahmeten, ve hazâ Kitabun musaddikun lisanen ‘Arabiyyen liyünzirelleziyne zalemu ve büşra lilmuhsiniyn;

Ondan (Kurân’dan) önce de bir önder ve bir rahmet olarak Musa’nın Kitabı (Bilgisi) vardı… Bu (yani Kur’ân) ise, (nefslerine) zulmedenleri uyarması ve muhsinlere de bir müjde olması için Arapça bir lisan ile (öncekileri de) tasdik eden bir Bilgi kaynağıdır! (A.Hulusi)

12 – Onun önünden Musâ’nın kitabı var; bir imam ve rahmet, bu da tasdikleyici bir kitab, Arapça dilli, zulüm edenleri inzar için ve Muhsinlere müjde. (Elmalı)

 

Ve min kablihi Kitabu Musa imamen ve rahmeten ne ki bundan önce de izleyeni inşa eden önder bir özne. İmamen’i böyle çevirmemiz daha uygun. İzleyeni inşa eden önder bir özne ve ilahi bir rahmet olan Musa’nın kitabı vardı. Yani bu kitap ilk vahiy değil mi. Dolayısıyla daha önce de vahiyler geldi geçti. Ey inkarcı muhataplar, yani siz bunu reddettiniz de bir başka vahiy mi kabul ettiniz, hiç birini kabul etmediniz.

Vahiy sadece rahmet değil imamdır. Biz bu ayetten bunu da öğreniyoruz. İmam ne demek; Önder, rehber, lider. Öznedir yani. İmam öznedir. Kendisine uyulan kimseye imam denir. Dolayısıyla öznedir. Vahiy öznedir yani. Uyulmak için gönderilmiştir, uydurmak için değil. Kitaba uymakla kitabına uydurmak arasında ki fark. Vahiy imam iken onu cemaat yapmak. İşte bu yanlışı yapanlar kitabına uydurmuş olurlar. Kitaba uymak isteyen vahyi imam olarak görür. Yani ona ittiba eder. iktida eder. İlkelerin rehberliğine dikkat çekiyor bu ifade.

ve hazâ Kitabun musaddikun lisanen ‘Arabiyyen liyünzirelleziyne zalemu ve büşra lilmuhsiniyn ve bu Kur’an da kendine kıyanları uyarmak ve iyilere müjde vermek için önceki vahiyleri tasdik etmek üzere Arapça olarak indirilmiş ilahi bir kelamdır. Muhsiniyn; ayetin son kelimesi Allah’ı görür gibi davrananlar diye izah etmiş efendimiz, İhsanı. Dolayısıyla biz muhsiniyn i de Allah’ı görür gibi yaşayan kimseler diye anlamamız daha doğru olur.

 

13-) İnnelleziyne kalu RabbunAllâhu sümmestekamu fela havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenun;

Muhakkak ki: “Rabbimiz, Allâh’tır” deyip sonra o doğrultuda yaşayanlara gelince; onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar. (A.Hulusi)

13 – Rabbimiz Allah deyip de sonra doğru gidenler, her halde onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Elmalı)

 

İnnelleziyne kalu RabbunAllâhu sümmestekamu fela havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenun elbet, rabbimiz Allah’tır diyenler ve sonra da tahriklere aldırmadan emredilen yolda sabır ve sebatla yürüyenler için ne gelecek endişesi vardır, ne geçmiş kaygısı vardır, korkusu vardır. Yani gelecekten kaygılanmayacak, geçmişten dolayı da hüzün duymayacaklar.

Evet, bilginin zirvesi olan tevhid, eylemin zirvesi olan istikamet. İkisi bir arada gelmiş ayette. Esas duruş istikamet. Allah’ın insana verdiği klas duruş. Bu duruşu bozmayanlar gündemini başkalarının tayin etmesine izin vermeyenlerdir. Onun için burada zımnen vahyin ilk muhatabı olan Resulallah’a gündemini başkalarının tayin etmesine izin verme öğüdü var.

 

14-) Ülaike ashâbül cenneti halidine fiyha* cezaen Bima kânu ya’melun;

İşte onlar Cennet Ashabı’dır… Yaptıklarının cezası olarak onda sonsuza dek yaşarlar! (A.Hulusi)

14 – Onlar Ashabı Cennettir, işledikleri amellere mükâfâten orada ebedî kalacaklardır. (Elmalı)

 

Ülaike ashâbül cenneh işte onlar cennetliktirler. halidine fiyha* cezaen Bima kânu ya’melun yaptıklarını bir ödülü olarak orada daimi kalıcıdırlar.

 

15-) Ve vassaynel insane Bi valideyhi ıhsana* hamelethü ümmühu kürhen ve vedaathü kürha* ve hamlühu ve fısaluhu selasûne şehra* hattâ izâ beleğa eşüddehu ve beleğa erba’ıyne seneten, kale Rabbi evzı’niy en eşküre nı’metekelletiy en’amte aleyye ve alâ valideyye ve en a’mele sâlihan terdâhu ve aslıh liy fiy zürriyyetiy* inniy tübtü ileyke ve inniy minel müslimiyn;

Biz insana ana-babasına güzel davranmasını vasiyet ettik. Onun anası onu zahmetle taşımış ve zorlukla doğurmuştur. Onun taşınması ve onun sütten kesilmesi otuz aydır… Nihayet olgunluğa ulaşınca ve kırk seneye erişince dedi ki: “Rabbim… Bana ve ana-babama lütfun olan nimetlere şükretmemi, razı olacağın yararlı fiiller yapmamı nasip et. Benim zürriyetime de salâhı nasip et… Ben sana tövbe ettim ve muhakkak ki ben Müslimlerdenim!” (A.Hulusi)

15 – Hem biz o insana vâliydeyni hakkında ıhsan tavsiye ettik, anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle vazetti, hamliyle süt kesimi de otuz ay, nihâyet kemaline irdiği ve kırk yaşına girdiği zaman «ya Rap! dedi: beni öyle sevk et ki bana ve anama babama inam buyurduğun nimetine şükredeyim ve razı olacağın salih bir amel işleyeyim, zürriyetim hakkında da benim için ıslâh nasip eyle, çünkü ben tevbe ile cidden sana yüz tuttum ve ben gerçek Müslümanlardanım. (Elmalı)

 

Ve vassaynel insane Bi valideyhi ıhsanan biz insana iyi davranması talimatını verdik anne ve babasına. Ebeveynine iyi davranma talimatını verdik. İsra/23-24. ayetleri ve Lokman/14-15. ayetleri bu ayetle birlikte okunduğunda daha iyi açıklayıcıdır.

hamelethü ümmühu kürhen ve vedaathü kürhan annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. ve hamlühu ve fısaluhu selasûne şehran onun taşınması ve sütten kesilmesi 30 ayı buldu. Selâsun 30 ayı buldu. Annelerin değerine bir atıf var bu cümlede. Bu yüzden Allah’tan Resulünden ve Allah yolunda cihattan alıkoyan kimseler sayılırken Tevbe/24. ayetinde anne geçmez Yani;

Kul in kâne abaüküm de ki babalarınız ve ebnaüküm oğullarınız, ve ıhvanüküm kardeşleriniz ve ezvacüküm eşleriniz ve aşiyretüküm. (Tevbe/24) aşiretiniz, akrabanız, taallukatınız, ama anne geçmez. babalarınız der. Annenin geçmemesi, gerçi bir yorumda babalara anne de dahil edilebilirse de aslında annenin geçmemesi, annenin baba gibi evlada ideolojik yaklaşmayacağı genel kanısından dolayıdır. Yani baba evlada soyunun sürdürücüsü olarak, neslinin devamı olarak bakar. Onu severken böyle ideolojik bir alt yapı vardır. Ama anne pazarlıksızdır. Anne ciğerinden bir parçayı sever. Kendinden bir parçayı sever. Dolayısıyla onun o anda nasıl olduğu değildir anneyi ilgilendiren, yani onun hangi yola girip hangi yoldan çıktığı, onun hep iyi olmasını ister. Her halükarda iyi olmasını. Tabii Tevbe/24. ayetine dayalı olarak böyle bir yorum yapmamız mümkin.

[Ek bilgi HAMİLELİK SÜRELERİ HK.

Tecrübe sahipleri diyorlar ki ceninin teşekkülü için takdir edilmiş bir zaman vardır, o zaman ikiye katlanınca cenin harekete başlar, bu toplama iki misli daha ilave edilince cenin anasından ayrılır dünyaya gelir. Mesela ceninin yaratılışını otuz günde tamam farz edelim. Bu zaman ikiye katlanıp altmış gün oldu mu cenin hareket eder. Bu toplama iki misli olan yüz yirmi gün daha ilave edilince yüz seksen eder ki altı aydır. O vakit "cenin" anadan ayrılır.

Yaratılış otuz beş günde tamam olduğunu farz edelim, o vakit yetmiş günde hareket eder iki misli yüz kırk daha ilave olununca toplamı iki yüz on gün eder ki yedi aydır. Çocuk anadan ayrılabilir. Kırk gün olduğunu farz etsek seksen günde hareket eder iki yüz kırk günde anadan ayrılır ki sekiz aydır. Kırk beş günde tamam olduğunu farz edelim o zaman da doksan günde hareket eder iki yüz yetmiş günde anadan ayrılır ki dokuz ay eder. İşte tecrübe sahiplerinin anlattıkları kural budur.

Calinûs demiştir ki ben hamilelik zamanlarının miktarlarının miktarlarını çok merak ile araştırdım. Bir kadın gördüm ki yüz seksen dört günde doğurdu. İbnü Sina da kendisinin bunu müşahade etmiş olduğunu kaydetmiştir. Demek ki hamileliğin en az müddeti Kur'ân'ın nassına göre de tıbbın tecrübelerine göre de bir olarak altı aydır.

Ama hamileliğin en çok müddeti hakkında Kur'an da bir delalet yoktur. Ebu Ali b. Sina Şifa adındaki eserinde dokuzuncu makalesinin altıncı faslında demiştir ki, tamamıyla itimat ettiğim güvenilir bir yerden bana ulaştı ki bir kadın hamilelik senelerinin dördüncüsünden sonra bir çocuk doğurdu dişleri bitmişti, hem de yaşadı.

Eristatalis'ten de şöyle hikâye olunmuştur: Hayvanların doğum ve hamilelik zamanları bellidir. İnsandan başka ki gebe bir kadın bazen yedi ayda bazen sekiz ayda doğurur. Sekizinci ayda Mısır gibi muayyen beldelerden başka yerlerde az yaşar. Ama genellikle çoğunluk dokuzuncu aydan sonra doğmaktadır. Tecrübe sahipleri şunu da hatırlatırlar ki yukarıda geçtiği üzere ikiye katlamak suretiyle beyan ettiğimiz kaide kesin değil, yaklaşık olarak böyledir.

Bazen günlerde fazlalık eksiklik olabilir, sonra Râzî ceninin tamamlandığı müddeti de altı kısma ayırarak tecrübeye dayanan bilgilerine göre kaydetmiştir ki zamanımızda buna "mebhas-ı rüşeym" yani cenin, embriyo bilimi denilmekte ve özel bir tasnife tabi tutulmaktadır. Nihayet der ki, altıncısında organlar birbirinden seçilir ve hiss olunacak şekilde belli olur, bunun toplamı kırk gündür, bazen kırk beş güne kadar uzanır en azı da otuzdur.

Şu halde bu, tıbbî tecrübelerle Peygamber (s.a.v.)'in şu hadisinde haber verdiğine uygun düşmektedir. "Her birinizin yaratılışı anası karnında kırk günde toplanır." tecrübe sahipleri derler ki: "Kırktan sonraki düşük cenin torbası yarılıp da soğuk suya konulduğu zaman organları belirgin küçük bir şey ortaya çıkar,

Kısaca hamileliğin en az müddeti altı ay olduğu gibi emzirme müddetinin de en çoğu iki senedir. "Hamilelik süresi ve sütten kesilmesi ve otuz ay" toplamının haberidir. Ancak İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri bu âyette bir de şu mânâ ihtimalini nazar-ı dikkate almıştır.

Hamilelik süresi de sütten ayrılma süresi de otuz aydır. Bu durumda hamilelik müddetinin de otuz ay, emzirme müddetinin de otuz ay olması ve ikisinin de en çok süresinin beyan edilmiş bulunması gerekir. (Elmalı tefsir)]

hattâ izâ beleğa eşüddehu ve beleğa erba’ıyne sene nihayet tam olgunluğa erişip 40 yaşına ulaştığında kale Rabbi evzı’niy en eşküre nı’metekelletiy en’amte aleyye ve alâ valideyye ve en a’mele sâlihan terdâha rabbim der, bana ve ana babama bahşettiğin nimetler için şükretmemi ve rızanı kazanacak iyi ve yararlı ameller işlememi bana nasip et. Böyle bir tasavvur ver, böyle bir kolaylık ver, beni bu noktada inşa et. Diye dua eder.

İlginçtir, beleğa eşüddehu ve beleğa erba’ıyne sene 40 yaş. Ruhun ve aklın olgunluk yaşı. Daha doğrusu bedenin olgunluk yaşı 23. aklın olgunluk yaşı 33, ruhun olgunluk yaşı 40 olarak söylenir. Hem Hz. Peygambere hem de Hz. Musa’ya vahyin geldiği yaştır bu. Halk arasında 40 ından sonra azana çare bulunmaz denilmesinin belki de kaynağı budur. 40 yaş, dönüm noktası yani artık ondan sonra mazeretin kalmadığı bir nokta. Hayatın gün dönümü. İşte 40 yaşı onun için almış. Hayatın gün dönümü. Hayatın gün dönümünden sonra artık son bahara, artık kışa yaklaşıyor. Onun için ayağını denk al ey insan oğlu mesajı var. Ama 40 yaştan sonra bir mazeretin olamaz. Yani tecrübesizdim, çoluk çocuktum, kanım deli akıyordu falan da diyemezsin. Böyle bir imayı da sezmemiz mümkin.

kale Rabbi evzı’niy en eşküre nı’metekelletiy en’amte aleyye ve alâ valideyye ve en a’mele sâlihan terdâh burada insan rabbim diyor, bana, anne babama verdiğin nimetlere şükredebileceğim bana bir tasavvur ver, yani bunu nasip et şükretmeyi. Yani insandan böyle bir şükür isteniyor. Ama şükretmesi için insanın bir formasyona sahip olması lazım. Asıl Allah’tan insanın; Bana şükredecek bir yapı ver ya rabbi diye dua etmesi lazım. Demek ki şükretmenin kendisi bir nimettir. Biz bunu anlıyoruz. Yani şükredecek nimet nimettir de nimete şükretmekte nimetlerin en büyüğüdür. Çünkü nimete sahip olduğu halde şükretmeyenlere ne demeli. Onun için ya rabbi bana nimetleri görüp onlara şükredecek bir liyakat ver duası belki de en büyük nimete talip olmaktır.

ve aslıh liy fiy zürriyyetiy ve bana bağışladığın neslimi de iyilikte daim kıl. inniy tübtü ileyke ve inniy minel müslimiyn işte ben yüzümü sana döndüm ve artık tam biçimde sana teslim oldum, kayıtsız şartsız sana teslim oldum.

Bu ayette duanın üç unsuru anılıyor.

1 -  Şükredecek bir liyakat. Yani şükür nasip et ya rabbi. Demek ki şükürsüzlük bir bela. Hakikaten şükretmeyen insana kıymet yetmez. Yani kıymet bilmeyene kıymet yetmez. Şükür kıymet bilmektir. lein şekertüm le eziydenneküm.. eğer şükrederseniz artırırım ve lein kefertüm inne azâbiy leşediyd. (İbrahim/7)Yok küfrederseniz, nankörlük ederseniz, yani şükretmezseniz küfretmiş olursunuz anlamına. Azabım şiddetli olur. Nedir azab? Verdiğim nimetle sizi baş başa bırakır, nimete şükretme liyakatini vermem. Nimete şükretme liyakatini alırsam o nimet başınıza bela olur. O nimet sizin için nimet değil nikmet olur, keder olur, bela olur, zahmet olur. Rahmet olmaz.

2 – Bu tasavvura uygun salih amel. Duada ikinci dua etmemiz istenen şey. Salih amel. Yani bende bir tasavvur inşa et ya rabbi, nimetini fark edip ona şükredeyim. Ondan sonra salih amel işleyeyim. Yani bu tasavvura uygun bir eylem biçimi geliştireyim. Bu tasavvurum aklımı olgunlaştır, tasavvurumu olgunlaştır, olgun aklım, olgun eyleme dönüşsün. Yani meyvelerim olsun ya rabbi. Sadece iyi ve sağlam bir ağaç olmayayım, meyveli ağaç olayım. Çünkü amel mü’minin meyvesidir, imanının meyvesidir. İkincisi de bu, imanımı meyveli kıl ya rabbi.

3 -  Salih nesil. İmanın en büyük meyvesi, insan yaşarken elde ettiği değil, insan öldüğü halde kendisi ölmeyen meyvedir. Düşünün bir ağaç ki artık ölmüş, kurumuş, ama meyve hala yaşıyor. İşte salih nesil bu. Dolayısıyla süren amel. Sadakayı cariyenin bir numarası. Ebeveyne düşen evlada istikamet açısı vermektir. Bu ayet bize bunu söylüyor. Anne babanın evlada karşı görevini dile getiriyor. Daha sonra, bir sonraki ayette yani 17. ayette evladın anne babaya karşı görevi dile getirilecek. Ama burada anne babanın evlada karşı ona istikamet açısı ver, başta Allah’tan onun için iyi dile. Yani onu kendi neslini sürdürecek, ya da onun sırtından at başı yapacak, onun sırtından kendine konum biçecek, statü tayin edecek bir yanlışa girme. Onu yaşayan amelin haline getirmek istiyorsan öncelikle ona bir misyon ver. Vizyondan önce misyon ver. Bir davası olsun. Yani Allahlı bir hayatı zimmetle ona. Mirası onunla bırak. Ona kalıcı bir miras bırakmak istiyorsan. İşte bu.

 

16-) Ülaikelleziyne netekabbelü anhüm ahsene ma amilu ve netecavezü an seyyiatihim fiy ashabil cenneti, va’des sıdkılleziy kânu yu’adun;

İşte bunlar, cennet ehli içinde şu kimselerdir ki, onlardan yaptıklarının güzellerini geçerli kılar; kötülüklerinden vazgeçeriz… (Bu) vadedilmiş oldukları, sıdkın karşılığıdır! (A.Hulusi)

16 – İşte bunlar Ashabı Cennet içinde o mümtazlardır ki kendilerinden yaptıkları amellerin en güzelini kabulleneceğiz ve günahlarından geçeceğiz, bu şaşmaz doğru vaad iledir ki vaad olunmakta bulunuyorlar. (Elmalı)

 

Ülaikelleziyne netekabbelü anhüm ahsene ma amilu ve netecavezü an seyyiatihim işte bunlar yaptıklarının en iyilerini kabul edip kötülüklerinin de üstünü çizeceğimiz kimselerdir.

Çok hoş bir müjde. İnsanın gönlünü güldüren bir müjde, sevindiren bir müjde. Yani bunlar melek değildir, bunlar kılçıksız değildir amiyane tabirle. Bunlarda hata işler, bunlarda günah işler ama bunlar hadlerini bilenlerdir. Allah’a teslim olanlardır. Günahı savunmayanlardır. Dolayısıyla biz bunların günahlarının üzerini çizeceğiz. Netecavez anhüm evet yani günahlarının üstünü çizdik mi kim onu ortaya serecek ki kim bize karşı burada bunu işlemiş diyecek ki ve tabii onların yaptıklarının en güzellerini kabul edeceğiz.

Bu, şu manaya geliyor, başka ayetlerle birlikte tefsir ettiğimizde buna mümasil, bununla ilgili şu anlama geliyor, Onun iyi amellerinin en iyisini esas alıp, ölçü alıp diğerlerini de onun seviyesinden değerlendireceğiz. Mesela Eylemler arasında 100 puan, 90 puan, 80 puan, 70 puan, 60 puan.. hepside güzel iyi geçer ama pek iyi olan namaz var. İyi ve orta olan namazlarını da pek iyi namazlar seviyesinde ele alacağız, öyle değerlendireceğiz. İnşallah.

fiy ashabil cenneti, va’des sıdkılleziy kânu yu’adun Evet, fiy ashabil cenneh. Bunlar cennet ehli arasında ki yerlerini alacaklar. fiy ashabil cenneti, va’des sıdkılleziy kânu yu’adun hepsini birden mana vereyim bölmeden, verilmiş olan söze sadakatin bir gereği olarak cennet ehli arasında ki yerlerini alacaklar. Ama önceden verilmiş söze sadakat gereği. Allah söz vermişti vahiyde. İyi amel yapanları cennetime koyacağım diye. İşte bu sözün gerçekleşmesidir buyruluyor.

[Ek bilgi; HZ. EBU BEKİR’İN VASİYETİ

Taberi Hz. Ebu Bekir'in Ömer'e olan vasiyetini nakleder. Şöyle ki: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'i çağırdı da ona dedi ki:

Ben sana bir vasiyet edeceğim onu iyi muhafaza edesin Allah'ın gecede bir hakkı vardır. Onu gündüzün kabul etmez ve gündüzün bir hakkı vardır onu da gece kabul etmez. Bizim hiçbirimiz için farzı yerine getirmedikçe nafile yoktur,

Kıyamet günü mizanları ağır gelenlerin mizanlarının ağır gelmesi hep dünyada hakka uymaları ve onun, onlara ağır gelmesi sebebiyledir. Haktan başka bir şey konmayan bir mizanın ağır gelmesi ise hakkıdır.

Kıyamet günü mizanları hafif gelenlerin mizanlarının hafif gelmesi de dünyada batıla uymalarından ve onun, onlara hafif gelmesindendir. Batıldan başka bir şey konmayan bir mizanın hafif gelmesi de hakkıdır.

Görmez misin Allah Teâlâ cennetlikleri en güzel amelleriyle zikretmiştir. Onun için biri der ki benim amelim bunların ameline nerede erişecek onun sebebi çünkü Allah Teâlâ onların kötü amellerinden geçmiştir de onları açığa vurmaz, görmez misin Allah Teâlâ cehennemlikleri en kötü amelleriyle anmıştır da biri der ki; ben amelce onlardan iyiyimdir, onun sebebi çünkü Allah Teâlâ onların en güzel amellerini kendilerine geri vermiştir.

Görmez misin Allah Teâlâ şiddet âyetini, rıza âyetinin yanında ve rıza âyetini şiddet âyetinin yanında indirmiştir ki mümin hem ümitli, hem saygılı olsun da kendi eliyle tehlikeye atılmasın ve Allah'a karşı hak olmayan bir kuruntuya kapılmasın. (Elmalı – Tefsir)]

 

17-) Velleziy kale livalideyhi üffin leküma ete’ıdaniniy en uhrece ve kad haletil kurunü min kabliy ve hüma yesteğiysânillahe veyleke amin* inne va’dAllâhi Hakk* feyekulü ma hazâ illâ esatıyrul evveliyn;

O (kişi) ki, ana-babasına: “Öf be! Benden önce nice nesiller gelip geçtiği hâlde, (bâ’s olunmamla) çıkarılmamla mı beni tehdit ediyorsunuz?” dedi… O ikisi (ana-babası) de Allâh’tan yardım isteyerek: “Yazıklar olsun sana, iman et! Muhakkak ki Allâh’ın vaadi haktır” (dediler)… (O ise): “Bu, öncekilerin masallarından başka değil” demekte devam eder! (A.Hulusi)

17 – Şöyle ise ki: «anasına babasına of size, dedi: bana çıkarılacağımı mı vaad ediyorsunuz? Halbuki benden evvel nice karnlar geçmiş; ikisi de Allaha el’ aman çekerek yazık sana, imana gel, her halde Allahın vaadi haktır diyorlar da o yine diyor ki: bu, eskilerin esatîrinden başka bir şey değildir. (Elmalı)

 

Velleziy kale livalideyhi üffin leküma ete’ıdaniniy en uhrece ve kad haletil kurunü min kabliy ne ki kendisine iman telkin eden anne babasına; ikinize de yuh olsun, ne yani benden önce bunca nesil gelip geçtiği halde hiç biri dirilmemişken bana diriltileceğini mi söylüyorsunuz diye çıkışan da var. Böyle evlatta var. Yani böyleleri de var. Allah’a itaate davet eden mü’min anne babanın bu davetine isyan eden Allah’a isyan etmiş gibidir zımnen biz bunu okuyoruz, anlıyoruz.

ve hüma yesteğiysânillahe veyleke amin* inne va’dAllâhi Hakk ana baba da Allah’ın yardımına sığınarak şöyle der onun bu küstahlığı karşısında. Sana yazıklar olsun, iman et. Şu kesin ki elbet Allah’ın vaadi gerçekleşecektir. İman etsen bundan sen kazanırsın. Biz senin iyiliğini istiyoruz. Yani senden bizi besle, bizi el bebek gül bebek et, sen çalış biz yiyelim demiyoruz. Bakınız anne baba bunu dese haksız değil, ama senden senin iyiliğini istiyoruz. Senin akıbetin için sana yalvarıyoruz gel yavrucuğum Allah’a iman et. Geri döneceğini, yani yeniden dirileceğini unutmadan bir hayat yaşa diyoruz, kötü mü diyoruz.

feyekulü ma hazâ illâ esatıyrul evveliyn bunun üzerine o küstah evlat şöyle der. Bunlar eskilerin masallarından başka bir şey değildir.

Kur’an da eskilerin masalları ibaresinin kullanıldığı her yerde bağlam ahiretle ilgilidir. Ahiretle ilgili bağlamlarda gelir bu. Yani aslında ahirete iman tüm insanlık boyunca peygamberlerin çağırdığı temel düsturdur. Buradan zımnen biz onu anlıyoruz.

 

18-) Ülaikelleziyne hakka aleyhimül kavlü fiy ümemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins* innehüm kânu hasiriyn;

İşte bunlar, cin ve insten, onlardan önce gelip – geçmiş ümmetler hakkındaki azap hükmü, bunlar aleyhine de gerçekleşecek kimselerdir… Muhakkak ki onlar hüsrana uğrayanlardı. (A.Hulusi)

18 – İşte bunlar İns-ü Cinden önlerinde geçen ümmetler içinde üzerlerine söz Hakk olmuş olan kimselerdir, çünkü bunlar hep hüsrana mahkûm olmuşlardır. (Elmalı)

 

Ülaikelleziyne hakka aleyhimül kavl işte onlar haklarında ilahi yasanın gerçekleştiği kimselerdir. Onlardan kasıt, Ülaike de ki bu zamir nereye ait, nereye döner, İnkarcı aklın benden önce bunca nesil geldi geçti sözüyle kastettikleri olsa gerek. Yani işte onlar, yani benden önce geldi geçti de hiç dirilmedi dediklerin var ya, ilahi yasaya tabi olup öldüler. Yani orada dirilecekler, zamanı gelince dirilecekler. Burada ki malum söz el kavl yani ölümün yasası diye anlaşılabilir.

fiy ümemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins kendilerinden önce geçip gitmiş cinlere ve insanlara dahil olmuşlardır. Yani onlar da kendilerinden önceki ölümlü varlıkların yasasına tabi oldular. innehüm kânu hasiriyn şüphesiz kaybeden de onlar olacaktır.

 

19-) Ve liküllin derecâtun mimma ‘amilu* ve liyüveffiyehüm a’malehüm ve hüm lâ yuzlemun;

 

Her birinin, yaptığı amellerinden (oluşan) dereceleri vardır. Tâ ki onlar, haksızlığa uğratılmaksızın amellerinin karşılığını tam görsünler. (A.Hulusi)

19 – Her biri için de yaptıkları amellerden dereceler vardır, bu da hiç hakları yenmeyerek bütün amellerini kendilerine tamamen ödemek içindir. (Elmalı)

 

Ve liküllin derecâtun mimma ‘amilu her birinin yaptıklarıyla uyumlu bir derece bulunacaktır. Yani iyiler derece derece cennetlere girecekler, cennetler tek bir makam olmayacağı gibi kötüler de derece derece cehenneme girecekler. Yani cehennem de tek bir makam olmayacak. Onun için kötülüklerin az kötüsü var, çok kötüsü var, berbatı var. O nedenle az kötü ile çok kötüyü bile Allah aynı yere koymayacak. Buradan anladığımız şu; Allah süpürmüyor ey muhatap, sen de süpürme. Allah bırak iyiliği, zerre kadar iyiliği zayi etmeyi, kötü ile az kötü arasında ki farkı bile yok saymıyor. Bu çok önemli bir nükte gerçekten de.

ve liyüveffiyehüm a’malehüm ve hüm lâ yuzlemun sonuçta onlar yaptıklarının karşılığını tastamam görecekler ve asla zulme uğramayacaklar.

 

20-) Ve yevme yu’radulleziyne keferu alen nar* ezhebtüm tayyibatiküm fiy hayatikümüd dünya vestemta’tüm Biha* fel yevme tüczevne azâbel huni Bima küntüm testekbirune fiyl Ardı Bi ğayril Hakkı ve Bima küntüm tefsükun;

Hakikat bilgisini inkâr edenlerin ateşe getirileceği süreçte: “Dünya hayatınızda güzelliklerinizi yaşayıp, verilen ömrü geçici zevkler uğruna tükettiniz! Bugün ise Hakk’ın gayrı olarak arzda benlik taslamanız ve bozuk inançla yaşamanız dolayısıyla alçaltıcı azabı yaşamak suretiyle karşılığını alacaksınız!” (A.Hulusi)

20 – Ve küfredenler ateşe arz olunacağı gün şöyle denir: siz bütün tayyibâtınızı (lezaizinizi) Dünya hayatınızda giderdiniz ve onlarla zevk yab oldunuz, alacağınızı aldınız, artık bu gün hakaret azâbıyla cezalanacaksınız çünkü Yer yüzünde haksızlıkla kibir taslıyordunuz ve çünkü dînden çıkıp fasıklık ediyordunuz. (Elmalı)

 

Ve yevme yu’radulleziyne keferu alen nar işte küfürde direnenlerin ateşe takdim edilecekleri o gün kendilerine denilecek ki; ezhebtüm tayyibatiküm fiy hayatikümüd dünya vestemta’tüm Biha ezhebtüm tayyibatiküm fiy hayatikümüd dünya dünya hayatında tüm güzellikleri tükettiniz. Çok ilginç, çok çarpıcı bir ifade. Dünya hayatında tüm güzellikleri tükettiniz. Siz var ya siz. Dünya hayatındayken tüm güzellikleri tükettiniz. Devamı daha ilginç;

vestemta’tüm Biha ve onları kısa vadeli tüketime hazır bir hazza dönüştürdünüz. Kısa vadeli bir hazza tahvil ettiniz. Tüketime hazır bir lezzete, zevke tahvil ettiniz. Yani kalıcı güzelliğe dönüştürmekte elinizdeydi ama siz dünya hayatında Allah’ın size verdiği güzellikleri sinek gibi kullandınız. Arı gibi değil. Güzelliğin arısı olsaydınız üretirdiniz, güzelliğin sineği oldunuz, tükettiniz. Onun üstüne kondunuz kirli ayaklarınızla, onu da kirlettiniz. Dolayısıyla güzelliği tükettikten sonra varacağınız yer kötüdür. Cehennem işte tükettiğiniz güzellikten sonra bize bir şey kalmayan sondur.

Güzellikler bir tohumdur, adeta biz bunu anlıyoruz buradan. Tohumu ekerek üretebilirsiniz de, tüketerek yok edebilirsinizde. Yani siz güzellikleri bir tohum gibi görür onları çoğaltırsanız cennetiniz olur akıbet. Eğer güzellikleri tüketilecek bir tüketim nesnesi olarak görürseniz artık oraya güzellik kalmaz. Sizi bekleyen kötü bir mekan olur. ..suüddar. (Ra’d/25) Kur’an ın ifadesi ile en kötü mekandır.

fel yevme tüczevne azâbel huni Bima küntüm testekbirune fiyl Ardı Bi ğayril Hakkı ve Bima küntüm tefsükun artık bu gün yeryüzünde haksız yere küstahça böbürlendiğiniz ve yoldan çıkıp azdığınız için alçaltıcı bir biçimde cezalandırılacaksınız. Haksız yere büyüklük tasladınız. Büyük olmadığınız halde büyükmüş gibi göründünüz. Olmadığınız gibi göründünüz. Yani içinizi boşaltıp dışınıza yedirdiniz. Yani maske taktınız, yüzünüzle yetinmediniz. Kendine yetmediğiniz halde, kendinize yetermiş gibi davrandınız. Allah’a muhtaç olduğunuz halde sana ihtiyacım yok havalarına girdiniz. Ve sonuç mu? Sonuç azab.

Azab; etimolojik olarak kök anlamı terk edilmek. Yani Allah tarafından terk edildiniz. Bundan büyük azab mı olur, bundan büyük bela mı olur bundan büyük, bundan dehşetli cehennem mi olur. Allahsız olmak, Allah’ın yardımından mahrum olmak. İşte cehenneminizi kendi elinizle hazırladınız.

Rabbim böyle bir hayattan, böyle bir tasavvurdan, böyle bir bakış açısından korusun. Bize ucu cennetle noktalanmış bir hayat nasip etsin.

 “Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. AHKAF (21 – 37) (159-1)

$
0
0

231

 

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

Sevgili Kur’an dostları bu günkü dersimize Ahkaf suresinin 21. ayetiyle devam ediyoruz.

21-) Vezkür eha ‘Ad* iz enzere kavmehu Bil ahkafi ve kad haletin nüzüru min beyni yedeyhi ve min halfihi ella ta’budu illAllâh* inniy ehafü aleyküm azâbe yevmin ‘azıym;

Ad’ın kardeşini de (Hud’u) an… Hani (Hud) -ki, Onun önünden ve arkasından nice uyarıcılar gelip geçti- toplumunu: “Allâh’tan başkasına ibadet etmeyin… Size gelecek aziym bir sürecin azabından korkarım” diyerek kum tepeleri arasında yaşayanları uyardı. (A.Hulusi)

21 – Bir de Âdın kardeşini an, Ahkaf ta kavmini inzar ettiği vaktı: ki önünden ve ardından nice nezîrler de geçmiştir, Allah dan başka mabut tanımayın diye, çünkü ben size büyük bir günün azâbından korkuyorum. (Elmalı)

Vezkür eha ‘Adin ve Ad kavminin soydaşını hatırla, yani LÛT’u. Daha önceki ayetlerde inkarcı muhatapların inkar etmekle ne büyük bir kayıp içinde oldukları dile getiriliyor ve eğer inkarda ısrar ederlerse kendilerini bekleyen feci akıbete dikkat çekiliyordu.

Peki bu feci akıbet nasıl bir şeydi? İşte bu sorunun cevabı olarak geçmiş kavimlerden, uygarlıklardan, belki de kendisine benzer uygarlıklar içerisinde çok önde gelen, zamanının süper gücü olan Ad kavminin helâk kıssası ele alınıyor.

Ad kavmi daha önce de gerek ‘Araf suresinde, gerek müteakip surelerde yeri geldikçe açıkladığımız gibi Arabistan yarım adasının güney sahiline yakın Rub’ul Hali diye bilinen çeyrek boşluk. Belki dünyanın 3 büyük çölünden biri sayılan o büyük Arabistan çölünün güney bitiminde ki sıra kum tepeleri. Ahkaf onlar. O kum tepelerine Ahkaf deniliyor. Hıkf tekili, çoğulu Ahkaf. O kum tepelerinin hemen yanında ki orası adeta yarım adanın platosu, hayli yüksek. Dolayısıyla yağış alan bir yer.

Kum tepelerinin denize bakan yamacında bir vadi. Vadinin ismi Hadramevd. Hadramut diye de daha sonra telaffuz edilmiş. Yeşil ölü, veya ölü yeşil. Anlamı da bu. Bir dönem cennet gibi bir vadi olan Hadramevd vadisi, Ad kavmini helâk eden bu beladan sonra bir ölüm vadisi haline geliyor.

M.Ö. 3.000 yıllarına dayanıyor Ad uygarlığının tarihi. İşte bu vadide muhteşem bir uygarlık kuruyorlar. Bu uygarlık o kadar güçlü, o kadar büyük, o kadar gelişmiş ki, Fecr suresinde de ifade edildiği gibi;

İreme zâtil ‘ımâd. (Fecr/7)sütunlar, görkemli sütunlar sahibi İrem şehri. Meşhur efsanevi İrem bağlarının olduğu mahal.

Elletiy lem yuhlak mislüha fiylbilad. (Fecr/8) devam ediyor Fecr suresi. Bu öyle görkemli bir uygarlıktı ki lem yuhlak mislüha fiylbilad, daha önce yer yüzünde böylesi yoktu, kurulmamıştı. Asla yaratılmamış, yapılmamış, meydana getirilmemişti. Böylesine benzersiz bir uygarlıktı.

İşte bu uygarlığın başına gelen feci akıbeti anlatıyor bu kıssa. Bu uygarlık güce tapmaya başladı. Serveti tanrılaştırdı, Allah’ı unuttu, kendine yabancılaştı. Zulmetmeye başladı. Allah’tan bağımsız bir dünya ve saadet tasavvuru kurdu. Bu tasavvur sonucunda gücü putlaştırdı, güce taptı. En sonunda Allah onlara Lût peygamberi gönderdi ve Lût peygamber onları Allah ile bağlarını tazelemeye, güce tapmamaya, dünyanın gelip geçici olduğuna, tek dünyalı değil çift dünyalı yaşamaları gerektiğine, hesabını verebilecekleri bir hayat yaşamaya davet etti.

Fakat bu davet reddedildi. Davete icabet etmediler. Servetlerine güvendiler, uygarlıklarını savundular, insanı savunmadılar, hakikati ve değeri savunmadılar. Gücün değerini, değerin gücüne üstün tuttular ve sonuçta helâk oldular. Bugün hala ziyaret edilen Hadramevd yakınlarında Hz. Lût’un kabri olarak bilinen bir ziyaretgah mevcut. Hatta her şaban ayının 15. inde bölge insanı orada toplanıp yemek yer, şölen yapar ve Hz. Lût’un ruhunu dualarla şad eder. Böyle bir gelenekte kalmış.

iz enzere kavmehu Bil ahkafi ve kad haletin nüzüru min beyni yedeyhi ve min halfihi ella ta’budu illAllâh hani şu kum tepeleri, kum sıra dağları arasında yaşamış olan kavmi, ki ondan önce de sonra da nice uyarıcılar gelip geçmişti. Şöyle uyarmıştı (Lût peygamber) Allah’tan başkasına asla kulluk etmeyin. Bu zımnen kula kul olmayın, eşyaya kul olmayın, güce kul olmayın, iktidara kul olmayın, haşmete kul olmayın, nefse kul olmayın, refaha kul olmayın. Eğer olacaksanız Allah’a kul olun. Güce kul olursanız eğer, yani Allah’a kul olmazsanız eğer, Allah dışında her varlığı tanrılaştırmaya açık olursunuz. Eğer bir Allah’a kulluk etmekten kaçınırsanız, binlerce tanrı edinirsiniz. Sizi herkes kul olarak kullanır. Onun için onurunuzu koruyun, beş paralık etmeyin. Dedi.

inniy ehafü aleyküm azâbe yevmin ‘azıym aksi halde ben korkunç bir günün azabından korkuyorum. Korkunç bir günün sizin üzerinize gelecek olan dehşetinden korkuyorum dedi.

Peygamberlerin ümmeti için korkusu, bir annenin evladı için titremesine benzer. Çünkü onlar ümmetlerini kendilerine verilmiş birer emanet olarak görürler. Ümmeti daveti, ümmeti icabete dönüştürmenin çabasını verirler. Nihayetinde her peygamberin gönderildiği toplum inkar da etse o peygamberin ümmetidir. Ümmeti davettir. Davet edilen ümmettir. Ama davete icabet ederse ümmeti icabet olur. Yani davete karşılık vermiş ümmet grubuna girer. Dolayısıyla her peygamber ümmeti üzerinde titrer.

Peygamberler peygamberi efendimiz A.S. daha bir titremişti. Onun için ümmetine olan şefkat ve sevgisi Tevbe suresinin son ayetlerinde rabbimiz tarafından tescillenmiş, belgelenmişti.

22-) Kalu eci’tena li te’fikena ‘an alihetina* fe’tina Bima te’ıdüna in künte mines sadikıyn;

Dediler ki: “Tanrılarımızdan döndürmek için mi bize geldin? Eğer sadıklardansan, kendisiyle tehdit ettiğini bize getir!” (A.Hulusi)

22 – Sen, dediler: bizi mabutlarımızdan çevirmek için mi geldin bize? Haydi getir! O bize vaad edip durduğun azâbı sadıklardan isen. (Elmalı)

Kalu eci’tena li te’fikena ‘an alihetina onlar da; sen bizi tanrılarımızdan soğutmak için mi geldin ey Lût dediler. fe’tina Bima te’ıdüna in künte mines sadikıyn eğer sözüne sadıksan haydi tehdit ettiğin azabı, belayı getir de bir görelim diye de meydan okudular.

Batıl inancında delile ihtiyaç duymayıp, iş hakka inanmaya gelince delil istemek polemiğin en kötüsüdür. Kendilerinin taptıkları batıl inançlar, batıl tanrılar konusunda delil aramazken, bir peygamberin daveti konusunda delil aramaya kalkmak akılsızlıktan başka ne olabilir ki. Demek ki insan ters döndü mü, bilinç amuda kalktı mı, bilinç ters döndü mü, delil istemesi gereken şeyde delil aramaz, ama delilsiz koşması gereken hakikatte delil istemeye, delil gelince de reddetmeye kalkar.

Zaten ters dönmüş bir akıl batıla delil aramaz, hakka delil arar, delili gösterince de reddeder. Çünkü gönlü inanmak istememektedir. Yani inanmaya gönüllü değildir, mutlaka bir bahane bulacaktır. Onun derdi delil değildir, onun derdi batılına mazeret üretmektir.

23-) Kale innemel ‘ılmu ‘indAllâh* ve übelliğuküm ma ursiltü Bihi ve lakinniy eraküm kavmen techelun;

(Hud) dedi ki: “İlmi Allâh indîndedir! Kendisiyle irsâl olunduğumu size tebliğ ediyorum (ben sadece)… Ne var ki sizi cahil bir topluluk olarak görüyorum!” (A.Hulusi)

23 – Dedi: o ilim ancak Allah yanında, ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum ve lâkin sizi öyle bir kavım görüyorum ki cahillik ediyorsunuz. (Elmalı)

Kale innemel ‘ılmu ‘indAllâh O da dedi ki, yani Lût peygamber; Bu konuda ki bilgi Allah’a aittir. Yani kesin bilgiyi sadece Allah bilir, O’nun katındadır. ve übelliğuküm ma ursiltü Bih ve ben sadece bana verilen mesajı size iletmeye geldim. Yani ben size belanın hangi cinsten, hangi türden, ne zaman geleceğini ne bileyim. Ben elimde olsa söylerdim. Yapacak ben değilim Allah’tır. Ben sadece tebliğ ediyorum, uyarıyorum. ve lakinniy eraküm kavmen techelun Fakat şu da var ki ben sizi, cahil diye çevirmeyeceğim, Tam Kur’an da ki geçtiği mana ile çevirmek istiyorum; kendini bilmez bir topluluk olarak görüyorum.

Cahil; epistemik değil burada ki kullanıldığı anlam, ontolojik. Yani bilgi ile ilgili bir olay değil bu cehalet, ki bilgi ile giderilsin. Bu cehalet kendi kendini kaybetmekle, kendine yabancılaşmakla, kendine sırt dönmekle, kendini yitirmekle ilgili bir cehalet. Tıpkı Ebu Cehil’in cehaleti gibi. Cehaletin babası ismi konulan Amr bin Hakem; uluslar arası bir ticaret adamıydı. İhracat ve ithalat yapardı. Birkaç dili anlardı. Fakat cehaletin babası olarak tanımlandı. Neden? Hiçbir şey bilmediği için değil, okuma yazması olmadığı için değil. Kendini unuttuğu için, kendini kaybettiği için. Kendini unutan Allah’ı da unutur.

24-) Felemma raevhü ‘âridan müstakbile evdiyetihim kalu hazâ ‘âridun mümtıruna* bel huve mesta’celtüm Bih* riyhun fiyha azâbün eliym;

Ne vakit onu (tehdit olundukları azabı) vadilerine yönelmiş geniş bir bulut olarak gördüler, dediler ki: “Bu bize yağmur indirecek bir buluttur.” Hayır, o kendisini acele istediğinizdir! (O) içinde feci bir azap olan rüzgârdır. (A.Hulusi)

24 – Derken vaktâ ki onu vadîlerine karşı gelen bir bulut halinde gördüler, bu, dediler: bir ârız (ufukta beliren bir bulut) bize yağmur yağdıracak, hayır, o sizinacele istediğiniz şey: bir rüzgâr ki onda çok acıklı bir azâb var. (Elmalı)

Felemma raevhü ‘âridan müstakbile evdiyetihim kalu hazâ ‘âridun mümtıruna derken yüklü bir bulutun kendilerine doğru geldiğini gördüler ve dediler ki; Hah..! işte bize yağmur getiren bir bulut. Dediler.

İlginç, Aslında biraz önceki yanılma, hakka delil arayıp ta batıla delil istemeyen birinin bakış açısı nasıl belayı saadet olarak görüyor buna bir örnek aslında. Ölçü Allah’ın kaderidir. Kader Allah’ın ölçüsüdür. Allah bir şeyin ölçüsünü aldığı zaman, o şey en büyük nimetse bile en büyük belaya dönüşür. Yağmur Allah’ın nimetidir, rahmettir onun için. Fakat ölçüsünü birazcık oynatıverirse yağmur Allah’ın belası olabilir. İşte burada ki olduğu gibi. Yani adeta siz ölçüyü kaçırdınız, siz, Allah’ın size koyduğu teraziyi bozdunuz. Ben de ölçümü şöyle biraz oynatayım, bakın bakalım, ölçüyü oynatınca ne oluyormuş. Allah’ın size verdiği ölçüleri oynatınca siz kendi kendinizi manen öldürüyorsunuz. Siz oynatınca Allah’ta tabiata koyduğu ölçüleri oynatır. Oynatınca rahmet, zahmet olur. Rahmet felaket olur. Su cellat olur. Sizi besleyen ve hayat veren su, yani adeta Cebrail’in getirdiği şey, Azrail’in getirdiği şeye dönüşür, ölüme dönüşür. İşte tabii felaketler de olduğu gibi. İşte bu günlerde yaşadığımız büyük Asya felaketinde 100.000. i aşkın insanın kurban gittiği büyük Asya felaketinde olduğu gibi.

bel huve mesta’celtüm Bih* riyhun fiyha azâbün eliym aksine o gelmesini acele istedikleri şeyin ta kendisi idi. Yani onlar; Hadi bize tehdit ettiğin belayı getir diyorlardı, sevinerek bayram yaparak bize su getiriyor, bize rahmet, yağmur getiriyor diye karşıladıkları bulut bela getiriyordu. Acele istedikleri şeyi getiriyordu. Evet, içinde acıklı bir azab barındıran bir bela rüzgarı. riyhun fiyha azâbün eliym içinde elim bir azabı barındıran bela rüzgarı taşıyordu.

Tıpkı Zakkum gibi, tıpkı günah gibi. Çok yakın geçmişte bunu işlemiştik Zakkum münasebetiyle hatırlayın. Günahta öyle değil mi. Zakkum gibi. Dışarıdan güzel kokar, güzel gözükür. Fakat yerseniz öldürür, zehirlidir. Günahın da cazibesi vardır. İşlerken haz verir. Fakat işledikten sonra manen öldürür. Yani zehirler. Sonucu çok kötüdür, etkisi ahirette hissedilir, görülür. Onun gibi uzaktan gördüğünüz her bulut size rahmet taşımayabilir.

Aslında kendi halinize bakıp uzaktan gelen bulutun ne getirdiğini çözebilirsiniz. Yani size bulut getirmez, size sizi getirir. Halinizden bağımsız değildir. Yerdekilerin halinden bağımsız değildir göğün nasıl davranacağı. O nedenle halinize bakın akıbetinizi çözün. Mesaj bu.

25-) Tüdemmiru külle şey’in Bi emri Rabbiha feasbehu lâ yura illâ mesakinühüm* kezâlike neczil kavmel mücrimiyn;

(O rüzgâr) Rabbinin emriyle her şeyi helâk edip dumura uğratır! Nitekim öyle oldular ki, geride onların meskenlerinden başka bir şey kalmamıştı! Suçlular toplumuna yaptıklarının sonucunu böyle yaşatırız! (A.Hulusi)

25 – Rabbinin emriyle her şey’i tedmir eder, derken öyle oluverdiler ki meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu, işte öyle mücrim bir kavme biz böyle ceza veririz. (Elmalı)

Tüdemmiru külle şey’in Bi emri Rabbiha rabbinin emri ile o felaket, o bulutun getirdiği korkunç kasırga her şeyi yerle bir etti, mahvetti, kökünü göğe getirdi. feasbehu lâ yura illâ mesakinühüm sonunda harap olmuş haneler dışında onlardan geriye hiçbir şey kalmadı. kezâlike neczil kavmel mücrimiyn işte biz günaha gömülüp giden bir toplumu böyle cezalandırırız, böyle helak ederiz.

Bu felaket kaynaklarımızda yer aldığı kadarıyla dehşet bir felaket olmuştu. İnsanları kumlar gibi göğe savurmuştu bu kasırga. Kumlar, kurşunlar gibi insanları vurmuştu. 8 gece 7 gün sürdüğünü söylüyor Kur’an. İnsanlar kütükler gibi sürüklenmiş, devrilmiş ve kaybolmuştu, ufalanmıştı, talaşa dönmüştü. Koca bir uygarlık kimi yerlerde 12. metreyi bulan bir kum denizinin altına gömülüp gitmişti. Bunu, bu y.y. da yapılan bölgede ki kazılardan anlıyoruz. O uygarlığa ait olduğu sanılan görkemli sütunlar 12 m ile 7 metrelik kum dağlarının, tepelerinin altında bulunmuştu. Hakka suresinin 6 ve 8. ayetleri arasında bu felaketin boyutları aktarılır.

26-) Ve lekad mekkennahüm fiyma in mekkennaküm fiyhi ve ce’alna lehüm sem’an ve ebsaren ve ef’ideten, fema ağnâ ‘anhüm sem’uhüm ve lâ ebsaruhüm ve lâ ef’idetühüm min şey’in iz kânu yechadune Bi âyâtillâhi ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun;

Andolsun ki, size vermediğimiz imkânları onlara verdik… Onlara kulaklar, gözler ve hakikati kavrayacak kalpler oluşturduk… Bile bile Allâh’ın işaretlerini inkâr etmeleri yüzünden; onların ne kulakları, ne gözleri ve ne de FUADLARı (Esmâ mânâ özelliklerini şuura yansıtıcılar – beyne kopyalanmış kalp nöronları) onlardan bir şey savmadı! Alay etmekte oldukları şey onları ihâta etti! (A.Hulusi)

26 – Yemîn ile söylerim: doğrusu biz onlara öyle şeyler vermiş idik ki size o kuvvet ve mükneti vermemişizdir, hem kendileri için kulak ve gözler, gönüller yapmış idik ki ne kulakları, ne gözleri, ne gönülleri kendilerine bir fayda vermedi, zira Allahın âyetlerini inkâr ediyorlardı, o istihza ettikleri şey de kendilerini kuşatıverdi. (Elmalı)

Ve lekad mekkennahüm fiyma in mekkennaküm fiyh doğrusu onlara orada; Ey muhataplar, ey şımarık Mekke’liler, ey son muhataplar arasında ki inkarcılar size bugün burada vermediğimiz kadar güç ve iktidar vermiştik. Yani onların iktidarı, onların refahı, onların gücü sizin gücünüzden çok daha fazla idi.

ve ce’alna lehüm sem’an ve ebsaren ve ef’ideten onların da işitme, görme ve akletme yeteneğiyle donatmıştık. Yani onlarında gözü vardı, kulağı vardı, kalbi vardı. fema ağnâ ‘anhüm sem’uhüm ve lâ ebsaruhüm ve lâ ef’idetühüm min şey’i ne var ki ne işitme, ne görme, ne de akletme yetileri başlarından belayı savmaya yetmedi, başlarından belayı def etmedi. iz kânu yechadune Bi âyâtillâh çünkü onlar Allah’ın ayetlerini bile bile inkar etmişlerdi.

Bir sonraki surenin 2. ayetinde gelecek. Bir bilinci, bir aklı, bir tasavvuru vahiy inşa etmemişse o bilinç, o akıl, o tasavvur işitmez, görmez, duymaz, hissetmez. Çünkü insan gözü ile değil, bilinciyle görür. Gören göz değil, göz görmenin sadece aracıdır. Eğer akletmezse bu gözün 3 misli büyüklükte göz taşıyan mahlukat var. Onların 3 kat görmesi gerekirdi. Onun için akletmezse görmez, işitmez. Hakikati, işitmezse eğer görmez. Tıpkı ışık gibi. Işık yoksa göz işe yaramaz. Vahiy yoksa akıl işe yaramaz. Vahiy aklın ışığı, ışık gözün vahyi. Ses kulağın ışığıdır. Sesin kulağa nispeti neyse vahyin de akla nispeti odur. Kulak işitse bile ses yoksa, neyi işitecektir. Göz görüyor olsa bile ışık yıksa, o gözün kör olmasıyla görüyor olması arasında ki fark nedir.

Akıl da öyledir. Eğer yolunu bulamamışsa, eğer doğru bir kılavuz bulamamışsa, eğer doğru koordinatlara yerleşmemişse, doğru bir tasavvur onu yönlendirmemişse o zaman ışıksız göz gibi, aklı çalışsa dahi akıl doğru çalışmaz, iş yapmaz. İşte onun gibi. Tıpkı onun gibi, ki devamı zaten geliyor;

ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun nihayet alay ettikleri şey onları çepeçevre kuşatıp mahvetti.

27-) Ve lekad ehlekna ma havleküm minel kura ve sarrefnel âyâti leallehüm yerci’un;

Andolsun ki şehirlerden etrafınızda olanları helâk ettik… Belki rücu ederler diye işaretleri çeşitli anlatım yolları ile tekrar tekrar açıkladık! (A.Hulusi)

27 – Celâlim hakkı için hakikaten etrafınızdaki memleketleri helâk etmişizdir, âyetleri tasrif de etmiştik, gerekti ki rücu’ edeler. (Elmalı)

Ve lekad ehlekna ma havleküm minel kura doğrusu çevrenizdeki ülkelerden bir çoğunu da işte böyle yok etmiştik. Çevrenizdeki dediği vahyin ilk muhataplarının çevresinde ki ülkeler. Ki hemen kuzeyde Medain’i Salih gözlerinin önünde idi. Semud kavminin helak olduğu mekandan gelip giderlerdi. Akdeniz’le bölge arasındaki seyahat sırasında. Yine aynı seyahat sırasında yakınından geçtikleri bir başka helak bölgesi Lût kavminin helak olduğu bölge idi. Yani onlar, oralardaki helakin kokusunu hala alıyorlardı, biliyorlardı. Aralarında konuşuluyordu.

Fakat bilmek yetmiyor demek ki, görmek yetmiyor. İşte göremediler, bilemediler. Yani bilmeleri ve görmeleri ibret almaları için yetmedi. Bir üstte ki ayet belki bunu söylüyordu.

ve sarrefnel âyâti leallehüm yerci’un ama ondan önce belki vazgeçerler diye mesajlarımızı çok boyutlu olarak açıklamıştık. Yani helak etmeden. Ondan önce dediği bu. Helak etmeden onlara mesajlarımızı bütün boyutlarıyla açıkladık ki helak olmasınlar, mahvolmasınlar, biz helak etmek istemedik onları, kendi kendilerini helak ettiler. Helak olmasınlar diye verdiğimiz akılla yetinmedik. İrade verdik, onunla yetinmedik, peygamber gönderdik. Bir tane göndermedik çok gönderdik. Kitap gönderdik, bir tane göndermedik vahyi, çok gönderdik. Daha ne yapsaydık. Zımnen bu soru.

ve ma künna muazzibiyne hatta neb’ase Rasûla. (İsra/15) biz bir elçi göndermediğimiz sürece hiçbir topluma azab etmeyiz. Yani bu hem dünyevi felaketi, hem de uhrevi azabı kapsasa gerektir. Tabiat ayetleri ile uyardık onları, enfüs ayetleri ile uyardık, afak ayetleriyle uyardık. İnsan ayetiyle, olay ayetiyle ve olmadı vahiyle uyardık, yine uyanmadılar.

28-) Felevla nasarehümülleziynettehazû min dûnillâhi kurbanen aliheten, bel dallu anhüm* ve zâlike ifkühüm ve ma kânu yefterun;

Allâh dûnunda yaklaştırıcı olarak edindikleri tanrılar onlara yardım ettiler mi? Bilakis (edindikleri tanrılar) onlardan kaybolup gittiler! İşte bu (tanrı kabulleri) onların yalanı ve uydurageldikleri şeydir! (A.Hulusi)

28 – O vakit Allahın mâsivâsından yakınlık için ilâh ittihaz eyledikleri kimseler onları kurtarsalardı ya! Bilâkis onlardan savuşup yittiler gittiler, ki işte onların sapıtmalarının ve uydurup durdukları iftirâlarının hasılı budur. (Elmalı)

Felevla nasarehümülleziynettehazû min dûnillâhi kurbanen aliheten bari Allah dışında ilahlık yakıştırdıkları, kendilerini ona yakınlaştırsınlar, yardım etseler diye bel dallu anhüm ne gezer, onları tanımadılar bile. Yani kendilerine ilahlık yakıştırdıkları o varlıklar, kendisine ilahlık yakıştıran bu adamları tanımadılar bile. ve zâlike ifkühüm ve ma kânu yefterun bu onların kendi uydurdukları şeylerle kendilerini kandırmalarından başka bir şey değil. Sadece bunun bir sonucuydu.

Bir önceki surenin, casiye/7 ayetini tekrar hatırlatırım. Orada; effak vardı mübalağa vezni. Yalanda abartı. Yani yalanı hayat tarzı haline getirmek diye de çevirmiştim. İşte Effak; öyle bir yalan ki, kendi kendini dahi aldatıyor. Başkalarını aldatmak için söylediğiniz yalan, yalandır. Fakat o yalan döner sizi de aldatırsa effak olursunuz. İşte yalanın son sınırı budur. Yalanın en berbatı da budur. Kişinin kendisini aldattığı yalan. Şirk ve küfür, kişinin kendisini aldattığı korkunç bir yalan.

29-) Ve iz sarafnâ ileyke neferen minel cinni yestemi’unel Kur’ân* felemma hadaruhu kalu ensıtu* felemma kudıye vellev ila kavmihim münziriyn;

Hani cinden (insan gözünün görme alanı dışında kalan bir türden) bir grubu, Kurân’ı işitip dinlesinler diye sana yöneltmiştik… Ona hazır olduklarında dediler ki: “Susun!”… Hüküm yerine gelince de uyarıcılar olarak toplumlarına döndüler! (A.Hulusi)

29 – Bir de şu vaktı anlat ki: Cinlerden bir takımını Kur’an dinlemek üzere sana sevk etmiştik, bu suretle vaktâ ki ona hâzır oldular, susun dinleyin dediler, sonra bitirildiği vakit da döndüler, inzar etmek üzere kavimlerine gittiler. (Elmalı)

Ve iz sarafnâ ileyke neferen minel cinni yestemi’unel Kur’ân tabii bu pasajda efendimize teselli babından, ilk muhatapların inkarı, ısrarla geri durmaları, vahye sırt dönmeleri ve hatta işte Ad kavminin yaptığı gibi yapmaya kalkmaları ima edilmişti. Şimdi ise efendimize muhteşem bir teselli armağanı sunuluyor ve deniliyor ki; Bir zamanlar cinlerden bir grubu, Kur’an dinlemeleri için sana yönlendirmiştik, sana yöneltmiştik.

18. ayete atıf olduğunu hemen belirteyim bu surenin. Orada ins ve cinden bahsediliyordu. Cin; zıddı olan ins ile birlikte gelirse görünen, görünmeyen karşıtlığı oluşturur, bu manaya gelir genellikle. Burada tek gelmiş. İns karşıtıyla birlikte kullanılmamış. Tek geldiği zaman uzak varlıklar anlamını da taşır. Uzak varlıklar. Bu ayetler nüzul ortamının cin tasavvurunu ele alan Sebe’/12 ayetiyle birlikte anlaşılmalı. Onun ışığında anlaşılmalı. Burada Resulallah’a cinlerin, uzak varlıkların yönlendirilerek onun Kur’an ını, onun okuduğu vahyi dinledikleri ifade ediliyor.

felemma hadaruhu kalu ensıtun nihayet o ilahi kelama kavuşur kavuşmaz sükunetle dinleyin demişlerdi birbirlerine. felemma kudıye vellev ila kavmihim münziriyn okuma biter bitmez de kendi kavimlerini yanına uyarıcılar olarak dönmüşlerdi.

Olay ayrıntılarıyla hadis kaynaklarında yer alır. Fakat ayrıntılarına inildikçe farklı, hatta bazen birbiriyle çelişen rivayetlere rastlanır. Ama esasta özü itibarıyla olayın özeti şu:

Efendimiz son bir sığınak olsun için ölümüne sıkıştırıldığı ve artık suikast hazırlıkları yapılan Mekke’den Taif’e hareket etmişti. Taif’te malumunuz olduğu üzre, surenin girişinde de bahsettiğimiz gibi taşlandı, aradığını bulamadı. Kendinse iltifat edilmedi. Orada Mekke gibi ihanet etti. O insanlık ufkunun eli yüzü kan revan içinde şehrin delileri, serserileri tarafından taşlanarak, horlanarak, hakaret edilerek şehirden çıkarıldı, kovuldu.

İşte me’yus bir halde, derin üzüntüler içerisinde Mekke’ye bin bir türlü duygularla dönerken yolda Nahle vadisi denilen yerde, ki bugünkü cin mescidinin olduğu yer. Hemen Mekke-i Mükerremede zaten Gazze çarşısı boyunca uzanan ve ucu mualla mezarlığına kadar uzanan o büyük caddenin üzerinde yer alan cin mescidinin olduğu yerde bu olay gerçekleşti.

Olay sırasında Resulallah’ın cinleri görmediğini beyan eden rivayetler var. Özellikle Buhari ve Tirmizi’nin naklettiği rivayetler bu cümleden olarak sayılabilir ki bunların başında Abdullah İbn. Abbas’a atfedilen rivayetler gelir.

Yine aynı kaynaklar bu cinlerin, ya da uzak varlıkların Yahudi olduğunu, ki ayetlerin gelişinden de anlaşılacağı gibi Yahudi olduğunu, Nasibeyn cinleri olduğunu, yani bizim bugün Nusaybin olarak bildiğimiz, o günkü anılışıyla Nasibeyn, çift nasip, çift imtiyaz, çift güzellik sahibi anlamına gelen Nusaybin cinleri olduğu kaynaklarda kayıtlı.

Bu ayetler aslında ne veriyor, nedir bize söylemek istedikleri, yani tüm muhataplarına bir şey söylüyorlar, o ne? O şu; Ey Muhammed seni kendi şehrin dinlemezse, yakınların reddederse sana Allah ta uzaklardan dinleyici bulur, gönderir. Seni en yakınların kovar, söver, döver ve horlarsa; seni en uzaklardan birileri gelir, kucaklar, destekler, hiç görmediğin, hiç tanımadığın, hiç bilmediğin, varlığından dahi haberdar olmadığın bir takım uzak varlıklar gelir, sana yardım eder, seni dinler, seni yalnız bırakmaz mesajıydı. Bu mesaj bir armağandı, bir teselli armağanı.

Aslında bu ayetler insan ve cinlere kendi türlerinden elçiler gönderildiğini ifade eden Enam/130. ayeti ışığında anlaşılmalıdır. Bunu da ifade ettikten sonra devam edelim.

[Ek bilgi-1; PEYGAMBERİN CİNLERE KUR’AN OKUMASI

Müslim ve Ebû  Dâvud, Alkame’den rivayet ediyorlar: «İbn-i Mes’ûd’a sordum:

Cin gecesi hiç biriniz Hz. Peygamberle beraber bulundu mu?

Hiç birimiz bulunmadık, lâkin bir gece Hz. Peygamberle beraber bulunuyorduk. Bir ara o bizden kayboldu. Vadilerde ve kuytu yerlerde onu aramaya başladık. Bir suikast’a uğradığını sandık; gayet korkulu bir gece geçirdik. Sabah olunca Hira yönünden çıkageldi. Dedik ki:

Ey Allah’ın Resûlü! Seni kaybettik; aradık, lâkin bulamadık.        Sorma, çok korkulu bir gece geçirdik.

Bana cinlerin Tebliğcisi geldi. Onunla beraber gidip kendilerine Kur’ân okudum, diye izahat verdiler.

Bunun üzerine bizi götürüp onların yerlerini ve ocaklarını gösterdi. Sonra ondan azık istediler; onlara şöyle buyurdu:

Elinize geçen ve üzerine Allah’ın ismi anılan her kemik sizin içindir. Hayvanlarınız için de alâf artıklan azık olarak tahsis edilmiştir.

Resulallah sonra bize karşı şöyle buyurdu: Şu ikisi ile taharetlenmeyin! Çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir.»

İmâm Ahmed, bu hadîsi şu ilâve ile rivayet etti: «Mekke’de ondan azık istediler. Onlar Cezîre cinleri idi.»

Hadîste anlatılan gece diğer hadîste anlatılan gece değildir. Çünkü o gece Peygamberimiz bizzat cinlere gideceğini bildirmiş ve İbn-i Mes’ûd ile birlikte gitmiştir. Sonra gözünden kaybolmuş bilâhare İbn-i Mes’ûd’un yanına dönmüştür…. (Cinlerin Esrârı - İmâm ı Şiblî)]

            [Ek bilgi-2; CİNLER HAKKINDA.

            Cinler iki unsurdan oluşur, hava ve ateş. İçerdikleri hava nedeniyle cinler diledikleri her surete girebilirken kendilerinde ki ateş unsuru sayesinde de incelmiş ve latiflikleri artmıştır.

            Cinlerde ezme, büyüklenme ve üstün olma duygusu vardır. Çünkü kendisinden meydana geldikleri ateş unsuru, konumu itibarıyla unsurların en üstünüdür. Ateş, doğanın gerektirdiği tarzda eşyayı dönüştürmede büyük bir etkiliğe sahiptir. Allah kendilerine emrettiğinde Cinlerin Adem’e secde etmek hususunda büyüklük taslamalarının nedeni budur.

            Cinler Adem’in kendisinden yaratılmış olduğu suyun otoritesinin ateşten daha üstün olduğunu anlamadı. Çünkü su ateşi yok eder. Toprak ise (Basit unsurları olan) soğukluk ve kuruluk nedeniyle ateşten daha sabittir. Binaenaleyh Adem, Allah’ın onu var ettiği iki unsurun baskın gelmesi nedeniyle güç ve direnç sahibi olmuştur.

            Cinler incelik ve latiflik aleminden olduğu için istedikleri duyusal suretlerin şeklini alma özelliğine sahiptir.

            Cinlerde üreme havanın dişinin rahmine üflenmesi ile gerçekleşir.

            Cinlere hava ve ateş unsuru baskın geldiği için onların gıdaları havanın taşıdığı şeyler, yani koklamadadır.

            Cinlerin Cinsel ilişkilerinde bir araya gelmelerine gelince, bu bir kıvrılmadır. Bu durum körükten ya da tandırdan birbirine karışmış halde çıkan dumana benzer.

            Cinler aralarında büyük savaşlar meydana gelir. Bazı fırtınalar onların savaşları olabilir.

(İbn. Arabi/ Fütuhât-ı Mekkiyye Cilt1/386)]

            30-) Kalu ya kavmena inna semi’na Kitaben ünzile min ba’di Musa musaddıkan lima beyne yedeyhi yehdiy ilel Hakkı ve ila tariykın müstekıym;

Dediler ki: “Ey halkımız… Biz, Musa’dan sonra inzâl edilmiş, öncekileri tasdikleyen, Hakk’a ve sırat-ı müstakime yönlendiren bir Bilgi işitip dinledik.” (A.Hulusi)

30 – Ey kavmimiz! dediler: haberiniz olsun: bizler bir kitab dinledik, Musâ’dan sonra indirilmiş önündekini tasdik ediyor, hakka ve bir doğru yola hidâyet eyliyor. (Elmalı)

Kalu ya kavmena Onlar, ey kavmimiz dediler inna semi’na Kitaben ünzile min ba’di Musa musaddıkan lima beyne yedeyh biz Musa’dan sonra indirilen ve kendisinden önceki bütün vahiyleri tasdik eden bir ilahi mesaj dinledik. Rivayetlerde bu cinlerin, ya da uzak varlıkların Yahudi, yani Musevi olmasının gerekçesi bu ayet, buna dayanıyor. Yani biz Musa’dan sonra ona gelen kitabı, vahyi de inkar etmeyen bir mesaj dinledik diyorlar. yehdiy ilel Hakkı ve ila tariykın müstekıym o kendisine uyanı hakikate ve dosdoğru bir yola yöneltiyor.

31-) Ya kavmena eciybu da’ıyAllâhi ve aminu Bihi yağfir leküm min zünubiküm ve yücirküm min azâbin eliym;

“Ey kavmimiz… DAÎALLÂH (Allâh davetçisine) (DAÎALLÂH; cinler O’nu DAÎALLÂH olarak görüp değerlendirmiştir, Rasûlullâh olarak değil. Postacı – elçi türü yaklaşımların temeli de bu kelimenin anlamına dayanır) icabet edin ve O’na iman edin ki, bazı günahlarınızı bağışlasın; sizi feci bir azaptan korusun.” (A.Hulusi)

31 – Ey kavmimiz! Allahın davetçisine icâbet edin ve ona iman getirin ki bazı günahlarınıza mağfiret buyursun ve sizi elîm bir azaptan korusun. (Elmalı)

Ya kavmena ey kavmimiz, eciybu da’ıyAllâhi ve aminu Bihi yağfir leküm min zünubiküm ve yücirküm min azâbin eliym Allah’ın davetine icabet edin, Allah’ın davetine karşılık verin ve O’na iman edin ki günahlarınızın üzerini çizip sizi bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın.

32-) Ve men lâ yücib da’ıyAllâhi feleyse Bi mu’cizin fiyl Ardı ve leyse lehu min dûniHİ evliyâ’* ülaike fiy dalâlin mubiyn;

Kim Allâh davetçisine (DAÎALLÂH) icabet etmezse, (Allâh’ı) arzda âciz bırakamaz! O’nun dûnunda onun dostları da olmaz… İşte onlar apaçık bir sapma içindedirler. (A.Hulusi)

32 – Ve her kim Allahın davetçisine icâbet eylemezse Arzda âciz bırakacak değildir ve ona onun berisinden sahip olacak veliler de yoktur, öyleler açık bir dalâl içindedirler. (Elmalı)

Ve men lâ yücib da’ıyAllâhi feleyse Bi mu’cizin fiyl Ard ama kim de Allah’ın davetine karşılık vermez, Allah’ın davetine sırt çevirirse, icabet etmezse o da iyi bilsin ki asla O’nu yer yüzünde atlatmış olmaz. Yani O’nu atlatamaz. Allah’ı asla atlatamaz. ve leyse lehu min dûniHİ evliyâ’ ve O’na, O’ndan başka hiç kimse, hiçbir dost yarar sağlamaz. Hiçbir dostun faydası olmaz. ülaike fiy dalâlin mubiyn böyleleri belirgin, açık bir sapıklığa gömülüp gitmişlerdir.

33-) Evelem yerav ennAllâhelleziy halekas Semavati vel Arda ve lem ya’ye Bi halkıhinne Bi Kadirin alâ en yuhyiyel mevta* bela inneHU alâ külli şey’in Kadiyr;

Görmediler mi ki, semâları ve arzı yaratmış ve onların yaratılışında zaafa düşmemiş olan Allâh, ölüleri diriltmeye de Kaadir’dir. Evet! Muhakkak ki O, her şeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)

33 – Ya görmediler de mi ki o Gökleri ve Yeri yaratmış ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah ölüleri diriltmeğe muhakkak kâdirdir, evet, hiç şüphe yok ki o her şey’e kadirdir. (Elmalı)

Evelem yerav ennAllâhelleziy halekas Semavati vel Ard Onlar, şimdi geri başa döndü sure. Yani 17. ayette bıraktığı yere. Yeniden dirilişe inanmayan akla döndü. Konu asıl mecrasına kavuştu yani. Misalleri verdikten sonra ana konuya dönerek ilk muhataplar ve tüm çağlarda ki muhataplara der. Evelem yerav ennAllâhelleziy halekas Semavati vel Ard onlar Allah’ın gökleri ve yeri yarattığını görmezler mi.

ve lem ya’ye Bi halkıhinne Bi Kadirin alâ en yuhyiyel mevta bütün bunları yaratanın ölüye hayat vermeye muktedir olduğunu anlamazlar mı? Yani gökleri ve yeri yarattığına inanacaksınız, ama gökleri, yeri ve bu ikisi arasında kileri yaratanın onları tekrar katına alacağına, onlar için ölümü takdir edeceğine ve ölümü takdir ettiği için yeniden yaratacağına inanmayacaksınız. Yoktan yarattığına inanacaksınız da, var dan var ettiğine inanmayacaksınız, bu ne çelişki.

Bela yoo..! hayır, asla. Böyle yapmayın inneHU alâ külli şey’in Kadiyr elbet O her şeye güç yetirendir. Her şeye kadirdir. Yarattığına inanıp ta, yarattığı üzerinde tasarruf yaptığını inkar eden akıl, nasıl bir akıl. Akidesiyle çelişkiye düşmüş bir akıldır bu.

34-) Ve yevme yu’radulleziyne keferu alen nar* eleyse hazâ Bil Hakk* kalu bela ve Rabbina*kale fezûkul azâbe Bi ma küntüm tekfürun;

Hakikat bilgisini inkâr edenlerin Nâr’a arz olunacakları süreçte: “Bu Hak değil miymiş?” denir. Dediler ki: “Rabbimize yemin olsun ki evet!”… “O hâlde hakikat bilgisini inkâr etmeniz yüzünden (hadi) tadın azabı!” dedi. (A.Hulusi)

34 – Ve o küfredenler ateşe arz olunacağı gün: nasıl bu hak değil mi imiş! diye, evet, rabbimiz hakkı için diyecekler, buyuracak: «öyle ise haydin tadın azâbı, küfrede geldiğiniz için. (Elmalı)

Ve yevme yu’radulleziyne keferu alen nar* eleyse hazâ Bil Hakk* kalu bela ve Rabbina ve hakikati inkar eden kimselere ateşe takdim olunurken; Ne yani bu da mı gerçek değil denileceği gün onlara şöyle cevap verilecek. Yani kendilerine bu da mı gerçek değil denilenler, inkarcılar, yeniden dirilişi inkar edenler şöyle cevap verecekler. Rabbimize and olsun ki gerçekten de öyle imiş. Bu gerçekmiş. O hakikatmiş. Yeniden dirileceğimiz bir gerçekmiş de biz inkar edermişiz diyecekler.

kale fezûkul azâbe Bi ma küntüm tekfürun Allah buyuracak; Haydi, hakikati inkarınıza karşılık tadın malum azabı diyecek.

20. ayeti hatırlayalım, çok önemli, çok vurgu yapılması gereken bir ayet bu surenin 20. ayeti. ezhebtüm tayyibatiküm fiy hayatikümüd dünya vestemta’tüm Biha siz bu dünyanın güzelliklerini baştan sona tükettiniz. Vestemta’tüm Biha ve onları kısa vadeli tüketime elverişli bir hazza dönüştürdünüz. Oysa bu dünyanın güzelliklerini Allah size tohumluk diye vermişti. Ekesiniz, dikesiniz, sulayasınız, bakasınız ve ahirette ürününü alasınız diye. Fakat siz tohumu yediniz. Tohumu tükettiniz. Tohumu tüketime elverişli kıldınız, tek dünyalı davrandınız. Çift dünyalı davranmadınız. Tek dünyaya yatırım yaptınız. Her şey burada olsun bitsin dediniz. Tüm kâmı buradan alalım, tüm rahatı burada görelim, burayı cennet yapalım ve ahirete bir şey kalmasın dediniz. Sorumluluklarınızı inkar ettiniz. Bir gün yargılanacağınızı unuttunuz. Dolayısıyla madem tüketilecek kısa vadeli bir hazza dönüştürdünüz, en büyük ilahi kredi olan hayatı tükettiniz, şimdi tadacağınız tek lezzet kaldı geriye, azab. İşte bu. Onu tadın diyor.

35-) Fasbir kema sabere Ulül ‘Azmi miner Rusuli ve lâ testa’cil lehüm* keennehüm yevme yeravne ma yu’adune lem yelbesû illâ sa’aten min nehar* belâğ* fehel yühlekü illel kavmül fasikun;

Rasûllerden Ulül Azm’ın sabrettiği gibi (sen de) sabret; onlar için acele etme! Tehdit edildikleri şeyi gördükleri (ölümü tattıkları) süreçte, sanki gündüzden bir saatten fazla (Dünya’da) kalmamış gibi olurlar! Belağ (bu yeterli bir tebliğdir)! İnancı bozuklar toplumundan başkası mı helâk edilecek!(A.Hulusi)

35 – Binâenaleyh ûlül’azim Peygamberlerin sabrettiği gibi sabret ve onlar hakkında ivedi etme, sanki onlar o vaad olundukları acıyı görecekleri gün gündüzün bir saatinden başka durmamışa döneceklerdir; kâfî bir tebliğ, demek ki ihlâk edilecek başka değil, ancak taatten çıkmış fasıklar güruhudur. (Elmalı)

Fasbir kema sabere Ulül ‘Azmi miner Rusul bundan böyle ey muhatap sen, ilk muhataptan en son muhataba kadar herkes. Herkes üstüne alınsın bunu. Bundan böyle sen peygamberlerden kararlılık ve direnç sahibi olanların yaptığı gibi dirençle göğüs ger, sabret, diren, dik dur, esas duruşunu bozma, klas duruşunu bozma Allah’a karşı.

ve lâ testa’cil lehüm acele ile onların işinin bitirilmesini isteme. Hakkı tavsiye edenler önce kendilerine sonra başkalarına sabrı da tavsiye etmeliler. ve tevâsav Bil Hakkı ve tevâsav Bis Sabr; (‘Asr/3) dolayısıyla sabır hakkı tavsiyenin ayrılmaz bir parçası.

{Atlanan cümle; keennehüm yevme yeravne ma yu’adune lem yelbesû illâ sa’aten min Nehar.

Tehdit edildikleri şeyi gördükleri (ölümü tattıkları) süreçte, sanki gündüzden bir saatten fazla (Dünya’da) kalmamış gibi olurlar! (A. Hulusi-Meal)

Kuşkusuz dünyada kalış kısa bir süredir. Günün bir anı kadar. O çabuk geçecek bir hayattır, şu ahiretten önce yaşayacakları. Değersizdir de. Arkasında, nefislerde gündüzün bir saatinin bıraktığı izlenimden daha çok bir şey bırakmaz. Sonra kaçınılmaz sonuçla karşılaşacaklar ve orada sürekli kalacaklardır. Onlara verilen bu süre, helak ve acı azabın gerçekleşmesinden önce duyurunun sağlanması içindir. (Seyyid Kutub – Fızılal-ıl Kur’an)}

belâğ duyurumuz işte budur, tebligatımız işte budur, bildirimiz işte budur, manşetimiz işte budur. fehel yühlekü illel kavmül fasikun şu halde hiç sorumsuz davranan bir toplum dışında kalanlar helak edilir mi? Yani fasıkun’u sorumsuz davrananlar, takvanın zıddı olarak çeviriyorum, öyle görüyorum. Muttakinin zıddı, fasıkıyn. Allah’ı görür gibi yaşayanlar, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar muttakiler, Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olmayanlar ise fasıklar.

Rabbim bizi Muttakilerden kılsın.

Sadakallahulaziym.


İslamoğlu Tef. Ders. MUHAMMED (01 – 08) (159-2)

$
0
0

231

            Değerli dostlar bugün dersimize yeni sure ile devam edeceğiz inşallah. Yeni suremiz Muhammed suresi. (S.A.S.) 47. sure mushafta. Adı; adı güzel, kendi güzel Muhammed A.S. adı. Adını 2. ayetinden alıyor. Savaşa ilk izin verdiği için 4. ve 20. ayetlerinde Kıt’al suresi adı ile de anılmış bu sure.

            İniş zamanı Medine dönemine denk geliyor. Surenin Medine de indiği ispata gerek kalmayacak kadar açık. Onun dışında indiğini söyleyenlerin tutarlı bir delilleri bulunmamakta. Surenin üslubu da zaten hicretin hemen arkasından indiğini gösteriyor. 13. ayeti hicrete atıf, demek ki hicret olmuş, bitmiş ve bir dönemin kapanışını ele veren bir üslubu var. Enfal/67 de ki Allah’ın önceki yazısından kasıt bu sure olsa gerek bana göre.

            Kadim iniş tertiplerinde, Gerek Hz. Osman’ın, gerek İbn. Abbas’ın, gerek Cabir Bin Zeyd in tertiplerinde gösterildiği yer tartışmalı. Farklı farklı yerlerde göstermişler. Onun için surenin iniş sıralamasında tam olarak nereye geldiğini tespit etmek gerçekten bizce zor görünüyor.

            Surenin konusu; İlahi inşa projesi olan  vahiy. Vahyin inşasına açık bir atıf var bu surede. Hiçbir surede rastlanmadığımız kadar açık bir atıf 2. ayet. 2. ayet açıkça şöyle diyor.; keffere anhüm seyyiatihim ve asleha balehüm (2) yani onların günahlarının üzerini çizeceğiz, akıl ve tasavvurlarını inşa edeceğiz, ıslah ve inşa edeceğiz. Neyle? Tabii ki vahiyle. Dolayısıyla sure Kur’an ın inşasına ayrılmış bir sure.

            Hayatı anlam ve amacından soyutlayan hayvanlaşır diyor 12. ayetinde. Yani böyle demeye getiriyor. Davası olanlar davası uğrunda gayret eder. Eğer birinin davası var da onun uğrunda bir şeyler vermiyorsa, fedakarlık yapmıyorsa onun davası yanlış, ya da onun davası, davasına nispeti yanlıştır demeye getiriyor.

            İman, insanı kurtaran en büyük unsur. İnanmayanlar düelloya değil, düşünceye davet ediliyorlar bu surede. Efela yetedebberunel Kur’ane. (24) Onlar hala Kur’an üzerinde derin derin düşünmüyorlar mı? 24. ayet. Son söz; Allah için hiç kimse vazgeçilmez değildir anlamına geliyor. ve in tevellev..(~) yestebdil kavmen ğayreküm. (Tevbe/39) eğer siz onun dininden yüz çevirirseniz sizi siler yerinize yepyeni bir toplum getirir. Yani Allah için vaz geçilmez olduğunuzu düşünmeyin ey insanlar, ey mü’minler. Allah, sizin için vazgeçilmez, siz Allah için vazgeçilmez değilsiniz. Allah sizin için yeter, Allah size yeter. Ama Allah kendi kendisine de yeter. Ama siz, size yetmezsiniz., siz kendi kendinize yetmezsiniz. Allah’a muhtaçsınız. Bu mesajla son buluyor.

            Haddi zatında sure Muhammedi davetin kırılma noktasından tabir caizse, ya da Muhammedi davetin farklı bir kulvara geçişinden söz eden ilk surelerden biri. Bu kulvar muhalefetten iktidara geçiş kulvarı. Artık davet Mekke’de ki muhalif söylemi bırakmış Medine de muktedir bir söyleme sahip olmuştu. Onun içinde bu surenin 4. ayetinde, 20. ayetinde biz bu söylemi göreceğiz.

            Gerçekten de İslami davetin, Muhammedi davetin geçirdiği aşamalar surelerde kendini açıkça belli ediyor. Ama buna rağmen bütün ayetlerin altından bir dip akıntısı gibi, tüm zamanlar ve zeminler üstü her bir insana ahlaki bir öğüt, ahlaki bir hisse veriliyor. Biz gerek iktidara, gerek muhalefete değinen Kur’an ın ayetlerinde hep bir dip akıntısı gibi ahlaki bir hedef buluyoruz. İnsanoğluna çok daha iyi bir senaryo yazabilmesi için muhteşem bir model veriliyor. İşte bu modelin iktidara ilişkin boyutlarını işleyen bir sure ile karşı karşıyayız. Yani güç ahlakı mı, ahlakın gücü mü. Bu sorunun cevabını birazdan öğreneceğiz. Bu özetten sonra surenin tefsirine geçebiliriz.

 

            “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

            “BismillahirRahmanirRahıym

            1-) Elleziyne keferu ve saddu ‘an sebiylillâhi edalle a’malehüm;
Hakikat bilgisini inkâr edenler ve Allâh yolundan alıkoyanlar, yaptıkları boşa gidenlerdir! (A.Hulusi)

            01 – Onlar ki küfretmekte ve Allah yolundan yüz çevirmektedirler, Allah amellerini boşa gidermektedir. (Elmalı)

 

            Elleziyne keferu ve saddu ‘an sebiylillâhi edalle a’malehüm inkarda direnen ve Allah yolundan alıkoyanların yapıp ettiklerini O boşa çıkaracaktır. Yani tek dünyalı oldukları için tüm iyilikleri dünyevi çıkar gözeterek yapmışlardır ya onlar, Ahirete inanmıyorlar, bazıları bazılarının derdine düşer, falanca ahirette ne olacak diye. O falanca; ahirette ne olacağını hiç kendisi düşünmemiş, sizin onun derdine düşmenize gerek yok ki. Kişi inanmadığı bir yerden ne bekleyebilir ki. İnanmadığı bir ahirete yatırım yapabilir mi, inanmadığı bir yere yatırım yapabilir mi?

            Dolayısıyla dünyada yatırım yapmışlar ve dünyaya yatırım yapmışlardır. Dünyevi karşılık beklemişler ve karşılığını almışlardır. Onun içinde tek dünyalıların ahiretten bir beklentisi olamaz. İsterse iyilikler yapmışlar olsun. İnanmadığı bir ahirete yatırım yapmamıştır ki orada alacağı olsun. Önce iman, kişi iman etmediği bir yere yatırım yapmaz. Kişi güvenmediği bir yere yatırım yapmaz.

            Bir önceki surenin 20. ayeti yine burada gündeme geliyor. Biraz önce o ayete dikkat çekmiştim. Ahkaf suresinde ki 20. ayete. ezhebtüm tayyibatiküm fiy hayatikümüd dünya vestemta’tüm Biha.(Ahzab/20) siz dünya hayatının tüm güzelliklerini dünyada tükettiniz, hepsini bitirdiniz ve onları tüketime elverişli geçici bir haz haline dönüştürdünüz. Yani dünyada elinize imtihan için ne verilmişse onları bir sınav aracı olarak değil, bir tüketim aracı olarak gördünüz. Ve size açılmış tüm ilahi krediyi hovardaca tükettiniz diyor. Oysa ahirette karşılaşmak için bu krediyi yatırıma dönüştürmeniz gerekiyordu. Üretime dönüştürmeniz gerekiyordu. Siz ise tüketime elverişli hale getirdiniz. İşte Allah’ın yolu; ‘an sebilillah yolundan alıkoymak bu anlama geliyor. Allah’ın verdiği değerleri tüketmek ve başkalarının da tüketmesi için kötü model olmak, ibretlik bir model olmak.

            Sebilillah; Allah’ın yolu. Herkesin bir yolu var, Allah’ın da bir yolu var. Allah’ın yolundan bahsedilen her ayette zımnen insana; Ey yolcu denilmiş olur. Ey yolcu, ey insan sen yolcusun, yolcu yolunda gerek, kalk ve yola revan ol. Eğer sonu mutlulukla biten bir yolculuk istiyorsan, senin mutluluğunu isteyen Allah’ın yoluna koyul. Allah insanı asla kıskanmaz. Unutma, insan ne kadar gelişir, ne kadar büyür, ne kadar varlık sahibi olursa olsun hiçbir zaman Allah kadar olamayacak. O halde Allah hiçbir zaman kendisiyle boy ölçüşemeyecek insanı kıskanmaz. Ona şefkat, rahmet ve merhamet eder. Allah’ın merhametinden payınızı alın, bu yola girin ve Allah’sız yapamazsınız, Allah’ın rahmetinden payınızı isteyin, alın. Biz bunu görüyoruz zımnen bu ayette.

            Burada saddu ‘an sebilillah, Saddu ‘an, ‘an harfi cedide ile kullanıldığında hem sudud dan, hem sad dan gelebilir, mastardan türetilebilir bu kelime. Eğer Sudud dan türetilmişse, Allah’tan yüz çeviren, Allah’ın yolundan manasına, lazım manasına. Ama sad mastarından türetilirse Allah’ın yolundan başkalarını çeviren, yani müteaddi, geçişli bir anlam kazanır. Her ikisi de mümkin tabii ki.

 

            2-) Velleziyne amenû ve amilüs salihati ve amenû Bima nüzzile alâ Muhammedin ve HUvel Hakku min Rabbihim, keffere anhüm seyyiatihim ve asleha balehüm;
İman edip imanın gereğini uygulayanlar ve Muhammed’e inzâl olana -ki O, Rablerinden (gelen) Hak’tır- iman edenlere gelince, (Allâh) onların kötülüklerini onlardan örttü; hâllerini ıslah etti. (A.Hulusi)

            02 – Ve onlar ki iman etmekte ve salih salih ameller işlemekte ve Muhammed’e indirilene iman eylemektedirler – ki rablerinden gelen hak da odur – taraflarından kabâhatlerini örtmekte ve hal-ü şanlarını düzeltmektedir. (Elmalı)

 

            Velleziyne amenû ve amilüs salihati ve amenû Bima nüzzile alâ Muhammedin ve HUvel Hakku min Rabbihim bir de imanda sebat eden, iyilik yapan ve rableri tarafından Muhammed’e indirilen hakikate inananlar var.

            Evet, bu ayette Resulallah’ın mübarek ismi geçiyor. Kur’an da 4 yerde Resulallah’ın ismi geçer. 4 ayrı sure bunlar. Ama iniş sürecinde ilk geçtiği sure Muhammed suresidir. Muhammed; Övülmüş manasına gelir. övülmüş, övgüye mazhar olmuş, övgüyü hak etmiş manasına gelir. Bu isim Resulallah’a konulduğu dönemde bu isimde bir peygamber beklendiğine dair bölgede bir takım beklentiler olduğunu biliyoruz. Onun içindir ki şifa yazarı Resulallah’a bu ismin verildiği dönemde 6 kişiye daha bu ismin beklenen nebi bu olabilir, bu olsun, keşke bu olsa gibi bir temenni ile bu ismin verildiğini ve bu ismin verildiği kimseleri tek tek sayar. Çok yaygın bir isim değil Fakat artık bu beklentinin ayyuka çıktığı bir dönemde beklenen nebi bizden olsun diye aileler çok ender de olsa bu ismi koymuşlardır.

            Efendimizin ismi daha önceki kaynaklarda yer almıştır. Çünkü bu açıklamalar böyle bir şeyi gerektiriyor. Yani böyle bir beklenti nerden doğuyor. Daha önceki kaynaklarda yer aldığı için doğuyor. Özellikle Tevrat’ta ve incil’de. İncil’de ki evdokya, Abdülahad Davud’un, bir Süryani papaz iken Müslüman olan ve İncil’in aslı Aramice’den, yani ilk asıllarını bulup onlar üzerinde çalışma yaparak Resulallah’ın isimlerini etimolojik tahlilleri ile sayfalar boyunca tetkik ve tahlil eden bir eser ortaya koymuştur bu zat ve bu zatın etimolojik tahlil ederek, tahlil yaparak Resulallah’ın adına tekabül ettiğini söylediği asıl İncil’in ana dilinde, Aramice de ki evdokya nın Ahmed ve Muhammedin karşılığı olduğunu söyler. Titiz bir tahlildir Abdülahad Davud’un yaptığı tahlil.

            Yine Zerdüştlüğün ana metinlerinde Zendavesta da Asdvads erreta tamlaması tam da Muhammed anlamına gelmektedir.

            Yine Hindu kutsal metinlerinden Bhavişya Puran da ki, ki Bombay baskısında bu, Tam karşılığı Muhammed olan bir peygamber müjdelenir. Bu yine sonradan Müslüman olmayı kabul etmiş bir Hindu bilgininin bir başka Müslüman bilginle birlikte ortaklaşa yazdıkları eski kutsal metinlerde Resulallah’ın varlığına ilişkin kitapta yer alır.

            Yine mantralarda astuh işyateh diye bildirilen bir mandranın tam karşılığının Muhammed, Arapça da Muhammed ismine tekabül ettiğini söylerler. Ki ben burada sadece birkaç örnek aldım. Bir çok örnekle eski metinlerde İsmi Muhammed olan bir peygamberin geleceği müjdelenir. Doğu ve ehli kitabın kutsal metinlerinde. Dolayısıyla böyle bir beklentinin kaynağını anlamış oluyoruz böylece.

            keffere anhüm seyyiatihim ve asleha balehüm Allah onların günahlarını silecek tasavvur ve akıllarını vahiy ile inşa ve ıslah edecektir.

            Evet, ilahi bir inşa projesi Kur’an ın tasavvur ve aklı nasıl inşa ettiği ile ilgili açık bir ayetle karşı karşıyayız. Ayette ki bael; O düzelince insanın her eyleminin düzeldiği, bozulunca her eylemin  bozulduğu ana merkez anlamına gelir. Biz buna tasavvur diyoruz. Akıl, kalp karşılığını verenlerde var dilciler içerisinde. Vahiy bir inşa projesi, eylemlerimizi inşa eder. Ama doğrudan inşa etmez. Çünkü eylemlerimizi aklın üstüne bina ederiz. Nasıl düşünüyorsak öyle yaparız. İnsan düşündüğünden farklı yapmaz. İnsan aklından farklı yapmaz. Aklımız eylemimizin merkezidir.

            Peki ya aklımızın merkezi? Eylemimizi aklımız üretiyor, ya aklımızı ne üretiyor diye soracak olursak bir tek noktaya bakmamız gerekir; Tasavvur.. Aklı tasavvur üretir. Akıl hüküm verir. Bu iyidir, şu kötüdür. Bu kardır, şu zarardır. Bu yücedir şu alçaktır. Bu dosttur, şu düşmandır. Bu kalıcıdır, şu geçicidir. Akıl bu hükmü verdikten sonra başların o konuda iş yapmaya. Bu kârdır deriz ve kâr etmeye çalışırız. Bu düşmandır deriz ona karşı korunmak için hazırlık yaparız. Bu dosttur deriz ona yaklaşmaya çalışırız. Bu zarardır deriz ondan uzaklaşmaya çalışırız.  Yani akıl önce hüküm verir, sonra tüm beden aklın verdiği o hükmün uğrunda iş üretir, eylem üretir.

            Peki akıl hükmü neyle verir? Kâr, zarar, iyi, kötü, doğru, yanlış, büyük küçük, güzel, çirkin,i dost düşman. Yani hayatımızı üzerine kurduğumuz hükümlerin üzerine kurulduğu kavramları nereden alırız? Tasavvurdan alırız. İşte o tasavvuru kim inşa ediyorsa o insanı o terbiye etmiştir. Tasavvurunu vahyin inşa ettiği insanı Allah terbiye etmiştir. Bu manada vahiy ilahi bir inşa projesidir. Muhatabının tasavvurunu inşa etmek için inmiştir.

            Vahiy tasavvurları inşa eder ve ilk inşa ettiği tasavvur, Hz. Peygamberin tasavvurudur. Tasavvur kilo ve metreye benzer. 80 cm.lik bir metreyle ölçüp alan, ölçüp satan insan ya aldanıyor, ya aldatıyor, ya da hem aldanıyor, hem aldatıyor demektir. Kiloya benzer 900 gr. La alıp satan insan hem aldanıyor, hem de aldatıyor demektir. Dolayısıyla tasavvurumuz aşınmamış tam bir metre, aşınmamış tam bir kiloyu bize aşınmamış biçimde muhafaza etmenin yolunu gösterir vahiy. Vahiy tasavvuru aşınmamış ölçülerle inşa eder. İşte vahiy bir tasavvuru inşa ederse artık o tasavvurun elinde inşa olan dünyada ihya olur. Hayatta ihya olur. yoksa o hayat ifna olur, o hayat mahvolur. O hayat heba olur.

 

            3-) Zâlike Bi ennelleziyne keferuttebe’ul bâtıle ve ennelleziyne amenüttebe’ul Hakka min Rabbihim* kezâlike yadribullahu lin Nasi emsâlehüm;
Bu böyledir; çünkü hakikat bilgisini inkâr edenler, geçersiz fikirlere tâbi oldular! İman edenler ise Rablerinden Hakk’a tâbi oldular… İşte böylece Allâh insanlara onların (iki grubun) misallerini veriyor. (A.Hulusi)

            03 – Bunun sebebi çünkü küfredenler kendilerini bâtıla uydurmakta, iman edenler ise rablerinden gelen hakka uymaktadırlar, işte Allah insanlara kılıklarını böyle tanıtır. (Elmalı)

 

            Zâlike bu böyle olacaktır. Bi ennelleziyne keferuttebe’ul bâtıl çünkü küfürde direnenler amaçsızlık ve anlamsızlığın peşine takılmışlardır. ve ennelleziyne amenüttebe’ul Hakka min Rabbihim imanda sebat edenlerse rablerinden gelen hakikate tabi olmuşlardır.

            Evet, Hakk ve batıl; anlam ve anlamsızlık. Amaç ve amaçsızlık. Hakk, anlam ve amaç; Batıl; anlamsızlık ve amaçsızlık. Dolayısıyla batılın peşinden gidenler hayatı anlamsızlaştıranlar ve amaçsızlaştıranlardır. Hayatın içini boşaltanlardır. Hayatın içeriğini yok edenlerdir. Değer düşmanlarıdır onlar. Her küfür bir değer düşmanlığıdır.

            kezâlike yadribullahu lin Nasi emsâlehüm işte Allah insanlara kendi durumlarını böyle açıklamaktadır.

 

            4-) Feizâ lekıytümülleziyne keferu fedarberrikab* hattâ izâ eshantümuhüm feşüddül vesâka, feimma mennen ba’dü ve imma fidaen hattâ teda’al harbü evzareha* zâlik* velev yeşaullahu lentesare minhüm ve lâkin liyeblüve ba’daküm Bi ba’d* velleziyne kutilu fiy sebiylillâhi felen yudılle a’malehüm;

            (Savaşta) hakikat bilgisini inkâr edenlerle karşılaştığınızda, boyunlarını vurmaya bakın! Nihayet onlara ağır bastığınızda, bağı takviye edin (esir alıp bağlayın)! Ondan sonra yapılacak olan, lütfen karşılıksız salıvermek ya da fidye mukabilinde bırakmaktır! Harp ağırlıklarını bırakıncaya kadar! İşte bu! Eğer Allâh dileseydi, elbette onlara yaptıkları suçun sonucunu (azap yollu) yaşatırdı! Fakat bazınızı, bazınızda olarak denemek için (savaşı koydu). Allâh yolunda öldürülenlere gelince, onların yaptıkları asla boşa çıkartılmaz! (A.Hulusi)

04 – Onun için küfredenlerle muharebeye tutuştunuz mu hemen boyunlarını vurmaya bakın, tâ kuvvetlerini derinden kırıp tepeleyinceye kadar, o vakit da bağı sıkı basın, ondan sonra da ya azâd ya fidye, ta harp ağırlıklarını atana kadar, bu böyle, gerçi Allah dilese elbette onlardan öç alıverir ve lâkin sizi yekdiğerinizle imtihan edecek; Allah yolunda katledilenlere gelince amellerini aslâ boşa gidermez. (Elmalı)

 

Feizâ lekıytümülleziyne keferu fedarberrikab artık küfürde direnenlerle savaşta karşılaştığınızda hemen boyunlarını vurun.

Kur’an da savaş hakkında böylesine net, keskin biçimde gelen ilk ayet bu olsa gerektir. 1. ayete dayanarak tabii ki, Allah yolundan alıkoyan iman ve özgürlük düşmanlarıyla savaşta karşılaştığınızda. Yoksa yolda karşılaştığınızda falan değil. Çarşıda pazarda, markette karşılaştığınızda değil. Burada öyle bir şeyden söz edilmiyor. Burada sıcak bir savaştan söz ediliyor. Bunu doğru anlamak gerekiyor.

hattâ izâ eshantümuhüm feşüddül vesâk nihayet kızışmış bir savaşın sonuna dayandığınızda durmayın kalanların ipini sımsıkı bağlayın, iplerini sıkılayın. Bu imadan da anlaşılacağı gibi savaşta esir almanın hükmüne ilişkin bir ibare.

Eshane; Enfal/67. ayetinde çok ayrıntılı bir biçimde açıkladığımı hatırlıyorum. Kızışmış bir savaş anlamına geliyor ve bu ibare de böyle bir savaşta ille de muhatapların hep öldürülmesi gerekmediğini, esir alınması gerektiğini. Niçin esir alınması gerektiğini? Hemen arkadan gelen ibare bunu açıklıyor, hem de güzel açıklıyor;

feimma mennen ba’dü ve imma fidaen hattâ teda’al harbü evzareha fakat daha sonra ya bir lütuf olarak karşılıksız, ya da bir fidye karşılığı serbest bırakın ki savaş tüm yükünü atarak bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kalksın.

Çok harika bir savaş hukuku çerçevesi çiziyor ayet. Savaşın bütün sonuçlarıyla ortadan kalkması, barışın gelmesi için esir alın. Ama niçin? 1 – Esirleri öldürmek için değil, 2 – köleleştirmek için hiç değil. Ya fidye karşılığı, ya da karşılıksız. Sonunda onları bırakın. Bunun amacı savaşın katliama dönüşmesini önlemek, ikincisi de köle kaynaklarından en büyüğünü kurutmak bu ayetin özü bu.

Tabii bu ayet üzerinde dururken özellikle savaş esirleri hukukunun İslam’da ki yeri konusunda uzun uzadıya durmak belki gerekir. Fakat zamanımız buna elverişli değil.

İslam’ım savaş esirleri konusunda ki çerçevesini bu ayet zaten çok güzel çiziyor. Esir, savaşı bitirmek için alınır. Köleleştirmek için değil. Burada özellikle savaşı bir katliama, bir soy kırıma dönüştürerek, madem savaşa girdiler, hepsini bire kadar yok edelim şeklinde bir anlayışı zımnen yasaklıyor bu ayet. İkincisi Onları esir alın, yani ölü ele geçirildiler falan değil, esir alın, yani onları mümkin olduğunca canlı olarak muhafaza edin ve esir aldıktan sonra da barışı tesis edin. Sırf barışı tesis etmek için esir alın. Çünkü adı barış olan bir din adına savaşıyorsunuz. İslam adına Allah yoluna savaşıyorsanız, karşınızda kini öldürmek değil diriltmek olmalı hedefiniz ve ondan sonra da ya fidye karşılığı, ya da karşılıksız bırakın. Tabii esir takası da bunun içine giriyor tüm fakihlere göre.

Ama ayetten anladığımız açık hakikat şu Köleleştirmeye burada herhangi, bir izin ve ima yok. İstirkak yani, köleleştirmek. Köleliğin 4 kaynağı vardı cahiliye de.

1 – Bir numaralı kaynağı savaştı. Savaş esirleri köleleştirilirdi. Sadece bölgede değil tüm dünya da köleleştirilirdi. Roma da, Yunan da, Pers de ve diğer tüm beldelerde, uygarlıklarda böyle yapılırdı.

2 – Bölgede ki kölelerin ikinci kaynağı kölelerin çocukları idi. Bunlar ya miras yoluyla elde edilirler, ya da köle pazarlarında satın alınarak elde edilirlerdi. Yani kadiym durumu köle olarak gelmiş olanların nesilleriydi.

3 – Hür insanların baskınlar sırasında haramice ele geçirilip köle diye satılmasıydı. Hz. Zeyd böyle köle yapılmıştı. Aslında hürdü. Resulallah onu kendisine hediye edildikten hemen sonra azad etti. Efendimiz ömrü boyunca 63. köle azad etmişti. Bu adeta her yılını azad etmek, her yılını bir insan azad etmek gibi muhteşem bir ahlaki sonuç getiriyordu. Yani ömrümün her yılına bir insanın özgürlüğünü kazandırdım. Hatta Köle azad etmenin Allah katında ki büyük değeri ile ilgili ayetler geldiğinde sahabe köle azad etmek için yarışa giriyor, bazı sahabelerin 10.000 köle azad ettikleri kayıtlara geçiyor.

Bu ne idi? Vahyin, köleliğin kökenini kurutmak için muhteşem bir plan geliştirdiği ve toplumsal bir yaraya dönüştürmeden ucu açık bir parantezle bu planı yürürlüğe koydu ve bu planın vahyin sona ermesinden sonra da devam etmesi gerektiğini müntesiplerine ve bağlılarına ihsas ve ima ediyordu.

4 – Dördüncü köle kaynağı ise faizle borç alan insanlar, faizlerini ödeyemiyorlar, kat kat oluyor Kur’an ın ifadesi ile ..ad’afen mudaafeten.. (A. İmran/130) oluyor ve en sonunda faizle borç alan insan kendini köle olarak tefeciye veriyordu ve tefeci de faiz karşılığında borç alan bu insanı köle diye ya kullanıyor ya da satıyordu.

Bu kaynakların hepsini Kur’an kuruttu. Bir tek Kur’an la köle olarak ifade edilenler ev ma meleket eymanüküm… (Nisa/3) yani zaten köle sınıfı içerisinde olup babadan evlada geçen ve o anda hizmetçi statüsünde olan insanların hukukunu düzenledi ve onları da 4 şekilde diğerlerinin kaynağını kurutup kapattıktan sonra elde mevcut ev ma meleket eymanüküm yani sağ ellerinizin meşru bir biçimde sahip olduğu köleler diyerek o sınıfı da 4 şekilde kuruttu.

1 – Bazı ibadetlerde kefaret olarak köle azadını getirmekle. Mesela zıhar kefareti için köle azad edilir. Mesela hataen adam öldürmede köle azad edilir. Mesela hacda işlenen bazı cinayetlerin kefareti köle azadıyladır. Bunun gibi.

2 – Bazı ayetler köle azadını bir ibadet olarak gördüler ve mü’minlere köle azad etmeleri gerektiğini, özgürlüğe kavuşturmaları gerektiğini Fekkü rekabe. (Beled/13) en büyük eylem olarak sunuldu. Yani kölenin boğazının özgürlüğe kavuşturulması. Bunun gibi uygulamalarla da köle azadı İslam’da özendirildi ve köleliğin köküne kibrit suyu dökülmek için uzun vadede harika bir düzen getirilmiş oldu.

zâlik böyle yapın işte böyle yapın velev yeşaullahu lentesare minhüm ve lâkin liyeblüve ba’daküm Bi ba’d ve eğer Allah dileseydi onların hakkından bizzat gelirdi. Fakat bunu yapmadı ki siz birbirinizle sınanabilesiniz.

velleziyne kutilu fiy sebiylillâhi felen yudılle a’malehüm Allah yolunda öldürülenlere gelince, evet onların yaptıklarını asla zayi etmeyecektir Allah.

 

            5-) Seyehdiyhim ve yuslihu balehüm;
Onları hakikate erdirecek ve onların hâllerini düzeltecektir! (A.Hulusi)

05 – İleride onları Muratlarına irdirir, ruhlarını şâd eder. (Elmalı)

 

Seyehdiyhim ve yuslihu balehüm onlara cennetin yolunu gösterecek ve kalplerini huzura kavuşturacaktır.

 

            6-) Ve yüdhılühümül cennete arrefeha lehüm;
Onları, kendilerine tarif ettiği (bu savaş süreci sonunda) cennete dâhil edecektir! (A.Hulusi)

06 – Ve kendilerini Cennete koyar, onu onlar için güzel kokularla donatmaktadır. (Elmalı)

 

Ve yüdhılühümül cennete arrefeha lehüm ve onları kendilerine tarif ettiği yani dünyada iken kendilerine tarif ettiği cennetine sokacaktır.

 

            7-) Ya eyyühelleziyne amenû in tensurullahe yensurküm ve yüsebbit akdameküm;
Ey iman edenler! Eğer siz Allâh’a yardım ederseniz (O) size yardım eder; ayaklarınızı sâbit kılar! (A.Hulusi)

07 – Ey o bütün iman edenler! eğer siz Allaha yardım ederseniz o size nusret verir ve ayaklarınızı kaydırmaz. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû in tensurullahe yensurküm ve yüsebbit akdameküm ey imanda sebat edenler siz Allah’ın davasına yardım ederseniz, Allah’ta size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz. Allah’a yardım, O’nun davasına yardımdır. Ya eyyühen Nasu entümül fukarâu ilAllâh. vAllâhu “HU”vel Ğaniyyül Hamiyd (Fatır/15) Evet, Allah ise kendi kendine yetendir, ama siz Allah’a muhtaçsınız diyordu ya.

Allahın dinine yardım etmek aslında kendisine yardım etmesinden başka bir şey değildir. Rabbim kendi dinine yardım edip, Allah’ın yardımını hak edenlerden kılsın.

[Ek bilgi; MUHAMMED/6-7 AYET TEFSİRİ

(25.30 den itibaren)Allah’a yardım ederseniz..! Allah’ın bizim yardımımıza ihtiyacı var mı? Yardıma ihtiyacı olan bir varlık Allah olamaz. Demek ki eksikliği var ki yardım istiyor. Aslında değerlendirdiğimiz zaman böyle değerlendirmek lazım. Ama buradaki yardım kelimesi, değerli kardeşlerim Allah-u teala kulundan birkaç konuda yardım ister.

Bunlardan bir tanesi fakirin elinden tutmaktır, yardım etmektir. Allah-u Teala bunu kendisine yardım olarak kabul ediyor. Kur’an da 4 tane ayet vardır Allah-u teala fakire yardım etmeyi kendisine borç para vermek olarak kabul ediyor ve kendisi bizzat istiyor. Diyor ki kim verecek bana borç para. Ben verdim sana bu rızkı, bana borç para ver diyor. Ama ben sana kat kat vereceğim onu.

enzelleziy yukridullahe kardan hasenen feyudaıfehu lehu ad'afen kesiyreten. (Bakara/245)

Soruyoruz şimdi ayeti kerimeye nasıl borç para vereceğiz Allah’a şimdi? Allah’a borç para verilir mi? Fakir kuluma yardım ettin mi bana borç para vermiş gibi oldun. Bak şimdi ne kadar önemli tutuyor bu işi. Başka hiçbir ibadette yoktur bu.

1 - Demek ki ne oluyor bir insanın fakirin derdini sorması ve ona yardım etmesi Allah’a borç para vermiştir ve Allah’a yardım etmiş gibidir. Borç para vermek yardım etmek değil mi? İşte birincisi bu. Allah’a yardım etmek.

2 - Allah yolunda mücadele verilirken o orduya yardım etmek. 1. manası budur zaten. Allah’ın uğruna verilen mücadelede o askere o ordunun techizatlanması için yardım etmek. Bu milletin namusunu koruyan, bu milletin dinini koruyan, camisini koruyan insanlara yardım etmek mecburiyetindeyiz. Bunu Allah kendisine yardım olarak kabul ediyor.

3 – İnsanların cehaletini ortadan kaldırmak en büyük yardım Allah’a Yani öğretim olayı, eğitim olayı. Eğitim olayına yardım etmek, bir insan yetiştirmek, bir insanın beynine bilgiden bir şeyin gitmesi için müessese kurmak, yardım etmek, yatırım yapmak bu Allah’a yardımdır. En büyük yardımlardan biridir. Çünkü Allah-u telanın Kur’an ı kerimi göndermesi, böyle bir okulu kurması, Kur’an bir okuldur biliyorsunuz, bir üniversitedir. Böyle bir üniversiteyi niye kurdu Allah’u telala? İnsanların cehaletini gidermek için, yanlış hareketlerini gidermek içindir değil mi? Bu Kur’an ı kerim in insanların kafasına gitmesi, oraya nur saçması için yatırım yapmak Allah’a yardım etmektir.

Şimdi anlaşıldı mı  ne demek yardım olduğunu. Allah’u telalanın bize yardıma ihtiyacı yok aslında Fakat Allah’u telalanın koyduğu prensipleri yaşatmak için verilen mücadele veya yapılması gereken yatırımları yapmak Allah’a yardım etmektir.

Ama diyor Allah’u tela, siz bu yardımı yaparken size yardım edeceğim ha diyor. Karşılıklı bu iş yani. Benim yardımımı istiyorsan sen de yardım edeceksin diyor Allah’u tela. Önce kul yardım edecek sonra ben. Öyle koymuş sistemi. Bak şimdi diyor ki; ..in tensurullahe.. (Muhammed/7) önce sen Allah’a yardım edeceksin ..yensurküm.. O da yardım edecek size. Demek ki Allah’u telanın lûtfunu, ihsanını istiyorsa bu insanlık, önce kendisi, kendisine çeki düzen verecek. Kendisine düşen vazifeyi, görevi yapacak… (Devam ediyor) (Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı- Muhammed/7 tefsiri video)]

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.



İslamoğlu Tef. Ders. MUHAMMED (08 – 38) (160)

$
0
0

231

 

 “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

                “BismillahirRahmanirRahıym

 

Sevgili Kur’an dostları bugünkü dersimize Muhammed sure-i Celilesinin 8. ayeti ile devam ediyoruz. Her ne kadar geçen ders 8. ayeti de işlemişsek de bugün başlayacağımız pasaj o ayeti birlikte okumamızı gerektirdiği için bir kez daha meallendirmek istiyorum.

 

8 -) Velleziyne keferu feta’sen lehüm ve edalle a’malehüm;
Hakikat bilgisini inkâr edenlere gelince, yüzleri üzere düşüp helâk olmak hakkıdır onların! (Allâh) onların yaptıklarını boşa çıkartmıştır! (A.Hulusi)

08 – Küfredenler ise yıkım onlara ne yapacaklarını şaşırtmaktadır. (Elmalı)

 

Velleziyne keferu küfürde direnenlere, küfürde ısrar edenlere gelince feta’sen lehüm ve edalle a’malehüm artık onları helak edici bir yıkım beklemektedir ve O, yani Allah yaptıklarını boşa çıkaracaktır. Küfürde direnenlerin iyilik yapmaları elbette mümkin, elbette iyilik yapmışlardır. Fakat onlar yaptıkları iyiliklerin karşılığını dünyada bekleyerek iyilik yapmışlardır. Onlara zaten inanmadıkları ve dolayısıyla bir karşılık beklemedikleri ahirette nasıl bir karşılık verilebilir ki. Onlar bekledikleri dünyada karşılığını almışlardır. O nedenle inanmadıkları bir ahirette karşılık almaları söz konusu değildir.

 

9-) Zâlike Bi ennehüm kerihu ma enzelAllâhu feahbeta a’malehüm;
Bunun sebebi şudur: Onlar Allâh’ın inzâl ettiğini nahoş gördüler… Bu yüzden (Allâh da) onların yaptıklarını boşa çıkarttı. (A.Hulusi)

09 – Öyle, çünkü onlar Allahın indirdiğini hoşlanmamışlardır, o da onların bütün amellerini heder etmektedir. (Elmalı)

 

Zâlike Bi ennehüm kerihu ma enzelAllâh bunun nedeni onların Allah’ın indirdiğinden nefret etmeleridir. Evet, açık ve net. Vahiyden nefret, aslında sorumluluktan nefrettir. Vahiyden nefret aslında rahmetten nefrettir, merhametten nefrettir. Vahiyden nefret vahyi gönderenden nefrettir. Dolayısıyla vahiyden nefret eden biri vahyin sahibinden nasıl ahiret ödülü bekler, beklemeye hakkı olur ki. O nedenle boşa çıkacaktır onların yaptıkları.

feahbeta a’malehüm işte bu yüzden boşa çıkacaktır yaptıkları.

 

10-) Efelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kablihim* demmerAllâhu aleyhim*ve lil kafiriyne emsâlüha;
Arzda seyretmediler (gezip dolaşmadılar) mi ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl oldu! Nazar edip (akıl gözü ile ders alarak) görsünler! Allâh onları dumura uğratmış! Bu hakikat bilgisini inkâr edenlere de onların benzerleri söz konusudur! (A.Hulusi)

10 – Ya Yer yüzünde bir gezmediler mi? Baksalar a kendilerinden evvelkilerin akıbetleri ne olmuş? Allah üzerlerinden tedmir eylemiş, o kâfirlere de öylesi yaraşır. (Elmalı)

 

Efelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kablihim* demmerAllâhu aleyhim Onlar yeryüzünde hiç dolaşmadılar mı? Gezmediler mi? Görmediler mi? Kendilerinden önceki günahkârların sonlarının ne olduğunu. demmerAllâhu aleyhim Allah onları yerle bir etti, mahvı perişan etti. Kendilerinden önce inkârda direnenler Allah’ın gazabına uğradılar. Şöyle bir çıksın baksınlar, insanoğluna ebedi iktidarın verilmediğini, Malik el Mülk olanın, mülkün yegane sahibinin Allah olduğunu görmek isteyenler şöyle çıkıp bir baksınlar. Geçmişten bu güne kalan surlara baksınlar, şehirlere baksınlar, kalın kalın sur duvarlarına baksınlar. İnsanoğlu bunu nasıl yapar dedikleri kadiym yapılara baksınlar. O yapıları yapanların yerlerinde yeller esmiyor mu?

Şimdi onlarda geriye ne kaldı. Şimdi onlardan geriye kim kaldı. Bu binyıl sonuna dek, sonsuza dek yaşama iddiaları ile yer yüzünde iktidar kuranlardan geriye ne kaldı. Bir baksınlar, eğer bu gözle bakarlarsa hepsinin yerle yeksan olduklarını görürler, geriye Allah kaldı derler.

 ve lil kafiriyne emsâlüha bu vahyin muhatabı olan şu zamanın kafirleri de böyle bir sonu beklemektedirler. Yani onların başına gelecek olanda bu gibi bir şeydir, bunun örneğidir. Dolayısıyla bunun benzerini beklemektedirler başka bir şeyi değil. Yani hayatınız kimlere benziyorsa, akıbetiniz de onlara benzer. Önünüz kim gibiyse sonunuz da onlar gibi olur. Firavun gibi yaşayıp Musa gibi ölmek var mı? İbrahim gibi yaşayıp Nemrut gibi ölmekte yok. Dolayısıyla İbrahim gibi yaşamak, İbrahim gibi ölmenin ve İbrahim gibi ebedi gülmenin garantisidir. Nemrut gibi yaşayıp ahirette İbrahim gibi karşılanmayı beklemek hakikatle dalga geçmektir. Suyu getirenle testiyi kıranın bir tutulmasını beklemektir. İyi ile kötü arasındaki farkı yok saymaktır. Bu, bir insanın hakikate yapacağı en büyük zulümdür.

 

11-) Zâike Bi ennAllâhe Mevlelleziyne amenû ve ennel kafiriyne lâ Mevlâ lehüm;
İşte (gerçek durum) bu! Allâh, iman edenlerde Mevlâ’dır! Hakikat bilgisini inkâr edenlere gelince, onların mevlâsı yoktur! (A.Hulusi)

11 – Öyle, çünkü Allah iman edenlerin Mevlâ’sıdır, kâfirlere gelince onlar için Mevlâ yoktur. (Elmalı)

 

Zâike işte bu böyledir. Yani bu tartışılmaz. İyi ile kötü arasında ki fark tartışılmaz. Kötünün cezalandırılacağı, iyinin de ödüllendirileceği gerçeği tartışılmaz. Kötüye iyi muamele yapılmayacağı, iyiye de kötü muamele yapılmayacağı tartışılmaz. Allah’a sırt çevirenlerin akıbet ve ahiretlerinin perişan olacağı tartışılmaz. Suyu getirenle testiyi kıranın aynı tutulmayacağı tartışılmaz. Zalik; Bu böyledir, bu böyle biline, herkes bunu böyle bile.

Bi ennAllâhe Mevlelleziyne amenû çünkü, neden derseniz, neden bu böyledir derseniz çünkü Allah imanda sebat edenlerin dostudur. Kendisine düşmanlık gösterenlerinde düşmanıdır. Allah’ı düşman etmiş olanlar Allah’ı dost olarak bulamayacaklar. ve ennel kafiriyne lâ Mevlâ lehüm küfre saplananlarınsa, küfürde direnenlerinse dostu bulunmamaktadır. Çünkü onlar dünyada şeytanı kendilerine dost etmek için ebedi hayatta Allah’ın dostluğunu kaybetmişlerdir.

 

12-) İnnAllâhe yüdhılülleziyne amenû ve amilus salihati cennatin tecriy min tahtihel enhar* velleziyne keferu yetemette’une ve ye’külune kema te’külül en’amü vennaru mesven lehüm;
Kesinlikle Allâh, iman edip imanın gereğini uygulayanları, altlarından nehirler akan cennetlere dâhil eder… Hakikat bilgisini inkâr edenler ise (dünyadan, bedensel olarak) yararlanırlar ve en’amın (hayvanların) yediği gibi yerler! Ateş, onlar için kalacak yerdir. (A.Hulusi)

12 – Muhakkak ki Allah iman edip salih salih ameller işleyenleri altlarından ırmaklar akar Cennetlere koyacaktır, küfredenler ise zevk etmeğe bakarlar ve hayvanlar gibi yerler içerler, halbuki ateş ikametgâhı onların. (Elmalı)

 

İnnAllâhe yüdhılülleziyne amenû ve amilus salihati cennatin tecriy min tahtihel enhar şüphesiz Allah imanda sebat edipte salih amel işleyenleri, tabanından ırmakların çağladığı cennetlere koyacaktır. Öyle cennetler ki; Akıl, fikir ermez. Öyle cennetler ki insan tasavvur ve tahayyül dahi edemez. Güzelliğin üretildiği merkezler. Cennatü adn. Cennet, güzelliğin madeni, güzelliğin merkezi, kalıcı güzelliğin merkezi.

Bir önceki ayetle irtibatı var bu ayetin . Dostu Allah olanın akıbeti cennet olur diyor bu ayet. Cennete Allah sokar diyor, başka şey değil. Aynı zamanda zımnen bunları söylüyor. Yani iman eden ve salih amel işleyenleri Allah cennete sokacak. Dolayısıyla kişiyi cennete eylemi değil o eylemin değerini biçecek olan Allah sokacak.

Buradan belki şu kıyası yapmak mümkün. Bir ömürlük çabanızın karşılığı olarak boğaz kıyısında el kadar bir arazi alamazken, yeryüzünde ki hiçbir güzellikle kıyaslanamayacak kadar büyük bir güzellik olan, mutlak bir güzellik olan, güzelliğin üretildiği kaynak olan ve alanı, yüz ölçümü gökler ve yerler kadar olan Kur’an ın beyanıyla cennetleri, yeryüzünde ki bu kısacık bir ömürle nasıl alacağım diye soruyorsanız, almayacaksınız. Çünkü cennet bedel değil, ödüldür. Allah’ça bir ödüldür. Kul kul kadar yapar, Allah, Allah kadar yapar. Cennet Allah kadar ödüllendirmenin muhteşem bir ifadesidir.

velleziyne keferu yetemette’une ve ye’külune kema te’külül en’amü vennaru mesven lehüm Ama küfürde direnenler, yukarıda imanda sebat edenlerdi ayetin başı. Ayetin sonu ise küfürde direnenlere getirdi sözü. Küfürde direnenler geçici zevklerin peşine takılarak hayvanların yiyip içtiği gibi yiyip içerler de sonunda ateş onların meskeni olur.

Çok ilginç, Hayvanların yiyip içtiği gibi yiyip içerler. Kimler bunlar? yetemette’une. Aslında temette’ah bir güzelliği tüketime elverişli hale getirmek demektir. Tüketilebilir hale getirmek demektir. Yani geçici bir hazza dönüştürmek. Kalıcı bir güzelliğe dönüştürülmesi mümkünken, geçici bir hazza dönüştürmek. Ben bunu; Bir tohumu ekip meyvesini yemekle, tohumun kendisini yemek arasındaki farka benzetiyorum. Tohumu yemeniz de mümkün, tohumu ekip meyvesini yemeniz de mümkün. Tohumu yerseniz tohumu tüketmiş olursunuz Tohumu ekerseniz meyvesini yemiş olursunuz.

Allah’ın yer yüzünde insana sunduğu imkanları eğer yer yüzünü bir ekin olarak bilip Eddünya mezreatül ahire. (Hadis) Dünya ahiretin tarlasıdır hükmünce, siz dünyayı o tohumun çoğaltılacağı bir tarla olarak görürseniz ahirette biçersiniz. Fakat siz, size açılan o ilahi krediyi tüketirseniz tohumu yemiş olursunuz. Yani onu meta haline getirmiş, geçici bir hazza alet etmiş olursunuz.

Bu bakış açısı meselesidir, böyle yapmamanın garantili yöntemi ahirete iman etmektir. Öbür dünyanın varlığına iman etmeyen biri neden yer yüzünde ki hayatı ekin olarak görsün ki, neden eksin ki. İkinci bir dünyanın varlığına inanmıyorsa, dikeceğine de inanmayacaktır. Biçeceğine inanmadığı ekini eker mi kişi? Dolayısıyla biçeceğine inanmadığı için ekmediği bir ekinden ahirette bir şey beklemeye hakkı olur mu?

O nedenle hangi güzelliği koymuş olursa olsun ortaya, eğer bu dünyadan başka bir dünya olduğuna iman etmemişse, biçmek üzere ekmemiş insanın ahirette, ekmedim ama sen yine de bana ver demesine benzer. Ekmediğiniz bir şeyi talep edemezsiniz.

7. ayette ki in tensurullahe yensurküm eğer siz Allah’ın davasına yardım ederseniz o da size yardım eder ve yüsebbit akdameküm ve sizi ayaklarınızın üstünde sabit tutar, yani ayaklarınızı kaydırmaz ayetine bir atıf gibi geldi bana. Onda ifade edilenin zıddı aslında buradaki. Onda ifade edilen davası Allah olanın, derdi Allah olur. Derdi Allah olanın dermanı Allah olur. Kaygısı Allah olanı Allah’ta kaygı eder. Yani o da Allah’ın kaygısı olur. Fezkürûniy ezkürküm..(Bakara/152) budur. Siz beni kaygı edinin ki ben de sizi kaygı edineyim. Siz beni unutmayın ki ben de sizi unutmayayım. Siz beni anın ki ben de sizi anılacaklar listesinde tutayım.

İşte budur. Davası olmayan hayvanlaşır diyor ayet. Hayatın anlamı yitirilirse insanı insan eden fonksiyonlar atıl kalır. O zaman insan biyolojik varlığına indirgenir. Yani hayat insan için bir biyolojik hayata dönüşür. Dolayısıyla o diğer canlılardan farkı kalmayan biri olup çıkar. Yer, içer, uyur, çiftleşir ve ölür. Yani yemekhane, yatakhane, abdesthane ve iş hane arasında hortum olmak gibi bir basit işleve indirgenir.

Bu insanın kendi kendisine yaptığı en büyük hakarettir. Çünkü insan kendi türünün en üstünüdür. Çünkü insan kendisinden aşağı varlıklara nispetle değil, Allah’a nispetle anlaşılan ulvi, şerefli, ahseni takvim üzere yaratılmış muhteşem bir şah eserdir. İnsan ilahi bir şah eser oluşunu görmezden gelirse, kendisini bir solucanla, bir deniz yıldızıyla, bir sümüklü böcekle, bütün ömrü 60 – 65 gün olan bir sinekle eğer eşitlerse ona verilecek değerde ancak o kadar olur.

A. İmran/196-197 ayetlerini hatırladım;

Lâ yeğurrenneke tekallübülleziyne keferu fiyl bilad. (A. İmran/196) Doğrudan efendimiz A.S. a hitap ediyor vahiy. Şu ülkelerde gerine gerine, başlarını dike dike, bir elleri yağda bir elleri balda dolaşan kafirler seni aldatmasın. Yani onların böyle rahat yaşamaları seni aldatmasın.

Metaun kaliylün Bu çok geçici bir durum, kısa süreli bir zevk, kısa süreli bir saltanat, hepsi o işte. Gördüğünün hepsi o. Yani onların bir yatırımı yok. Kendilerine verilmiş tüm imkanı tüketen insanlar. Aslında onlara acımak lazım. Yarın eliboş kalacakları için. Kendilerine açılmış ilahi krediyi har vurup harman savurdukları için. Bir miras yedi gibi kötü hovarda bir miras yedi gibi mirası yedikleri için acımak lazım. Mirası yerken seyrederseniz sadece, belki imrenirsiniz. Fakat miras bitince ne olacak, bir de onu düşünün ve şimdiden acımaya başlayabilirsiniz.

Evet, Metaun kaliyl sümme me’vahüm cehennem* ve bi’sel mihad. (Bakara/197) Sonra dönecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir. Ayetini hatırladım.

 

13-) Ve keeyyin min karyetin hiye eşeddü kuvveten min karyetikelletiy ahrecetke, ehleknahüm fela nasıre lehüm;
Seni şehrinden çıkartan kuvvetçe daha güçlü nice şehir (halk) vardı! Onları helâk ettik (düşünün?)! Onlara yardım eden yoktu. (A.Hulusi)

13 – Seni çıkaran karyenden daha kuvvetli ne karyeler vardı ki biz onları helâk ettik de onları kurtaran yok. (Elmalı)

 

Ve keeyyin min karyetin hiye eşeddü kuvveten min karyetikelletiy ahrecetke, ehleknahüm fela nasıre lehüm ey peygamber seni yurdundan çıkaran toplumundan çok daha güçlü, kuvvetli, ve çok daha büyük olan nice yurtları helak etmişizdir de asla onlara yardımcı olan kimse olmamıştır.

Burada hicrete bir atıf var. Hatta bir rivayette eğer doğru ise bu sevr de inmiş bu ayet. Yani tam hicret sırasında. ..fenzur keyfe kâne akıbetül mücrimiyn. (A’raf/84)

Ya da biraz önce Efelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kablihim. (10) ayetine bir atıf. Onlar yer yüzünde gezmediler mi, öncekilerin nasıl helak olduğunu görmediler mi diyen ayete.

Sevr de geldiğini söyleyen rivayet doğru ise Bittim noktasında gelmiş bu ayet. Bu ayetin geldiği ortamı gözünüzün önünde canlandırabiliyor musunuz? Bittim noktası. Sevr dağı, sevr mağarası, Resulallah’ın bittim dediği yer. Oradan ötesi yok, Varabileceği son yer. Tırmanabileceği en yüksek tepe. Fiili ve fiziki olarak, coğrafi olarak ta öyle, o bölgede ki en yüksek tepe.

Oraya çıkmadan orada gelen yardım gelmez miydi? Soru bu. Yani Sevr’in tepesinde gelen yardım Sevr’in eteğinde gelmez miydi? Gelmez di. İlahi sünnet bu, ilahi gelenek bu. Bittim ya rabbi demeden yettim kulum yok. Bittiğinizi göreceksiniz. Acziyetinizi itiraf edeceksiniz. Alemlere rahmet olsanız da itiraf edeceksiniz. Ki yettim kulum diyecek. Ama bir şeyi hiç unutmayacaksınız ve zaten Alemlere rahmette O’nu hiç unutmadı. Ebu Bekir yanında ki yer yüzünün ufku için telaşlanırken; “Korkma ya Eba Bekir, Ey Ebu Bekir korkma diyordu. 3. sü Allah olan iki kişiye kim ne yapabilir ki.”

İşte bu Allah’ın sünnetinin farkında olmaktır. İşte bu güvendir, işte bu imanın ahlaki anlamda güvene dönüştüğü yerdir. O kadar güveniyordu ki 3. sü Allah olan iki kişiye hiç kimse bir şey yapamaz. Eğer buna iman etmişseniz sizi yer yüzünde bunaltacak hiçbir güç yoktur. Hiçbir güç köşeye sıkıştıramaz. Hiçbir güç pes ettiremez. Eğer buna iman ediyorsanız söylersiniz. Eğer güneş sağ elime ay sol elime konulsa vallahi ben bu davadan vazgeçmem. (Hadis) İşte bu ancak böyle bir imanla söylenebilir.

 

14-) Efemen kâne alâ beyyinetin min Rabbihi kemen züyyine lehu sûü amelihi vettebe’u ehvaehüm;
Rabbinden bir açık delil üzere olan; yaptığı yanlışlar kendisine süslendirilmiş (keyif verici algılatılmış) ve sonu boş heves ve arzularına tâbi olmuş kimseler gibi midir? (A.Hulusi)

14 – Şimdi rabbinden bir beyyine üzerinde bulunan kimse hiç o kötü ameli kendine süslü gösterilmiş de hevâ ve hevesleri ardına düşmüş kimselere benzer mi? (Elmalı)

 

Efemen kâne alâ beyyinetin min Rabbihi kemen züyyine lehu sûü amelihi vettebe’u ehvaehüm. Hiç rabbinden gelen açık bir delile dayanan kimseyle, kötü eylemleri kendisine güzel görünen ve keyfine göre davranan kimse bir olur mu? Aynı sayılır bir tutulur mu?

Evet, ne dersiniz bu soruya? Kalıcı güzelliğin üretildiği merkezi, yani cenneti hak eden insanla cehennemi hak eden insan aynı hayatı yaşar mı? Allah’a kul olmak, kendini denetlemektir dostlar. Açığı budur. Allah’a kulluk, kendini denetlemektir. Kendini denetleyemeyen iç güdülerine, heva ve hevesine, keyfine kul olur. Bu ayetin zımnen söylediği bu.

Allah’a kul olun derken Allah’ın bundan hiçbir çıkarı yok. Kendinizi denetleyin, kendinize kul olmayın. Heva ve hevesinize, iç güdülerinize kul olmayın, potansiyelinizi gerçekleştiremezsiniz, büyüyemezsiniz, içinize kıvrılırsınız. Totolojinin iç dünyanızdaki karşılığı olur bu. Yani kendi kendinizi referans gösteremezsiniz. Hakikate mutlaka kendi dışınızda bir referans göstermeniz lazım. Bu bir şeyi oynatmak için destek aldığınız yere benzer. Bir yerden destek almadan hiçbir şeyi oynatamazsınız. Dolayısıyla Allah’tan destek almadan yaşayamazsınız. Onun içinde heva ve hevesinize kul olmamak istiyorsanız, kul olacak kapıyı doğru seçin. Burada söylenen bu.

 

15-) Meselül cennetilletiy vu’ıdel müttekun* fiyha enharun min main ğayri asin* ve enharun min lebenin lem yeteğayyer ta’müh* ve enharun min hamrin lezzetin liş şaribiyn* ve enharun min ‘aselin musaffâ* ve lehüm fiyha min küllis semerati ve mağfiretün min Rabbihim* kemen huve halidün fiyn nari ve süku mâen hamiymen fekatta’a em’aehüm;
Korunanlara vaat olunan CENNETİN TEMSİL (misal – benzetme) yollu anlatımı şöyledir: Orada, bayatlamayan SU’dan nehirler, tadı bozulmayan SÜT’ten nehirler, içenlere lezzet veren ŞARAP’tan nehirler, süzme-saf BAL’dan nehirler vardır! Onlar için orada her çeşit MEYVE ve Rablerinden mağfiret (örtme) vardır! (Bu misal nimetlerle yaşayanlar) ateşte sonsuza dek yanarak yaşayacak, sıcak – kaynar su içirilmiş de bu yüzden onların bağırsaklarını parçalamış kimse gibi midir? (A.Hulusi)

15 – Korunanlara vaad olunan Cennetin temsili: onda ırmaklar var bir sudan ki bozulması yok, ırmaklar var bir sütten ki tadı değişmez, ırmaklar var bir şaraptan ki içenlere lezzet, ırmaklar var bir baldan ki safi süzme, hem onlara semerelerini (hasılâtın) her türlüsünden var, hem de Rablerinden bir mağfiret var, hiç bunlar o ateşte muhalled olan ve kaynar bir mayi’den sulanıp da bağırsaklarını parçalamakta bulunan kimselere benzer mi? (Elmalı)

 

Meselül cennetilletiy vu’ıdel müttekun sorumluluk bilinci ile davrananlara vaad edilen cennetin örneği şudur. Hani kalıcı güzelliğin merkezi diye tanımlamıştı ya Kur’an; Cennatü adn. İşte o cennet insanın tahayyülünün çok ötesinde. Secde/17. ayetini tekrar hatırlayalım;

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (İsra/17) hiç kimse, ama hiç kimse kendisini cennette hangi sürprizlerin beklediğini asla tahayyül dahi edemez. Bilemez. Tasavvur dahi edemez. İşte bu. Cennet hakkında söylenebilecek aslında en son söz bu. Çünkü insanın tasavvur ve tahayyülü oraya ulaşmaz.

Peki nasıl bahsedilebilir cennetten; Şu dünyada gördüğümüz kopya güzellikler üzerinden anlatılabilir. Bu dünyada gördüğümüz güzellikler adeta cennette ki  güzelliklerin birer kopyası. Yani geçici olanı. Bu dünya geçici güzelliklerin üretildiği merkez. Cennet ise kalıcı güzelliklerin üretildiği merkez. O güzelliklerden adeta bir koku, küçücük bir koku yollanmış, işte o güzellikleri duyumsayalım diye. Bir nevi, bir nebze küçükte olsa hissedelim diye. Adeta sanki küçük bir damla değdirilmiş, bunun aslı orada dercesine. Aslını yakalamak istiyorsanız orayı hak edin dercesine. Burada da o tarif ediliyor, yerini okuyalım;

fiyha enharun min main ğayri asin* ve enharun min lebenin lem yeteğayyer ta’mühu içerisinde zamanla bozulmayan sudan ırmaklar, tadı hiç değişmeyen sütten ırmaklar ve enharun min hamrin lezzetin liş şaribiyn* ve enharun min ‘aselin musaffâ içene doyumsuz bir lezzet veren şaraptan ırmaklar, saf süzme baldan ırmaklar vardır.

Burada ki şarap aklınıza gelen bildiğiniz şarap değil manasına min hamrin. Nekira gelmiş, belirsiz gelmiş. Yani bilinen şarap değil anlamına. Sizin bildiğiniz şarap değil bu. Saffat/47 de zaten açılımı var bunun. Ne zahmet verir, ne de sarhoş eder diyor. Onun için sizin bildiğiniz, aklınızın erdiği değil bu, bu bambaşka bir şey, aklınızın ermeyeceği bir şey, bir şarap bu.

Neden böyle bir şey anılıyor? Şunun için yeryüzünde Allah’ın size yasakladığı, sizin için zararlı bulduğu bir takım keyif vericiler var ya, aslında onların zararsızını Allah ahirette, cennette hazırladı. Eğer siz, size zararlı olan yer yüzünde kinden vaz geçerseniz, size zararsız olan ahirettekini hak edersiniz. Verilen mesaj bu.

ve lehüm fiyha min küllis semerati ve mağfiretün min Rabbihim yine içerisinde tadacakları güzel davranışlarının tüm meyveleri, yaptıklarının meyveleri yani. Yaptıkları birer tohumdu, onları dünyada ektiler, meyvesi ahirette çıktı dercesine. Meyveleri ve rablerinden sınırsız bir bağış vardır.

kemen huve halidün fiyn nari ve süku mâen hamiymen fekatta’a em’aehüm Evet, şimdi ikinci bölümüne geçti ayet ve adeta cehennemden bir pencere açtı biraz önceki cennetten açtığı pencerenin tam karşısına ve dedi ki; Hiç bu cenneti hak eden biri ateşi mesken tutan ve yakıcı bir umutsuzluk içirilip de bağırsakları paramparça olan kimse gibi olur mu? Evet, Yani hiç yukarıdaki cenneti hak edenle, kendisine yakıcı bir umutsuzluk içirilen cehennemlik gibi olur mu?

Bu gibi den ne anlayacağız? İyi ile kötü bir olmaz. Bunu söylüyor kısaca ayet. Fakat bunun altında şunu söylüyor; Eğer iki akıbet varsa, iki ayrı hayat var demektir. İki ayrı son varsa, iki ayrı ön vardır. Dolayısıyla ey mü’minler sizler kafirlerin yaşadığı gibi yaşayıp mü’minlerin elde etmek istediği ahireti, akıbeti, cenneti istemeyin. Siz mü’min gibi yaşayıp o akıbeti hak edin. Bu iki kişinin ağlayışı, gülüşü, oturuşu, geliş, gidişi, yemesi içmesi, dünyaya bakışı, hayatı algılayışı, yaşayışı nasıl bir olur. Yaşama tarzı nasıl bir olur. Onun için iki ayrı akıbet varsa, iki ayrı hayat tarzı vardır. İşte Kur’an bunu veriyor. Hayat tarzınız farklı olsun. Aynı hayat tarzından iki ayrı akıbet çıkmaz. Size özgü hayat tarzı olsun ki cenneti halk etsin.

 

16-) Ve minhüm men yestemiu ileyk* hattâ izâ harecu min ındike kalu lilleziyne utül ılme mazâ kale anifa* ülaikelleziyne tabeAllâhu alâ kulubihim vettebeu ehvaehüm;
Onlardan kimi de (gelip) seni dinler… Nihayet senin yanından çıktıklarında kendilerine ilim verilmiş olanlara dediler ki: “Az önce ne dedi?” (Anlatılan, taşa yağmış yağmur misali akıp gitti. A.H.)… İşte bunlar Allâh’ın kalplerini tab’ettiği (şuurlarını örttüğü – bilinçlerini kilitlediği); sonu boş arzu ve heveslerine tâbi olmuş kimselerdir. (A.Hulusi)

16 – Onlardan seni dinlemeğe gelen de var, hattâ yanından çıktıklarında kendilerine ilim verilmiş olanlara derler ki: «o, demin ne söyledi?» Bunlar öyle kimselerdir ki Allah kalplerini tab’ etmiştir de hep hevaları ardına düşmektedirler. (Elmalı)

 

Ve minhüm men yestemiu ileyk Onların arasında sana kulak verir gibi yapanlar var. Sana kulak verenler veya seni dinleyenler, belki literal lafzi anlamı bu. Ama zımni anlamı sana kulak verirmiş gibi yapanlar ki sözü gelişinden bunu anlıyoruz zaten.

hattâ izâ harecu min ındike kalu lilleziyne utül ılme mazâ kale anifan nihayet senin yanından çıktıklarında mesajı kavramış olanlara, mesajı yüreğiyle dinlemiş olanlara; sahi, bu demin ne dedi diye sorarlar. Yani alay eder gibi, dalga geçer gibi. Hakikate omuz vermediklerini belli ederler, kulak vermediklerini belli ederler. Dinlermiş gibi yaparlar gerçeği ama aslında dinlemezler. Gerçekle bir ünsiyetleri yoktur. Daha doğrusu gönülleri yoktur gerçeği dinlemeye. Çünkü gerçeği yaşamaya gönüllü değillerdir, neden dinlesinler. Dertleri gerçeği aramak değildir ki onların. Onların dertleri şu kısa vadeli verilen ilahi krediyi kısa vadeli hazlarla tüketmek. Buna karşı olan şeyleri de dinlemezler.

ülaikelleziyne tabeAllâhu alâ kulubihim vettebeu ehvaehüm işte Allah’ın kalplerini mühürlediği ve keyiflerine göre davrananlardır bunlar.

Küfür ön yargıdır dostlar. Küfür en kötü ön yargıdır. Sahibini kör, sağır ve dilsiz eder. Dinleyemez artık, anlayamaz. Dolayısıyla şükredemez, ağlayamaz. Gözü, kulağı, kalbi mahveden bir virüstür. Gören göz değildir, işiten kulak değildir. Yani gören şu fiziki göz değil, işiten kulak kepçesi değildir. Yürektir. Yüreğin üstüne kalın bir perde çektikten sonra artık duymaz ve görmez.

İman da ön bilgidir dostlar. Küfrün aksine. Gözü, kulağı, kalbi açar. Onlara koordinat verir. Onlara açı sunar o koordinattan bakınca görünür bazı gerçekler. Doğru koordinattan bakmayanlar gerçeği göremezler. Onun için mü’minler dinlerler, sözü olana kulak verirler. Elleziyne yestemi’unel kavle feyettebi’une ahseneh. (Zümer/18) onlar ki, o mü’minler ki sözün tamamını dinlerler, en güzeline uyarlar. Fakat Ön yargı olan küfre sahip olanlar, yani inkarcılar sözü dinlemezler. Çünkü söze değer vermezler, kulak vermezler. Çünkü hakikati aramazlar. Aramadığı bir şeyi de neden bulsun insan, veya bulunca neden değerini bilsin onun içinde değer bilmezler. İşte bu ayette anlatılan o güruh gibi değer bilmezler. Konuşan alemlere rahmettir, fakat onlara zahmet olur. Kendilerine zahmet gibi gelir. İşte buradaki verilen örnek bu.

 

17-) Velleziynehtedev zadehüm hüden ve atahüm takvahüm;
Hakikate erenleri ise, hakikati yaşamanın getirisinde genişletmiş ve kendilerine (hakikat yaşamına uymayan hâllerden) korunma özelliğini vermiştir. (A.Hulusi)

17 – Hidâyeti kabul edenlere gelince Allah onların muvaffakıyetlerini artırmakta ve kendilerine (takvalarını) korunmalıklarını vermektedir. (Elmalı)

 

Velleziynehtedev zadehüm hüden ve atahüm takvahüm bu çok dikkat çekici bir ayet. Kur’an ın bir çok ayetini açıklayan bir ayet. O doğru yola yönelenlerin hidayetini artırır ve onların takvasını artırır. Daha doğrusu onlara korunma gücü bahşeder. Evet, doğru yola yönelenlerin hidayetini artırır.

Kur’an da ki tüm yehdiy men yeşa’ dilediğini doğru yola iletir ibarelerini bu ayet ışığında anlayacağız. Allah kimin doğru yola yönelmesini diler sorusunun cevabı, Muhammed/17. ayetinde verdi Kur’an. Nedir bu? Allah doğru yola yönelenin hidayetini artırır. Demek ki Allah’ın hidayetinden söz edilen her yerde kulun iradesinden söz ediliyor. Öncelikle süreci kulun iradesi başlatıyor. Velleziynehtedev zadehüm hüden kim ki hidayete erme iradesi gösterdi Allah’ta onların hidayetini artırdı. Bu kadar kolay açık ve net. Onun içinde bu ayet ışığında anlaşılmalıdır Allah’ın hidayet vermesi Kur’an da.

İman ve hidayet iradeli bir tercihe sunulmuş ilahi bir ikramdır. Süreci ilk başlatan bilinçli iradedir. Zadehüm hüden; o yolda yürüme kapasitesini artırır manasına gelir. Ki hatırlayalım yeziydü fiyl halkı ma yeşa’ (Fatır/1) yarattıklarının içinden dilediklerinin kapasitesini artırır. Dilediklerine ilave kapasite koyar.

Çok ilginç, Fatır/1 ayeti. Allah insanı yaratır, onda da bir kapasite yaratır. Buraya kadar anlaşıldı. Fakat diyelim ki bu kapasiteyi kullandı. Yani doldurdu ne olur? İlave kapasite ekler. Yani hafızası dolan bilgisayara rem eklemek gibi sonsuzca rem ekleme imkanı vardır. Dolayısıyla insanın bir mükemmel noktası yoktur. Ölünceye kadar yürüyüşü sürer. İnsanın kemali ölünceye kadar sürer. Onun için insanı kamil, insanı mükemmel demek değildir. Toplu, tüm, bütün insan demektir. Parçalanmamış, bölünmemiş, kendi cüzlerine ayrılmamış, kendi parçalarına bölünmemiş insan. Bütünlüğünü koruyan insan. Yoksa mükemmel insan değildir. Çünkü onun durduğu bir nokta hiç olmayacaktır. Va’bud Rabbeke hatta ye’tiyekel yekıyn (Hicr/99) budur. Ölüm gelinceye kadar kulluğunu sürdür. Emri budur.

 

18-) Fehel yenzurune illes Saate en te’tiyehüm bağteten, fekad câe eşratuha* feenna lehüm izâ câethüm zikrahüm;
İlle de O Saat’in (ölümün) ansızın kendilerine gelmesini mi bekliyorlar? Onun şartları gerçekten geldi! (O Saat) onlara geldiğinde, ne yapabilecekler ki! (A.Hulusi)

18 – Artık onlar yalnız o saate, onun birdenbire kendilerine gelivermesine bakıyorlar, çünkü işte alâmetleri geldi, fakat o başlarına geldiği vakit anlamaları kendilerine ne fayda verir? (Elmalı)

 

Fehel yenzurune illes Saate en te’tiyehüm bağteten şimdi onlar son saatin ansızın gelip kendilerini bulmasından başka bir şey mi bekliyorlar? fekad câe eşratuha işte ona işaret eden haberler gelip çatmıştır. Eşratüs sa’ah diye bildiğiniz kıyamet alametleri  rivayetleri genelde bu başlık altında anılırlar. Eşratüs sa’ah. Kıyamet alametleri.

Nasıl anlayacağız bu ayeti? Aslında kıyameti peygamberimizin bize anlattığı gibi tek boyutlu bir kozmik kıyamet değil, çok boyutlu kat kat, iç içe geçmiş kıyametler olarak anlarsak anlayacağız doğru olarak.

Ölüm bireyin kıyametidir. Onun için ölen insanın kıyameti Fekad kamed kıyametühu, (Hadis) kıyameti kopmuştur öldüğünde. O bireyin kıyametidir. Dolayısıyla bireyin kıyamet alametleri aldığı nefestir. O nedenle kalbinizin atış sesleri, mezara yaklaşan ayak sesleridir. Aslında sizi mezara yaklaştıran ayak sesleri. Aldığınız her nefes ölümünüze doğru attığınız bir adım. İşte kıyametinizin alameti. Başınıza düşmüş, saçınıza düşmüş her ak, kendi kıyametinizin bir alametidir. Aynaya bakın yüzünüzde gördüğünüz her yeni kırışık, kendi kıyametinizin alametidir. Kolunuza, gücünüze bakın azalan her güç, kendi kıyametinizin alametidir. Daha ne alametler Yani geçen her gün kendi kıyametinizin alametleridir. Geçen her hafta, her ay, her yıl kendi kıyametinizin alametidir.

Ve sosyal kıyamet, sosyal kokuşma, kıyametin alametidir. Toplumların da kıyameti vardır. Efendimizin İran toplumu için buyurduğu gibi. Onların kıyameti kopmuştur buyuruyordu İran da ki iç kargaşayı duyunca. Evet, onu kıyamet olarak adlandırıyordu, bu da bir kıyamet. Ahlaki kokuşma, yozlaşma, toplumsal bozulma. Bu da sosyal bir kıyamet. Bir toplumun kendi kıyametine doğru yaklaştığının alametlerini oradan anlarsınız. Toplumu ayakta tutan unsurlar çözülmeye başlamışsa, aile çözülmeye başlamışsa, birey çözülmeye başlamışsa, toplumun çimentosu çözülmeye başlamışsa o toplumum kıyameti yaklaşıyor demektir.

Ve bir de en büyük kıyamet, kozmik kıyamet. Efendimiz bu’istu ene ve’s-saatü kehateyn. (Hadis) iki parmağını birbirine sürterek; Ben ve kıyamet işte bunun gibi ba’s olundum. Ben kıyamete işte bu kadar yakın ba’s olundum, gönderildim demişti. İki parmağını birbirine sürterek.

Aslında bu insanlık ikindisidir. Resulallah’ın gönderilişi insanlık ikindisinin ezanıdır. Vel asr. Asra yemin olsun. Çağa, zamana, ömrün hasılatına çok daha etimolojisinden yol çıkarsak sözcüğün ve en çok en yaygın anlamından yola çıkarsak ikindiye and olsun Yani insanlığın ikindisine. İnsanlığın sabahında Adem olarak insanlık yola çıktı, öğlesinde İbrahim, ikindisinde Muhammed vardı. A.S. ecmain. Hepsine salâtu selâm olsun.

Evet, insanlığın akşamı yaklaşıyor. Dolayısıyla tedbirini almalı. İnsanlık akşamı olmadan tedbirini alıp ikindisinde duyduğu ezana koşmalı. Bu ezanı okuyan Alemlere rahmet Hz. Muhammed S.A.S. Bu ezana koşmayanlar insanlığın akşamında pişman olacaklardır. Belki kıyametle hatırlatılan bu gerçektir. Kozmik kıyametin ne zaman kopacağını kimse bilemez. Fiyme ente min zikraha. (Nazi’at/43) diyordu Kur’an. Onun haber vermek sana düşmez. Yani sen asla onun ne zaman geleceğini bilemezsin. Onu haber vermek nerede, sen nerede. Tam literal tercümesi bu.

Onun için peygamberimize bile böyle söyleniyorsa, onu haber vermek nerde, sen nerde deniyorsa kıyametten bahseden, kıyametin tarihini bir takım hesaplardan yola çıkarak söylemeye çalışmak ne kadar doğru olur takdirinize bırakıyorum.

feenna lehüm izâ câethüm zikrahüm hal böyleyken o geldikten sonra gerçeği hatırlamak onlara nasıl bir yarar sağlar ki.

 

19-) Fa’lem ennehu lâ ilâhe illAllâhu vestağfir li zenbike ve lil mu’miniyne vel mu’minat* vAllâhu ya’lemu mütekallebeküm ve mesvaküm;
Gerçek buysa bil ki, Lâ ilâhe illAllâh (Tanrı yoktur; sadece Allâh); kendi zenbin (beşer yanının getirdiği perdelilikten kaynaklanan kusurlar), iman eden erkekler ve iman eden kadınlar için mağfiret dile (bağışlanmaları için Hakikati kavramalarına çalış)! Allâh dönüp dolaştığınız yeri (hâllerinizi) de, varıp sonsuz yaşayacağınız yeri de bilir! (A.Hulusi)

19 – Şimdi bunu bil ki «başka tanrı yok ancak bir Allah», bil de günahına ve mü’minîn-ü mü’minata istiğfar eyle, Allah dolaştığınız yeri de bilir durduğunuz yeri de. (Elmalı)

 

Fa’lem ennehu lâ ilâhe illAllâh ve sen ey muhatap, unutma ki Allah’tan başka ilah yoktur. İşte kelime-i Tevhid in Kur’an da kullanıldığı yer geldi. Yalnız Allah tanrıdır. Bu ibarenin başka bir çevirisi böyle olabilir. Tanrı yalnız Allah’tır. Veya yalnız Allah ilahtır. Kelime-i tevhid işte burada ayete dönüştü. O’na kul olmayanlar her şeyi tanrılaştırmaya açıktırlar. O’na kul olmayanlar O’nun dışında ki her şeye kul olmak için hazır beklerler. Çünkü insan kul olacak bir mercii arar. Yaratılışında vardır bu. Allah onu kul olmaya müsait yaratmıştır. Kul olmaya müsait yaratmasının sebebi kendisine kul olmasıdır. Kendisine kul olsun diye kul olmaya müsait yarattığı bu varlık, o kendisine verilen emaneti giderde istismar ederek başkasına kul olursa ihanet etmiş olur. Sadece Allah’a değil kendisine de ihanet etmiş olur.

O nedenle Lâ ilâhe illallâh. Bu söz, bu kelime göklerden ve yerlerden ağır olarak nitelendirmiştir efendimiz bu kelimeyi. Neden göklerden ve yerlerden ağır? Bu kelimenin ifade ettiği hakikat, göklerin ve yerin ifade ettiği hakikatten çok daha keskin, çok daha net, çok daha etkilidir de ondan.

Lâ ilâhe İllallâh. Aslında bütün bir varlık bu kelimeyi şerh eder, bu kelimeyi tefsir eder, kendince bu kelimeyi söyler. Siz esere bakarsınız müessiri görürsünüz, sanata bakar sanatkarı görürsünüz. Sesi duyar sesi çıkaran birinin olduğunu anlarsınız. Işığı görür o ışığın bir kaynağının olduğunu bilirsiniz. İsterseniz onu görmeseniz bile. Ama eğer ışığı görür kaynağını inkar ederseniz, sesi duyar sesin sahibini inkar ederseniz, sanata hayran olur ama sanatkarı inkar ederseniz, bu durumda kendi kendinizi inkar etmiş olursunuz. Kendinizi aldatmış olursunuz.

Tevhid, işte bu kelimede özetlenir. Bu kelime aslında kâinatın anahtarıdır. Kâinatın tüm ifade ettiği hakikati bir tek cümleye dökün deseler bu cümle; Lâ ilâhe İllallâh olurdu. Kâinatı bana bir tek cümle ile özetle deseler bu cümle Lâ ilâhe İllallâh olurdu. Bütün bu varlığın verdiği mesajın özü nedir diye sorsalar, bütün bu varlık Lâ ilâhe İllallâh diyor derdik ve deriz ve diyoruz.

[Ek bilgi ALLAH BİR TANRI DEĞİLDİR

 

…"Allâh" yerine "Tanrı" kelimesini kullananlar, bunu ya cahillikten, bilgisizlikten kullanmaktadırlar; ya da kavrayış yani idrak yetersizliğinden konuyu değerlendiremedikleri için yapmaktadırlar.

İşte, böyle özel bir ismi olan ve "cüz" kavramından dahi münezzeh bulunan varlığa, kişi "Allâh" dediği zamanda, bu kavram yanı sıra bir de "cüz" tasavvur ederse; ya da bir "cüz" kabul ederse, bu hangi isim ve kavram altında olursa olsun, o kişi "Allâh"a şirk koşmuş olur; yani "Allâh" gerçeğini örtmüş ve bir "Tanrı" kabullenmiş olur! Ki bu durumda da şu âyetle uyarılır:

"ALLÂH YANI SIRA (kafanda) BAŞKA BİR TANRI OLUŞTURMA! YOKSA (şirk anlayışının sonucu) AŞAĞILANMIŞ VE KENDİ BAŞINA TERK EDİLMİŞ OLARAK OTURUP KALIRSIN!" (17.İsra': 22)

İşte bu konuda ikinci bir uyarı daha:

"ALLÂH YANI SIRA TANRIYA (dışsal güce) YÖNELME! TANRI YOKTUR, SADECE ‘HÛ'" (28.Kasas: 88)

Yani var olan gerçek mutlak varlık "Allâh" iken; sen, "Allâh" kavramından gaflete düşüp, "Allâh" İsmiyle İşaret Edilen varlığı ötende bir tanrı sanıp; böylece bir tanrı edinmiş durumuna düşme!

Ötede ya da ötende bir tanrı kabul etmek suretiyle, farkında olmadan "Allâh" kavramı ve anlamı dışına çıkarak, "tanrı" kavramı içine girersin.

Böylelikle Kur'ân-ı Kerîm'in açıklamış olduğu "vahdet" idrakinden kendini mahrum etmiş olursun. Ve nefsine en büyük zulmü yapmış olursun!

Hz. Muhammed (aleyhisselâm), "ALLÂH RASÛLÜ" olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp, artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti gösterdi.

"TANRI YOKTUR, SADECE ALLÂH VARDIR" mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hz. Muhammed'in vurguladığı bu gerçek, Kelime-i Tevhid şeklinde formüle edilmişti.

İslâm Dini'nin temelini, "LÂ İLÂHE İLLÂLLÂH" sözünün manası oluşturur.

"Lâ İlâhe İllâllâh" ne demektir? Bu söz basit olarak ele alınırsa; "Tanrı yoktur sadece ALLÂH vardır" anlamında değerlendirilir. Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak. "Lâ İlâhe"... "Lâ", yoktur; "İlâhe", Tanrı demektir yani tapınılacak tanrı yoktur, demektir.

Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim. Kelime-i Tevhid, "Lâ ilâhe" ile başlıyor. Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor. "Yoktur tapınılacak varlık!"; "Lâ ilâhe!.."

Akabinde bir açıklama geliyor. "İllâ", sadece; "Allâh" vardır!

"İLLÂ ALLÂH" yani "sadece ALLÂH"!

Birinci mânâ olarak, bu cümleden açığa çıkan gerçek şudur. "Tapınılacak Tanrı yoktur". Evet burada, kesin olarak tapınılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, "İLLÂ ALLÂH" diyor. "İllâ", yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere, "ancak" mânâsına anlaşılabileceği gibi, buradaki kullanım şeklinde görüldüğü üzere "sadece" anlamında dahi kullanılır…. (A. Hulusi)]

vestağfir li zenbike ve lil mu’miniyne vel mu’minat İmdi kendi hatan için mü’min erkekler ve mü’min kadınlar içinde af dile. Zenb; Kasıtlı ya da kasıtsız hata, kusur hepsini kapsar. İfm kasıtlı günaha denir Kur’an da. Ama Zenb kasıtlı ya da kasıtsız, büyük ya da küçük, hata, kusur günah hepsine birden söylenebilir ıtlak olunur. Burada kirlenmeden korunma anlamına alınır. Çünkü Zenb iki türlüdür Ragıp El Isfahani’nin ifade ettiği gibi, açıkladığı gibi; Muttaki birinin günahına istiğfarı hatadan korunmak için yalvarmak. Günahkar birinin günahına af dilemesi ise affedilmek için yalvarmaktır. Peygamberimize böyle bir emir bu ana kadar olduğu gibi beni yine bundan böyle de muhafaza et, koru anlamına gelir, duasına gelir.

İstiğfar; günahın sonuçlarını ortadan kaldırmaktır. Gerçek bir istiğfar günahın sonuçlarını ortadan kaldırmaya irade beyanı demektir. Ben irade beyanında bulunuyorum ki, işlediğim bu günahın sonuçlarını ortadan kaldıracağım demektir gerçek bir istiğfar.

Efendimiz alemlere rahmettir, o masumdur. Onun masumiyeti Allah’ın onun için korumasını ifade eder. Allah onu korumuştur, çünkü Allah onu inşa etmiştir. O Allah’ın bizatihi ve fiili gözetimi altındadır. Onun masumiyetinin doğru bir biçimde anlaşılması içindir bu ayetler. Kur’an da bir başka yerde de gelir. Sanırım Mü’min/55. ayetinde olacak yanlış hatırlamıyorsam. Ve peygamberimizi inşa eden bu ayetlerin onda bıraktığı izi biz şu hadis suretinde görüyoruz.

İnniy le yuğanü ‘alâ kalbiyh. Bazen kalbime anlık bir gaflet gelir, küçük bir ibre oynarda yüreğimde Fe estağfirullahe fiyl yevmi seb’ine merra. Ben günde 70 kez, ya da 100 kez istiğfar ederim. Yani yüreğinde ki anlık bir oynamaya, anlık bir gaflete günde 100 kez, bu 100 aritmetik olarak değil de kesretten kinaye olarak ta anlaşılabilir, ki doğrusu da odur sanıyorum, yani akşama kadar, hani biz de böyle kullanırız ya, çok yaptığımız bir şeyi, akşama kadar söyledim sana, dilimde tüy bitti. 100 kez söyledim yine tutmadın. Yani ben o gün, bir bütün gün Allah’tan af dilerim anlık bir gaflet için.

{“Vallahi innî le estağfirullahe ve etûbu ileyhi fil yevmi eksera min seb’îne merraten” Vallahi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler,tevbe ederim.(Orijinal hali)}

Evet, O söz galiba yine kendini tekrar ediyor değil mi;

Hasenatül ebrar, seyyiatül mukarrabiyn. Çok hoşuma giden bir söz bu. İyilerin iyiliği, Allah’a yakın olanların günahıdır. Yani aslında günah nedir sorusu cevabını, Allah’a yakınlığınız nedir İle bulur. Sıradan insanlar için günah Allah’ın haram kıldıklarıdır. Fakat Allah ile dost olanlar için günah Allah’tan gafil alınmış bir nefestir. Allah ile dostluğunuz geliştikçe artık O’ndan gafil alınmış bir nefes bile sizin için büyük bir günaha eşdeğer olur. Bu O’nunla dostluğunun derecesine bağlı bir şey onun gibi.

vAllâhu ya’lemu mütekallebeküm ve mesvaküm zira Allah gezip dolaştığınız yeri de, gelip durduğunuz yeri de bilir. Önünüzü de bilir sonunuzu da bilir.

 

20-) Ve yekulülleziyne amenû levla nüzzilet suretün, feizâ ünzilet suretün muhkemetün ve zükira fiyhel kıtalü, raeytelleziyne fiy kulubihim meredun yenzurune ileyke nazaralmağşiyyi aleyhi minel mevt* feevla lehüm;
İman edenler: “(Savaş hükmünü ihtiva eden) bir sûre tenzîl edilmeliydi?” der. Hükümleri açık bir sûre inzâl edilip de, içinde savaştan söz edildiğinde; kalplerinde hastalık (şirk, nifak) olanları, ölüm korkusuyla baygınlık geçirenin baktığı gibi bakar görürsün! (Oysa) onlar için hayırlı olan budur. (A.Hulusi)

20 – İman edenler «bir Sûre indirilseydi» diyorlar, derken muhkem bir Sûre indirilip onda kıtâl zikredilince kalplerinde bir maraz bulunanları görüyorsun sana öyle bir bakış bakıyorlar ki: tıpkı ölümden baygınlık gelmiş kimsenin bakışı, o da onlara pek yakındır. (Elmalı)

 

Ve yekulülleziyne amenû levla nüzzilet sureh imdi iman edenler artık savaşa değinen bir sure indirilmesi gerekmez miydi derler. Enfal/6. ayette, Ayeti bitireyim de öyle değineyim. feizâ ünzilet suretün muhkemetün ve zükira fiyhel kıtalü, raeytelleziyne fiy kulubihim meredun yenzurune ileyke nazaralmağşiyyi aleyhi minel mevt fakat içinde savaştan söz edilen hüküm koyucu bir sure indirilmiş olsa kalplerinde hastalık olanların, sana ölüm korkusundan baygınlık gelmiş kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün.

Enfal/6 ya bir atıf. keennema yüsakune ilel mevti ve hüm yenzurun. (Enfal/6)sanki sen onları göz göre göre ölüme sürüyormuşsun gibi bakarlar diyor. Bunlar kimler? Bize savaş yazılmalı, yani artık savaşa izin verilmeli diye yalvaranlar, savaşa izin verilince de böyle demeye başlarlar. Bu insanoğlunun garip bir tavrını gündeme getiriyor. Önce yalvarırlar, izin verilince de bu nereden çıktı derler. Kütibe aleykümül kıtalu ve huve kürhün leküm. (Bakara/216) savaş sizin hoşunuza gitmese de size farz kılındı.

Evet, Peki bu nedir, nasıl anlayacağız. Vahiy gibi, hele hele adı İslam olan, barış olan bir dinin vahyi gibi bir metnin içinde, Kur’an vahyinin içinde savaşı emreden ayetleri nasıl anlayacağız. Çok sade.

Kur’an vahyinin üstün gerçekçiliğini gösteren bir husus, savaş konusunda ki tavrıdır, gerçekçi yaklaşımıdır. O savaş gerçeğini yok saymaz. Pavlus Hıristiyanlığında ki gibi bir yanağına vurana, öbür yanağını dön hiç demez zaten. Kaldı ki onun ne kadar tutulduğunu bugünkü Hıristiyanlar da görüyorsunuz. Bırakın bir yanağına vurana öbür yanağını dönmeyi, hiçbir yanağına vurmayanı mahvetme, kahretmek, kitle imha silahlarıyla yok etmek için yer yüzünü 20 kere yok eden silahlar geliştiriyor. Şimdi o mesaja inandığını söyleyenler. Çünkü gerçekçi değil, çünkü hayatın hakikatini görmediği için o mesaja inandığını söyleyenler, şimdi tam tersini yapıyorlar, tam aksini.

Peki Kur’an vahyi nasıl bir tavır takınır? Savaş gerçeğini yok saymaz. Ne ki savaş ahlakını, yani güç ahlakını inşa eder.Savaşı yok saymaz ama, savaş ahlakı vazeder. Güç ahlakı vaz eder. Savaşı ahlaksızlıktan kurtarır, savaşın da bir ahlakı, savaşın da bir namusu, savaşın da bir ilkesi olmalıdır der. Saldırganlığı, zulmü, sömürüyü kesin bir dille reddeder.

Hac/39 ayette savaşa izin verildiği ifade buyrulur. Üzine lilleziyne yükatelune Bi ennehüm zulimu. (Hac/39) işte bu ayet aslında savaşın ne zaman meşru kılınacağının da delilidir. Saldırıya uğrayıp zulme maruz kalanlara savaş izni verildi. Saldırıya uğramak, zulme maruz kalmak. İşte Kur’an ın savaşa izin gerekçesi budur.

Peki savaş ahlakı Kur’an da nasıl yer alır? Bakara/190 ayet; Ve katilû fiy sebiylillâhilleziyne yukatilûneküm ve lâ ta’tedû. Sizinle savaşanlarla siz de savaşın. Ama sizinle savaşanlara, size savaş açanlara. Ama bir de ahlaki sınır var; ve lâ ta’tedû. Asla aşırı gitmeyin, sınırı aşmayın, haddi aşmayın.innAllâhe lâ yuhıbbul mu’tediyn. (Bakara/190) Allah sınırı aşanları sevmez. İşte bu.

Yine Feinintehev feinnAllâhe Ğafûrun Rahıym. (Bakara/192) hemen deminki ayetten bir sonraki ayet, ama eğer onlar son verirse savaşa, savaşı bırakırlarsa Allah ğafurdur, rahıymdir, yani siz de merhametli davranın. Siz de onlarla savaşacağım diye atılmayın.

Yine; Savaşın amacını koyar Kur’an, savaşın gayesini. Hem de nerede koyar? Biliyorsunuz bu surenin 4. ayetinde. hattâ teda’al harbü evzareha (4) savaşın amacı İslam’da vahiyde, savaşın yükünü ortadan, yani savaşı ortadan kaldırmak olmalıdır. Savaşmamak için savaşılmalıdır. İşte bu surenin 4. ayetinde savaşın amacı; bir daha savaş olmasın diye, savaşı ortadan kaldırmak için savaşmak. Dolayısıyla vahiyde savaş ahlakı işte bu çerçeve içinde tutulur.

feevla lehüm (sonraki ayetle bitişik)

 

            21-) Ta’atün ve kavlün ma’ruf* feizâ ‘azemel emr, felev sadekullahe lekâne hayren lehüm;
(Bu konuda onlara düşen) itaat ve yerinde bir söz! Hüküm kesinleştiğinde, Allâh’a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. (A.Hulusi)

21 – Fakat bir tâat ve bir güzel söz, sonra emir katiyet kesp edince Allaha sadakat etselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. (Elmalı)

 

feevla lehüm Ta’atün ve kavlün ma’rufun ne ki onlar, yani o bir sure indirilmeli değil miydi içinde savaş olan, savaşa izin veren diyenler için en hayırlısı vahyi izlemek ve emir verilince de olumlu bir söz söylemektir. Yani madem savaş izni istediniz, böyle bir emir gelince de, veyahut ta emir gelmeden de en hayırlısı nedir? Vahyi izlemektir. Gelen vahyi izleyin. Yani Allah neyin ne zaman olacağını sizden daha iyi bilir. Emir de gelince itaat edin. Bu durumlara düşen.

feizâ ‘azemel emr, felev sadekullahe lekâne hayren lehüm ve iş ciddiye bindiği zaman da Allah’a verdikleri söze sadık kalırlarsa kendileri için iyi olur.

 

22-) Fehel ‘aseytüm in tevelleytüm en tüfsidu fiyl Ardı ve tükattı’u erhameküm;
Geri dönerseniz, arzda bozgunculuk yapmak ve akrabalıkları da parçalamak beklenmez mi sizden? (A.Hulusi)

22 – Nasıl döner de Arzı fesâda verir ve rahimlerinizi doğratabilir misiniz? (Elmalı)

 

Fehel ‘aseytüm in tevelleytüm en tüfsidu fiyl Ardı ve tükattı’u erhameküm şimdi siz eğer sırtınızı dönerseniz, eğer sırt dönerseniz yer yüzünde bozgunculuk çıkarmış ta akrabalık bağlarınızı koparmış, dolayısıyla Allah’a isyan etmiş olmaz mısınız.

Bu belâğatı çok yüksek ayeti söz dizimine uygun olarak ancak böyle çevirebildim. Umarım isabetli çevirmişimdir. Saldırgan cezalandırılmalıdır. Vahyin savaş konusunda ki söylediklerinin özü budur. Saldıran cezalandırılır. Nedir? Eğer cezalandırılmazsa bu zulmü teşvik anlamına gelir. Saldırgan cezalandırılmazsa cesaret alır. Dolayısıyla saldırganı caydırmak ve durdurmak için savaş bir ödev, bazen de bir ibadet olur. Namaz gibi, oruç gibi, hatta ondan daha da ileri erfaz, farzın farzı olur. Farzların bir numarası olur. Bazen böyle gerekebilir. İşte o cihat olur, en büyük ibadet olur. Allah yoluna verilmiş her savaş cihattır, fakat cihat sadece savaştan ibaret değildir.

 

23-) Ülaikelleziyne le’anehümullâhu feesammehüm ve a’ma ebsarehüm;
İşte bunlar, Allâh’ın kendilerine lânet ettiği, kendilerini sağırlaştırdığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir. (A.Hulusi)

23 – Öyleler o kimselerdir ki Allah onları lanetlemiş de duygularını almış ve gözlerini kör etmiştir. (Elmalı)

 

Ülaikelleziyne le’anehümullâhu feesammehüm ve a’ma ebsarehüm işte böylelerini Allah’ın rahmetinden dışladığı, ardından sağırlaştırdığı ve gözlerini körleştirdiği kimselerdir böyleleri.

Saldırganı cesaretlendirecek her davranış, saldırganı yüreklendirecek her tavır, savaştan kaçmak gibi mesela 7 büyük günahtan biri olarak nitelendirilmiştir. Meşru savaştan kaçmak. Neden? Yani savaştan kaçmak sadece savaşın içinden kaçmak değil, aynı zamanda saldırgana karşı direnmekten geri durmakta savaştan kaçmaktır. Körlük ve sağırlık olarak adlandırıyor bunu vahiy. Neden körlük ve sağırlık? Devam edelim belki daha da açıklayacaktır bize;

 

24-) Efela yetedebberunel Kur’âne em alâ kulubin akfalüha;
Kurân’ı derinlemesine – sistemli düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri (şuurları) kilitlerle (yanlış değer yargıları ile) mi kilitli! (A.Hulusi)

24 – Öyle olmasa Kur’an ı bir tedebbür etmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde üst üste kilitleri mi var? (Elmalı)

 

Efela yetedebberunel Kur’ân onlar hiç Kur’an üzerine derin derin düşünmezler mi? em alâ kulubin akfalüha yoksa kilit vurulmuş bir kalplere mi sahipler.

İşte savaşla ilgili bir pasajın hemen arkasından gelen ayet. Yani Kur’an ın emirleri ve nehiyleri üzerinde yüzeysel biçimde durmayın. Derinliğine durursanız bunların, insanın hakikatine ne kadar uygun olduğunu, insanın saadeti için ne kadar gerekli olduğunu anlarsınız. Ama bu sadece ait olduğu pasaj için de değil, belki müstakil bir biçimde anlaşılması daha doğru olan bir ayet.

Onlar Kur’an üzerinde derin derin düşünmezler mi? Kur’an ın her talimatının satır aralarında ve satır arkalarında sayısız hikmet saklıdır. Kur’an sadece ne dediği ile değil, ne demek istediğiyle de okunmalıdır. İnsanlık için en iyi senaryo onu yaratanın senaryosudur. İnsanlığı yaratan Allah, bu Kur’an ı gönderen Allah’tır. O Allah buyuruyor ki Kur’an üzerinde onlar derinliğine düşünmez tedebbür etmezler mi?

Tedebbür; Arkasına geçmek demektir. Çünkü dübür arka demektir. Bir şeyin arka tarafı. Nasıl arkasına geçmek, ne demek bu? Bir şeyin arkasına geçmek. Eğer bu şey vahiy ise satırların arkasına geçmek, yani satırların içine nüfuz etmek, satırların aralarından dalmak, üzerlerinde ciddi ciddi kafa yormak. Belki hafakanlar geçirecek kadar kafa yormak, çatlatırcasına kafa yormak, yani vahye hakkını vermek ve söylediklerinin, vahyin hedeflerinin sadece söyledikleri ile sınırlı olmadığı olmadığını anlamak. Vahyin hedeflerinin söylediklerinden çok daha öte hedefler olduğunu anlamak. Bunun içinde sadece satırları değil, satırların aralarını, sadece satır aralarını değil, satırların arkalarını da okumak.

Tedebbür niçin edilir? Tedbir üretmek için. Tedbirle tedebbür aynı köktendir. Yani tedebbür etmeyenler gelecek için tedbir alamazlar. Geleceğe tedbir almak için tedebbür etmek lazım. Tedebbür; gelecek adına tedbir üretmek için düşünmek demektir. Tezekkür; Geçmişe yönelik düşünmek demektir. Taakkul geçmiş ile gelecek arasında bağ kurarak düşünmek demektir. Tefakkuh geçmiş ve gelecek hakkında bağ kurarak bugün için bir hayat planı elde etmek için düşünmek demektir. Tefekkür bunların hepsini yapmak demektir. Onun için tezekkür, tefekkür, taakkul, tefakkuh ve tedebbür beşi bir yerde olarak düşünülmeli, anlaşılmalıdır.

 

25-) İnnelleziynerteddu alâ edbarihim min ba’di ma tebeyyene lehümül hüdeşşeytanu sevvele lehüm* ve emla lehüm;
Hakikat kendilerine apaçık zâhir olduktan sonra arkalarına dönenlere (ikiyüzlülere) gelince, şeytan (saptırıcı fikirleri) onlara (bu yaptıklarını) sevdirmiş, onları boş ümitlerle oyalamıştır. (A.Hulusi)

25 – Haberiniz olsun ki o kendilerine hak tebeyyün ettikten sonra gerisin geri irtidâ da doğru gidenlere Şeytan fit vermiş ve kendilerini uzun uzun emellere düşürmüştür. (Elmalı)

 

İnnelleziynerteddu alâ edbarihim min ba’di ma tebeyyene lehümül hüde elbet doğru yol kendilerine açıklandıktan sonra ona sırtlarını dönenler olur. Her zaman olabilir bu. Her yerde olabilir bu. Yani herkes hakikate ta baştan boyun eğip de lebbeyk deyip koşmaz. Zaten imtihan sırrı budur. esşeytanu sevvele lehüm* ve emla lehüm şeytan onların tasavvurlarını yamultmuş ve onlara boş umutlar yüklemiştir.

Çok ilginç bir bağlantı var sevgili Kur’an dostları, farkında mısınız? Sevvele; tasavvuru yamultmak demektir, yamuk inşa etmek demektir. Bu surenin 2. ayetinin zıddıdır aslında. asleha balehüm (2) diyordu ve onların akıllarını inşa edecek Allah. Yani Islah ile, asleha ile sevvele; birbirinin zıddı. Tasavvuru inşa eden vahyin karşısında tasavvuru yamuklaştıran, bozan şeytan var. Çok ilginç. Böyle bir karşıtlık kuruyor bu ayet.

Öyle bir yamukluk ki bu tasavvurunuzu ters çeviriyor, amuda kaldırıyor. Mesela vahyin ölüm dediğine şeytanın inşa ettiği tasavvur hayat diyor. Vahyin hayat dediğine ölüm. Vahyin kar dediğine zara diyor, vahyin zarar dediğine kar. Vahyin iyi dediğine kötü diyor, kötü dediğine iyi. Vahyin güzel dediğine çirkin diyor, çirkin dediğine güzel. Vahyin kazanç dediğine kayıp diyor, kayıp dediğine kazanç. Yani kilonuzu ve metrenizi siz farkında olmadan değiştiriyor. Dolayısıyla yamuk kilo ve metreye göre tartıyorsunuz, satarken de alırken de yanlış yapıyorsunuz, haksızlık ediyorsunuz.

İşte sevvele bu. yani kilonuzu ve metrenizi yamuklaştırmak, şeytanın işi bu. Vahyin işi ne? Si,ze hiç aşınmamış bir kilo, hiç aşınmamış bir metre. Tam 1.000 gr. Bir kilo. Tam 100 cm, bütün 1 m. Vermek.

 

26-) Zâlike Bi ennehüm kalu lilleziyne kerihu ma nezzelAllâhu senutıy’uküm fiy ba’dil emr* vAllâhu ya’lemu israrehüm;
Bu duruma düşmelerinin nedeni; onların, Allâh’ın indirdiğini beğenmeyenlere: “Bu işin bir kısmında size itaat edeceğiz” demeleridir… (Oysa) Allâh onların gizlediklerini bilir. (A.Hulusi)

26 – Öyle, çünkü bunlar Allahın indirdiğini hoşlanmayanlara demişlerdir ki: biz, size bazı emirde itaat edeceğiz, Allah ise onların o gizli konuşmalarını bilip duruyor. (Elmalı)

 

Zâlike Bi ennehüm kalu lilleziyne kerihu ma nezzelAllâhu senutıy’uküm fiy ba’dil emr böyle olmuştur, bu böyledir. Çünkü onlar Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmayanlara bazı konularda sizin talimatınıza uyacağız dediler.

Bu tür münafıklık tavrı, işte burada ki münafıkların bir tür nifak tavırları ortaya çıkıyor. Teslimiyet yok, içten pazarlık var. İçten pazarlıklarını da böyle beyan ediyorlar. Yani acaba ne yapsam, yani biraz ona biraz buna mı versem. Yere çakar iki çatal kazığı, ikiden birine eyler yazığı diyordu ya Seyrani: Yürekte çatal kazık geçmez. Bir yürekte iki sevda olmaz diyor. Bir kısmını şeytana vereyim, bir kısmını rahmana vereyim, ikisinin de gönlünü alayım şeklinde ki bir müzebzib tavır bu işte.

vAllâhu ya’lemu israrehüm Ama Allah onların gizlediklerini bilir.

 

27-) Fekeyfe izâ teveffethümül Melaiketü yadribune vucuhehüm ve edbarehüm;
Peki ya o Melekler, onların yüzlerine ve arka taraflarına vurarak kendilerini vefat ettirdikleri (bedenle bağlantılarını kestikleri) zaman nasıl olacak? (A.Hulusi)

27 – O halde Melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırlarken nasıl olacak bakalım. (Elmalı)

 

Fekeyfe izâ teveffethümül Melaiketü yadribune vucuhehüm ve edbarehüm iyi de melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alacakları zaman halleri ne olacak peki? O zaman ne yapacaklar. Yani o zamanda yarısını şeytanım mı alsın diyecekler. Ne yapacaklar?

 

28-) Zâlike Bi ennehümüt tebe’û ma eshatAllâhe ve kerihu rıdvaneHU feahbeta a’malehüm;
İşte budur! Onlar Allâh’ı öfkelendiren şeylere tâbi oldular; O’nun rıdvanını beğenmediler de, (Allâh) onların yaptıklarının karşılığını hiç etti! (A.Hulusi)

28 – Öyle, çünkü onlar Allahın hışmına sebep olan şeylerin ardına düştüler de onun rıdvanını istemediler, o da onların bütün amellerini heder etmiştir. (Elmalı)

 

Zâlike Bi ennehümüt tebe’û ma eshatAllâhe ve kerihu rıdvaneH böyle olacak, çünkü onlar Allah’ın lanetlediği her şeye sarıldılar ve O’nun hoşnutluğundan nefret ettiler. feahbeta a’malehüm ve böylece kendi emeklerini boşa çıkardılar.

Ayete dikkat buyurdunuz mu sevgili dostlar, Allah’ın lanetlediği her şeye sarılmak, Allah’ın sevdiği şeylerden de nefret etmek. Çok ilginç bir tavır. Allah ile zıtlaşmak diyoruz biz buna. Neyi seviyorsa Allah ondan nefret etmek. Neyi de lanetliyorsa ona deli gibi sarılmak. İşte Allah ile zıtlaşmak bu. Bu bir tür Allah’a savaş açmak aslında. Böyle bir insanın sonu ne olur, böyle bir tavrın sonucu ne olur..! Evet, vahiy inşa ederse ancak Allah ile zıtlaşmaz insan. Allah’ın gör dediği yerden bakar ve onu görür. Şeytanın inşa ettiği bir zihinle bakarsa Allah ile zıtlaşacaktır.

 

            29-) Em hasibelleziyne fiy kulubihim meredun en len yuhricAllâhu adğânehüm;
Yoksa hastalıklı düşünce sahipleri, onların (gizledikleri) amansız kinlerini Allâh asla ortaya çıkarmayacak mı sandılar? (A.Hulusi)

29 – Yoksa o kalplerinde bir maraz bulunanlar, Allah kendilerinin kinlerini asla meydana çıkarmaz mı sandılar? (Elmalı)

 

Em hasibelleziyne fiy kulubihim meredun en len yuhricAllâhu adğânehüm yoksa kalplerinde tarifsiz bir hastalık bulunanlar, kör kinlerini Allah’ın açığa çıkarmayacağını mı sandılar. Dğn aslında kötü bir şeyin, görünmesin diye üstünü örtmektir. Kök manası bu. Fakat daha sonra kin, nefret, kör kin manasına gelmiş. Bu kör kinin açıklaması ne? Bir üstteki ayettir. Allah’a karşı, O’nun dinine karşı kör kin nasıl anlaşılır? Allah’ın lanetlediği her şeyi sevmek, Allah’ın hoşnut ve razı olduklarındansa hiç hoşnut ve razı olmamak. İşte kör kin bu.

[Ek bilgi; Nitekim i'rabda veya tecvidde hataya da lahin denilir. Mesela zafer elde edildiği zaman "Biz de sizinle beraberdik." (Ankebut, 29/10) demeleri, biraz sıkışınca "Şüphesiz bizim evlerimiz açıktır." (Ahzap, 33/13) demeleri, yahut demin geçtiği üzere "o demin ne dedi?" demeleri gibi sözler hep sözün lahni cümlesindendir. Allah bütün amellerinizi bilir. Hepinizin niyetlerinize göre, iyiye iyi, kötüye kötü, uygun olan karşılığını verir.(Elmalı-Tefsir)]

 

30-) Velev neşau le ereynakehüm fele areftehüm Bisiymahüm* ve leta’rifennehüm fiy lahnil kavl* vAllâhu ya’lemu a’maleküm;
Eğer dileseydik elbette onları sana gösterirdik de onları sîmalarından kesinlikle tanırdın! Yemin olsun ki sen onları sözlerinin üslubundan tanırsın… Allâh yaptıklarınızı bilir! (A.Hulusi)

30 – Dilesek biz onları sana gösteriverirdik de kendilerini bütün simalarıyla tanırdın ve her halde sen onları lakırdılarının edasından tanırsın, Allah ise bütün yaptıklarınızı bilir. (Elmalı)

 

Velev neşau le ereynakehüm fele areftehüm Bisiymahüm eğer isteseydik onları sana kesin gösterirdik ve elbet sen de onları gerçek yüzleriyle tanımış olurdun. Söz geliminden, ama bunu yapmadık, yani istemedik denildiğini anlıyoruz, fahval hitaptan. Yani kimseye insanın kalbini okuma yetkisi vermedik demektir bu ayet. Bu sen dahi olsan ey peygamber. Sana bile insanların kalbini okuma yetkisi vermedik.

Üsame örneğini hatırlayın. Üsame, bir düşmanını kendisine karşı kılıç üşürmek üzere olan bir düşmanını, kendisi kılıcıyla tam haklarken o Allah’a iman ettiğini söylemiş, ama kılıç durmamıştı ve boynunun üzerine inmişti. Resulallah bunu haber aldığında; “Ya Üsame demek sen Rabbim Allah diyen birini öldürdün ha?” “Ama ya Resulallah o kendini kurtarmak için öyle söyledi.” Deyince;”Hel şakakta kalbeh.” “Onun kalbini açıp da baktın mı? Yarıp da baktın mı?”

Aslında Üsame’nin dediği gibi olmuş olması kuvvetle muhtemel. Ama peygamberimizin verdiği ders çok daha soylu bir ders. 1/100 ihtimal dahi olsa o bir ihtimali önemliydi. Efendimiz hep böyle hareket etmişti. Onun içindir ki; Lem ab as em eşukka alâ kulubinnas.  “Ben insanların gönlünü açıp bakmak için gönderilmedim.” Diyordu ve onların beyanlarına itibar ediyordu, işte bu yüzden münafıkların münafıklığını bilse dahi onların yüzlerine vurmadı bunu.

Bu vahyin inşa ettiği peygamberin tasavvuruydu işte. Ayet böyle inşa etmişti Resulallah’ın tasavvurunu. Onun içindir ki Ümmü ‘Ala’ya cevap verirken efendimiz: “Ve inniy vallahi ma edrıy ve ene resulullahi ve ma yuf’allu bihi.” Demişti.  “Ben peygamber olduğum halde, Allah’ın Resulü olduğum halde vallahi yarın bana ne yapılacağını bilmiyorum.” Çünkü Ümmü ‘Ala evlerinde vefat eden Keriym sahabe Osman’bin Maz’un un cenazesine dönerek; “Sana ne mutlu, Allah seni cennetine koyacak.” Demişti de peygamberimiz bunu duyunca ona böyle cevap vermişti. “Ben peygamber olduğum halde vallahi bana yarın ne yapılacağını ben bile bilmiyorum.” Buyurmuştu.

İşte böyle diyen peygamberin tasavvurunu bu tip ayetler inşa etmişti. Çünkü Ahkaf/9 da ..ve ma edriy ma yüf’alu Biy ve lâ Biküm. (Ahkaf/9) yani böyle demesi emr olunuyordu. Ben; bana da size de yarın ne olacağını bilmiyorum de diye emr olunuyordu.

ve leta’rifennehüm fiy lahnil kavl Ama, yani kalplerini açıp bakmazsın, bilemezsin. Allah sana bildirseydi bilirdin ama bilemezsin. Peki yine de bileceğin bir yer yok mu? Var. Sen onları sözün eda ve üslubundan mutlaka çıkarırsın. Yani yine de bilebilecek bir yer var.

Basiretli biri ses tonundan, edasından muhatabını çözebilir. Sen de çözebilirsin. Mesela onlar Ra’ina yerine ra’iyna derlerdi dillerini eğip bükerek. Bizi gözet, bize bak yerine, bizim çobanımız, yani bir tür hakaret manasına o anlama gelecek şekilde hiç belli belirsiz dillerini hafif kırıverirlerdi. Mesela yine “esselâmu aleyküm” yerine belli belirsiz “essem aleyküm” derlerdi. Sem, yani karşıdakine ilenmek, lanetlemek anlamına gelen bir söz bu.

Hatta peygamberimiz de onlara “Aleyküm.” Derdi. Bir kezinde peygamberimizin ince mesajını anlayamayan Hz. Aişe, Ya Resulallah onların selamını niye alıyorsun, baksana ne diyor, nasıl dilini eğip bükerek selam veriyor, anlamıyor musun.”. “Hayır ya Aişe anlıyorum, zaten ben de “ve aleyküm” dedim. Aynısı da size olsun dedim. Buyuruyorlar.

vAllâhu ya’lemu a’maleküm ama Allah bütün yaptıklarınızı bilir.

 

31-) Ve leneblüvenneküm hattâ na’lemel mücahidiyne minküm vessabiriyne ve neblüve ahbareküm;
Andolsun ki biz, sizden, mücahitler (Allâh yolunda mücahede edenler) ve sabredenler (sizce de) bilininceye kadar sizi (belâlarla) deneyeceğiz… Haberlerinizi duyuracağız! (A.Hulusi)

31 – Celalim hakkı için sizi imtihana sokacağız, tâ ki içinizden mücahitleri ve sabredenleri belli edelim ve haberlerinizi imtihan meydanlarına numune yapalım. (Elmalı)

 

Ve leneblüvenneküm hattâ na’lemel mücahidiyne minküm vessabiriyne ve neblüve ahbareküm içinizden Allah yolunda üstün çaba gösterenleri ve zorluklara karşı direnenleri ortaya koyuncaya kadar, hatta na’lem ibaresi aslında, kelime manası bilinceye, öğreninceye kadar. Allah’ımız bilmiyor muydu, bu; ortaya çıkarıncaya kadar anlamına alınmalı diye düşünüyorum. Ortaya çıkarıncaya kadar sizi sınayacağız. Sizin bütün iddialarınızı da sınayacağız.  Hatta na’lem i biraz daha durmak isterdim ama vaktimiz toparlanıyor, yine de daha önce işlediğimi hatırlıyorum Bakara/143. ayetinin tefsirine, Ankebut/3. ayetinin tefsirine bakılabilir.

 

32-) İnnelleziyne keferu ve saddu ‘an sebiliyllâhi ve şakkur Rasûle min ba’di ma tebeyyene lehümül hüda, len yedurrullahe şey’a* ve seyuhbitu a’malehüm;
Muhakkak ki hakikat bilgisini inkâr edenler, Allâh yolundan alıkoyanlar ve hakikat ilmi kendilerine açıklandıktan sonra Er Rasûl’e (Rasûlullâh’a) muhalefet edenler, Allâh’a asla hiçbir zarar veremezler! (Ama O) onların amellerini boşa çıkaracaktır. (A.Hulusi)

32 – Haberiniz olsun ki o küfredip Allah yolundan men’ eyleyen ve hak kendilerine tebeyyün ettikten sonra Peygambere karşı gelenler hiç bir zaman Allaha zerrece bir zarar edecek değiller, o onların amellerini heder edecektir. (Elmalı)

 

İnnelleziyne keferu ve saddu ‘an sebiliyllâhi ve şakkur Rasûle min ba’di ma tebeyyene lehümül hüda, len yedurrullahe şey’a şüphesiz inkarda direnen, Allah yolundan alıkoyan ve doğru yol kendilerine açıklandıktan sonra elçi ile yollarını, aralarını ayıran kimseler Allah’a hiçbir zarar vermiş olamazlar.

Ve şakkur Rasûl; Nebi ile yol ayırmak, elçi ile. Bugün bunun anlamı daha geniş olsa gerek. Onu vahiy postacısı gibi görmekte onunla yolları ayırmak anlamına gelir diye düşünüyorum. Onu ilahi inşanın bir modeli bir arke tipi, bir prototipi olarak görmek ve onu model almak yerine, onu sanki bir ara kablosu haşa gibi görmekte onunla yolları ayırmak olsa gerektir diye düşünüyorum.

ve seyuhbitu a’malehüm ne ki kendi, emeklerini boşa çıkarmış olacaklar böyleleri. Eğer Allah Resulü ile yollarını ayırırlarsa.

 

33-) Ya eyyühelleziyne amenû etıy’ullahe ve etıy’ur Rasûle ve lâ tubtılu a’maleküm;
Ey iman edenler! İtaat edin Allâh’a ve itaat edin Rasûl’e; yaptıklarınızın getirisini geçersiz kılmayın! (A.Hulusi)

33 – Ey o bütün iman edenler! Allaha itaat edin ve Resule itaat edin de amellerinizi iptal eylemeyin. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey iman ailesinin fertleri, bireyleri.

Ya eyyühe; nida ve münada ibaresi aslında bir ailenin fertlerini, bireylerini ifade eden bir ifade tarzıdır. Onun için Ey iman ailesinin fertleri diye çevirmeyi uygun buldum.

amenû etıy’ullahe ve etıy’ur Rasûle ve lâ tubtılu a’maleküm Allah’a itaat edin. Elçiye itaat edin, peygambere itaat edin ve asla emeklerinizi boşa çıkarmayın. Burada aslında etıy’u 2 kere gelmeyebilirdi de. Dil kuralları gereği etıy’ullahe vel Resul diye de gelebilirdi. Ama iki kere gelmesi anlama farklı bir şey katar yan anlam olarak. Nedir o; Allah’a ve peygambere itaatinizin iki ayrı illeti, iki ayrı gayesi vardır. Yani peygambere itaatin de ayrıca getirisi vardır, gayesi vardır, illeti vardır. O nedenle ayrıca peygambere de itaat edin anlamına gelir.

[Ek bilgi; Diğer bir deyimle, amellerinin faydalı ve sonuç verici olması, tamamen Allah ve Resulü’ne itaate bağlıdır. İtaatten çıktıktan sonra yapılan hiçbir amel, kişinin ecir kazanmasına neden olan hayırlı amel değildir. (Ebu’l alâ Mevdudi- Tefhimu-l Kur’an.)]

 

34-) İnnelleziyne keferu ve saddu an sebiylillâhi sümme matu ve hüm küffarun felen yağfirAllâhu lehüm;
Muhakkak ki hakikat bilgisini inkâr edenler, (insanları dışsallık veya içsellik yüzünden) Allâh yolundan alıkoyanlar, sonra da hakikati inkârlarıyla ölenler var ya, Allâh onları kesinlikle bağışlamayacaktır! (A.Hulusi)

34 – Haberiniz olsun ki küfredip Allah yolundan sapan sonra da kâfir oldukları halde ölenleri Allah hiç bir zaman mağfiret buyurmaz. (Elmalı)

 

İnnelleziyne keferu ve saddu an sebiylillâhi sümme matu ve hüm küffarun şüphesiz inkarda direnen, Allah yolundan alıkoyan sonra da bu inkar üzere ölen kimselere gelince felen yağfirAllâhu lehüm evet, Allah onları asla bağışlamayacaktır, affetmeyecektir.

 

35-) Fela tehinu ve ted’u ilesSelmi, ve entümül a’levne, vAllâhu me’aküm ve len yetireküm a’maleküm;
Gevşemeyin ve siz üstünken selm’e (barışa, Hak ile bâtılı uzlaştırmaya) çağırmayın! Allâh sizinle “Bir”liktedir! Sizin yaptıklarınızı asla eksiltmeyecektir. (A.Hulusi)

35 – Onun için gevşeklik etmeyin de sizler daha üstün olacak iken sulha yalvarmayın, Allah sizinledir ve asla sizin amellerinize kıymaz. (Elmalı)

 

Fela tehinu ve ted’u ilesSelm artık gevşemeyin ve barış için yalvarıp yakarmayın. Yani bu Kur’an da nehy edilen barış adı altında zillet ve onursuzluktur. Aslında barış emredilir. A. İmran/139. ayetinde; (Hayır Enfal/61 olacak) Ve in cenehû lis selmi fecnah lehâ. (Enfal61)   Yani eğer barışa yanaşırlarda sen de barışa yanaş emri vardır.

ve entümül a’levn zira sizsiniz üstün olan vAllâhu me’aküm ve len yetireküm a’maleküm çünkü Allah sizinle beraberdir ve O sizin emeklerinizi  asla zayi etmeyecektir.

 

36-) İnnemel hayatüd dünya le’ıbun ve lehv* ve in tu’minu ve tetteku yü’tiküm ücureküm ve lâ yes’elküm emvaleküm;

Dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir! Eğer iman eder ve korunursanız, hem ecirlerinizi verir ve hem de sizden bütün mallarınızı (bu yolda sarf etmenizi) istemez! (A.Hulusi)

36 – Dünya hayat bir oyun ve eğlenceden ibârettir, halbuki siz iman eder de iyi korunursanız size hem ecirlerinizi verir hem de sizden bütün mallarınızı istemez. (Elmalı)

 

İnnemel hayatüd dünya le’ıbun ve lehvun bu dünya hayatı, öte dünya olmaksızın açıklama bu; Bir oyun ve eğlenceden ibarettir. ve in tu’minu ve tetteku yü’tiküm ücureküm ama eğer iman eder ve sorumluluk bilinciyle yaşarsanız karşılığını mutlaka alırsınız. ve lâ yes’elküm emvaleküm üstelik sizden mallarınızın tamamını da istemez. Bir bağ veren Allah, sizden bir salkım ister yoluna.

 

37-) İn yes’elkümuha feyuhfiküm tebhalu ve yuhric adğâneküm;
Eğer sizden onların (tamamını) isteyip size baskı yapsaydı, cimrilik ederdiniz ve (böylece) kinlerinizi (açığa) çıkarırdı. (A.Hulusi)

37 – Eğer sizden onların hepsini ister de sizi çıplak bırakacak olursa buhl eder dayatırsınız, bütün kînlerinizi de meydana çıkarır(Elmalı)

 

İn yes’elkümuha feyuhfiküm tebhalu ve yuhric adğâneküm O sizden mallarınızın tamamını istese ve sizi köşeye kıstırsaydı cimrilik ederdiniz de böylece gizli tarafınızı ortaya çıkarmış olurdu. Yani zaafınızı ortaya çıkarmış olurdu.

 

38-) Ha entüm haülai tüd’avne li tünfiku fiy sebiylillâh* feminküm men yebhalü, ve men yebhal feinnema yebhalü an nefsih* vAllâhul Ğaniyyü ve entümül fükarâ’* ve in tetevellev yestebdil kavmen ğayreküm sümme lâ yekûnu emsâleküm;
İşte sizler, Allâh yolunda karşılıksız paylaşmak için davet olunanlarsınız! Sizden kimi de var cimrilik eder! Kim cimrilik ederse cimriliği yalnızca kendi nefsine yapmış olur! Allâh Ğaniyy’dir, sizler fakirlersiniz! Eğer yüz çevirirseniz sizden başka bir toplumu yerinize getirir; onlar sizler gibi olmazlar! (A.Hulusi)

38 – İşte siz şunlarsınız: Allah yolunda infak etmeğe (iktiza eden masrafı vermeğe) davet olunuyorsunuz da yine içinizden kimisi kıskanıyor, halbuki kim kıskanırsa kendine kıskanmış olur, Allah ganî, fukara sizsiniz (ihtiyaç sizin) ve eğer tersine giderseniz başka bir kavmi tutar yerinize getirir sonra onlar sizin gibi olmazlar. (Elmalı)

 

Ha entüm haülai tüd’avne li tünfiku fiy sebiylillâh bakın, sizler Allah yolunda infak etmeye çağrılarak ödüllendirilen kimselersiniz. Yani Allah sizden yolunda infak isterken sizi ödüllendirmek için bunu yapıyor. Muhtaç olduğu için değil. feminküm men yebhal fakat yine de sizin içinizden cimrilik edenler var. ve men yebhal feinnema yebhalü an nefsih ama kim cimrilik ederse kendi aleyhine cimrilik etmiş olur. Çünkü veren ödülü hak edecek. Çünkü veren aslında kendinden vermiyor, Allah’ın kendisine verdiğinden daha fazlasını vermek için veriyor.

vAllâhul Ğaniyyü ve entümül fükarâ’ zira Allah kendine yetendir. Siz ise O’na hep muhtaçsınız. ve in tetevellev yestebdil kavmen ğayreküm sümme lâ yekûnu emsâleküm evet son olarak; Eğer Allah’tan yüz çevirirseniz sizin yerinize başka bir toplum getirir de sonra onlar sizin gibi olmazlar.

Bir başka ayette; ..men yertedde minküm an diynihı fesevfe ye’tillâhu Bi kavm.. (Maide/54) kim Allah’ın dininden yüz çevirirse Allah onların yerine yepyeni bir toplum getirecektir.

Bir başka ayette; İn yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti Bi halkın cediyd. (Fâtır/16) eğer isterse sizi sile süpürür, yerinize yepyeni bir varlık türü getirir. Neden? Eğer O’na kulluğu terk ederseniz unutmayın ki ona muhtaçsınız, O size muhtaç değil. Allah’a yapacağınız kulluk, aslında kendinize ikramınızdır.

Rabbim kulluğundan ayırmasın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. FETİH (01 – 14) (161)

$
0
0

231

 

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha gireceğiz. Fetih suresi. Gerçekten de adına layık bir sure. Fetih tasavvurumuzu inşa eden bir sure. Kur’an a göre fetih nedir, bunun içini dolduran bir sure.

Fetih yürek fethidir, fetih gönüllerin önünü açmaktır, fetih kalplerin kapısını açmaktır, fetih iman ile insan arasında ki engelleri açmaktır. Fetih, tohum ile toprağın buluşması gibi, rüzgârla yaprağın buluşması gibi. Kökle saçakla suyun buluşması gibi imanla insanın buluşmasıdır diyen bir sure.

Sure Mushaf sıralamasında 48. sırada yer alır. Adını yüreklere giden yolun açılması anlamına gelen fetih adını, ilk ayetinden alır. İnsan ile İslam arasında ki engellerin kaldırılması, kalplerin kapılarının açılması, insana imanın ulaşması anlamını taşır. Buhari’de ki bir rivayetten surenin daha ilk nesil zamanında, hatta Hz. Peygamber hayatta iken bu isimle anıldığını öğreniyoruz.

 

[Ek bilgi ; Feth-i Karîb, Feth-i Mübîn ve Feth-i Mutlak….

Feth-i ilâhîye gelince o, ahsen-i takvîme mazhariyetinin hakkını edâ etmiş hak erine Cenâb-ı Hakk'ın özel bir teveccühü ve bir fazl-ı husûsîsidir. Bu sayede sâlikin kalbinde ve ruhunda öyle bir nur, öyle engin bir mârifet hâsıl olur ki, böyle bir mazhariyet ne iç içe çilelerle ne de başka bir yöntemle kat'iyen elde edilemez….

Sofîler bu fetihleri daha farklı açılımlarıyla ele almışlardır. Ezcümle, feth-i karîbi, melekût ve melekût ötesine açılma şeklinde yorumlamışlardır ki, bu yüce pâyeye mazhar hak yolcusu, bir bir bütün esbap perdelerini aşar ve min vechin O'na ulaşır, ulaşır da kendi sa'y, gayret ve ef'âlini, damlanın deryada kaybolması gibi ilâhî ef'âl içinde muzmahil görür…

Esmâ ve ef'âl-i ilâhiye sıfât-ı sübhâniyeye, onlar da Zât-ı Zîşân'a perde oldukları gibi, bir mânâda kalb ruha, ruh da sırra hicap mâhiyetindedir. Bütün bu hicapların bir bir aralanması, hatta tamamen kaldırılması sayesindedir ki, her şey işte o zaman (min haysü hüve hüve) duyulup görülür ve gayb iken ayân olur…. (Fettullah Gülen)]

 

İniş zamanını tespit kolay, çünkü sure bize bastığı yeri haber veren bir sure. Yani bağlamıyla ilgili bir çok doneler sunan bir sure. Vahiy ayakları yerde, başı gökte ilahi bir hitaptır diye hep tarif ederiz. Bu surenin ayaklarının zaman içinde, tarih içinde nerde durduğunu kesin tespit edebiliyoruz. Bir bütün halinde nazil olduğu içinde konu bütünselliğine sahip olduğunu biliyoruz.

İbn Abbas tertibinde sure nüzul sıralamasında 91. sırada yer alır. Ki bu tertibe göre Mümtehıne suresi ile Nisa suresi arasında.

Yine Hz. Osman tertibine göre ise, ki bu farklı bir tertip farklı bir iniş sıralaması, 111. sırada yer alır.  Cuma suresi ile Maide suresi arasında.

Surenin konusu Hudeybiye barış antlaşması çerçevesinde şekillenen gerçekten tüm muhataplara, tüm zamanlarda geçerli olan ilkeler manzumesi veren bir konudur. Sureyi iyi anlamak için surenin dış bağlamını, indiği şartları, nüzul ortamını şöyle özet halinde hatırlatmam gerekecek. Buyurun hep beraber vahyin indiği çağa, indiği ortama, indiği topraklara gidelim ve böyle bir sure, böyle bir müjde, böyle bir göz aydınlığı, böyle bir yüz aydınlığı, böyle bir gönül ferahlığı rabbimiz tarafından bir gök sofrası olarak insanlığın önüne hangi şartlarda, hangi ortamın bir gereği olarak indi onu görelim.

Hendek, Mekke müşrik devletinin Medine İslam devletine karşı yaptığı son büyük saldırı idi. Hendek’te tüm güçlerini ortaya koymuşlardı müşrikler. Sadece Mekke’liler değil, onların müttefikleri de yer almıştı Hendek’te. Bölgede ne kadar muhalif var, en büyük ittifakı gerçekleştirerek İslam’ı öz vatanında boğmak için çepeçevre kuşatmışlardı. Fakat Allah’ın yardımı dinine desteği sayesinde Hendek’ten hiçbir şey elde edemeden gerisin geri döndüler. Rüsva bir halde döndüler.

Onlar dönerken bir sabah kalktığında mü’minler ağaran ufka doğru baktıklarında müşriklerin ordugahında sanki bir harp olmuş gibi gece esen kasırga onların çadırlarını yerle bir etmiş, develerinin yüklerini savurmuş, hatta kazanlarını sağa sola fırlatmış bir halde, sanki savaştan yenik ayrılmış bir ordunun geriye bıraktığı yangın yeri seyreder gibi seyretmiş ve arkasından gerçekten de Resulallah’ın stratejik dehasını da gösteren şu sözü söylemişti.

- Artık sıra sizde..! Yani onlar bitti, son güçlerini kulandırlar. Artık zirveyi inişe geçtiler, artık sıra bizde. Demişti.

İşte bunun ardından yaklaşık iki yıl sonra, ki hicretten 6 yıl sonraya tekabül ediyor. Efendimiz ve muhacirler 6 yıllık bir vatan hasretiyle yanıp kavrulmuş, özellikle aşığı oldukları Kâbe’nin hasreti rüyalarına kadar girer olmuştu.

İşte bu özlem bir gün Resulallah’a bir rüya gördürdü. Rüyasında ihramlı bir biçimde, ardında mü’minler olduğu halde Kâbe’ye girdiğini, Kâbe’yi tavaf ettiğini görmüştü. Rüyasını gerçekleştirmek için, bu rüyanın kendisine bir işaret olduğu açıktı. Bu rüyayı gerçekleştirmek için etrafa bir davetiye gönderdi. Tüm bedevi müttefiklere, civarda ki Arap kabilelerde dahil tüm müttefiklere böyle bir yolculuğu olacağını, bu küçük hac yolculuğuna katılmak isteyenlerin kafileye gelmek için yola çıkmaları gerektiğini söyledi.

Fakat civarda ki bedevi Arap kabileleri bu çağrıya icabet etmediler. Korktular. Dahası, böyle bir halde böyle silahsız bir halde, böylesine yalın kılıç bir halde, böyle bir zamanda Resulallah ve arkasında gidenlerin bir daha geri dönmeyeceğini düşündüler. Mekke’lilerin onları kırıp geçireceğini, yol edeceklerini düşündüler. Surenin 11. ayeti onların gizledikleri bu düşüncelerini mucizevi bir biçimde ele veriyor.

 

Gelen insanlar tamamı Medine’de ki müminlerden, hemen hemen çoğunluğu, tamamına yakını da muhacirlerden oluşan 1400 – 1500 kişi idi. Bu iki rakam arasında ki farkın çocuk denecek yaşta ki gençlerden oluştuğunu düşünüyorum şahsen. Yani 1400 savaşabilecek insan vardı, bunların 100 tanesi savaşamayacak derecede küçük hacca, küçük hacca, ya da umreye gelmek için yola çıkmış gençlerdi.

Hicretin 6. yılının zilkade ayının başında, miladi takvimle 628 tarihinin mart ayına tesadüf ediyor. Kafile yola çıktı. Kafile silahsızdı, çünkü küçük hac için çıkmışlardı. Yanlarına kurbanlarını da almışlardı. Hacca gitmek, savaşa gitmek değildi. Onun içinde bir kılıçtan başka hiçbir şey almamışlardı. Bunun 1. nedeni yola çıkış aylarının haram aylarından biri olmasıydı. Bu ayda Arap geleneğine göre zilkade ayında hiç kimse, hiç kimseye savaş açmaz, babasının düşmanı da olsa onun kılına dokunamazdı. Araplar bu geleneklerine çok sadık idiler. Dolayıysa Mekke müşriklerinin de bu kadiym geleneği çiğnemeyeceklerini, Resulallah’a ve arkasından umre için gelen mü’minlere dokunmayacaklarını düşünmüşlerdi. Onun içinde sade bir kılıçla geleneğe uygun olarak, onun dışında ne bir zırh, ne bir kalkan, ne bir miğfer, ne bir kargı ve ne de bir başka teçhizat almaksınız yola çıktılar.

Hepsi beyaz güvercinler gibi ihramlıydılar. Yanlarında kurbanlarını da getirmişlerdi. Özlemleri dağlar gibiydi. Mekke’yi çok özlemiştiler. Hatta Bilal ağlayarak Mecennenin suyu üzerine şiirler söylüyor, Mekke’yi ne kadar özlediğini, ne kadar büyük bir hasretle görmek istediğini dile getiriyordu. Dinleyenleri ağlatıyordu.

Bu özlemle yola çıktılar. Resulallah’ın rüyası onlar için gerçekleşmiş bir hakikat gibiydi. Dolayısıyla Kâbe’yi göreceklerini, ziyaret edeceklerini, hac edeceklerini, tavaf edeceklerini, hasret gidereceklerini düşünerek yola çıkmışlardı.

 

[Ek bilgi: MEKKE YOLUNDA

Herkes bu kafilenin savaş için değil, savaşın haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kabe'de kurban edilmek üzere adanmış develeri alarak Beytullah'a doğru silahsız olarak gittiklerini görüyordu.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hareketi Kureyşlileri son derece müşkül durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden beri Araplar arasında Kabe'yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram aylardan Zi'lka'de ayında bulunuluyordu. Bu ayda ihram giyip Hac veya Umre için gelen bir topluluğu engellemek hiçkimsenin hakkı değildi. Düşman kabul ettikleri bir kabile dahi olsa, kesinkes uydukları kanunlar nedeniyle onların kendi bölgelerinden geçmesini engelleyemezlerdi.

Kureyşliler: "Eğer biz Medine'nin bu topluluğuna saldırarak Mekke'ye girmelerini engellersek, bütün Arabistan'da kıyamet kopacak; her Arab "Bu tam bir zulümdür, haddi aşmadır" diye feryat edecek, bütün Arap kabileleri Kabe'yi mülkiyetimize geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek," diye endişeye düştüler. Hatta bu tavrımız sonucu bazı kabilelerde gelecekte bir kimsenin Umre veya Hac yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı, kızdığımız kimseyi Kabe'yi ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi engelleyeceğimiz endişesini uyandıracaktır diye düşünmeye başladılar. Eğer böyle bir hata yaparsak bütün Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar.

Buna karşılık Muhammed (s.a) 'in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde şehrimize sokarsak, bütün Arap diyarında itibarımız zedelenecek, şöhretimiz sönecek ve halk Muhammed'den (s.a) korktuğumuzu söyleyecek diye düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık içinde konuyu tartıştıktan sonra Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve haysiyetleri uğruna, ne pahasına olursa olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak kararı aldılar.

(Tefhimu’l Kur’an – Ebu’l alâ Mevdudi)]

 

Mekke’liler Müslümanların izin talebini beklenilenin tersine reddettiler. Bu barış ayında, savaşın haram olduğu kendi geleneklerine göre yasak olduğu bu ayda hac için, umre için, ziyaret için Kâbe’ye gelenlerin asla engellenmediği ve engellendiğinin görünmediği böylesi bir ayda geleneklerine aykırı davranarak Müslümanların kafilesini Mekke’ye sokmak istemediler.

Hz. Peygamber niçin geldiklerini izah için Hz. Osman’ı Mekkelilere yolladı. Osman Bin Affan Mekke’nin soylu kabilelerinden birinin çocuğuydu, ona dokunamazlardı. Bu düşünceyle Resulallah Hz. Osman’ı yollamıştı. Fakat Hz. Osman gittikten sonra kafilenin konak yerine gelen haber hiçte iyi değildi. Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi gelmişti, şehit edildiği haberi gelmişti. Bu Resulallah’ta ve etrafında ki mü’minler de öylesine büyük bir hüzne yol açtı ki, gerçekten de tarifi imkansızdı.

Bunun üzerine ihanete uğramış olmanın üzüntüsüyle efendimiz oradaki herkesten kanının son damlasına kadar çarpışıp şehit olacağına dair bey’at istedi ve orada bulunan herkes sıraya girerek kanının son damlasına kadar hak ve hakikat uğrunda. Adalet ve özgürlük uğrunda, tevhid ve iman uğrunda çarpışıp öleceğine dair Resulallah’a bey’at etti. Bölgede ki bir ağacın altında o ağaca şeceretü Rıdvan, bu Bey’at ada Bey’atur Rıdvan. Yani Allah’ın razı olduğu bey’at adı verildi. Ki Allah’ın razı olmasını da biz yine bu sureden öğreniyoruz 18. ayetinden;

Lekad radıyAllâhu ‘anilmu’miniyne iz yubayi’ûneke tahteşşecere. (18) Allah mü’minlerden o ağacın altında Bey’at ettikleri zaman razı olmuştur mealinde ki bu ayet, işte bu Bey’at e katılanları müjdeliyordu.

Yine İnnelleziyne yübayi’ûneke innema yübayi’ûnAllâh (10) diyerek 10. ayetinde onların aslında Resulallah’a bey’at etmediklerini, Resulallah’a bey’at etmelerinin Allah’a bey’at anlamına geldiğini müjdeliyordu.

Mekke, kendi geleneğini çiğnemişti. Kendi geleneğini çiğnediğinin en kötü örneğini vererek Halit komutasında 200 kişilik bir suvari birliğini mü’minlerin güzergahına doğru sürmüştü. Süvari birliğiyle karşılaşmamak için Resulallah kafileyi hızlı bir intikalle geliş istikametinin tam ters tarafına, yani güneye doğru sürdü. Mekke’yi denize paralel olarak aştı, Mekke ile Cidde arasında Hudeybiye denilen yere kadar ulaştı. Ki Cidde; Mekke yolu üzerinde, Mekke’ye 20 km. mesafede bir yerdir ve bugün orada, tamda antlaşmanın yapıldığı yerde metruk ve yarı yıkılmış bir halde orijinal bir mescit bulunmaktadır.

Mekke’nin tacizi bununla kalmadı. Haram aya rağmen kendi geleneklerine göre o ayda çarpışmak, savaşmak, savaş açmak yasak olmasına rağmen önce 40 kişilik bir taciz gücü gönderdi silahsız Müslümanların üzerine. Bu 40 kişilik Mekke kuvveti Müslümanlara baskın vermek için, bir gece baskını, ani bir baskınla onlara saldırmak için fırsat kollarken, baskına uğradılar, Müslümanların uyanıklığı sayesinde kıskıvrak yakalanıp bire kadar yakalanıp Resulallah’a getirildiler.

Resulallah onların kılına dahi dokunmadı, teslim aldığı gibi Mekke’lilere teslim etti. Bununla; Biz buraya savaşmaya gelmedik, biz buraya ibadet için geldik. Biz buraya Allah’ın beytini ziyarete geldik. Biz buraya sadece ve sadece özlem gidermeye geldik mesajını veriyordu. Fakat bu mesajı almak istemeyen Mekkeliler şanslarını bir daha denediler. Bu sefer öncekinin iki katı bir baskın grubu hazırlayarak 80 kişilik bire birlikle yine bir gece vakti haince bir pusu kurmak için Müslümanların üzerine müfreze yolladılar. Ama 1. kafilenin başına gelen onların da başına geldi. Yine Müminler onları da kıskıvrak yakaladılar. Ava giden avlanmıştı. Resulallah’a getirdiler. Resulallah 1. kafileye yaptığı muameleyi onlara da yaptı, gerisin geri Mekke’ye, hiç birine herhangi bir ceza vermeden geri iade etti. 

Bunun üzerine artık Mekkeliler bu yöntemlerle hiçbir sonuç alamayacaklarına inandılar. Resulallah ve Mü’minlerin amaçlarının savaş olmadığını onlar da biliyorlardı. Fakat fırsattan istifade Resulallah’tan ve tabii ki onun getirdiği insanlığın değişmez değerlerinden, bu fırsattan istifade kurtulmak istemişlerdi. Ama bir şeyi hesap etmiyorlardı. Allah destekliyor. Allah’ı ve O’nun desteğini hesap etmemişlerdi. Onun içinde her seferinde mahcup olmuşlardı.

En sonunda Mekke müşrikleri Resulallah’ın talebi üzerine kendilerine bir heyet yollamak için toplandılar. Süheyl Bin Amr başkanlığında 3 kişilik bir heyet yolladılar. Ki Süheyl Bin Amr daha önceden müşrikler döneminde, şirk zamanlarında, cahiliye döneminde Mekke kabileleri Halif ve mutayyibun diye ikiye ayrılarak iki ittifak grubu oluşturduklarında Resulallah’ın kabilesinin içinde bulunduğu ittifak grubunda yer alan kabileye mensuptu. Süheyl Bin Amr’ı bunun için seçmiştiler.

Süheyl başkanı olduğu heyetle birlikte Hudeybiye’de ki Müslüman kafilesine ulaştı. Orada bir anlaşma yaptılar. Resulallah ile birlikte. Bu anlaşma 4 maddeden oluşuyordu.

1 – 10 yıl Mü’minlerle Mekke müşrikleri arasında savaş olmayacak.

2 – Mü’minlerden eğer Mekke tarafına geçen biri olursa o iade edilmeyecek, Mekke’den mü’minler tarafına geçen biri olursa o Mekke’ye geri iade edilecekti. Hudeybiye barış anlaşmasının en riskli, görünürde en aleyhte gibi görünen maddesi buydu.

3 -  Arap kabilelerinden isteyen istediği tarafla ittifak kurabilecekti.

4 – Bu yıl umre yapılmayacak, ziyaret yapılmayacak, kafile geri dönecek bir sonraki yıl kaza edilecek. Mekkeliler Mekkeyi 3 gün terk edecekler. Müminler rahatlıkla ibadetlerini yapacaklar ve Mekke’yi terk edecekler. Anlaşmanın maddeleri bunlardan ibaretti.

Anlaşma yazılmaya başlandığında Rahman krizi yaşandı. BismillahirRahmanirRahıym yazmıştı Hz. Ali Resulallah’ın talimatı üzerine. Yaz ya Ali, Uktu ya Ali BismillahirRahmanirRahıym yaz. Hz. Ali yazmıştı fakat Süheyl Bin Amr daha besmele de itiraz etti. Rahman da neymiş dedi “Mâli hazel rahman, rahmanda neymiş, biz bunu bilmiyoruz, kabul etmiyoruz. Bismik Allahümme yaz dedi ve böyle yazıldı. Süheyl Bin Amar kriz çıkarmaya devam etti.

Allah’ın Resulü Muhammed ile Mekke’lilerin elçisi Süheyl Bin Amr arasında diye devam edecekti ki anlaşma, Süheyl Bin Amr; Biz senin Allah’ın resulü olduğuna iman etsek neden böyle yapalım. Dolayısıyla kabul etmiyoruz. İşte anlaşmayı yazan Hz. Ali artık orada durmuştu. Ben bunu silemem diyordu. Yani tamam BismillahirRahmanirRahıym yerine Bismik Allahümme yazabiliriz. Çünkü nihayetinde içeriği benzer. Ama ben Allah Resulünün adını silemem. Onun Resulallah olduğunu beyan eden bir ifadeyi silemem.

Ve o kriz de aşıldı bir biçimde Resulallah’ın müdahelesiyle ve en sonunda anlaşma maddeleri tam yazılıp bitmek üzere iken ufukta bir karaltı belirdi. Bu her tarafı kan revan içinde, toz toprak içinde, gerçekten koşmaktan, yürümekten ve işkence izleriyle dolu olduğu halde her tarafı biri geliyordu. Yaklaştığında Ebu Cender olduğu anlaşıldı. Ebu Cendel ilginç bir tevafuk. Müşriklerin diplomatik heyetinin başkanı Süheyl Bin Amr’ın oğlu olurdu. Süheyl Bin Amr fırsatı kaçırmadı, anlaşmaya uyup uymayacağınızın ilk işareti burada haydi bana oğlumu verin dedi. Ebu Cenderi bana teslim edin.

Resulallah çok mütehassis olmuştu. Orada ki tüm mü’minler mütehassis olmuş hislenmişlerdi. Çünkü manzara gerçekten dramatikti. Ebu Cendelin elinden, ayaklarından kanlar akıyor, üzeri başı toz toprak içinde, işkence izleri belirgin bir biçimde görülüyor ve bu halde mü’minlere bir mü’min kardeşleri olarak sığınmıştı.

Resulallah’ın insana olan, hele hele mümine olan, ümmetine olan sevgi şefkat ve merhameti Kur’an tarafından tevsik edilmişti. İşte o merhamet denizinin böyle bir durum karşısında nasıl bir iç yangınıyla yandığını tahmin edebilirsiniz. “Onu bana bağışla” dedi. Ama karşısında taştan bir duvar vardı. Süheyl b. Amr Nuh diyor peygamber demiyordu. En sonunda anlaşmanın riske gireceği anlaşılınca Allah resulü; “Tamam istediğin senindir” dedi. Çünkü artık anlaşma yapılmış söz verilmişti ve bir peygamber sözünden cayamazdı ve öyle oldu.

Süheyl b. Amr istediğini aldı ve Ebu Cendel ile birlikte ayrıldı. Ama geride kalan İslam kafilesi baştan ayağa bir hüzün kafilesine dönüşmüştü. Bize olay anını aktaran ravi, her çadırdan bir ölü çıkmış gibi hüzün ve göz yaşı vardı diyor. Hatta bu hüzün o dereceye gelmişti ki Hz. Ömer bir şahin gibi anlaşma yapılan yerin etrafında dolaşmış dolaşmış, en sonunda dayanamayarak Resulallah’ın yanına gelmiş;

“Ya Resulallah Allah bizi desteklemiyor mu, biz hakta değil miyiz?”,  “Evet ya Ömer”. “Onlar batılda değil mi?”, “Evet ya Ömer”. Böyle bir çok soru bu cinsten; “Peki ya Resulallah o zaman bu anlaşmaya biz nasıl evet dedik?”

Ömer, anlaşmanın görünen yüzüne bakıyordu. Resulallah’ın gördüğü yandan henüz bakamıyordu. Hele hele 2. madde görünürde Müslümanların aleyhine gibiydi. Fakat onun 2. maddeye çok takıldığını anlayan Resulallah şöyle demişti; “Eğer bizden onlara biri giderse bırakında gitsin. O adamdan ne hayır gelir. Onlardan bize biri gelirse ve biz de onu iade edersek, siz sanıyor musunuz ki Allah onu bırakacaktır? Allah ona yardım etmeyecektir? Allah onu desteklemeyecektir? Allah ona bir çıkış yolu gösterir.”

Bu bir mucize idi. Bu Resulallah’ın gerçekten keskin feraset ve basiretinin bir ifadesi idi. Peygamberi bir basiretti bu ve aynen öyle oldu. Süheyl b. Amr Mekke’ye dönerken Yolda elinden Ebu Cendel’i kaçırır. Ebu Cendel kaçarak sahilde kervanların gelip geçtiği yerdeki bir tepe üzerine karargah kurar. O karargaha 1, 2, 3 derken Mekke’den kaçan tam 70 mü’min bir yıl içerisinde geldi. Orayı büyük bir savaşçı karargahına dönüştürdüler ve anlaşma dışı oldukları içinde istediklerini yapıyorlardı. Mekke kervanlarına izin vermiyorlardı. Dirlik dışlık vermiyorlardı, geçirmiyorlardı. Mekkeliler onların korkusuyla kervan götüremez olmuşlardı. Ebu Nusayr ondan sonra varan 2. kişi idi. Ya da Ebu Beşiyr, yada Ebu Basıyr. Bütün bu şekillerde naklediliyor ismi okunuyor.

İşte böyle bir kafile orada anlaşmadan dolayı mü’minlerin yanına geçemedikleri için müşriklerin kervanlarına izin vermediler ve en sonunda Mekke müşrikleri anlaşmanın 2. maddesinin iptali için Resulallah’a başvurdular. Aman biz vazgeçtik, biz istemiyoruz, tek bu maddeyi iptal edin, tek şunları oraya çağırın.

Tabii bu arada acı, hüzünlü hadiseler de yaşandı. Orada, sahildeki bu müfrezenin komutanı olan Ebu Basıyr Resulallah’ı göremeden vefat etti. Ağır bir hastalığa tutuldu, bu hastalığı sırasında da vefatından önce Resulallah’a bir not yazmayı başardı. Notunda olanca özlemine rağmen, olanca hasretine rağmen Resulallah’a kavuşamadan giderse Resulallah’tan kendisine Allah’tan rahmet, dua ve mağfiret istemesini rica ediyor ve kendisini çok sevdiğini bilmesini istiyordu. Böylesine acı ve hüzünlü hadiselerde yaşandı.

Dönüş yolunda Fetih suresi, işte bu sure nazil oldu. Fetih, bu dedi. Yani bu anlaşma bir fetihtir dedi. hem de sıradan fetihtir demedi, fethi mubiyn dedi. Tartışmasız bir fetihtir, açık bir fetihtir, açık seçik, ayan açık bir fetihtir dedi. İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ böyle dedi sure.

Lekat enzelet aleyye ayetün ehabbe ileyye mineddünya vema fiyha. (Buhari- Hadis) Bu sure kendisine nazil olduğunda Resulallah mü’minlerin yanına çıkmıştı. Mü’minler Resulallah’ın yüzündeki sevince bakarak olağanüstü bir şey olduğunu anlamışlardı. Bu olayı bize nakleden ravi, sanki Resulallah’ın yüzünde bir güneş doğmuştu. O kadar sevinçli, o kadar şen şakrak, o kadar güzeldi ki Resulallah’ın yüzü, biz olağanüstü bir şey olduğunu anladık. Ve Resulallah bu sözü söyledi; “Bana öyle ayetler indi ki, yer yüzünde ki her şeyin bana verilmesinden daha hayırlı, beni daha sevindiren ayetler indi bana” demişti.

Resulallah’ın ilk yaptığı iş Ömer’i çağırtmak oldu. Hz. Ömer geldi ve inen yeryüzünde ki her şeyden daha hayırlı dediği kendisinin yüzünde güneşler ve güller açtıran ayetleri okumaya başladı. “İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ.(1) * Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yütimme nı’meteHÛ ‘aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma.(2) * Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza”(3) ila ahir.. devam etti. Ömer hala şaşkınlığını atamamıştı, hala derin üzüntüsünü atamamış olmalı ki; “Eve fethun huve ya Resulallah.” Şimdi bu anlaşma bir fetih mi yani ya Resulallah dedi. Resulallah’ın cevabı açık ve netti; Ne kızdı, ne azarladı, ne yüzünü eğdi sadece şunu söyledi “Na’m velleziy nefsiy Biyedihi innehu le fetfun. Evet ey Ömer. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, beni çekip çeviren, beni inşa eden Allah’a yemin olsun ki bu kesinlikle fethin ta kendisidir.

O zaman fetih neydi? Demek ki Ömer’in tasavvurundaki fetih ile vahyin fetihten anladığı şey o ana kadar farklıydı. Fetih ile anlatmak istediği şey farklıydı. Başta Resulallah’ın tasavvurunu inşa ediyordu sonra Ömer’in, sonra diğerlerinin. Yani vahiy bir fetih tasavvuru inşa ediyordu.

Peki neydi bu tasavvur? Fetih toprakların ele geçirilmesi değil, fetih yer yüzünün işgal edilmesi değil, fetih yer altı ve yer üstü zenginliklerinin ele geçirilmesi değil. Fetih sınırların genişletilmesi değil, fetih orduların büyütülmesi değil, fetih yüreklerin açılmasıydı. Fetih imanın insana ulaşmasıydı. Fetih gönüllerin kapılarının ardına kadar dayanmasıydı. Fetih insanların Allah’a, yani kendilerine dönmesiydi. Fetih toprak kazanımı değil insan kazanımıydı. Yani fetih yürek fethi idi.

Yürek fethiydi çünkü o güne kadar, nübüvvetin başladığı yıldan o güne kadar yaklaşık 20 yıl geçmişti. 20 yılın tamamının insan kazanımı,bu anlaşmadan hemen sonra ki 1.5 yıl içindeki kazanımın 1/3 idi. Yani 20 yıllık insan kazanımı anlaşmanın arkasından gelen 1.5 yıl içinde 3 e katlanmıştı. İşte fetih buydu. Fetih yürek fethiydi. Şimdi fetih suresinin tefsirine geçebiliriz.

 

[Ek bilgi: Sûrenin ihtiva ettiği hususlar şunlardır:

1- Hz. Peygamber (s.a.v)'in bir çok fethe nail olacağı ve İslâm dininin izzetini tebşir.

2- Allah Resulü ile ağaç altında biat edenlerin Allah'ın rızasına ve nusret-i sübhaniyeye nailiyederini ilân.

3- Peygamberimiz (s.a.v)(in Arap kavmine mükellef oldukları cihad vazifesini tebliğ, bundan yüz çevirenlerin  Allah'ın azabına uğrayacaklarını İhtar.

4- Hz. Peygamberin, mü'minlerin Mescid-i Harama emniyet içinde gireceklerine dair gördüğü rüyanın tahakkuk edeceğini tebliğ.

5- Mescİd-i Harama mü'minleri girmekten men eden müşriklerin cehaletini izhar.

6-Peygamberimiz (s.a.v)'in hak dini ile gönderildiğini beyan.

(Tefsirü'l-Kur'an Ebü'l-Leys Semerkandi)]

 

1-) İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ;

Kesinlikle sana öyle bir fetih (görüş açıklığı) verdik ki, (o) Feth-i Mubiyn’dir (apaçık açık hakikati sistemi müşahede)! (A.Hulusi)

01 – El hak biz sana bir fethi mübîn açtık. (Elmalı)

 

İnnâ fetahnâ leke fethan mubiynâ elbet sana tartışmasız bir fethin önünü açan biziz biz. Başkası değil, sadece biziz.

Mubiyn fetih, yani yalnız fetih değil. mubiyn fetih, yani yürek fethi. Tartışmasız fetih. Gönülleri açmak Fütuh-ül Büldan sahibi bir rivayet nakleder efendimizden. Beldeler savaşla alınırlar, Medine fethedilmiştir şeklinde bir rivayet. Beldeler savaşla alınmıştır, fakat Medine fethedilmiştir.

Bu gerçekten çok ilgimi çeken bir rivayet. Hz. peygamberin Hayber’in fethi öncesinde Hz. Ali’yi çağırarak ona yaptığı tembihi hatırlıyoruz. Ali Hayber’e komutan atandığında kahramanlık şiirler okuyarak atını bir sağa bir sola ordunun önünde sürüyordu. Resulallah çağırdı ve dedi ki “Yapma ya Ali. Vallahi senin elinle yer yüzünün alınıp ta bana teslim edilmesinden, bir kişinin hidayetine vesile olman çok daha hayırlıdır.”

Efendimizin derdinin ne olduğu anlaşılıyordu. Gerçekten de bu fetih anlayışıyla inşa edilen sahabe daha sonraları aynı anlayışı devam ettirdi. Böylesine üzücü ve acı bir sürecin içinde eğitilen Hz. Ömer halife olduğunda ‘Alâ El Hadrami onun komutanıydı. Bahreyn komutanıydı. İlk defa İslam ordusu Kisra’nın ülkesine Bahreyn tarafından yürüdü ve bir kısmını almıştı. Halifeye bu haber geldiğinde, yer yüzünün iki büyük imparatorluğundan birinin, bir kısım topraklarının fethedildiği haberi geldiğinde devlet başkanı ne yapar? Böyle bir fethi gerçekleştiren komutana madalya takar değil mi?

Hayır. Hz. Ömer, kendisini vahyin inşa ettiği Hz. Ömer Eyvah..! dedi ve ‘Alâ El Hadrami’yi komutanlıktan aldı. Neden aldığını biz bir başka olayda öğreniyoruz. Amr bin El As Filistin’de İslam orduları komutanıydı. Filistin’i aldıktan sonra Mısır üzerine yürüdü Hz. Ömer’in hilafeti döneminde. Fakat Mısır üzerine giderken halifeden de izin almak için bir mektup gönderdi. Mektubu verdiği şahsa; Bunu götür, halifeye ulaştır cevabı da bana getir dedi.

Hz. Ömer’in cevabı; Eğer bu mektubu aldığında  Mısır’a girmedinse geri dön. Şeklinde idi. Mektup Mısır’a girmeden ulaştı İslam ordusu komutanı Amr Bin El As a. Amr, adamını biliyordu. Hz. Ömer’in ne yazdığını tahmin ediyordu. Mektubu açmadı. Mısır’a girdi, Mısır’ı aldı ve mektubu ondan sonra açtı. Artık iş işten geçmişti tabii. Yani Mısır’ı aldıktan sonra girmişti. Peki, neydi derdi Hz. Ömer’in. Bir devlet başkanı, Yer yüzünün en güzel ülkelerinin kendisine kazandırılmasını istemez miydi. Hz. Ömer niye istemiyordu?

Resulallah nasıl bakıyorsa o da öyle bakıyordu. Eğer İslam ordusu Mısır’lıların gönlünü almadan topraklarını alırsa Mısır İslamlaşmaz, İslam Mısırlılaşır. Gerekçe buydu. İslam Mısırlılaşmasın, Mısır İslamlaşsın istiyordu. Gönül fethi olsun, yürek fethi olsun istiyordu. Onun için bu tepkiyi göstermişti.

Bu olayın ardından gelen yıllarda 20 yıllık dönemde ki insan kazanımının tam 3 katı insan kazanıldığını bira önce mukaddime de söylemiştim. Aslında barış ortamında söz güçlenir. Sözün güçlenmesi imana yarar. Gücün sözünü kullananlar, sözün güçlenmesini istemezler. Onun için Hudeybiye antlaşması sözün güçlenmesi anlamında bir fetihti. Barış ortamında insanlar söz dinlerlerdi. Kılıç şakırtılarının, silah takırtılarının, bomba seslerinin altında tebliğ olmazdı. Onun içinde savaş değil, barışı fetih olarak adlandırdı vahiy. Gücün sözü değil, sözün gücü geçsin diye.

 

2-) Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhare ve yütimme nı’meteHÛ ‘aleyke ve yehdiyeke sıraten müstekıyma;

Bu yüzden Allâh, senin geçmiş ve (fethe rağmen oluşacak) gelecek tüm zenbini (bedenselliğinin doğal getirisi perdeliliklerini) mağfiret eder (örter) ve sana olan nimetini tamamlar; seni, hakikatini yaşama yolunda yürütür! (A.Hulusi)

02 – Ki Allah senin zenbinden geçmişini ve geleceğini mağfiret buyurup üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir caddeye çıkaracak. (Elmalı)

 

Liyağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhar Bu sayede Allah senin geçmiş ve gelecek tüm hatalarını bağışlayacaktır. İnna azamet zamiri burada ona dönüştü. Ğayip zamirine dönüştü. Bir yoruma göre fetih sebeplere bağlanmıştır, sebeplerle olur. Fakat bağışla af doğrudan Allah’ın yaptığı bir şeydir. Onun için 1. ayette İnna, biz geldi, 2. ayette hüve, Hu geldi gizli zamir olarak ta olsa. Yani 1.cisinde fetih sebeplerle, sebeplere bağlı olarak yürüyen ilahi bir irade. 2. siz olan bağış ve rahmet ise Allah’ın doğrudan yaptığı bir müdahale idi.

Burada kastedilen liderliğe ve siyasal üsluba ilişkin teknik hatalardır. Yani senin geçmiş ve gelecek hatalarını bağışlayacak. Mesela Tevbe/43. ayeti ve Tevbe/108. ayetinde bunun iki örneğini görüyoruz; ‘AfAllâhu ‘ank* lime ezinte lehüm.(Tebbe/43) Allah seni affetti, ya da Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin. Ayetinde olduğu gibi. Yani taktik hatalar cümlesinden sayılabilir. Belki bunun son olarak söylediği şey şu; Hiç kimse hatadan münezzeh değildir Allah dışında. Bize bunu öğretiyordu.

ve yütimme nı’meteHÛ ‘aleyk ve sana olan nimetini tamamlasın. Ya da tamama erdirecek. İtmam ve ikmal.

elyevme ekmeltü leküm diyneküm ve etmemtü aleyküm nı’metiy.. (Maide/3) artık bu gün size dininizi ikmal ettim. Fakat nimetimi itmam ettim. İkmal ve itmam arasında fark var. İkmal; Bir şeyin cevherinin ve arazının birlikte tamamlanması. İtmam ise bir şeyin cevherinin özünün tamamlandığı halde arazının, yani yan unsurlarının henüz tamamlanmamış olmasına denir Arap dilinde. Burada da biz bunu görüyoruz. Demek ki henüz itmam edilmemiş bir şey var. Peki bu itmam edilmemiş nimet nedir? Dindir. Çünkü onun daha sonradan ikmal edildiğini görüyoruz.

ve yehdiyeke sıraten müstekıyma ve seni, dosdoğru bir yola yöneltecektir.

 

3-) Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza;

Allâh seni benzersiz, karşı konulmaz bir zafere erdirir! (A.Hulusi)

03 – Ve nazîrsiz bir muzafferiyet ile seni Allah mansur ve muazzez kılacak. (Elmalı)

 

Ve yensurekellâhu nasren ‘Aziyza Dahası Allah seni saygın ve müstesna bir zafere ulaştıracaktır.

Zafere zorbalarda ulaşır değil mi? Asıl olan saygın bir zafere ulaşmaktır, temiz bir zaferdir, övünülecek bir zaferdir. Yoksa dünyanın gelmiş geçmiş tüm zorbaları, zorbalıkla yenmişlerdir, galip gelmişlerdir. Yakmışlar, yıkmışlar, harap etmişler, kesmişler, asmışlar biçmişlerdir. Bu zafer mi? Tamam , zafer ama hiçte saygın bir zafer değil. İşte burada ki nasren ‘Aziyza saygı değer bir zafer aziyz bir zaferden kasıt bu. Yani yakıp yıkmadan, vurup kesmeden saygın bir zafer işte bu.

Konunun en büyük otoritelerden Muhammed Hamidullah, merhum Hocamız; Resulallah’ın hayatı boyunca yaptığı tüm savaşlarda, her iki taraftan oluşan kayıpların tamamını 200. e yakın olarak verir. Ben-i Kureyza esirlerinin başına gelen o cezalandırma hariç. O zaten bir savaş durumu değil, o kendilerinin tercih ettiği, kendi hukuklarına göre bir cezalandırmaydı. Onun dışında tüm savaşlarda kayıp sayısını 200 olarak verir. Yer yüzünde böyle büyük bir inkılap olup ta böyle muhteşem bir iman hamlesi olup ta bu kadar az kayıpla neticelenmiş bir başka örnek var mı? Çok ilginç. Gerçekten üzerinde durulması gereken bir nokta.

 

[Ek bilgi; FETİH VE TASAVVUF  İlk 3 ayet

1. Kesinlikle sana öyle bir fetih (açıklık) verdik ki, (o) Fethi Mubiyn'dir (apaçık açıklık-hakikati müşahede)!

2. Bu yüzden Allâh senin geçmiş ve (fethe rağmen oluşacak) gelecek tüm zenbini (bedenselliğinin doğal getirisi perdeliliklerini) mağfiret eder (örter) ve sana olan nimetini tamamlar; seni, hakikatini yaşama yolunda yürütür!

3. Allâh seni benzersiz, karşı konulmaz bir zafere erdirir!

Nakletmiş olduğumuz bu üç âyeti kerîmenin zâhir, yani ilk anda anlaşılan mânâsı bütün tefsir ve meâllerde mevcut olduğu için burada bunun üzerinde durmayacağım... Allâhû Teâlâ'nın bize ihsan buyurduğu açıklık ve irfan nispetinde buradan anladığımız mânânın açıklayabileceğimiz kadarına gelince.

FETH, kapalı olan bir şeyin açılması, ya da kişinin elde edemediği bir şeyi elde etmesi anlamlarına gelir. Bu anlamlarladır ki, dünya hayatı içinde bir kişinin elde edebileceği en büyük FETH, âhiret âleminden bir bölüm olan Berzah âleminin FETH'idir. Ki bu FETH'de ancak "yaşarken ölmek" suretiyle gerçekleşir! FETH iki türlüdür;

A - Zâhir FETH.

B - Bâtın FETH.

Bâtın FETH dahi iki türlüdür.

a) FETH.

b) FETH-İ MUBİYN

FETH, esas itibarıyla yedi derecedir. Bu yedi derecenin birinci dereceden olanının gerçekleşmesiyle birlikte kişi FETH sahibi olmuş olur.

 

FETH kesinlikle kişinin çalışmasına bağlı, yani çalışmakla elde edilir bir şey değildir.

FETH nedir? Kişinin içinde bulunduğumuz şu boyutta, bu bedenle yaşarken; bir anda, beden bağımlılığından kurtularak, sanki ölmüş gibi, tamamıyla ruh beden yaşamına geçmesi ve ruhtaki özellikleriyle yaşamını bu Dünya'da sürdürmesi hâlidir.

"Ölmeden evvel ölmek" denilen hâlin Hakk-el yakîn yaşanmasıdır. Bize öğretilene göre, böyle kişilerin yeryüzünde sayıları kırkı bile bulmazmış, nûrânî FETH sahipleri olarak. Evet, FETH bu yönüyle de ikiye ayrılır:

1. FETH-i Zulmanî,

2. FETH-i Nûrânî.

FETH-i Zulmanî, Müslim ya da gayrı Müslim tüm insanlarda meydana gelebilir. Özellikle, Hindûlarda, Budist felsefe mensuplarında görülen ve FETH eseri olan bazı hâller hep bu FETH-i Zulmanî neticesidir ki, din terminolojisinde bu hâllere "istidraç" adı verilir.

FETH-i Zulmanî'nin iki büyük işareti vardır.

Birincisi bu tür FETH kendisinde meydana gelmiş kişi, Hazreti Resulallah AleyhisSelâm'ı kabul etmez.

İkincisi de, birimsellikten, yani kendini bir birim olarak görmek perdesinden kurtulamamıştır!

FETH-i Zulmanî sahipleri, kişinin tüm geçmişini bilebildiği gibi, aynı anda birkaç yerde bulunabilme, kabir ahvalini anlatabilme, CİN'lerle rahatlıkla iletişim kurabilme ve daha başka bazı akıl almaz davranışlar ortaya koyabilme özelliklerine sahiptirler.

FETH-i Nûrânî'de dahi benzer özellikler meydana gelir!.. Ancak bir farkla ki, bu zevât kısa sürede bu yaşama adapte olduktan sonra gelişmelerine devam ederler, FETH'in üçüncü derecesinde Hazreti Resulallah ile sair Nebi ve Evliya ile buluşurlar ve Berzah âleminin çeşitli sırlarını agâh olurlar... Bundan sonra da Ricali Gayb arasında yerlerini alırlar.

FETH-İ MUBİYN odur ki, gelen kişi, bu FETHİ kaldırabilir. (Devam ediyor)(A. Hulusi – Dua ve zikir)]

 

4-) “HU”velleziy enzeles sekiynete fiy kulûbil mu’miniyne liyezdâdû iymânen me’a iymânihim* ve lillâhi cünûdüs Semâvâti vel’Ard* ve kânAllâhu ‘Aliymen Hakiyma;

İmanlarının kat kat artması için, iman edenlerin kalplerine sekine (sükûn, güven duygusu) inzâl eden “HÛ”dur! Semâlar ve arzın orduları Allâh içindir! Allâh Aliym’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

04 – O, odur ki mü’minlerin kalplerine o sekî neti indirdi, imanları üstüne iman artırsınlar diye. (Elmalı)

 

“HU”velleziy enzeles sekiynete fiy kulûbil mu’miniyne liyezdâdû iymânen me’a iymânihim imanlarına iman katsınlar diye, imanları artsın, eksilmesin diye mü’minlerin kalplerine güven ve  sükunet bahşeden O’dur.

Ayetteki sekinet, sükûnet aslında. Hatta bıçağa sikkiyn denir Arapçada. Bu da aynı kökten türetilmiştir kesip kopardığı için. Sükûnet insanı heyecanlandıran, insanı tedirgin eden şeylerin yok olması, ondan kesip koparılıp atılması anlamına gelir. Tevbe/40. ayetinde; feenzelAllâhu sekiynetehu aleyh.. (Tevbe/40) var ya, Allah onların üzerine sekinetini, sükûnetini indirmişti. Diyordu ya, İşte Allah’ın yardımı, görünmez ordularının yardımı, yüreğe direnç şeklinde nazil oluyordu.

Öyle bir nüzul ki bu, insanın tüm potansiyelini harekete geçiriyor, insanı bir orduya bedel kılıyordu. Çünkü bazı durumlar olur ki bunun tam tersi, sekinetin tam tersi olur. 50 kiloyu kaldıran İnsan, 50 gr. Mı kaldıramayacak kadar eli kolu dökülür. İnsan belki km. ler ce koşacak bir güce sahipken iki adım atacak gücü kendinde bulamaz. İşte onun tam tersi durumu düşünün, Allah’ın insanın yüreğine adeta vahy etmesi gibi, insanın tüm potansiyelini ortaya çıkaran ve kinetize eden bir müdahale olarak anlıyoruz biz sekineti, sükûneti.

ve lillâhi cünûdüs Semâvâti vel’Ard zira göklerin ve yerin bütün orduları Allah’a aittir. ve kânAllâhu ‘Aliymen Hakiyma ve zaten Allah her şeyi bilmektedir, üstün hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin orduları Allah’a aittir.

Ne anladık sevgili Kur’an dostları bundan? Nuh’a yardım eden kimdi, bulutlar değil miydi. Hz. Hud’a yardım eden kimdi? Rüzgarlar değil miydi. Hz. Nuh’a ve Hz. Hud’a aslında göklerin orduları yardım etmemiş miydi. Yine Hz. İbrahim’e yardım eden ateş, Hz. Musa’ya yardım eden su yerlerin orduları değil miydi? Göklerin ve yerin orduları Allah’a aitti ve şuurlu mü’minlerin başı sıkışınca, Allah’ın şuursuz kulları onların yardımına yetişirdi. Aslında Kur’an da anlatılan örnekler bu muhteşem yardımın güzel kıssaları değil miydi.

Biz böyle anlıyoruz. Eğer biz şuurlu mü’minlerin başı sıkışırsa, şuursuz din kardeşlerimiz yardımımıza koşar diyoruz. Çünkü biz kainata mensubuz ve biz bir aileyiz. Gökle, yerle, ayla, güneşle, gece ile gündüzle imanımız tanışıktır. Benim rabbim onlarında rabbidir, biz bir  bütünüz. Tevhit bu  bütünün içindeki parçanın yerini bilmesi haddini bilmesi değerini bilmesidir.

 

 5-) Liyüdhılel mu’miniyne velmu’minati cennatin tecriy min tahtihel’enharü halidiyne fiyha ve yükeffire anhüm seyyiatihim ve kâne zâlike indAllâhi fevzen ‘azıyma;

İmanlı erkek ve kadınları, içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokması, onlardan kötülüklerini silmesi içindir. İşte bu Allâh indînde aziym kurtuluştur! (A.Hulusi)

05 – Öyle ya Allah’ındır bütün o Göklerin ve Yerin orduları ve Allah, bir alîm, hakîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Liyüdhılel mu’miniyne velmu’minati cennatin tecriy min tahtihel’enharü halidiyne fiyha böyle yapmıştır ki Allah mü’min erkekler ve mü’min kadınları tabanından ırmakların çağıldadığı cennetlere alsında orada yerleşip kalsınlar ve yükeffire anhüm seyyiatihim bununla da kalmasın yine Allah onların günahlarının üstünü çizsin. Allah günahın üstünü çizerse kim tersini iddia edebilir ki. Allah o karaları montajlar da alırsa kim aksini söyleye bilir ki. Allah onun hayat filminden istenmeyen görüntüleri temizlesin, ayıklasın, pırıl pırıl yapsın. ve kâne zâlike indAllâhi fevzen ‘azıyma  ve zaten bu Allah katında büyük bir başarıdır.

Evet. Önce, bir önceki cümleye, Yani Allah’ın günahların üstünü çizmesine bir not düşeyim: innel hasenati yüzhibnes seyyiat. (Hud/114) buyurur Kur’an. Güzellikler, iyilikler; kötülükleri siler süpürür, götürür. Yani bir artı eksi sayfası vardır. Artılar eksileri götürür. Onun için günahsız bir insan istemiyor Allah. İyisi bol, güzeli bol, hasenatı bol bir insan istiyor. Gelirleri giderlerinden fazla bir insan istiyor. Artısı eksisinden fazla bir insan istiyor. Dolayısıyla melekleşmemiz istenmiyor.

Bu notu düştükten sonra ikinci cümle için bir notum var. Burada tasavvur inşa ediliyor. Allah katında işte büyük başarı budur diyor ya fevzen ‘aziyma. Büyük başarı nedir sizce? Size büyük başarıyı tanımla deseler senin hayatında en büyük başarı ne anlama gelir. Ne cevap verirdiniz? Allah böyle cevap veriyor. Allah’ın gör dediği yerden bakarsanız sizinde cevabınız bu olmak zorunda.

İşte büyük başarıyı bu olarak tanımlarsanız sizin zihninizi, sizin tasavvurunuzu, sizin aklınızı Kur’an inşa etmiştir. Aklını Kur’an inşa ederse, tasavvurunu Kur’an inşa ederse bir insan Allah’ın gör dediği yerden bakar.Allah’ın gör dediği yerden bakarsa bir insan mutluluk ırmağına gemisini daldırmıştır. O ırmağın akıntısına kendisini bırakmıştır. O ırmağın kendisini götüreceği yer mutluluk okyanusudur. Oraya kadar zahmetsizce yol alacaktır. Onun için ilahi vahiy bizde bir tasavvur inşa eder. Kavramlarımızın içini boşaltır ve doldurur ve Allah’ın gör dediği yerden bakmayı öğretir. İşte burada da büyük başarının tanımı yapılmaktadır.

 

6-) Ve yu’azzibel münafikıyne velmünafikati velmüşrikiyne velmüşrikâtiz zanniyne Billâhi zannessev’* aleyhim dairetüssev’* ve ğadıbAllâhu aleyhim ve leanehüm ve e’adde lehüm cehennem* ve saet masıyra;

Bir de Esmâ’sıyla hakikatleri olan Allâh hakkında su-i zanda bulunan (O’nu tanrı gibi düşünen) münafık (ikiyüzlü) erkek ve kadınlara, şirk koşan erkek ve kadınlara azabı yaşatması içindir! Zanları yüzünden devranın belâsı başlarında patlasın! Allâh onlara gazap etmiş, onları lânetlemiş (inkârları sonucu hakikati yaşamaktan uzaklaştırmış); onlar için cehennem hazırlamıştır! Ne kötü dönüş yeridir! (A.Hulusi)

06 – Müminleri ve mümineleri ebediyen içinde kalmak üzere altından ırmaklar akar Cennetlere koymak ve kabâhatlerini taraflarından kefaretleyip örtmek için ki Allah yanında bu bir fevzi azîm bulunuyor Ve o Allaha sûi zanneden Münafıkları ve Münafıkaları ve Müşrikleri ve Müşrikeleri, o kötülük girdâbı başlarına dönesileri ta’zib etmek için ki Allah onlara gadab etmiş, lânet etmiş ve kendilerine Cehennemi hazırlamıştır, ona gidiş de ne fenâdır. (Elmalı)

 

Ve yu’azzibel münafikıyne velmünafikati velmüşrikiyne velmüşrikâtiz zanniyne Billâhi zannessev’ yine o diler ki Allah hakkında berbat tasavvurlara sahip münafık erkekler ve münafık kadınları. Müşrik erkekler ve müşrik kadınları cezalandırsın. Dikkat buyurun münafık erkekler ve münafık kadınlar, müşriklerden önce gelmiş. Bunun bir nüktesi, münafıklar müşriklerden daha tehlikelidir imasını taşıyor olsa gerek.

Allah hakkında kötü zan, yani sui zannetmek bu ayet bunu söylüyor. İnsan, insan hakkında sui zanneder haydi. Ama Allah hakkında da sui zanneder mi. Evet, en çok suizanna uğrayan Allah’tır desem sanırım itirazınız olmaz. En çok suizanna uğrayan Allah’tır. Oysa ki en çok hüsnü zannı hak eden Allah’tır. Allah’a da hüsnü zannetmeyen kime edecektir. Ve ma kaderullahe hakka kadrihi.. (Zümer/67) O zaman Allah’ı hakkıyla taktir etmemiş olmaz mı insan.

İlahi destek vaadinin blöf olduğunu düşünmek. Ayetlerin indiği zaman için bu anlama geliyor. Yani bunlar; müşrikler olsun, Resulallah’ın davetine icabet etmeyenler olsun ilahi destek vaadinin blöf olduğunu düşünmüşlerdi. Bu yorumu yaptım, bu yorumumun delili 7. ayettir. 7. Ayet; göklerin ve yerin ordularının Allah’a ait olduğunu tekrarlıyor. Yani ilahi destek vaadinin blöf olmadığını tekrarlıyor. Onun içinde yorumumu bu 7. ayete bina ediyorum.

aleyhim dairetüssev’ onlar fenalığın girdabını boylasınlar, fenalığın girdabında kaybolsunlar. Adeta ilahi bir ilenç, lanet. ve ğadıbAllâhu aleyhim ve leanehüm zira Allah onlara gazap etmiş ve rahmetinden dışlamıştır. ve e’adde lehüm cehennem* ve saet masıyra İşte onlar için hazırlamıştır cehennemi. Ama orası ne berbat, ne fena, ne kötü bir son duraktır.

 

7-) Ve lillâhi cünudüs Semavati vel’Ard* ve kânAllâhu ‘Aziyzen Hakiyma;

Semâlar ve arzın orduları (kuvveleri) Allâh’ındır… Allâh Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

07 – Allah’ındır evet, o Göklerin ve Yerin bütün orduları ve Allah, bir azîz hakîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Ve lillâhi cünudüs Semavati vel’Ard işte yine geldi, evet, göklerin ve yerin bütün orduları Allah’a aittir, Allah’a mahsustur. ve kânAllâhu ‘Aziyzen Hakiyma Ama Allah güç ve kudret, üstün hikmet sahibidir. Yani göklerin ve yerin orduları Allah’a mahsustur da, Allah o orduları kullanmadan da güç ve kudret sahibidir. İstediğinde doğrudan müdahale de yapar. Gönüllere müdahil olur. Kalpleri evirip çevirir, kalpleri evirip çeviren O’dur, mukallibel kulûb olan O’dur.

 

8-) İnna erselnake şahiden ve mübeşşiran ve neziyra;

Muhakkak ki biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak irsâl ettik! (A.Hulusi)

08 – El hak biz seni hem bir şahit gönderdik hem bir mübeşşir hem bir nezîr. (Elmalı)

 

İnna erselnake şahiden ve mübeşşiran ve neziyra ey peygamber elbet biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Şahit, Aslında yalnız peygamber mi şahit, hepimiz şahidiz. Bakın ne diyor Kur’an;

Ve kezâlike cealnâküm ümmeten vesetan litekûnû şühedâe alenNâsi ve yekûnerRasûlü aleyküm şehiyda. (Bakara/143) işte böylece sizi dengeli bir ümmet kıldık ki peygamber size model olsun, siz de bütün bir insanlığa model olasınız. Burada şahitlikten kasıt model olmak, örnek olmak, mastra olmak. Şahit olmak budur. Aslında dostlar bana sorarsanız var olmak şahit olmaktır. Biz bu cihana sahip olmaya gelmedik, biz bu cihana şahit olmaya geldik. Şahadetini gereği gibi yapanlara ne mutlu.

 

9-) Litu’minu Billâhi ve RasûliHİ ve tu’azziruhu ve tüvekkıruh* ve tüsebbihuHU bükreten ve asıyla;

Artık varlığınızın Esmâ’sıyla hakikati olan Allâh’a ve Rasûlüne iman edip; O’na yardımcı olasınız, O’nu yüce bilip saygı gösteresiniz ve sabah akşam O’nu tespih edesiniz. (A.Hulusi)

09 – Ki Allaha ve Resulüne iman edesiniz de bunu takviye ve tevkır edip ona sabah akşam tesbih edesiniz. (Elmalı)

 

Litu’minu Billâhi ve RasûliH şu nedenle ki ey insanlar Allah’a ve resulüne inanasınız, iman edesiniz ve tu’azziruhu ve tüvekkıruh Onun davasını destekleyesiniz, ona saygıda kusur etmeyesiniz ve tüvekkıruh. Ve tu’azziruhu 2 mayaya birden gelir. İki kökü var çünkü kelimenin. Biri nasr, biri taziym. Ben nasr manasını verdim. Taziym manasını verecek olursak O’nu yüceltin anlamı çıkar. Bir önceki surede;

in tensurullahe yensurküm ve yüsebbit akdameküm (Muhammed/7) ayeti vardı hatırlayın. Eğer siz Allah’ın davasına yardım ederseniz Allah’ta size yardım eder ve sizi dimdik tutar. Yani yerde sürünmezsiniz. Bu ayeti hatırlarsanız bizim Allah’a yardımımız Allah’ın bize ihtiyacı olduğu için değil, bizim ona ihtiyacımız olduğu içindir. İnsana yardım etmeyi böyle bir yasaya bağladığı içindir. Yani benim yasama uygun davranın, size daha fazla yardım edeyim. Bunu böyle anlıyoruz.

Ahzab/56 ile yakın bir anlama sahip bu ifade, yani ve tu’azziruhu Allah’ın davasını destekleyin. İnnAllâhe ve MelâiketeHÛ yusallûne alen Nebiyy. (Ahzab/56) diyordu ya mezkur ayet. Allah ve melekleri Nebiye salât ederler, Yani Nebiyi desteklerler yâ eyyühelleziyne âmenû sallû aleyh. Ey iman ettiğini söyleyenler siz de destekleyin, sizde salât edin. İşte peygambere destek burada da geldi. Vefatından sonra Hz. Peygambere destek nasıl olur? Elbette vefatından sonra onun davasını ve misyonunu, onun bıraktığı mirası desteklemek onu desteklemektir.

ve tüsebbihuHU bükreten ve asıyla ve sabah akşam O’nun yüceliğini dillendiresiniz. Aslında burada “tı” konulmasının sebebi; önceki iki kelimenin Allah’a değil de Hz. Peygambere raci olma ihtimalidir. Yani oradaki zamirler Hz. Peygambere raci ise, ondan kasıt Resulallah’tır. Yani onu destekleyin ve ona saygıda kusur etmeyin Resulallah’a raci olarak. Fakat biz hepsinin de Allah’a raci olduğu görüşünü de tercih ettik.

 

10-) İnnelleziyne yübayi’ûneke innema yübayi’ûnAllâh* yedullahi fevka eydiyhim* femen nekese feinnema yenküsü alâ nefsih* ve men evfa Bima ahede aleyhullahe feseyu’tiyhi ecren ‘azıyma;

Gerçektir ki (Rasûlüm) sana biat edenler (el tutuşup bağlılık sözü verenler) Allâh’a biat etmişlerdir ve Allâh’ın EL’i onların elleri üzerindedir (Biat edenlerin elleri üstünde Allâh’ın eli tedbir eder)! Kim sözünü bozarsa sadece kendi nefsi aleyhine bozmuş olur; kim Allâh ahdinde bağlılık gösterirse, ona da büyük ecir verir! (A.Hulusi)

10 – Her halde sana biy’at edenler mahzâ Allaha biy’at ederler, Allahın eli onların elinin üstündedir, onun için her kim cayarsa sırf kendi aleyhine cayar, her kim de Allaha ahit verdiği şeyi ifâ ederse o da ona yarın bir ecri azîm verecektir. (Elmalı)

 

İnnelleziyne yübayi’ûneke innema yübayi’ûnAllâh sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmiştirler. Tarihsel karşılığı Hudeybiye’de yapılan Rıdvan biatıdır. Lekad radıyAllâhu ‘anilmu’miniyne iz yubayi’ûneke tahteşşecere (18) diyordu ya 18. ayette, işte ondan dolayı Allah’ın razı olduğu biattır bu. Fakat tarih üstü anlamıyla Hz. peygambere itaat, Allah’a itaatin ta kendisidir anlamına gelir. Yani siz; Allah’a itaat edeyim de peygambere etmesem de olur diye düşünecek olursanız eğer, Allah’a da itaat etmemiş olursunuz. Bu; bu anlama gelir.

yedullahi fevka eydiyhim Allah’ın yardım eli, onların biat için kenetlenen ellerinin üzerindedir. Bu biraz serbest bir çeviri oldu biliyorum. Ama doğrusu bu ibareyi böyle anlamak, doğru anlamaktır diye düşünüyorum. Zımnen onlar Allah davasına yardım için söz verdiklerinde bilsinler ki, Allah’ta onlara yardım edeceğine söz vermiştir. Böyle anlaşılması doğru anlamaktır diye düşünüyorum.

Neden? Hac/38. ayetiyle; İnnAllâhe yudafi’u anilleziyne amenû. (Hac/38) Allah iman edenleri savunur. ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn. (Rum/47) Mü’minlere yardım etmek boynumuza borçtur diyor rabbimiz. Ne muhteşem bir ifade değil mi? EleysAllâhu Bi kâfin abdeH. (Zümer/36) Allah kuluna yetmez mi diyor. Yeter ya rabbi.

Fakat, peki şu günün dünyasında Müslümanlar neden yerlerde sürünüyorlar? Soru buysa eğer aslında cevabı açık. Eğer inanıyorsanız üstün olan sizsiniz. Üstün değilseniz adam gibi inanmadığınızdan. İnancınız hayatınızı inşa etmediğinden, Allah’a güvenemediğinizden, kendinize olan güveninizi zedelediğinizden. Kimliğinizi mahvettiğinizden. Kişiliğinizi mahvettiğinizden dolayıdır. Yani üstün değilseniz, inancınızda, imanınızda bir noksanlık arayın, bir güven eksikliği arayın. Bakın oralarda bir şeyleri kaybetmişsiniz, oralara bakın diyor Kur’an.

femen nekese feinnema yenküsü alâ nefsih bundan böyle kim ahdinden dönerse iyi bilsin ki o sadece kendi aleyhine dönmüş olur. ve men evfa Bima ahede aleyhullahe feseyu’tiyhi ecren ‘azıyma Kim de Allah’a verdiği ahde sadık kalırsa, aslında standart dil kuralına göre aleyhillahe olması, okunması gerekir, zaten bir kıratta da böyledir. Ama bizim mushafımızda ki esas alınan kıratta aleyhullahe okunmuştur ki bu o zamirin Allah’ı Azimüşşanı ifade eden hüve zamiri olduğuna ve O’nun azametine delalet ettiğine ilişkin olarak böyle okunmuştur diye Alusi’nin bir açıklaması mevcut. feseyu’tiyhi ecren ‘azıyma kimde Allah’a verdiği ahde sadık kalırsa O, ona muhteşem bir ödül ihsan edecektir.

Bu ayet doğrultusunda Hz. Nebi Kim boynunda ki biat halkasını meşru bir mazereti olmaksızın çıkarırsa, o cahiliye ölümüyle ölür buyurur. Sanırım yanlış hatırlamıyorsam Tirmizi’de nakledilen bir haber bu. Yani bu haberin birçok varyantı da var. Hatta yanlış varyantları da var. Ama doğru varyantı bu. Söz vermiş, Allah adına biat etmiş. İtaat edeceğine dair söz vermiş ve sözünü bozmasına ilişkin meşru bir mazereti yokken sözünden caymışsa cahiliye ölümüyle ölür diyor efendimiz. Yani burada söze ihanet cahiliye ye dönmedir anlamı çıkıyor.

 

11-) Seyekulü lekel muhallefune minel a’rabi şeğeletna emvalüna ve ehluna festağfir lena* yekulune Bielsinetihim ma leyse fiy kulubihim* kul femen yemlikü leküm minAllâhi şey’en in erade Biküm darren ev erade Biküm nef’a* bel kânAllâhu Bima tamelune Habiyra;

Bedevîlerden geri bırakılanlar: “Bizi mallarımız ve çoluk çocuğumuz meşgul etti; bizim için mağfiret dile” diyecekler… Onlar gerçekte, öyle düşünmediklerini dillendiriyorlar! De ki: “Sizde bir zarar açığa çıkarmayı irade ederse ya da sizde bir fayda oluşturmayı irade ederse; kim Allâh’ın istediğine karşı koyabilir?”… Hayır, Allâh yaptıklarınızdan (yaratanı olarak) haberdardır. (A.Hulusi)

11 – Yakında diyecek sana o Arabîlerden geri bırakılanlar ki: «bizleri mallarımız ve âilelerimiz oyaladı, onun için bize istiğfar ediver!» Kalplerinde olmayan şey’i ağızlarıyla söyleyecekler, de ki şimdi hakkınızda Allah dan kim bir şey’e mâlik olabilir eğer size bir zarar irâde buyurur yahut bir menfaat irâde buyurursa? Doğrusu Allah ne yapıyorduğunuza habir bulunuyor. (Elmalı)

 

Seyekulü lekel muhallefune minel a’rabi şeğeletna emvalüna ve ehluna festağfir lena geride kalan bedeviler; mallarımız ve çocuklarımız bizi sana katılmaktan alıkoydu. Senin arkana düşmekten, senin kafilene katılmaktan alıkoydu. Artık Allah’a bizim için dua et af dile. Bizi affetsin yekulune Bielsinetihim ma leyse fiy kulubihim diyecekler. Ama onlar kalplerinde olmayan şeyi dile getirmiş olacaklar böylece.

Evet, böyle diyorlar, Allah’tan af dile. Geride kalanlardan kasıt, Hz. peygamber rüyasını gerçekleştirmek için müttefik kabilelere, etrafta ki bedevi kabilelere haber yolladığında bu daveti kabul etmeyen, bin bir türlü mazeret ileri süren o kabileler. Ğıfar, Müzeyne, Cüheyne, Eşca ve Elsem kabileleri olduğu kayıtlı kaynaklarımızda bunlar.

Onların hesabı nasıldı? Sanırım şöyle hesap ettiler. Mekke’de kiler, gelenlerin hakkından gelir. Bu bir avuç mü’min oraya gider ve dönemez bire kadar kırılır. Dolayısıyla biz rasyonalistçe hareket edelim. Yani kendi elimizle kendimizi tehlikeye atmayalım. Güya uyanık davrandılar. Fakat bir şeyi hesap etmediler, Allah yokmuş gibi konuştular. Allah’ı hesaba katmadılar. İşte en büyük yanlışları buydu. Allah yokmuş gibi konuşmak. Dolayısıyla yamuk yaptılar, yanlış yaptılar, yanlış düşündüler. Yani vahiy ile inşa olmadı tasavvurları, vahiyle akıllarını inşa etmeyince Allah’ın gör dediği yerden bakmadılar, kaybeden onlar oldu. Devamında ne diyor?

yekulune Bielsinetihim ma leyse fiy kulubihim kalplerinde olmayan şeyi dile getirdiler, ağızlarıyla söylediler. Yukarıdaki sözlerinde dahi samimi değillerdi manasına gelir bu. Yani o mazeretlerinde bile samimi değillerdi. Bizim için Allah’tan af dile derken bile samimi değillerdi. Özür dilerken bile samimi değiller, hata ederken de samimi değiller, özür dilerken de samimi değiller.

Aslında değerli dostlar böyle bir örnek sadece ve sadece vahiylerde rastlanır. Gönülleri sadece Allah bilir. Kur’an da bu mucizevi gizlenen ve saklanan gerçeklerin mucizevi bir biçimde haber verilmesi örneği o kadar çok yer alır ki, bu bir mucizedir, bu tam bir mucizedir. Çünkü insanın içinde sakladığını ondan başka kimse bilmez, bir de Allah bilir. Dolayısıyla Allah haber verir. Peygamberimiz zaten böyle bir teşebbüste hiç bulunmamış ve böyle teşebbüste bulunanları da azarlamıştı. Lem ab as em eşukka ala kulubinnas.(Hadis) Ben insanların içini açıp bakmak için gönderilmedim diyordu. O halde bu bir mucizedir.

kul femen yemlikü leküm minAllâhi şey’en in erade Biküm darren ev erade Biküm nef’a De ki; peki şayet Allah size bir zarar vermeyi, veya bir yarar sağlamayı dilemiş olsa, O’nun, sizin için takdir ettiği şeyi kim engelleyecek, onun size ulaşmasını kim engelleyecek, kim dur diyecek Allah’a. Kim Allah’ın önüne bir engel gerebilecek, yani;

Çok ilginç dostlar burada dikkat buyurun lütfen. Burada işte falan bana beddua etti ne lazım gelir. Veya falanın duasını aldık, karada ölüm yok, denizde ölüm yok, havaya da biz çıkmayız vs. gibi bütün yaklaşımlara harika bir açılım getiriyor burası. Burada efendimizin dilinden de dediği şey şu ayetin; Hadi beni ikna edip duamı aldınız. Fakat Allah’ı nasıl ikna edeceksiniz.

Çok ilginç, çok ibretlik bir ayet. Üzerinde çok durmamız gereken bir ayet. Yani haydi alemlere rahmet olsam da beni ikna ettiniz. Ama alemlere rahmet olarak gönderilmiş olsam da Allah’ı kandırmaya kalktığınızda ben size rahmet olamam. Alemlere rahmet olurum da Allah’ı aldatmaya çalışana rahmet olamam. Dolayısıyla Allah’ı nasıl ikna edeceksiniz.

Allah’ın sizin için takdirini benim duam ya da bedduam belirlemez. Budur peygamberimize söyle denilen şey. Allah’ın size takdir ettiği şeyi benim duam değiştirmez, bedduam da değiştirmiyor. Benim duam değiştirseydi tevbe suresinde benim başında dua edip namaz kıldırdığım halde, hatta benim hırkamla kefenlediğim halde rabbim reddedip de bir daha onların mezarının başında bulunma demezdi münafıkların elebaşı Abdullah bin, Ubey bin Selul’ü bağışlardı benim duam hürmetine, ama reddetti. Dolayısıyla çok ilginç ve ibretamiz bir ayetle karşı karşıyayız.

Ya ne belirler? Sizin davranışınız belirler diyor. Yani Allah’ın sizin için takdirini, sizin davranışınız belirler. Benim duam ya da bedduam değil. Bunu nereden çıkardık? Biz çıkarmadık, devam edelim yeter.

bel kânAllâhu Bima tamelune Habiyra elbette ki zaten Allah yaptıklarınızdan ayrıntısıyla haberdardır. Yani kim yardım edecek diyordu ya bel, cevabı burada. Elbette ki hiç kimse. Hiç kimse yardım edemeyecek yani. Yardım edecek kimse veya Allah’ın size olan takdirinin önüne geçecek hiç kimse yok. Devamında kânAllâhu Bima tamelune Habiyra ki zaten Allah yaptıklarınızdan ayrıntısıyla haberdardır. İşte bu, Allah davranışınıza bakar, yaptıklarınıza bakar, niyetinize bakar, gönlünüze bakar. Yani iki şeyinize; Bir kalbinizde ki niyete, bir de davranışınıza.

 

12-) Bel zanentüm en len yenkaliber Rasûlü velmu’minune ila ehliyhim ebeden ve züyyine zâlike fiy kulubiküm ve zanentüm zannessev’* ve küntüm kavmen bûra;

Aslında siz Rasûl ve iman edenlerin, ailelerine asla geri dönmeyeceklerini zannettiniz! Bu fikir bilincinize güzel göründü de, böylece kötü zanda bulundunuz; helâkı haketmiş bir topluluk oldunuz! (A.Hulusi)

12 – Doğrusu siz, Peygamber ve mü’minler ebeden âilelerine dönemeyecekler zannettiniz, ve bu, kalplerinizde allandı pullandı kötü zanna düştünüz de düşkün bir kavim oldunuz a. (Elmalı)

 

Bel zanentüm en len yenkaliber Rasûlü velmu’minune ila ehliyhim ebede aksine sizler Resulüm ve mü’minlerin aile fertleri arasına bir daha asla dönmeyeceklerini zannetmiştiniz.

Girişte de, daha önce de değinmiştim. Yani Allah’ın gördüğü yer burası işte. Neler düşünüyorlar, giderler bir daha da dönmezler, biz de kurtuluruz, herkeste kurtulur. Böyle yaklaşıyorlar. Veya hesap soracak kimse olmaz nasıl olsa. Öldürüldükten sonra gelip bize hesap soracak halleri yok. Onun için gitsinler, (Haşa) belalarını bulsunlar. Ondan sonra biz de keyfimize bakalım. Böyle düşünmüşler. Haince bir düşünce olması bir yana, bunların Allah’a imanında samimi olmaları söz konusu değil. Çünkü Allah görüyor diye inanmıyorlar. Allah’ın yürekleri bildiğine iman eden kimse böylesine kaçamak düşünür mü? Problem çok derinde, yara derinde. Onun için hatırlayın münafık erkekler ve kadınlarla müşrik erkekler ve kadınlar aynı ayette geldi. Onun için geldi.

ve züyyine zâlike fiy kulubiküm ve böyle düşünmek size pek cazip görünmüştü değil mi? Hesapta akıllılık etmiştiniz. Gemisini kurtaran kaptan olacaktınız. Kâr zarar hesabında bir şeyi unutmuştunuz, Allah’ı. Allah’ı unutmuştunuz. Allah’ın gönüllerin özünü bildiğini unutmuştunuz. İçinizde sakladıklarınızı bildiğini unutmuştunuz. Muhatabınızın peygamber olduğunu göz ardı etmiştiniz. Muhatabınızın vahiy aldığını göz ardı etmiştiniz. Allah’ın; sizin sakladıklarınızın ona haber vereceğini göz ardı etmiştiniz ve akıllı olmadığınız anlaşıldı. Yani akıllıca hesap, uyanıkça hesap yapmaya kalktınız ama uyanıklık bu değil. Uyanıklık asıl böyle bir peygamberin arkasında kalbinize sahip olmaktır. Uyanıklık asıl vahiy alan bir nebinin liderliğinde içine dışına sahip olmaktır.

ve zanentüm zannessev’* ve küntüm kavmen bûra işte böyle berbat bir zanna kapıldınız da sonunda hayırsız bir toplum olup çıktınız.

 

13-) Ve men lem yu’min Billâhi ve RasûliHİ feinna a’tedna zilkâfiriyne sa’ıyra;

Kim varlığının Esmâ’sıyla hakikati olan Allâh’a ve Rasûlüne iman etmezse, bilsin ki hakikat bilgisini inkâr edenler için saîri (alevli bir ateşi – radyasyon dalgaları) hazırlamışızdır. (A.Hulusi)

13 – Her kim Allaha ve Resulüne inanmazsa bilsin ki biz, kâfirler için bir çılgın ateş hazırlamışızdır. (Elmalı)

 

Ve men lem yu’min Billâhi ve RasûliHİ feinna a’tedna zilkâfiriyne sa’ıyra ama kim Allah ve Resulüne inanmazsa iyi bilsin ki biz inkarcılar için kışkırtılmış bir ateş hazırlamışızdır. Kışkırtılmış, alevlendirilmiş, yani kendilerinin kışkırttığı, kendilerin yangına körükle gittiği, kendi eylemlerinin ateşi kışkırttığı bir alev.

 

14-) Ve lillâhi Mülküs Semavati vel’Ard* yağfiru limen yeşau ve yu’azzibu men yeşa’* ve kânAllâhu Ğafûren Rahıyma;

Semâlar ve arzın mülkü Allâh içindir! Dilediğini mağfiret eder (suçlu hâlini örter); dilediğini azaplandırır (bedenselliğinin getirisine terk eder)! Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

14 – Ve Allah’ındır hep o Göklerin, Yerin mülkü: kimine diler mağfiret buyurur, kimine de diler azâb eyler ve Allah bir gafur, rahîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Ve lillâhi Mülküs Semavati vel’Ard göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a aittir. yağfiru limen yeşau ve yu’azzibu men yeşa’ O dilediğini bağışlar, dilediğini de cezalandırır. Af ve azabında bir ilkesi yok mudur? Diye sorabilirsiniz. Yani o dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır. Bunun anlamı o Af ve azabında hiçbir ilkeye sahip değildir demek mi? Hayır, asla. Allah zaten vahiy ile ilkelerini koymuş ortaya.

Kimi diler peki? 11. ayete bakın. Niyet ve davranışları kriter olarak koymuştur. 11. ayet bunu ifade ediyor. Yani Allah kimi affetmeyi diler, kimi bağışlamayı diler ve kimi cezalandırmayı diler diye sorarsanız o zaman 11. ayette geliyor. Niyetine bakar, eylemine bakar. Niyetine ve eylemine göre diler, ya da dilemez. Biz bunu anlıyoruz. ve kânAllâhu Ğafûren Rahıyma Ama Allah zaten çok affedicidir, pek merhametlidir.

Rabbimizden bizi de o geniş rahmet denizinden kana kana kandırmasını niyaz ediyor, bizi, içimizi, dışımızı, eylemimizi, niyetimizi, yüreğimizi, hatta yüreğimizin ta derinliklerinde sakladıklarımızı, hatta yüreğimizde ki 40. odada ki bizim dahi görmek istemediklerimizi gören Allah’a; Ya rabbi sen içimizi dışımız gibi, dışımızı da istediğin gibi sevdiğin gibi, arzu ettiğin gibi kıl diye niyaz ediyoruz.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. ZUHRUF (40 – 89) (155)

$
0
0

231

 

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Sevgili Kur’an dostları Zuhruf suresinin 40. ayeti ile dersimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

 

40-) Efeente tüsmi’us summe ev tehdil ‘umye ve men kâne fiy dalâlin mubiyn;

O sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut o âmâları ve apaçık sapma içinde olanları sen mi hidâyet edeceksin? (A.Hulusi)

40 – O halde sen mi işittireceksin o sağırlara? Yahut hidâyet edeceksin, o körlere ve açık bir dalâl içinde bulunanlara. (Elmalı)

 

Efeente tüsmi’us summe ev tehdil ‘umye ve men kâne fiy dalâlin mubiyn şimdi sen ey peygamber sağıra işittirebilir, köre, kalbi körleşmiş olana gösterebilir misin. Yani açıkça derin bir sapıklığa gömülüp orada karar kılan birine gösterebilir misin hakikati.

Değerli dostlar, ayeti kerime aslında geçen ders işlediğimiz son pasajla bağlantılı. Orada özellikle de 36. ayette; Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn (36)Rahmanın uyarıcı vahyine kim kör davranırsa, tavuk karası bir gözle bakarsa, yaklaşırsa ona şeytanı musallat ederiz. Yani onun içinde ki negatif damarı ona musallat ederiz. Öteki kişilik haline getiririz. Nefsini başına bela ederiz bir başka ifadesi ile. Fehuve lehu kariyn, kendisi onun yörüngesi olur, yörüngesine girer. O kendisinin merkezi haline gelir ve etrafında döner. Artık tüm hatta hareketini o belirler ayetiyle bağlantılı olarak okumak lazım.

Sağırlık ve körlük fiziki bir olay değil Kur’an a göre Kur’an kendine has bir özürlü dili oluşturur. Onun için gözü görmeyene Kur’an kör demez. O kör değil. Kulağı duymayana Kur’an sağır demez. Asıl sağır yüreğinin kulağı duymayan, asıl kör, kalbi kör olandır.

..lâ ta’mel ebsaru ve lâkin ta’mel kulubülletiy fiyssudur. (Hac/46)gözler değil kör olan, asıl kör olan göğüstekilerdir. Yani Akleden kalptir. Eğer akletmiyorsa kördür, sağırdır, dilsizdir.

 

41-) Feimma nezhebenne Bike feinna minhüm müntekımun;

Eğer seni (dünyadan) götürsek dahi, doğrusu biz onlardan intikam alıcılarız. (A.Hulusi)

41 – Şu halde şayet biz seni alır götürür isek elbette onlardan intikam alacağız. (Elmalı)

 

Feimma nezhebenne Bike feinna minhüm müntekımun biz ister seni çekip katımıza alalım, daha sonra onlardan öcümüzü nasıl olsa alırız. Yani istersek seni katımıza alırız ve daha sonra da onlardan öcümüzü alırız, devamı var;

 

42-) Ev nüriyennekelleziy ve’adnahüm feinna aleyhim muktedirun;

Yahut da onlara vadettiğimizi sana gösteririz… Biz onlar üzerinde istediğimizi yapma gücüne sahibiz! (A.Hulusi)

42 – Yahut onlara yaptığımız vaadi sana gösterirsek şüphe yok ki biz ona da muktediriz. (Elmalı)

 

Ev nüriyennekelleziy ve’adnahüm feinna aleyhim muktedirun isterse onları tehdit ettiğimiz azabı sana da gösterir, yani onların başına gelen azabı senin de görmeni sağlarız. Her durumda felinna aleyhim muktedirun, her durumda biz onlara güç yetiririz. Onlar üzerinde mutlak bir hükümranlık yürütürüz. Yani onları alt edecek gücümüz vardır. Nitekim bu ayetin hükmü Bedir de tecelli etti. Bedirde gördüler. Allah Resulü Bedirde bire birer yıkılan müşrik reislerinin baş ucunda durmuş ve şöyle demişti

- Ben Allah’ın bana vaad ettiği şeyi buldum ve gördüm. Siz de Allah’ın sizi tehdit ettiği şeyi buldunuz ve gördünüz mü?

Evet, görmüştüler. O manzara aslında bunun delili idi. Onun için rabbimiz yıllar öncesinden, ki bu olay 9. yılda indiğini düşünürsek bu ayetlerin, daha Bedir’e yaklaşık 5 – 6 yıl var. 5 – 6 yıl önceden onlara bu uyarıyı bildirmişti. Oysa ki bu mucizevi uyarı gerçekten mucizevi idi. Bedir bu mucizenin mütemmim cüzüydü, yani bir başka mucizeydi.

Henüz Bedir öncesinde Allah Resulü; “İlahi” diyordu. Allah’ım, “in tuhlik hazihil ıshabe, lâ tu’bet fiyl ard.” Eğer şu bir avuç insanı da yok edecek olursan, ya da yok olmasına izin verirsen, yer yüzünde layıkıyla sana kulluk eden kalmayacak.

Bu kadar hassas, bu kadar ince bir noktadaydı imanın var olma savaşı. Ama gerçekten de Allah vaadini yerine getirdi.

 

43-) Festemsik Billeziy ûhıye ileyk* inneke alâ sıratın müstekıym;

Sana vahyolunana sıkı sarıl! Muhakkak ki sen doğru yol üstündesin! (A.Hulusi)

43 – Sen hemen o sana vahyolunana tutun muhakkak ki sen doğru bir yol üzerindesin. (Elmalı)

 

Festemsik Billeziy ûhıye ileyk* inneke alâ sıratın müstekıym sana vahy edilene sımsıkı sarıl, çünkü sen dosdoğru bir yol üzeresin.

 

44-) Ve innehu lezikrun leke ve likavmik* ve sevfe tüs’elun;

Muhakkak ki O, sen ve toplumun için bir zikirdir (hatırlatma)! Yakında sorumluluğunuzdan sorgulanacaksınız! (A.Hulusi)

44 – Ve muhakkak ki o, hem senin için, hem kavmin için bir şereftir ve ileride ondan mesul olacaksınız. (Elmalı)

 

Ve innehu lezikrun leke ve likavmik* ve sevfe tüs’elun kuşkusuz bu vahiy senin ve kavmin için bir şeref ve itibardır. Bir uyarıdır diye de çevirebiliriz. Ama doğrusu İbn. Abbas ve Hz. Ali’nin şeref ve itibar olarak anlaması çok daha hoş bir anlam. Yani Kur’an vahyi bir şeref ve itibar. Hem Resul için, hem de o toplum için. Düşünsenize bir eğer Kur’an vahyi olmasaydı yeryüzünün herhangi bir tarihinde herhangi bir toplum olan, hatta çölün ortasında hiç kimsenin bilmediği, tanımadığı bir bölge de mahsur kalmış gibi, tarihin dışında yaşayan bu insanlardan kimin haberi olurdu. Hangimiz bilirdik.

Kur’an sadece kendisine iman edenleri tarihte yaşatmakla kalmadı, kendisine küfredenleri bile yaşattı. Bugün Ebu Cehil’i, Ebu Leheb’i, Ümeyye Bin Halef’i Ubey Bin Halefi, Utbe’yi, Şeybe’yi kim bilir, kim duyar, kim hatırlardı. Ama Kur’an sadece dostlarına bir şeref ve itibar olmakla kalmadı, düşmanlarının bile adını unutturmadı. İşte bu, dolayısıyla vahiy aslında indiği toplum için dostu ve düşmanıyla, iman edeni ve inkar edeniyle büyük bir nimet olduğunu gösterdi. Büyük bir devlet olduğunu gösterdi.

ve sevfe tüs’elun fakat zamanı gelince sorguya çekileceksiniz. Yorumumuzu destekleyen bir son cümle bu, ayetin son cümlesi. Zamanı gelince sorguya çekileceksiniz. Yani hepiniz vahyin bir biçimde ekmeğini yediniz. Vahiy hepinize şeref ve itibar getirdi. Zaten Utbe öyle diyordu, hiçbir zaman da iman etmemişti Utbe ama öyle diyordu. “Bırakın onu kendi davasıyla baş başa. Eğer başaramazsa zaten Araplar onun hakkından gelir, siz de kurtulmuş olursunuz. Fakat başarırsa itibar sizin itibarınızdır. Şeref sizin şerefinizdir. Onur sizin onurunuzdur. Dolayısıyla o onurdan siz de payınızı almış olursunuz.” Diyordu Utbe. Ama dediğini tutmadılar tabii ve helak oldular.

ve sevfe tüs’elun zamanı gelince hesaba çekileceksiniz in karşılığı gerçekten de uhrevi olarak hayli anlamlı, hayli manidar. Bu noktada aklıma bir başka ayet geliyor;

Felenes’elennelleziyne ürsile ileyhim velenes’elennel murseliyn.(A’raf/6) Yemin olsun kendilerine peygamber gönderilenlerden hesap soracağız, Ve yine and olsun ki gönderilen peygamberlerden de hesap soracağız. Gönderilen peygamberlerden neden hesap soracak diye sormayın, soracak, hepsinden hesap soracak. Soracağına öylesine emindi ki Resul, bu kaygı onun saçlarını ağartmış, veda hutbeleri sırasında her bir hutbenin sonunda cemaate dönerek;

- Ey insanlar, tebliğ ettim mi? Onlar;

- Evet ya Resulallah tebliğ ettin. Emaneti eda ettin, yerine getirdin görevini diye şahitlik yaptıklarında gözlerini göğe dikerek;

- Allah’ım sen de şahit ol..! demişti.

Bu bir sorumluluk, bu ağır bir sorumluluktu. Gerçekten Resul o sorumluluğu yerine getirdi ve bize mirası olduğu gibi aktardı. Asıl biz o mirası ne yaptık. Biz de sorulacağız, bizden de hesap sorulacak. O peygamberliğini yerine getirdi siz de ümmetliğinizi yerine getirdiniz mi denilecek. İşte onun kaygısını herkes duymak zorunda. Ve bu ayet ve sevfe tüs’elun derken sadece ilk muhataplarına hitap etmiyordu, son muhatabı olan bizlere de hitap ediyor. Ve açıkça kendisine bakana gözlerinin içine baka baka hesap sorulacaksınız, zamanı gelince hesaba çekileceksiniz diyor.

 

45-) Ves’el men erselna min kablike min Rusulina ece’alna min dunirRahmâni aliheten yu’bedun;

Rasûllerimizden, senden önce irsâl ettiklerimize sor (onlara verilen bilgiyi incele)! Rahmân’dan gayrı, kulluk yapılası tanrılar mı oluşturmuşuz? (A.Hulusi)

45 – Senden evvel gönderdiklerimize sor Resullerimizden! biz Rahmandan başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız? (Elmalı)

 

Ves’el men erselna min kablike min Rusulina senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin hayatını araştır sorgula, ves’el. Sor manasına gelir düz olarak. Fakat daha önce gelip geçmiş peygamberleri kabirlerinden kaldırıp ta sormak söz konusu değil tabii. Hatta bu çerçevede bazı rivayetler bile zikredilmiş. Fakat bu zorlama olur. Soruştur manasına da zaten gelir. Yani düşün, tefekkür et, dinle, tarihi verileri kontrol et, geçmiş kavimlerin hayatlarına bak. Geçmiş kitaplardan, ya da kitap ehlinden bu güne kadar gelen verileri dikkate al ve sor bakalım. Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin hayatını araştır.

ece’alna min dunirRahmâni aliheten yu’bedun bak bakalım hiç Rahman’dan başka tapınılacak tanrılar tayin etmiş miyiz? Rahman dışında kulluk edilecek bir başkasını tayin etmiş miyiz? Bu pasajın ilerde gelecek ayetlerden yola çıkarak öncelikle Hz. İsa’ya işaret ettiğini, yani Hz. İsa’yı tanrılaştıran Hıristiyanların bu yaptıklarından yola çıkarak peygambere yamuk bakışı dile getirdiğini düşünebiliriz.

 

46-) Ve lekad erselna Musa Bi âyâtiNA ila fir’avne ve meleihi fekale inniy Rasûlü Rabbil alemiyn;

Andolsun ki Musa’yı işaretlerimizle Firavun ve onun ileri gelenlerine irsâl ettik de (Musa) dedi: “Ben Rabb-ül âlemîn’in Rasûlüyüm.” (A.Hulusi)

46 – Celâlim hakkı için Musâ’yı âyetlerimizle Firavuna ve cemiyetine gönderdik, vardı haberiniz olsun, dedi: ben bütün âlemlerin rabbinin Resulüyüm. (Elmalı)

 

Ve lekad erselna Musa Bi âyâtiNA ila fir’avne ve meleii fekale inniy Rasûlü Rabbil alemiyn Burada Hz. Musa’yı ve mücadelesini dile getirdi model olarak örnek olarak. Ve diyor ki ayet; Doğrusu Musa’yı mucizevi mesajlarımızla firavuna ve kadrosuna böyle göndermiştik. İşte böyle gönderdik, yani seni gönderdiğimiz gibi ve demişti ki; “Bakın ben Alemlerin rabbinin elçisiyim.”

Bu pasajın amacı Resulallah’ı teselli etmek. Hz. Musa ve mücadelesi bir model olarak sunuluyor. Resulallah’ın tasavvuru inşa ediliyor. 9. yılı hatırlayalım. Hüzün yılı, sevdikler bir bir yok olmuş. Ebu Talip gitmiş, büyük destek. Hz. Hatice gitmiş ve mü’minlerin bir çoğu göç etmişler. Resulallah düşman bir okyanusun ortasında küçücük bir adada kalmış, küçücük bir dost adasında, bir avuç dost insan. Ve işte böyle bir ahval içre bu ayetler neyin tesellisini yaptığını daha iyi anlayabiliriz bu ayetleri.

Acaba olağan üstü bela silsilesi şu Mekke’yi ve müşrikleri kuşatsa adam olurlar mıydı sorusu da aklına gelmiş olabilir Resulallah’ın. Yani bunlar inkarda bu kadar direndiler, acaba bunları Allah olağan dışı bir takım cezalarla kuşatsaydı adam olurlar mıydı sorusu cevabını buluyor burada. Değişmezdi diyor o cevap. Hiçbir şey değişmezdi. Delil mi arıyorsun değişmeyeceğine dair, al sana delil; Musa’nın ve Firavunun örneğine bak. İşte burada o delilleri sıralayacak şimdi.

 

47-) Felemma caehüm Bi âyâtiNA izâhüm minha yadhakûn;

Onlara işaretlerimizle geldiğinde, onlar hemen bunlara güldüler! (A.Hulusi)

47 – Vaktâ ki onlara böyle âyetlerimizle vardı, birdenbire onlar bunlara gülüverdiler. (Elmalı)

 

Felemma caehüm Bi âyâtiNA izâhüm minha yadhakûn fakat ardından onların önüne mucizevi ayetlerimizi sürünce onlar hemen alay etmeye başladılar. Bu mucizevi ayetler içerisinde başlarına açılan belalar da var. Ama alay etmeye başladılar. Yani ibret alacakları yerde dalga geçtiler.

 

48-) Ve ma nuriyhim min ayetin illâ hiye ekberu min uhtiha* ve ehaznâhüm Bil azâbi leallehüm yerci’un;

Onlara gösterdiğimiz her bir mucize, öncekinden daha büyüktü… Belki bize dönerler diye onları azapla da yakaladık. (A.Hulusi)

48 – Her ne âyet de gösteriyorsak onlara mutlak birbirinden büyüktü, tuttuk onları azâba da çektik ki rücu’ edeler. (Elmalı)

 

Ve ma nuriyhim min ayetin illâ hiye ekberu min uhtiha oysa ki onlara gösterdiğimiz her mucizevi ayet, yani her bela bir öncekinden daha büyüktü. ve ehaznâhüm Bil azâbi leallehüm yerci’un bir de onları belki dönerler diye cezalarla kuşattık.

Demek ki hem mucizeler gösteriliyor, hem cezalarla kuşatılıyorlar. Önce mucizeler gösteriliyor. Yani önce iyilikle yola getirilmeye çalışılıyor. Önce peygamberin peygamberliğine dair mucizeler gösteriliyor. Onunla destekleniyor peygamberlik, onunla destekleniyor davet. Fakat kar etmiyor. Ondan sonra ceza silsilesi yağmaya başlıyor. Ödülle de ceza ile de yola gelmiyorlar, zımnen bu ayetlerin söylediği bu.

[Ek bilgi; FİRAVUNA KARŞI GERÇEKLEŞEN BELÂLAR

1 – Kan belası

2 – Kurbağa belası,

3 – Sivrisinek belası,

4 – At sineği belası

5 – Hayvanların ölümü,

6 – Çıban belası,

7 – Dolu belası,

8 – Çekirge belası

9 – Karanlık belası.

{A’raf/133 ayetine bakınız}]

 

49-) Ve kalu ya eyyühes sahır ud’u lena Rabbeke Bima ahide ‘ındeke innena le mühtedun;

Dediler ki: “Ey büyücü! Senin anlaşman dolayısıyla bizim için Rabbine dua et! Biz doğru yolda olalım!” (A.Hulusi)

49 – Bu halde diyorlardı ki: gel ey sâhir!( Büyücü, büyü yapan, sihir yapan) bizim için rabbine bir duâ et, sende olan ahdi hürmetine, çünkü biz artık yola geleceğiz. (Elmalı)

 

Ve kalu ya eyyühes sahır ud’u lena Rabbeke Bima ahide ‘ındeke innena le mühtedun sen ey sihirbaz dediler, seninle yaptığı sözleşme hatırına Rabbine bizim için yalvar. Kesinlikle biz artık doğru yola yöneleceğiz diye yalvar yakar oldular. Hz. Musa’ya yalvardılar.

Eski Mısır’da sihirbazlar Mısır’ın bilge kişileri idi. Onun içinde ey sihirbaz, ey büyücü diyorlar. Bu bir hakaret değildi o toplumda. Birine sihirbaz demek ona ikram etmek, ona iltifat etmekti hatta. Bir konum biçmekti. Mısır’lıların yalvarırken böyle hitap etmelerinde  şaşılacak bir şey yoktu dolayısıyla.

Burada eğer sen bizden bu belaları def edersen biz de getirdiğin şeye inanırız diyorlardı. Yani zoru görünce inanacaklarına söz verdiler. Peki ne oldu?

 

50-) Felemma keşefna anhümül azâbe izâhüm yenküsûn;

Kendilerinden azabı kaldırdığımızda, onlar hemen sözlerini bozdular! (A.Hulusi)

50 – Bunun üzerine kendilerinden azâbı açtığımız vakit da derhal cayıverdiler. (Elmalı)

 

Felemma keşefna anhümül azâbe izâhüm yenküsûn ama cezayı kaldırır kaldırmaz derhal sözlerinden caydılar. İzâhüm yenküsûn. Sözlerini arkaya attılar, üstüne yattılar, verdikleri sözü unuttular.

İnsanoğlunun tipik davranış biçimi, zoru görünce boyun eğip yalvarıp, ondan kurtulunca onu hiç görmemiş gibi davranmak. Belayı görünce boyun eğip, beladan kurtulunca meydan okumaya devam etmek. Tekebbüre, kibirli havalara girmek.

 

51-) Ve nada fir’avnu fiy kamihi kale ya kavmi eleyse liy mülkü mısra ve hazihil enharu tecriy min tahtiy* efela tubsırun;

Firavun, halkı içinde nida edip dedi ki: “Ey halkım! Mısır’ın varlığı ve altımdan akan şu nehirler benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?” (A.Hulusi)

51 – Ve Firavun kavminin içinde şöyle bağırdı: ey kavmim! Mısır mülkü benim ve hep şu nehirler benim altımdan akıyor değil mi? Artık gözünüzü açsanız a.(Elmalı)

 

Ve nada fir’avnu fiy kamihi kale ya kavm derken Firavun kavminin arasındayken ey kavmim diye seslendi, Ey kavmim, Firavunun ulusa seslenişi yani. Onu görüyoruz şimdi. eleyse liy mülkü mısra ve hazihil enharu tecriy min tahtiy Mısır’ın hakimiyeti bana ait değil mi ey kavmim şu gördüğünüz nehirler, sulama kanalları, bu bütün insanlığı hayrette bırakan en ileri teknoloji ile donatılmış bu muhteşem kanallar benim ayağımın altından akmıyor mu? efela tubsırun ne yani bunu da mı görmüyorsunuz.

Evet, Firavunla ilgili tüm ayetlerden tarihler üstü firavunluk mantığını anlıyoruz, görüyoruz. Firavunlar tarihte kalmış olabilir, ama firavunluk tarihte kalmadı. Firavunluk her çağda geçerli. Her çağda görebilirsiniz. Malikül mülk; Mülkün gerçek maliki Allah’tı. Fakat firavun mantığı mülkün maliki kendisi zanneder. Yani kendisinin sahip olduklarını sadece kendisine ait bilir. Onun mutlak maliki zanneder kendisini. Onu emanet olarak görmez.

Demek ki firavunlaşmaya başlayan benliğin ilk yaptığı şey sahip olduklarının maliki olduğunu zannetmek. Yani onların emanet olduğu gerçeğini unutmak. Her firavunlaşan bu noktadan yola çıkarak firavunlaşır. Kendisini imtihan edilmek için verilmiş değerleri, benim zanneder, mülkiyeti zanneder. Ve tabii değerin sahibini unutmak aslında şükrü unutmaktır. Şükrü unutan Allah’ı unutur. Allah’ı unutan kendini unutur, kendini unutan kendini kaybeder, kendini kaybeden hiçbir şey kazanamaz. Bu da tekebbürdür işte. Firavunu firavun yapan tekebbürü idi.

 

52-) Em ene hayrun min hazelleziy huve mehiynün ve lâ yekâdü yübiyn;

“Yoksa şu basit ve ne demek istediğini açıklayamayandan daha hayırlı değil miyim?” (A.Hulusi)

52 – Yoksa ben şundan daha hayırlı değil miyim ki o hem hakîr hem de meramını anlatamıyor. (Elmalı)

 

Em ene hayrun min hazelleziy huve mehiynün ve lâ yekâdü yübiyn bakın nasıl kara propaganda yapıyor, muhalifi için nasıl bir propaganda yöntemi kullanıyor; Yoksa ne demek istediğini bile açık seçik anlatmaktan aciz olan şu değersiz adamdan daha iyi değil miyim. Hz. Musa’yı kastediyor. Hz. Musa’da ki konuşma zorluğunu kastediyor. Malum Hz. Musa’nın dilinde konuşma zorluğu vardı. Onun için peygamber gönderilirken bile kendisini peygamber atayan rabbine yalvarmış, beni değil kardeşim Harun’u öne geçir, hatta onu bana yardımcı ver demişti.

Bu konuşma zorluğunu aslında bir tür mesaj olarak alabiliriz. Bir peygamberin peygamberlik mahareti sadece dilinde değildi. Kaldı ki eğer Allah seni bu halinle peygamber olarak seçiyor ve davet için gönderiyorsa, onu telafi edecek başka şeyler verir.

Haddi zatında bir nükte olarak söylemek gerekirse Hz. Musa’ya diğer peygamberlerde ender gördüğümüz yedi Beyza ve asayı Musa mucizelerinin verilmesi belki de dilinde ki bu konuşma zorluğuna takviye içindi. Yani eğer dilinde konuşma zorluğu varsa elin konuşur ey Musa. Allah eline dil verir elin konuşur. Hatta o kadar konuşur ki sadece elin konuşmakla kalmaz, elinde tuttuğun değnek bile konuşur. Yeter ki sen Allah’ın yardımını hak et. Yeter ki seni Allah görevlendirsin. Yeter ki destekçin Allah olsun.

Gayret dil gayreti değil ki, peygamberlik çenebazlık değil ki, peygamberlik bambaşka bir şey. Onun için firavunda peygamberliği çenebazlık zannetmiş olmalı ki daha ne dediğini bile doğru dürüst anlatmayı beceremeyen şu adamdan ben üstün değil miyim diyor.

[Ek bilgi; Hz. MUSA’NIN KEKEME OLUŞU

Mûsâ (a.s.) kekeme olduğu için kelimeleri anlatmakta zorluk çekiyordu. Bunun için Firavun kavmine «Ey kavmim, ben sözü açık söyleyemeyecek derecede zavallı olan şu adamdan daha üstün, daha değerli değil miyim?» diyerek kavmini Mûsâ ta.s.)'ya iman etmekten alıkoymaya çalışmıştır.

Hz. Mûsâ, Firavun'un sarayında çocukken bir gün o kâfirin sakalından tutmuş hınçla çekip birkaç tüy koparmıştır. Buna çok sinirlenen Firavun onu öldürmek istemiş, karısı «Bunu çocukluktan yaptı» diyerek ona mani olmak istemiştir.

Fakat bunu hazmedemeyen Firavun «bunu bir deneyelim, o zaman çocukluktan yapıp yapmadığı ortaya çıkar» diyerek bir kabın içine altın, diğer bir kabın içine de ateşin korunu koyarlar ve getirip çocuğun önüne bırakırlar. Şayet o yavru elini altının bulunduğu kaba uzatacak olursa, Firavun bunu bilinçli yaptığım kabul ederek onu öldürecekti. Eğer elini ateşin bulunduğu kaba uzatırsa gerçekten çocukluktan yaptığına kanaat getirerek, ona bir şey yapmayacaktı.

Tam o anda Cebrail gelir o küçük yavrunun elini ateşin bulunduğu kaba sokar ve Hz. Mûsâ oradan bir kor alır, ağzına atar. îşte o kor Mûsâ (a.s.)'nın ağzını ve dilini yakar, bu yanıktan mütevellid kekeme olur. Bunun için «(Ey Rabbim) dilimdeki düğümü çöz» diye duâ etmiştir.  {Ebü'l-Leys Semerkandi – Tefsir – ül Kur’an}]

 

53-) Felevla ulkıye aleyhi esviretün min zehebin ev cae meahül Melaiketü mukteriniyn;

“(Eğer Musa dediği gibiyse) Onun üzerine altından bilezikler gönderilmesi yahut onunla beraber yakını olarak melekler gelmesi gerekmez miydi?” (A.Hulusi)

53 – Eğer o dediği gibi ise üzerine altın bilezikler atılsa ya! Yahut yanında Melâikeler dizilse gelse ya! (Elmalı)

 

Felevla ulkıye aleyhi esviretün min zehebin ev cae meahül Melaiketü mukteriniyn Hem neden ona altın künyeler, altın bilezikler, altın takılar bahşedilmemiş. Ya da beraberinde saf saf dizili melekler gelmemiş. Öyle diyor firavun, devam ediyor kara propagandaya. Neden ona altın bilezikler vermemiş. Aslında bu altın bilezikler eski Mısır’da bir statü işareti. Yani günümüzde takım elbisenin ya da kravatın yerini almış. O gün bir statü işareti. Kendisini firavuna nispet edenlerin, ya da yönetime nispet edenlerin, yönetim içinde bir görevi bulunanların taktığı, ya da toplum içerisinde yüksek tabakanın kullandığı bir takım aksesuarlar.

Fakat ilginçtir biz geçmişten bu güne gelen tüm firavun heykellerinde firavunların bir elinde kamçı bir elinde altın bir halka görürüz, haçlı halka. Bir ucunda haç vardır bu halkanın. Firavun bir elinde bu halkayı tutar ama ucunda haç vardır. Bir elinde de kamçı görürüz. Böyle dururlar ve hep bu iki şey vardır ellerinde, tüm heykellerde. Aslında kamçı firavunun iktidarını temsil etmektedir. Halka da firavunun dini liderliğini temsil etmektedir. Aslında o ucundaki haçlı halka.

İlginçtir değil mi Hz. İsa’dan binlerce yıl evvel firavunlar ellerinde haç taşıyorlar. Haç kadim putperest kavimlerde kullanılan bir totemdi aslında. Yani bu da tarihi bire veri olarak bu güne kadar gelmişti. Asıl kamçıyı taşıyor olmaları ki hiçbir firavunun birebir heykeli yoktur. Heykelleri kendilerinden en az beş kat, 10 kat büyüktür. Daha büyük olanları da vardır. Kahire de eski meclis binasında ki firavun heykelleri görmeye gidenler iyi bilirler, firavunlar azametli heykeller yaptırmakla aslında halkı böyle korkutmayı tercih etmişler.

Halka görünmezlerdi, sarayı halka kapatmışlardı, halkın huzuruna hiç çıkmazlardı. Hatta eski Mısır da bir yasa vardı, bir firavuna dokunan öldürülürdü. Çünkü o tanrısal bir varlıktı, güneşin yer yüzünde ki oğluydu, Ra’nın yer yüzünde ki oğluydu dolayısıyla ona diğer bir insan dokunamazdı. Böylesine bir dokunulmazlık, böylesine korkunç bir dokunulmazlık zırhına bürünmüştüler. İşte aslında Hz. Musa’nın elinde ki çoban değneğinin bir mucizeye dönüşmüş olması, firavunun elinde ki kamçıya bir cevaptı.

Ey firavun sen elindeki kamçıyı milleti korkutmak için kullanıyorsun, bir çobanın elinde ki asa, bir çobanın elindeki çoban değneği ile baş edemiyorsun. Yani senin karizmanı işte böyle çizer Allah bunu diyordu belki amiyane bir ifade olacak ama böyleydi verilen mesaj

İlk muhatapların Resulallah’a bakışını da ele veriyor aslında bu ayetler. Firavunî bir bakışla bakıyorlardı Resulallah’a. Düşünsenize Mekke’nin soylularının Resulallah’a bakışını İbn.-i Ebi Kebşe derlerdi hakaret için. Böyle bir künye uydurmuştular. Dahası Abdul Muttalib’in yetimi derlerdi. Yani yetim ne olacak, sahipsiz ne olacak ve hakaret ederlerdi erkek çocuğu olmadığı için. Onu kimsesiz addederlerdi. Ki Allah onlara kendi hakaretlerini çevirecek ve etter diyecektir. Yani öyle bakıyorlardı.

Bir insanı yücelten gücün, onun parası, pulu, statüsü, mevkii ve evladı, nüfusu, insan kaynakları, insan gücü olduğunu düşünüyorlardı. Onlar hiçbir insanın aklına, fikrine, ahlakına, imanına bakmıyorlardı. Yani ulvî değerleri değer olarak görmediler. Hep sayılabilir olanları değer olarak gördüler. Elle tutulanlara değer dediler. Ama yüce değerleri değer olarak görmediler. Onun içinde bir peygamberi takdir edemediler, asla takdir edemediler.

 

54-) Festehaffe kavmehu feeta’ûh* innehüm kânu kavmen fasikıyn;

(Firavun) halkını aşağıladı… Onlar da ona itaat ettiler… Muhakkak ki onlar inancı bozulmuş bir toplumdu! (A.Hulusi)

54 – Bu suretle kavmini istihfaf etti onlar da ona itaat eylediler, çünkü dînden çıkmış fâsık bir kavim idiler. (Elmalı)

 

Festehaffe kavmehu feeta’ûh işte böylece firavun kavmini tahrik etti, onlar da bu tahrike kapıldılar. Burada ki festehaffe; hafifleştirdi manasına gelir düz manası Ama buna bazı otoriteler aptallaştırdı anlamını vermişler. Ahmaklaştırdı. Doğrusu güzel bir anlam, toplumunu böyle ahmaklaştırdı. Fakat üstteki ayetlerle bağlantısı açısından ben tahrik etti anlamının daha uygun düşeceğini düşünüyorum. Ki Ferra da istefezze karşılığını vermiş korkuttu, tahrik etti. Onu telaşa düşürdü anlamında istefezze manası vermiş ki, bence de tahrik ediyor. Yani ulusa seslenişinde firavun ulusunu tahrik ediyor, etrafındaki insanları tahrik ediyor, Musa’ya karşı tahrik ediyor ki, kendinden yana olsunlar.

innehüm kânu kavmen fasikıyn zaten onlar öteden beri yoldan çıkmış bir kavimdiler.

 

55-) Felemma asefunentekamna minhüm feağraknâhüm ecme’ıyn;

Ne zaman ki bizi öfkelendirdiler, yaptıklarının sonucunu yaşattık; onları toptan suda boğduk. (A.Hulusi)

55 – Böyle vaktâ ki bizi gadaba davet ettiler biz de kendilerinden intikam aldık hepsini birden gark ediverdik. (Elmalı)

 

Felemma asefunentekamna minhüm feağraknâhüm ecme’ıyn bizim gazabımızı davet ettikleri zaman, ne zaman bizim gazabımızı davet ettiler, aslında esefuna; ne zaman bizi kızdırdılar, ne zaman bizi gazaba getirdiler, yani açık anlamı bu. Ne oldu peki? ekamna minhüm onlara yaptıklarının acısını tattırdık. İntikam; öç almak diye çevirmiyorum çünkü basit kaçıyor, etimolojik karşılığı birine yaptığının acısını tattırmaktır. Yaptıklarının acısını onlara tattırdık. feağraknâhüm ecme’ıyn topunu boğulmaya terk ettik.

 

56-) Fece’alnahüm selefen ve meselen lil ahıriyn;

Onları sonradan gelenlere bir geçmiş ve bir ibretlik örnek kıldık! (A.Hulusi)

56 – Gark ediverdik de onları sonrakiler için hem bir selef hem bir mesel kıldık. (Elmalı)

 

Fece’alnahüm selefen ve meselen lil ahıriyn ve onları sonraki nesiller için geçmişin acı hatırası ve ibret vesikası kıldık. Gelecek nesillere acı bir hatıra kıldık ki nesilden nesile ibreti alem olarak anlatılsınlar ki, kendilerinden tam 3.300 yıl sonra dahi, işte bakınız. Bu olayın üzerinden 3.300 yıl geçti. M.Ö. 1.300 lere tekabül eder firavunun ve hempalarının uğradığı bela, boğulması. 3.300 yıl öteden bu güne kadar ibreti alem olarak nesilden nesile geldiler. Hala lanetlenirler ve bizden sonraki nice 3.300 yıllarca dahi lanetlenmeye devam edecekler.

 

57-) Ve lemma duribebnü Meryeme meselen izâ kavmüke minhü yesıddun;

Meryemoğlu bir ibretlik örnek olarak ortaya konulduğunda, toplumun hemen ondan yüz çevirdiler. (A.Hulusi)

57 – Ve vaktâ ki Meryem’in oğlu bir mesel olarak ortaya atıldı derhal kavmin ondan çığrıştılar. (Elmalı)

 

Ve lemma duribebnü Meryeme meselen izâ kavmüke minhü yesıddun yeni bir pasaja girdi sure 57. ayetle. Burada da Hz. Musa’nın arkasından Hz. İsa, daha doğrusu Hz. İsa’nın ardından tanrılaştırılması dile getiriliyor. Yani Hz. Musa’nın yaşarken başına gelen anlatılıyor, Hz. İsa’nın da vefat ettikten sonra başına gelen anlatılıyor. Burada ilginç iki farklı sapma olayı var; Birincisi bizzat peygamberin hayatında kendisine karşı mücadele biçiminde gerçekleşiyor, ikincisi peygamberin bıraktığı risalet mirasına karşı sapma anlatılıyor.

İşte şimdi bu ikincisine geçtik. Bir peygamberin kendisine yönelik tehdit mi, mirasına yönelik, yani davetine yönelik tehdit mi daha büyük. Aslında belki bu soruyu sorduruyor bize. Hz. Musa’nın şahsına yönelik tehditler vardı, Allah o tehditleri bertaraf etti. Bu firavun da olsa, yer yüzünün süper gücü de olsa baş edemedi. Fakat bir peygamberi bekleyen en büyük tehdit, onu yaşarken onun hayatına yönelik tehdit değil, o vefat ettikten sonra bıraktığı risalet mirasına yönelik tehdit dercesine işte şimdi de Hz. İsa’nın risaletine yönelmiş olan saptırma, tahrif etme tehdidine getirdi sözü.

İmdi; ne zaman Meryem’in oğlu gündeme getirilse senin kavmin bu yüzden başlar şamata yapmaya, başlar taş kale yapmaya, ortalığı velveleye ve gürültüye vermeye.

Hıristiyanların Hz. İsa’ya yükledikleri tanrısal misyonu kendi şirklerinden daha geri ve saçma buluyor Mekke müşrikleri. İlginç değil mi. Aslında kendileri meleklerin simgelerine tapıyorlardı biliyorsunuz. Melekler insandan Allah’a daha yakın diye düşünüyorlardı müşrikler. Dolayısıyla Hıristiyanların sapmaları bizden daha berbat bir sapma, şamataları bunun için. Ne zaman Resulallah ayetlerin içinde Meryem oğlu İsa’dan söz edecek olsa, ayetlerin içinde Hz. İsa geçecek olsa hemen gürültüye başlıyorlardı. Ah..! onun ki bizden de daha beter. Yani biz hiç olmazsa meleklere tapıyoruz, onlar insana tapıyor diye ortalığı şamataya velveleye veriyorlardı.

Aslında bütün bunların özünde şu tabiat yatıyor; Başkalarının yanlışı benim meziyetimdir. Burada dile getirilen zamanlar üstü sapma, ahlaksızlık bu. Mekke müşrikleri sapmış Hıristiyanların yanlışlarını kendi meziyetleri gibi takdim etmeye kalkıyorlardı. Tabii bu mazeret olamaz. Hiç kimsenin sapması sizin sapmanıza mazeret teşkil etmez. Bunu söylüyor aslında ayet.

 

58-) Ve kalu ealihetüna hayrun em hu* ma darebuhü leke illâ cedela* belhüm kavmün hasımun;

Dediler ki: “Bizim tanrılarımız mı hayırlı yoksa O mu?”… Bunu sadece seninle çekişmek için ileri sürdüler! İşte onlar çekişmeyi seven bir toplumdur! (A.Hulusi)

58 – Ya! dediler: bizim ilâhlarımız mı hayırlı? Yoksa o mu? Bunu sana sırf bir cidal olarak fırlattılar, doğrusu onlar çok husumetli bir kavimdirler. (Elmalı)

 

Ve kalu ealihetüna hayrun em huve ve bizim tanrılarımız mı daha değerli yoksa o mu diyorlar. Yani kendilerinin meleklere taptıklarını ima ederek. ma darebuhü leke illâ cedelen belhüm kavmün hasımun onlar bu karşılaştırmayı sadece seninle polemiğe girmek için yaparlar. Ya gerçekte onlar müzmin muhalif bir kavimdirler.

Evet, yani, aslında seninle polemiğe girmek için böyle bir karşılaştırma yapıyorlar ama özüne bakarsan ona da sana da, Musa’ya da karşılar. Yani haydi o zaman İsevi olun desen onu da olmazlar. Musevi olun desen onu da olmazlar. Yani Allah’ın hayatlarına müdahil olmasına karşılar. Dolayısıyla samimi değiller.

 

59-) İn huve illâ ‘abdün en’amna aleyhi ve ce’alnahü meselen libeniy israiyl;

O ancak kendisine in’amda bulunduğumuz ve kendisini İsrailoğullarına bir ders alınası örnek kıldığımız bir kuldur. (A.Hulusi)

59 – Hayır o ilâh değil, halîs bir kuldur, biz ona in’am ettik ve kendisini Benî İsraîl için bir mesel yaptık. (Elmalı)

 

İn huve illâ ‘abdün en’amna aleyhi ve ce’alnahü meselen libeniy israiyl İsa’ya gelince o sadece kendisine ihsan ettiğimiz ve İsrail oğullarına model kıldığımız bir kuldur.

Meselen; model, dünyevileşmiş bir inanca sevgiyi taşıyarak dengelemek için gönderilmiş bir modeldi Hz. İsa. Yahudilik Hz. Musa’nın dünyevileştirilmiş mesajıydı. Hz. Musa’nın ilahi mesajını Yahudiler içeriğinden boşaltarak ruhsuzlaştırdılar. Hz. İsa ruhsuzlaştırılmış Hz. Musa’nın mesajının içine bir ruh olarak girdi. Dengelemeye gönderildi onu.

Fakat Bir başka şey oldu bu sefer. Yani dengelemek için gönderilmiş olan Hz. İsa’nın mesajı parça olarak bütüne eklenmek yerine parça olarak tutuldu ve o da bir başka dengesizliğe dönüştürüldü. Hz. İsa’nın takipçileri tarafından, şimdi ona getiriliyor söz.

 

60-) Velev neşau lece’alnâ minküm Melaiketen fiyl Ardı yahlufûn;

Eğer dileseydik, sizden melekler oluştururduk, arzda halife olacak (ama melekiyeti bünyesinde barındıran beşer olarak meydana getirdik sizi)! (A.Hulusi)

60 – Ve dilersek sizlerden de Melâike yaparız Arzda halef olurlar. (Elmalı)

 

Velev neşau lece’alnâ minküm Melaiketen fiyl Ardı yahlufûn isteseydik elbet sizi de bir biri ardınca gelen melekler yapabilirdik. Gerçek melekler yapabilirdik, ya da melek gibi günahsız insanlar yapardık. İki anlama da gelebilir. Gerçekten melekler yapardık. Ama ikincisi daha doğru. Melek gibi yaşayan günahsız insanlar.

İyi de melek gibi yaşayan günahsız insan olmak için iradesiz olmak lazım. Eğer böyle bir insan tipi olsaydı o zaman cennete ve cehenneme gerek yoktu ki. Günahın olmadığı bir yerde sevabın değeri, karanlığın olmadığı yerde aydınlığın değeri, kötülüğün olmadığı bir yerde iyiliğin değeri, küfrün olmadığı bir yerde imanın değeri nasıl bilinecekti. Kaldı ki kötünün olmadığı bir yerde iyiye niçin ödül verilecekti. Çünkü ödül tercih sonucudur. Eğer alternatifi yoksa, yani seçme yoksa, seçmek için gerekli olan irade de gerekmez.

Dolayısıyla melekler olsaydınız o(insan) olmazdı ama melek yaratmadı Allah. Bu anlamda sizden meleklik istemiyoruz, zımnen bu söyleniyor. Allah’ın sizden istediği Hıristiyanlıkta ki ruhbanlar gibi meleklik değil, dünyadan el etek çekmek değil. Dolayısıyla dengeli olun. Yani Yahudiler dünyevileşti, Hıristiyan ruhbaniyeti de uhrevileşti. Yani sadece vicdanileşti.

Bir mağara da bir post, bir dost yeter bana mantığıyla tüm dünyayı Sezara terk etti. Bu olmaz, bu denge değil. Denge ikisini birleştirmekti. Ruhu kaçmış, ruhu öldürülmüş Musa’nın şeriatının içine İsa’yı bir ruh gibi sokmaktı ve ruhuna yeniden kavuşturmaktı. Ama bu ikisi ayrı ayrı durdu ve dengesizlik devam etti.

 

61-) Ve innehu le ‘ılmün lissaati fela temterunne Biha vettebi’un* hazâ sıratun müstekıym;

Muhakkak ki O, o Saat için bir ilimdir… Ondan şüphe etmeyin ve bana tâbi olun! Bu, işin doğrusudur! (A.Hulusi)

61 – Ve hakkı kat o, saat için bir ilimdir, onun için sakın o saatin geleceğinde şekk etmeyin de bana tabi’ olun, işte bu yegâne doğru yoldur. (Elmalı)

 

Ve innehu le ‘ılmün lissaati fela temterunne Biha vettebi’un Bu başka bir pasaj; İmdi iyi bilin ki O, son saatin geleceğine ilişkin bir bilgidir. Ve innehu le ‘ılmün lissa’a O son saatin geleceğine ilişkin bir bilgidir. fela temterunne Biha vettebi’un şu halde bu konuda asla şüpheye düşmeyin ve bana uyun.

Burada ayetin başında ki Ve innehu da ki zamir; Hasan Basri’ye göre, Katade’ye göre, Said Bin Cübeyr’e göre Kur’an a racidir. Kur’an ı gösterir, öznesi Kur’an dır. Fakat İbn. Abbas’a, Mücahid’e göre Hz. İsa’dır. Hz. İsa’nın yer yüzüne yeniden döneceğini Kur’an dan delil ile savunanlar bu ayeti gösterirler. Fakat taberi bütün tarafların görüşlerini nakletmiş. Bu ikinci görüş, yani burada ki “He” zamirinin Hz. İsa’ya gittiği görüşü takdiri bir muzaf ister. Yani Ve innehu le ‘ılmün lisa’a. Ve inne nüzule ‘ıysa demektir. Ama nüzul kelimesini muzaf olarak takdir etmemiz için bir delilimiz yok. Ki  , büyük müfessir Tahir Bin Aşur onun için de bu uzak bir yorumdur der, delil yoktur der.

Kaldı ki ilk muhataplar yaşarken gerçekleşmeyen bir şey onlar için son saatin bilgisi olamaz. Çünkü bu ayetler evvel emirde ilk muhataplara hitap ediyor. Onlar yaşarken gerçekleşmiş bir şey olmalı ki, ya da onlardan önce gerçekleşmiş bir şey olmalı ki son saatin bilgisi olsun. Çok sonra gerçekleşecek bir şey son saatin bilgisi olarak takdim edilemez.

Gerçi buna şöyle bir itiraz yapılabilir; Onlar yaşarken olmadı ama onlar yaşarken den çok önce olmuş olan Hz. İsa’nın babasız gelmiş olması son saatin gerçekleşeceğinin bilgisi olamaz mı? O çok daha geri bir şey. Eğer son saate çok daha yakın bir şey olarak arıyorsak bunu, bu Kur’an olmalı, bu Resulallah olmalı. Çünkü baştan beri surenin ekseni Kur’an dır ve surenin başından buraya kadar verkaç yöntemiyle sure bir çok konuya gitmiş, geri dönüp Kur’an a sözü getirmiştir tam 8 kez bunu yapmıştır.

Ve çok daha açık bir delil ayetin son cümlesidir. Son cümle yani hazâ sıratun müstekıym işte bu dosdoğru bir yoldur cümlesi Kur’an a delalet eder. Çünkü İsa bir yol değildir. Bu mana da Kur’an da sıratun mustakıym nerede geçiyorsa  mutlaka vahye bir atıf içerir. İhtinasSıratalmustakıym de olduğu gibi. Allah’ın yolu vahyin yoludur. Dolayısıyla innehu da ki zamir Kur’an a racidir diyenler daha isabetlidir diyebiliriz.

İkinci yoruma bazı hadisler delil gösterilmiştir. Gerçekten de Buhari’de, Müslim’de, Ebu Davud’da, Tirmizi’de ve daha başkalarında Hz. İsa’nın kıyametten önce yeniden yer yüzüne döneceği ile ilgili haberler yer alır. Bu haberler ayeti belirlemez. Çünkü ayetler asıl, hadisler ferdir. Fer asla tabi olur. Asıl fere tabi olmaz. Dolayısıyla tabi olan hadistir, metbu olan ayettir. Ama şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki bu haberlere bakarak söyleyebiliriz ki Resulallah’ın döneminde ve ondan sonraki ilk kuşaklar içerisinde, onların yaşadığı dönemde bu mevzuu ilk nesilleri çok birinci dereceden meşgul etmiş ciddi bir gündem oluşturmuş bir mevzuu idi. Biz bunu açıkça anlıyoruz.

[Ek bilgi; Hz. İsa geri gelecek mi? Bayraktar Bayraklı.]

 

62-) Ve lâ yesuddennekümüş şeytan* innehu leküm ‘adüvvun mubiyn;

Şeytan sizi engellemesin! Kesinlikle o sizin için apaçık bir düşmandır! (A.Hulusi)

62 – Ve sakın sizi Şeytan çelmesin, çünkü o size belli bir düşmandır. (Elmalı)

 

Ve lâ yesuddennekümüş şeytan* innehu leküm ‘adüvvun mubiyn şeytanın sizi saptırmasına izin vermeyin. Çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır.

 

63-) Ve lemma cae ‘Iysa Bil beyyinati kale kad ci’tüküm Bil hikmeti ve li übeyyine leküm ba’dalleziy tahtelifune fiyh* fettekullâhe ve etıy’un;

İsa apaçık deliller olarak açığa çıktığında dedi ki: “Gerçekten size hikmeti (sistem ve düzenin gerçeklerini) getirdim ve hakkında ayrılığa düştüklerinizin bir kısmını size açıklayayım diye (geldim)… O hâlde Allâh’tan (yaptıklarınızın sonucunu yaşatacağı için) korunun ve bana itaat edin.” (A.Hulusi)

63 – Isâ da o beyyinelerle geldiği vakit şöyle dedi: ben size hikmet ile ve ihtilâf edip durduğunuz şeylerin bazısını size beyan edeyim diye geldim, onun için Allah dan korkun ve bana itaat edin, (Elmalı)

 

Ve lemma cae ‘Iysa Bil beyyinati kal İsa hakikatin apaçık bilgileri ile geldiğinde demişti ki kad ci’tüküm Bil hikmeti ve li übeyyine leküm ba’dalleziy tahtelifune fiyh ben size hikmetle hakkında tartıştığınız bazı konuları açıklamak için geldim. fettekullâhe ve etıy’un artık Allah’a karşı sorumluluğunuzu bilin ve bana uyun.

 

64-) İnnAllâhe HUve Rabbiy ve Rabbüküm fa’buduh* hazâ sıratun müstekıym;

“Kesinlikle Allâh, “HÛ”; benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir! Öyle ise O’na kulluk edin! Bu, yolun doğrusudur!” (A.Hulusi)

64 – haberiniz olsun Allah benim rabbim sizin de rabbiniz ancak odur, onun için hep ona ibadet edin, işte bu yegâne doğru yoldur. (Elmalı)

 

İnnAllâhe HUve Rabbiy ve Rabbüküm fa’buduh elbet Allah benim rabbimdir, sizinde rabbiniz yalnızca O’dur. Sadece O’na kulluk edin hazâ sıratun müstekıym bu dosdoğru yoldur demişti.

Evet, Hz. İsa’nın ağzından, yine Resulallah’ın söylediği sözler aktarıldı. Burada aslında temel bir nükte şu; Her peygamber muhataplarına benzer vahiylerle gelmişlerdir. Peygamberlerin mesajı bir birine benzer. Peygamberler mesajları bir kırılma meydana getirmez. Çünkü kaynakları aynıdır. Öncelikle bize bunu öğretiyor. İsa’da tıpkı Musa gibi bir İslam peygamberi idi.

Dolayısıyla getirdiği vahiy Hz. Muhammed’e, Hz. Musa’ya gelen vahiyden farklı bir kaynaktan değildi. Onun için her peygamber temelde aynı öze davet etiler, aynı şeye davet ettiler. Biz bunu görüyoruz burada. Zaten hazâ sıratun müstekıym derken yukarıda Resulallah’a hitaben inan aynı ibare, aşağıda Hz. İsa’nın dilinden veriliyordu.

 

65-) Fahtelefel ahzâbü min beynihim* feveylün lilleziyne zalemu min azâbi yevmin eliym;

Anlayışta ayrılığa düşenler kendi aralarında zıtlaştılar! Feci bir sürecin azabından dolayı yazıklar olsun o (nefslerine) zulmedenlere! (A.Hulusi)

65 – Sonra o hizipler kendi aralarında ihtilâf ettiler, onun için elîm bir günün azâbından vay o zulmedenlere. (Elmalı)

 

Fahtelefel ahzâbü min beynihim peki daha sonra ne oldu, dosdoğru yol geldikten sonra? Fakat onlar kendi aralarından çıkan hizipler yüzünden birbirleri ile anlaşmazlığa düştüler. Evet, Burada verilen mesaj açık. Yani peygamberler net mesajlar getirdiler, fakat peygamberi sevdiğini söyleyenler, peygamberin net mesajını bulandırarak adeta peygamber yarıştırmaya kalktılar.

Aslında Fahtelefel ahzâbü derken Hıristiyanlığın kendi içinde çıkan mezheplerden daha çok, Hz. Musa’nın mü’minleri ile Hz. İsa’nın mü’minleri arasında ki hizipleşmeye dikkat çekiyor. Hz. İsa’yı İsrail oğullarına gönderilmiş bir peygamberdir. Dolayısıyla İsrail oğulları peygamberidir ve Yahudileşmiş İsrail oğullarına hitap ediyordu. Zaten ben bir türedi değilim diyordu. Ben yasayı inkar etmek için gönderilmedim diyordu İncil’de. Yasa dediği Tevrat. Ben yasayı tamamlamak için gönderildim diyordu.

Gerçekten de burada dikkat çekilen şey de o. Bir dengeye kavuşturmak için gönderilmişti. Fakat ne oldu? Hizipleştiler, yani peygambere iman yerine tabir caizse takımdaşlığı tercih ettiler. Belki yine amiyane tabirle amigoluğu tercih ettiler. Peygamber yarıştırmayı tercih ettiler ve birbirlerine düştüler. İşte burada da o dile getiriliyor.

feveylün lilleziyne zalemu min azâbi yevmin eliym artık acı bir günün azabından dolayı yazıklar olsun zulme gömülüp gidenlere. Bu zulüm ne zulmü? Bu zulüm peygamberin bıraktığı ilahi mirasa, yani risalet mirasına sahip çıkmama zulmü. Risalet mirasını param parça etme zulmü. Onu paylaşma zulmü, onu kendi aralarında bölüşme zulmü. Tıpkı Kur’an da ifade buyrulduğu gibi küllü hızbin Bima ledeyhim ferihun.(Rûm/32) her hizip kendi elinde ki parça ile övünüp durmaya başladı, kendi elindeki. Bu ne demek? Önce parçaladı bütünü, sonra her hizip elinde ki parçayı bütünün kendisi sandı. Ben bütünün kendisini tutuyorum dedi.

Körün fiili tarifini biliyorsunuz değil mi? Körleri çağırmışlar biri filin ayağını, birine hortumunu, birine kulağını, birine kuyruğunu tutturmuşlar. Her biri tarif etmiş, tuttuğu parçayı tarif etmiş. İşte bu fildir deyince fili tuttuğu parça zannetmişler. Yani fili kuyruğu, fili hortumu, fili kulağı, fili ayağı zannetmişler. Filin ayağı olmakla fil olmak ayrı şey. Filin kulağı olmakla fil olmak ayrı şey. Parça bütünü temsil eder, fakat parça bütünün kendisi değildir. Bütünden ayrılan parça anlamını kaybeder. Dolayısıyla hakikat parçalanınca hakikat olmaktan çıkar. İşte bunu göz ardı ettiler, göz ardı edince de dinlerini paramparça ettiler.

Burada kime öğüt veriliyor sizce? Elbette bu vahyin muhataplarına. Siz de nebinizin mirasını paramparça edip her parçasına biriniz kurulmayın deniliyor. Herkes elinde ki parça ile başlasın öğünmeye, işte o zaman siz de Hıristiyanlaşmış olursunuz, Yahudileşmiş olursunuz deniliyor.

 

66-) Hel yenzurune illes saate en te’tiyehüm bağteten ve hüm lâ yeş’urun;

Onlar farkında olmadıkları hâlde iken, o saatin (ölümün – kıyametin) ansızın kendilerine gelmesinden başka bir şey mi gözlüyorlar! (A.Hulusi)

66 – Hep o saate, hiç farkında değillerken ansızın onun başlarına gelivermesine bakıyorlar. (Elmalı)

 

Hel yenzurune illes saate en te’tiyehüm bağteten ve hüm lâ yeş’urun şimdi onlar kendileri farkına varmadan ansızın başlarına gelecek olan son saat dışında başka bir şey mi gözetliyorlar. Yani başka bir şeyi mi hak ediyorlar. Ansızın başlarına gelecek, hiç farkında olmadan başlarına gelecek son saat dışında bir şeyi gözlemesinler. Böyle yapanlar bunu hak ediyorlar. Yani ödül mü bekliyorlar, cennet mi bekliyorlar, aferin mi bekliyorlar, bravo iyi yaptınız mı bekliyorlar.

Bunları beklemesinler. Son saatin dehşetini beklesinler. Ansızın kopacak son saati beklesinler ki hesap sorulsun, niçin peygamberin getirdiği bütünü parçaladınız, niçin risalet mirasını paramparça ettiniz, anlamını kaybettiniz, hakikatin bütününe bakmadınız da hakikati parçalayarak hakikatin anlamını yok ettiniz. Hakikatin etkisini yok ettiniz, hakikatin gücünü yok ettiniz. Çünkü hakikati parçaladığınızda etkisini yok ederdiniz, gücünü yok ederdiniz. Hakikat bizatihi güçlü olmasına rağmen batıl karşısında güçsüz duruma düşerdi ve bu da sizin parçalamanız dolayısıyla olurdu. Bunun hesabını vereceksiniz, bunu bekleyin, ne bekliyorsunuz, aferin denilmesini mi.

 

67-) El ehıllau yevmeizin ba’duhüm li ba’dın adüvvün illel müttekıyn;

O süreçte dostlar (dünyalık zevk arkadaşları), bazısı bazısına düşmandır! Sadece korunanlar müstesna! (A.Hulusi)

67 – Dostlar o gün birbirlerine düşmandırlar, müstesnâ ancak muttakîler. (Elmalı)

 

El ehıllau yevmeizin ba’duhüm li ba’dın adüvvün illel müttekıyn can dostlar, eski dostlar bir başka ifade ile. O gün birbirlerine can düşman olacaklar. Neden? Çok ilginç bir ifade değil mi? Can dostlar, o gün birbirlerine can düşman. Bu can dostlar ne dostları? Parçalama dostları. Hani o parçayı temsil edenler birbirlerine öyle sarılacaklar ki, dini parçalamamış olmanın vebalini dahi unutacaklar. Ama orada can düşman olacaklar, neden? Çünkü yaptıklarının başlarına bela açtığını, yaptıklarının cenneti değil cehennemi getireceğini görecekler. Onun içinde savunamayacaklar, savunmayacaklar ve suçu birbirine atacaklar. O gün can düşman olacaklar.

[Ek bilgi: DOST EDİNMEK

Aklı olanlar bundan ibret alıp kıyamet günü birbirini suçlayacak ve davacı olacak dostlar edinmemelidirler. Birbirlerinin lehine şahitlik edecek dostlar edinmelidirler.

Abdullah İbn Ömer üç çeşit dost olduğunu söylemiştir;

Bunların her biri birbirinden üstün dostlardır. Kişi ölüm anında bunlardan birincisine gider «benim başıma böyle bir olay geldi, bana yardımcı ol ne olur?» der. O dostu «Bu mevzuda benim sana hiçbir yardımım olmaz, sen diğer dostlarına git, onlardan yardım iste» der.

Bunun üzerine ikinci dostuna gider ve «Benim başıma böyle bir hal geldi, ne olur bana yardım et» der. İkinci dostu da «Ben seninle beraber bir yere kadar giderim, oradan geri dönerim, seni yalnız bırakırım» der.

Ondan da bir netice alamayınca üçüncü arkadaşına gider ve ey dostum, berim başıma böyle bir hal geldi, ne olur bana yardımcı ol» der. O «ben her zaman seninle beraberim, hiçbir zaman senden ayrılmam. Çünkü beni kazanan sensin» der.

Birinci dost maldır. Ölümle beraber sahibinden ayrılır, mirasçılara kalır. Onlar, bunu istedikleri gibi sarf ederler. Sahibini hiç tanımaz, bilâkis ona yük olur. Şayet haram yoldan kazanılmışsa sahibinin hakkında davacı olur.

İkinci dost aile efradı, hısım-akrabadır. Bunlar da kabrin başına kadar giderler ve oradan geri donarlar, bir saat bile onu kabirde beklemezler. Hemen geri dönerler.

Birinci dost maldır. Ölüm esnasında sahibinden ayrılır, onu hiç tanımaz, bilâkis sahibine yük olur.

İkincisi aile efradı, hısım akraba vs çoluk çocuktur. Onlar da kabrin başına kadar gider, oradan geri dönerler.

Üçüncü dost ameldir. O hiç sahibinden ayrılmaz, onunla kabre girer. Bu, ister sâlih amel olsun, ister kötü amel olsun sahibi ile kabre girer. Salih amel olursa sahibine şefaat eder, kötü amel olursa sahibinin aleyhine döner. Aklı olanlar bundan ibret alıp, kendi lehine şahadette bulunacak amel etmelidir.

Bu âyetin mânâsından Hz. Ali'ye sorarlar, o bunu şöyle izah eder:

Mü'minlerden biri öldüğü zaman diğeri onun arkasından dua eder. O da öldüğü zaman kıyamet günü buluşup birbirlerini medhü sena ederek, biri diğerine «Sen ne güzel dostsun, beni hiç unutmadın» der. Kâfirler ise kıyamet günü birbirlerini suçlayarak, birbirlerine «sen ne kötü arkadaşsın, beni bu duruma sen düşürdün» derler ve birbirlerinden kaçarlar. Mü'minlerin hem dünyada, hem de âhirette birbirlerine faydaları vardır. Yüce Halik onları medhü sena etmiştir. {Ebü'l-Leys Semerkandi – Tefsir – ül Kur’an}]

 

El ehıllau yevmeizin ba’duhüm li ba’dın adüvvün illel müttekıyn fakat sorumluluk bilincini kuşananlar hariç, onlar hariç. Devam edelim; 

 

68-) Ya ‘ıbadi lâ havfün aleykümül yevme ve lâ entüm tahzenun;

“Ey kullarım… Bu süreçte size bir korku yoktur… Mahzun da olmazsınız!” (A.Hulusi)

68 – Ey benim kullarım! size hiç korku yoktur bu gün ve siz mahzun da olmayacaksınız. (Elmalı)

 

Ya ‘ıbadi lâ havfün aleykümül yevme ve lâ entüm tahzenun ey sorumluluk bilincini kuşanan kullarım. Bir önceki ayetin sonundan başlayıp öyle anlamak lazım. Ey kullarım bugün ne gelecekten korkmanıza, ne de geçmişten üzüntü duymanıza gerek yok.

Evet, Havf ve hûzn; zamanlı kelimeler. Havf geleceğe tekabül eder Arap dilinde, hûzn geçmişe. Dolayısıyla gelecekten kaygı ve korku duymamak, geçmişten dolayı da üzüntü duymamak. Bu nedir? Geçmişte hiç hata yapmamış olmak anlamına mı geliyor? Yoksa geleceğe ilişkin bir garanti ve sigorta elde etmek mi. Hayır bu Allah’a sığınmak, Allahlı olmak ve yukarıda söylenenleri işlememeye çalışmaktan geçiyor. Yoksa melekleşmek anlamına gelmediğini daha önce 59. ayeti işlerken işlemiştik.

 

69-) Elleziyne amenû Bi âyâtiNA ve kânu müslimiyn;

Onlar ki varlıklarındaki işaretlerimize iman ettiler ve teslimi kabul edenlerden oldular… (A.Hulusi)

69 – Benim âyetlerime iman edip de halîs Müslüman olan kullarım. (Elmalı)

 

Elleziyne amenû Bi âyâtiNA ve kânu müslimiyn siz ey ayetlerimize iman eden ve kayıtsız şartsız teslim olanlar.

 

70-) Udhulül cennete entüm ve ezvacüküm tuhberun;

Siz ve eşleriniz (bilinç ve ruhanî bedenleriniz) neşe ve keyifle cennete dâhil olun! (A.Hulusi)

70 – Girin Cennete: siz ve zevceleriniz, sürurlar, neşeler içinde. (Elmalı)

 

Udhulül cennete entüm ve ezvacüküm tuhberun siz ve eşleriniz, ruha safa veren bir müzik eşliğinde girin haydi cennete. Onlara böyle denilecek. Şimdi cenneti hak etmiş insanlar gündeme getirildi ve onları ahirette bekleyen büyük sürprizlerden söz ediliyor.

Tuhberun; İlginçtir, el hubur; şiddetli sevinç, insana neş’e veren, sevinç taşıyan şey manasına geliyor kökü. Fakat ikinci kuşaktan Veki’, cennet şarkıları dinlerler şeklinde anlıyor bunu.

Yine Hz. Peygamber kendisine sorulmuş bir soru üzerine Tirmizi’de sıfatul cenneh bölümünde geçen bir hadiste, cennetlikleri cennette muhteşem şarkılarla bir koronun karşılayacağını, muhteşem bir koro ile karşılanacaklarını ifade buyuruyor. Cennete girerken muhteşem bir müzik dinletisi sunulacağını, insanı sevinçten, neş’e den hazdan dört köşe eden muhteşem bir müzikle karşılanacağını ifade ediyor. Cenneti nasıl, ne kadar tasvir edebilirsek, o müziği de sanırım öyle tasvir edebiliriz. Ama şu yalan dünyada güzel müziklerin bile insanın içini nasıl alıp götürdüğü düşünüldüğünde, cennetin müzikten mahrum kalması zaten düşünülemezdi. Ki zaten 30. surede bu yine benzer bir ayetle müjdeleniyor ve işte böyle bir müjde sunuluyor cennetliklere.

 

 71-) Yutafü aleyhim Bi sıhafin min zehebin ve ekvab* ve fiyha ma teştehiyhil enfüsü ve telezzül a’yün* ve entüm fiyha halidun;

Altından tabaklar ve testiler döndürülür üstlerinde… Onda nefslerin (bilinç boyutunun yaşamayı arzuladığı) iştah duyduğu ve gözlerin (basîretin zevkle seyretmek istediği kuvveler) keyif aldığı şeyler vardır! Sizler onda ebedî yaşarsınız! (A.Hulusi)

71 – Altından tepsiler ve küplerle üzerlerine dönülür dolaşır, nefislerin hoşlanacağı, gözlerin lezzet alacağı şeyler hep orada ve siz orada muhalledsiniz. (Elmalı)

 

Yutafü aleyhim Bi sıhafin min zehebin ve ekvab orada huzurlarında altın tepsilerle kadehler dolaştırılacak ve fiyha ma teştehiyhil enfüsü ve telezzül a’yün orada canlarının çektiği her şey ve gözleri kamaştıracak tanımsız hazzın her türünü bulacaklar.

Ve telezzül a’yün; ilginç bir ibare. Gözleri lezzetlendirecek diyor. Gözleri zevkten mayıştıracak..! Çok ilginç bir ibare. Cennette Allah’ın müşahede edilmesidir demiş bazı otoritelerimiz. Yani cemalullah’ın görülmesi. Ahirette böyle bir müjdenin verilmiş olması dahi insanı gerçekten dört köşe etmeye yeter. Böyle bir şeyin nasıl olabileceğini tahayyül dahi edemeyiz. Zaten dünya için bu söz konusu olmaz. Fakat keyfiyeti bilinmez ve tabii ki bu gözle değil, bambaşka bir alemde, bambaşka bir düzlemde, yani bambaşka bir müşahede. Bu galiba secde/17. ayeti ile de doğrulanıyor.

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) cennette kendisini nasıl göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini hiç kimse hayal dahi edemez.

İşte bu kadar. Burada söz bitiyor, burada tahayyül de bitiyor, tasavvur da bitiyor, hayal de bitiyor, hepsi bitiyor. Çünkü insanın hayali gördüklerinden müteşekkil. İnsanın hayali nihayetinde şu dünyada elde ettiği bilgilerin toplamından müteşekkil. Görmediği bir şeyi, hayal dahi edemiyor insan. O halde hayal bile edemez derken, bilemez asla, tasavvur dahi edemez derken neyi anlamamız gerektiğini biliyoruz.

ve entüm fiyha halidun işte siz orada kalıcı bir biçimde yerleşeceksiniz.

 

72-) Ve tilkel cennetülletiy uristümuha Bima küntüm ta’melun;

İşte yaptıklarınızın sonucu olarak kendisine mirasçı kılındığınız cennet budur! (A.Hulusi)

72 – Ve işte bu, sizin çalıştığınız ameller sebebiyle vâris kılındığınız Cennet. (Elmalı)

 

Ve tilkel cennetülletiy uristümuha Bima küntüm ta’melun işte yapa geldikleriniz sayesinde varisi olduğunuz cennet böyledir. Yaptıklarınız sayesinde mirasçısı olacağınız cennet işte böyledir diyor. Yani cennetin nasıl olduğunu mu merak ediyorsanız Allah’tan öğrenin çünkü görmediniz. Allah’tan başka size cenneti tarif edecek kim var.

Cennet bedel değil ödüldür. Bu ayeti doğru anlamak lazım. Doğru anlamak içinde şu ayetle birlikte anlamak lazım; sevaben min indillâh. Allah katından bir ödül olarak vAllâhu ‘ındeHU husnüs sevab. (A. İmran/195) ödüllerin en güzeli Allah katındadır.

[Ek bilgi; CENNET.

…..Cennet boyutunda, o kişinin ilmiyle sınırlı olmak şartıyla, Allâh isimlerinin özellikleri açığa çıkacak; o boyutta yaşayanlar; Allâh'ın kuvvet-kudret ve yaratıcılığıyla, diledikleri her şeyi istedikleri anda, istedikleri şekilde yaşayabileceklerdir! (A. Hulusi)]

 

73-) Leküm fiyha fakihetün kesiyretün minha te’külun;

Sizin için orada pek çok meyve (marifet türü) vardır… Onlardan yersiniz. (A.Hulusi)

73 – Sizin için onda çok meyveler vardır, onlardan yiyeceksiniz. (Elmalı)

 

Leküm fiyha fakihetün kesiyretün minha te’külun orada amellerinizin meyvelerini bol bol verecek onlardan yiyeceksiniz. Gayb olan cennetin sembolik dille tasvirinde meyvenin sembolize ettiği şey nedir? Şudur; meyve karın doyurmak için yenmez. Onun içinde acıktığınız zaman yemezsiniz. Zevk ve keyif almak için yenilir. Yani cennette yiyeceksiniz fakat acıktığınız için değil, acıkmak zaaftır. Cennette zaaf olmayacak. Keyif almak için yiyeceksiniz, lezzet almak için yiyeceksiniz, zevk almak için yiyeceksiniz.

 

74-) İnnel mücrimiyne fiy azâbi cehenneme halidun;

Muhakkak ki suçlular (şirk ehli) cehennem azabı içinde ebedî kalıcılardır. (A.Hulusi)

74 – Haberiniz olsun ki mücrimler Cehennem azâbında muhalledirler. (Elmalı)

 

İnnel mücrimiyne fiy azâbi cehenneme halidun ne var ki günahı hayat tarzı haline getirenler, mücrimiyn i böyle çevirdim, Çünkü bir kez günah işlemiş olan mücrim olmaz. Mücrim günahı isim haline getirmesi lazım, günahı hayat tarzı haline getirmesi lazım. Suç adı olmuş, günah adı olmuş adamın. İşte onun için mücrimiyn i; günahı hayat tarzı haline getirenler diye çevirdim. Cehennem azabı içinde yerleşip kalacaklar.

 

75-) Lâ yüfetteru anhüm vehüm fiyhi müblisun;

Onlardan (azap) hafifletilmez! Onlar onun içinde gelecekten umutsuzdurlar! (A.Hulusi)

75 – Kendilerinden o azâb gevşetilmez ve onlar onun içinde her ümidi kesmişlerdir. (Elmalı)

 

Lâ yüfetteru anhüm vehüm fiyhi müblisun onlardan azap hiç eksilmeyecek, dahası hiç aralık verilmeyecek, fetret olmayacak azaplarında ve onlar derin bir umutsuzluğa gömülüp gidecekler. Fiyhi mublisun. Derin bir umutsuzluğun içine, gayyasına düşecekler. ya leyteniy küntü turaba. (Nebe’)/40) diyen nefis işte bu nefis. Keşke toprak olup gitseydim. Derin bir umutsuzluk müblisun; iblisleşmek, yani dünyada iblisin askeri olanlar ahirette iblisleşecekler. İblis umutsuz vaka demektir. Allah’tan umut kesmek iblisliktir.

 

76-) Ve ma zalemnahüm ve lâkin kânu hümüz zâlimiyn;

Biz onlara zulmetmedik… Ne var ki onlar nefslerine zulmedenlerdendi! (A.Hulusi)

76 – Ve biz onlara zulmetmemişizdir ve lâkin kendileri zalim idiler. (Elmalı)

 

Ve ma zalemnahüm ve lâkin kânu hümüz zâlimiyn ne ki; onlara haksızlık eden biz değiliz. Fakat asıl haksızlık yapan onların kendileridir. Bu ayeti şu ibare ile birlikte belki düşünmek lazım ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun (Çok yerde, Ör; Bakara/57) fakat onlar kendi nefislerine, kendilerine zulmettiler. ve ma ene Bi zallamin lil ‘abiyd. (Kaf/29) bizim kullarımıza zulmetme ihtimalimiz bulunmamaktadır. İşte bu.

 

77-) Ve nadev ya Malikü li yakdı aleyna Rabbük* kale inneküm makisûn;

“Ey (cehennem’in bekçisi) Mâlik! Rabbin aleyhimize hüküm versin (vefat ettirsin)!” diye nida ettiler… (Mâlik) dedi ki: “Muhakkak ki siz (burada, böyle) yaşayacaklarsınız!” (A.Hulusi)

77 – Ve şöyle çığrışmaktadırlar: ya mâlik! Rabbin işimizi bitiriversin, o demiştir ki: her halde siz duracaksınız. (Elmalı)

 

Ve nadev ya Malikü li yakdı aleyna Rabbük ve şöyle yalvaracaklar; Ey cehennemin bekçileri; rabbinize söyleyin de işimizi bitirsin. Li yakdı aleyna. Evet işimizi bitirsin. Ne dehşet bir şey olduğunu ancak böyle bir ifade beyan edebilirdi. Ne diyordu Furkan/14. ayeti; Lâ ted’ul yevme süburen vahıdenved’u süburen kesiyra. (Furkan/14)

Sübur mevtten farklı bir şey. Mevt dirilmek üzere ölmek demektir. Sübur ise dirilmemek üzere ölmektir. Böyle bir şey yok, ama onlar bunu isteyecekler. Yani dirilmemek üzere bir ölüm ver ey Allah’ım diyecekler. Ey melekler, ey cehennemin bekçileri rabbinize  söyleyin de bize dirilmeyecek bir ölüm versin. Kur’an işte buna cevap veriyor Furkan suresinde. Bugün bir tek süburu, bir tek yok oluşu çağırmayın, bir çok ölümü, birçok yok oluşu çağırın. Bir tek yetmez.

kale inneküm makisûn o cehennemin bekçisi şöyle cevap verecek; Şunu kafanıza iyice sokun siz kalıcısınız, geçici değilsiniz. Sonsuz bir hayatınız olsaydı sonsuza kadar küfredecektiniz zımnen belki de bu.

 

78-) Lekad ci’naküm Bil Hakkı ve lâkinne eksereküm lil Hakkı karihun;

Andolsun ki size Hak olarak geldik! Ne var ki sizin çoğunluğunuz Hak’tan nefret ediyordunuz! (A.Hulusi)

78 –      Celâlim hakkı için biz size hakkı gönderdik ve lâkin ekseriniz hakkı hoşlanmayanlarsınız. (Elmalı)

 

Lekad ci’naküm Bil Hakkı ve lâkinne eksereküm lil Hakkı karihun doğrusu biz hakikati, ayağınıza kadar getirmiştik. Evet, Bu da çok ilginç ve dokunaklı bir ifade. Hakikati ta ayağınıza kadar, ben sizin rabbiniz olduğum halde, ben sizi yarattığım halde hakikati ayağınıza kadar getirdim. Oysa akıl vermiştim arayın bulun derdim, bunu da demedim. Peygamber gönderdim. Bir tekte göndermedim, bir tek gönderdim haydi onu arayın bulun da demedim, bir çok gönderdim. Onu göndermekle de yetinmedim kitaplar gönderdim. Hatta arayın bulun kitabı kaybettiğiniz gibi demedim, onu korudum, muhafaza ettim, ayağınıza kadar getirdim hakikati. Fakat birçoğunuz hakikatten hiç hoşlanmadı. Bu ifade çok çarpıcı;

ve lâkinne eksereküm lil Hakkı karihun bir çoğunuz hakikatten hiç hoşlanmadı. Hakikat bazılarınızın hoşuna gitmedi. 57 – 60 ve 63 – 65 te işlenen İsa konusuna geri dönüldü aslında bu ayetle. Hakikat İnsanoğlu İsa idi. Fakat yalan daha tumturaklı geldi, Tanrı oğlu İsa. Onun için hakikati bırakıp yalana sarıldınız. Hakikati sevmemek, hakikatin ne olduğu hakkında ki kararı kimin vereceğini şaşırmaktır ki işte hemen bir sonra o geliyor.

 

79-) Em ebremu emren feinna mubrimun;

Yoksa Hakk’ın ne olduğuna onlar mı hüküm verecekler! Neyin Hak olduğunu biz belirleriz! (A.Hulusi)

79 – İşi sıkı mı büktüler, fakat işte sıkı büken biziz. (Elmalı)

 

Em ebremu emren feinna mubrimun yoksa hakikatin ne olduğu hakkında ki kararı onlar mı verecekler, yoksa biz mi vereceğiz. Yani zımnen. Hayır feinna mubrimun asıl karar verici biziz, biz vereceğiz yani, onlar vermeyecekler. Hakikatin ne olduğu konusunda ki kararı biz vereceğiz.

 

80-) Em yahsebune enna lâ nesme’u sirrahüm ve necvahüm* bela ve RusülüNA ledeyhim yektübun;

Yoksa onların gizlediklerini ve fısıltılarını işitmediğimizi mi sanırlar? Evet (işitiyoruz)! Yanlarındaki Rasûllerimiz de yazmaktadırlar. (A.Hulusi)

80 – Yoksa biz onların sırlarını ve fısıltılarını işitmeyiz mi sanıyorlar? Hayır işitiriz hem de yanlarında elçilerimiz vardır yazarlar. (Elmalı)

 

Em yahsebune enna lâ nesme’u sirrahüm ve necvahüm yoksa onlar içlerinde sakladıklarını ve gizli kapaklı konuşmalarını duymadığımızı mı zannediyorlar. Bela asla, böyle zannetmesinler ve RusülüNA ledeyhim yektübun aksine duyarız, üstelik elçilerimiz kayda bile geçer. Yani sadece duymakla kalmayız, elçilerimiz onları kayda bile geçirirler.

Bu ayet Dârun Nedve ile ilgili olarak ta anlaşılmış, İznik konsülü ilgili olarak ta. Dârun Nedve olarakta anlaşılması Mukatilden gelen bir rivayete dayanıyor. Darun Nedve de bu dönemde Resulallah’ı katletmek için tüm müşrik reisleri, tüm kabileleri temsilen birer kişinin Dârun Nedve de toplanıp Resulallah’ı getirip, ya da Resulallah’a bir biçimde ulaşıp ortaklaşa katletme kararı almışlar.

İşte burada onların gizli kararlarını, fısıldaşmalarını, gizli kapaklı  işlerini bilmediğimizi mi zannediyorlar ibaresi ona delalet eder diyen. Mukatil’in yanında bazı müfessirler de, ki modern müfessirler, çağdaş müfessirler bu ayeti İznik konsülü ile irtibatlandırırlar. Gerçekten de İznik konsülünde -ki M.S. 325 te gerçekleşti-  o güne kadar Hz. İsa’nın mesajında muvahhit öğeler baskın unsurdu Arius Hıristiyanlığı muvahhit idi, tevhidi idi. Hz. İsa bir peygamber olarak görülüyordu.

Ama İznik konsülünde o konsülü toplayan, müzaheret eden ve arkasında dayısı olan Bizans Kralının, Roma kralının da etkisiyle Roma’nın putperest unsurları konsül eli ile Hıristiyanlığın içine sokuldu. Ve artık baba oğul ruhül Kudüs üçlüsü,üçlemesi teslis, kilisenin tek inancı olarak kabul edildi. Onun dışında muvahhit Hıristiyanlar kovuşturmaya, ölüme mahkum edildiler. Ve yakalandıkları yerde katledildiler.

İşte onların ne dümenler çevirdiklerini sahih akideyi bozmak için nasıl fırıldaklar döndürdüklerini bilmediğimizi mi zannediyorlar şeklinde de anlaşılabilir.

 

81-) Kul in kâne lirRahmâni veledün, feena evvelül ‘abidiyn;

De ki: “Eğer Rahmân’ın bir çocuğu olsaydı, ona ibadet edenlerin ilki bendim!” (A.Hulusi)

81 – De ki: Rahmanın bir veledi olsa ben ona tapanların birincisi olurdum. (Elmalı)

 

Kul in kâne lirRahmâni veledün, feena evvelül ‘abidiyn de ki ey peygamber, eğer rahman, o sonsuz merhamet sahibi bir erkek çocuk sahibi olsaydı, edinseydi, ona ilk tapan ben olurdum de. Evet, çarpıcı bir ifade.

 

82-) Subhane Rabbis Semâvati vel Ardı Rabbil ‘Arşi ‘amma yesıfun;

Semâlar ve arzın Rabbi, arşın Rabbi onların tanımlamalarından münezzehtir! (A.Hulusi)

82 – Tenzih o sübhâna o Göklerin ve Yerin rabbi, rabbül’arşe onların vasıflarından. (Elmalı)

 

Subhane Rabbis Semâvati vel Ardı Rabbil ‘Arşi ‘amma yesıfun göklerin ve yerin rabbi, yüce hükümranlık makamının rabbi; onların yakıştırdığı bu tip her şeyden münezzehtir, berî dir, asla O’na böyle şeyler yakıştırılamaz.

 

83-) Fezerhüm yehudu ve yel’abu hattâ yulaku yevme hümülleziy yu’adun;

Bırak onları, vadolundukları sürece kavuşuncaya kadar (dünyalarına) dalsınlar ve oynasınlar! (A.Hulusi)

83 – Şimdi bırak onları dalsınlar, oynaya dursunlar tâ vaad olundukları günlerine çatasıya kadar. (Elmalı)

 

Fezerhüm yehudu ve yel’abu hattâ yulaku yevme hümülleziy yu’adun artık onları bırak, geleceği vaad olunan günlerine kavuşuncaya kadar lafazanlıkla oyalansınlar. Yehudu; aslında yürüyerek havuzun derin kısmına dalmak demektir. Ama burada mecazen Arap dilinde lafa dalmak, lafazanlık yapmak olarak görülüyor lügatlarda. Ki burada ki anlamı da o. Dalsınlar, lafazanlıkla oyalansınlar ve kelimelerle oynasınlar.

Zaten öyle yaptılar. Kelimelerle oynadılar. Aslında baba derken mecaz kullanmışlar da, Allah’a baba demek mecazi imiş de, işte oğul derken de biraz mecaz kullanmışlar, bu mecazı bazıları hakikat sanmış ve onun içinde bazıları karıştırmışlar. İşte İsa’nın bedeni değil asıl, ruhu temsil edermiş tanrıyı. Dolayısıyla onlar ruhunu kastederek öyle söylemişler. Vs. vs. İşte lavzanlık, lafazanlığa dalmak söz konusu olunca en yanlış bile lavgarlıkla izah edilmeye kalkılır. Tabii ikna edici olmaz o ayrı mesele.

 

84-) Ve “HU”velleziy fiys Semâi ilâhun ve fiyl Ardı ilâh* ve “HU”vel Hakiymül Aliym;

“HÛ”dur (Esmâ’sıyla) semâda da ilâh (olarak düşünülen), arzda da ilâh (olarak düşünülen)! “HÛ”; Hakiym’dir, Aliym’dir. (A.Hulusi)

84 – Hem o odur ki Gökte de ilâh Yerde de ilahtır ve hakîm odur alîm o. (Elmalı)

 

Ve “HU”velleziy fiys Semâi ilâhun ve fiyl Ardı ilâh zira gökte de ilah olan, yerde de ilah olan yalnızca O’dur. Evet, bu müstakil bir cümle olarak da anlaşılmalı. Gökte de ilah olan yerde de ilah olan O’dur. Kime; Herkese Allah’ı göklerin tanrısı olarak görüpte kendi hayatına karıştırmak istemeyen herkese bir uyarıdır bu.

ve “HU”vel Hakiymül Aliym ve O sonsuz hikmet sahibidir, her şeyi bilendir. Her tür seküler ve düalist mantığı reddeder bu ayet. Allah hayata müdahildir der. Ey Allah’ı hayatına karıştırmak istemeyenler. Alemi yaratan sana müdahildir. Yer yüzüne de karışır, hayatına da karışır, karışacaktır.

 

85-) Ve tebarekelleziy leHU Mülküs Semâvati vel Ardı ve ma beyne hüma* ve ‘ındeHU ‘ılmüs saati ve ileyHİ turce’un;

Semâların, arzın ve ikisi arasındakilerin mülkü kendisi için olan ne yüce mübarektir! O’nun indîndedir, o saatin (ölüm – kıyamet) ilmi… O’na döndürüleceksiniz! (A.Hulusi)

85 – Ve ne yücedir o ki Göklerin Yerin ve bütün aralarındakilerin mülkü onun, saate ilim de onun nezdindedir ve hep döndürülüp ona götürüleceksiniz. (Elmalı)

 

Ve tebarekelleziy leHU Mülküs Semâvati vel Ardı ve ma beyne hüma göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin mülkü kendisine ait olan Allah ne yüce, ne mübarektir, ne büyük bir bereketin kaynağıdır. ve ‘ındeHU ‘ılmüs saah son saatin bilgisi sadece onun katındadır.

Yani buradan yola çıkarak hiç kimse spekülasyon yapmasın, hiç kimse kendisini mehdi ilan etmeye  kalkmasın, hiç kimse son saat şu zaman kopacak, kıyamet şu zaman gelecek, veya kıyametten önce şunlar şunlar olacak. Biz bunları biliyoruz diye ortaya çıkmasınlar. Şifre çözmeye kalkmasınlar, şifrecilik yapmasın. Hiç kimse haddini bilmezlik yapmasın. ve ‘ındeHU ‘ılmüs saah son saatin bilgisi sadece onun katındadır. ve ileyHİ turce’un dönüş yalnızca O’nadır.

 

86-) Ve lâ yemlikülleziyne yed’une min dûnihiş şefaate illâ men şehide Bil Hakkı ve hüm ya’lemun;

O’nun dûnunda olarak yöneldikleri şefaate sahip olamazlar; ancak bilerek Hak olarak şahit olanlar müstesna! (A.Hulusi)

86 – Ondan başka yalvarıp durdukları şeyler şefaat de edemezler ancak bilerek hakka şahadet eden kimseler müstesnâ. (Elmalı)

 

Ve lâ yemlikülleziyne yed’une min dûnihiş şefaah ondan başka yalvarıp yakardıkları varlıklar hiç kimseye şefaat edemezler. illâ men şehide Bil Hakkı ve hüm ya’lemun ne ki; Hakikate şahit olanlar var ya, işte sadece onlar bilir bunu. Bu gerçeği sadece hakikate şahit olanlar bilir.

 

87-) Ve lein seeltehüm men halekahüm le yekulünnAllâhu feenna yü’fekûn;

Yemin olsun ki eğer onlara: “Kendilerini kim yarattı?” diye sorsan, elbette: “Allâh” diyecekler… (Hak’tan) nasıl çevriliyorlar peki? (A.Hulusi)

87 – Celâlim hakkı için sorsan onlara: kendilerini kim yarattı elbette Allah derler, o halde nasıl çevrilirler? (Elmalı)

 

Ve lein seeltehüm men halekahüm le yekulünnAllâh ve eğer onlara kimin yarattığından sual etsen, hiç tereddütsüz Allah yarattı derler. Hem Hıristiyanlar ve müşrikler gibi putlaştıranlar, hem de melekler ve Hz. İsa gibi putlaştırılanlar için geçerli bu ibare. Yani eğer Hz. İsa’yı gitseniz de ruhu İsa’dan sorsanız kim yarattı seni, elbette hiç tereddütsüz Allah’tır. Meleklere gitseniz de ki müşrikler melekleri put ittihaz ediyorlardı, sizi kim yarattı deseniz Allah’tır derler. Yine müşriklere gitseniz onlar da öyle derler. Hz. İsa’yı ilahlaştıranlara sorsanız sizi kim yarattı, herhalde İsa demezler. Allah derler. Ama neden İsa’ya tanrılık yakıştırıyorsunuz o zaman, neden melekleri tanrı biliyorsunuz o zaman. Yani bu çelişki ne oluyor. Aslında bu soruyu sormamızı istiyor.

feenna yü’fekûn şu halde nasıl da savruluyorlar. Zaten sordu. Yani siz sorun, biz soralım; Nasıl savruk düşünmüyorsunuz, nasıl savruluyorsunuz, nasıl bu iftirayı atıyorsunuz. İfk olmayan bir şeyi icat etmek, oldurmaya kalkmak, yalan uydurmak anlamına. Nasıl böyle savruk bir zihinle bakıyorsunuz.

 

88-) Ve kıylihi ya Rabbi inne haülai kavmün lâ yu’minun;

Onun sözü: “Yâ Rabbi, bunlar iman etmeyen bir toplumdur!” (A.Hulusi)

88 – Onun ya rab! demesi hakkı için her halde onlar imana gelmez bir kavımdırlar. (Elmalı)

 

Ve kıylihi ya Rabbi inne haülai kavmün lâ yu’minun ve o birilerinin içleri yanarak, daha doğrusu o elçinin içi yanarak şöyle diyeceğini de bilir. Ey rabbim, ya Rabbi inne haülai kavmün lâ yu’minun işte bunlar inanmamakta direnen bir kavimdir. Aslında bu bana Furkan suresinde Resulallah’ın şikayetini akla getirdi, hatırlattı. Ya rab; inne kavmittehazû hazel Kur’âne mehcura. (Furkan/30) bu kavim Kur’an ı terk edilmiş bir kitap olarak bıraktı. Tıpkı buna benzeyen bir şikayet. Onun içinde öznesi belli olmayan ve öznesine sadece bir zamirle yer alan özne, Allah’u alem Allah’ın elçisi olsa gerek. Öyle okumak doğru okumaktır.

 

89-) Fasfah anhüm ve kul Selâm* fesevfe ya’lemun;

(Rasûlüm!) Sen onlara aldırma ve: “Selâm” de! Yakında bilecekler (işin hakikatini)! (A.Hulusi)

89 – Şimdi sen onlardan sarfı nazar et de selâm: de, artık ileride bileceklerdir. (Elmalı)

 

Fasfah anhüm ve kul Selâmun  fesevfe ya’lemun fakat sen verdikleri selamı güzel bir tavırla karşıla. Aslında verdikleri selam ibaresi ayette yok. Fakat Hud/69. ayetine dayanarak böyle anlıyorum selâmun gelmesinden dolayı. Selamen gelseydi böyle anlamayacaktım. Güzel bir tavırla onların selamını karşıla ve size selâm olsun de. Nasıl olsa gerçeği zamanı gelince öğrenecekler.

Evet, verdikleri selamı al, her ne olursa olsun onlarla irtibatı yine de kesme. Yani onlardan umut kesme. Ölünceye kadar onlara daveti götür. Unutma Allah umut kesmiyor, senin umut kesmen gerkemiyor. Bu anlamda ..idfa’ Billetiy hiye Ahsen… (Fussilet/34) tezini en güzel şekilde savun ayetini, bu ayetin ışığında anlamak lazım.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. FETİH (15 – 29) (162)

$
0
0

231

 

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Sevgili Kur’an dostları tefsirimize fetih suresinin 14. ayetinden itibaren, geçen derste kaldığımız 15. ayetle başlıyoruz. Geçen ders işlediğimiz ayetlerde Hudeybiye anlaşmasının gerçekleşmesiyle sonuçlanan İslam tarihinde ki o önemli sürecin ayrıntılarını nakletmiştik. İşte Hudeybiye anlaşma sürecinin bağlamını oluşturan ve ama sadece o çağla değil bütün çağlarla, bütün zamanlarla, bütün zeminlerle ve bütün insanlarla ilgili temel bir takım anahtarlar veren ayetleri, pasajları bugün de dersimizde işlemeye devam edeceğiz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

15-) Seyekulül muhallefune izentalaktüm ilâ meğanime lite’huzûha zeruna nettebi’küm* yüriydune en yübeddilu kelamAllâh* kul len tettebi’ûna kezâliküm kalAllâhu min kabl* feseyekulune bel tahsüdunena* bel kânu lâ yefkahune illâ kaliylâ;

Bu geri bırakılanlar, ganimetleri almak için gittiğinizde: “Bırakın biz de sizinle gelelim” derler. Onlar, Allâh kelâmını (sözünü) değiştirmek istiyorlar! De ki: “Siz bize asla uyamazsınız; daha önce Allâh böyle buyurdu (hükmetti)”… Bu kez şöyle derler: “Hayır, bizi kıskanıyorsunuz”… Bilakis onlar, anlayışı kıt kimselerdir! (A.Hulusi)

15 – Yakında diyecek ki o geri bırakılanlar – sizler bir takım ganimetlere koştuğunuz vakit onları almak için – «bırakın bizi arkanızdan gelelim», Allahın kelâmını tebdil etmek isteyecekler, de ki: siz bizim arkamızdan asla gelmeyeceksiniz, hakkınızda bundan evvel Allah böyle buyurdu, ona da diyecekler ki: hayır bizi kıskanıyorsunuz, hayır ince anlamazdırlar anlayışları az. (Elmalı)

 

Seyekulül muhallefune izentalaktüm ilâ meğanime lite’huzûha zeruna nettebi’küm yakın gelecekte ilerde ki sîn ve sevfe, tesrif edatları denir bunlara geleceği, biri yakın geleceği, diğer orta ya da uzak geleceği ifade ederler. Yakın gelecekte ganimet vaad eden bir savaşa çıktığınızda şimdi geride kalanlar; Bırakın bizi de arkanızdan gelelim diyecekler.

Bedevilik bir bakış açısı. Bunu söyleyenlerin yukarıda 11. ayette bedeviler olduğunu daha önce öğrenmiştik. Bedevilik bir zihniyet meselesi. Yani kişinin nerede oturduğu ile alakalı değil, nasıl düşündüğü ile alakalı. Bizde belki; “Köylülük” tabiriyle karşılanan bir tabir bu. Köyde yaşamakla köylülük ayrı bir şey. İnsan şehirde yaşar, fakat düşünme tarzı köylücedir. İnsan köyde yaşar, düşünme tarzı şehirlicedir, yani medenidir. İşte bu çerçeve de bedevinin düşünme tarzını buradan anlıyoruz.

Bu ayet aynı zaman da mucizevi bir haber, gelecekten bir haber veren bir ayet. Birkaç ay sonra gerçekleşecek, tam olarak 3 ay sonra gerçekleşecek, İslam tarihinin, nübüvvet tarihinin en büyük zaferlerinden ve gün dönümlerinden biri olan Hayber’in fethine işaret ediyor. Bu yönü ile bu ayet gelecekten ihbardır, mucizevi bir ihbar.

Vaktiyle Hayber’lilerin Medine’den götürdükleri servetler Hayber zaferi ile geri Medine’ye gelmişti. Çünkü Hayber’i Medine den ihanet ettikleri için sürülen Yahudi kabileleri doldurmuştu. Beni Kaynuka, Beni Nadîr kabileleri peygamberimize anlaşmaya ihanet ederek suikast düzenlemeye kalkmışlar, sözleşmeyi bozmuşlar, bunun üzerine Medine’den sürülmüşlerdi. İlk gittikleri yer Hayber olmuştu. Çoğunluk itibarıyla Hayber’e yerleştiler ve beraberlerinde servetlerini de götürdüler. Yani bir bakıma Medine’nin servetini kaçırdılar. Çünkü bu serveti faizcilikleri sayesinde elde etmişlerdi. Ama Hayber zaferiyle, ki kansız bir zaferdir bu, Hemen hemen hiç kan dökülmeksizin Hayber Mü’minlerin eline geçti. Hatta Hayber içerisinden yardımcı olan birilerinin vasıtasıyla Hayber İslam’a teslim oldu.

Bu teslim oluş öylesine bir gönüllülük taşıyordu ki, Resulallah’ın vergi amiri Hayber’e varıp ta şehri teslim eden anlaşma gereği tüm yıllık mahsulün yarısını galiplere, fatihlere verme üzerine şehri teslim etmişlerdi. Bu anlaşma icabı yıllık mahsul paylaştırmaya gelinince Resulallah’ın temsilcisi de demişti ki,

- İsterseniz ben ikiye ayırayım, siz istediğiniz yarıyı alın, isterseniz siz ikiye ayırın ben istediğim yarıyı alayım.

Hayber’liler galiplerin, fatihlerin bu hassasiyeti karşısında;

- Bi haza kametissemavati vel ard. Gökler ve yer işte bu adalet sayesinde ayakta duruyor diye itiraf etmek zorunda kalmışlardı. İşte Hayber’in fethini haber veren bir ayetle karşı karşıyayız.

yüriydune en yübeddilu kelamAllâh Allah’ın sözünü böylece değiştirmeye kalkmışlardı, değiştirmek istemişlerdi, isteyecekler.

Allah’ın sözünden kasıt ne olabilir diye bir soru akla gelir. Savaş ahlakını yok eden ve ortaya gözünü ganimet hırsı bürümüş, kural tanımaz savaşçılar çıkaran geleneksel ganimet anlayışını değiştiren ayetlerdi Allah’ın sözü. Geleneksel ganimet anlayışı, gerçekten de savaş anlayışını kökten yok ediyordu. Savaş adaletini kökten yok ediyordu. Savaş ahlakını kökten yok ediyordu ve ortaya gözünü ganimet hırsı bürümüş, kural tanımaz savaşçılar çıkarıyordu. Çünkü geleneksel ganimet anlayışında kim eline neyi geçirirse o onundu. Hiç kimse karışamaz ve ulaşamazdı. Onun içinde eline bir şey geçirmek için insanların savaşta işlemeyecekleri kötülük yoktu. Yani tıpkı elbisesi için adam öldürmek, içinde ki bir eşya için ev yakmak neyse, işte böyle bir büyük ahlaksızlık irtikap edilirdi geleneksel ganimet anlayışında.

Elbise için elbisenin içinde ki yok edilir mi? Yani bilezik için kol kesilir mi? Gerdanlık için gerdan kesilir mi. Klasik ganimet anlayışı buydu ve bu anlayışın temelinde de kim eline geçirmişse o onundur mantığı yatıyordu. İşte bu mantığı yere seren ayetler geldi. Bu ayetlerde Enfal/1 ayeti;

Yes’eluneke anil enfal* kulil enfalü Lillâhi verRasûl. (Enfal/1) ganimetler veya fazlalıklar, veya ziyadeler kime ait diye sorarlar, ganimetlerden sorarlar. De ki; Onlar Allah’a ait, Resulüne ait. Yani artık eline geçirenin değil, vuranın değil. İşte bu ve buna açıklayan aynı Enfal/41. ayeti klasik ganimet anlayışını yok etmişti ki, Allah’ın sözü ile kasıt bu olsa gerek.

Yine İslam’da savaş ganimet için değil, Allah için yapılırdı. Yani savaşın mantığını değiştirmişti vahiy. Savaşın gerekçesini değiştirmişti. Savaşın konseptini değiştirmişti. Klasik zamanlarda savaş farklı sebeplerle icra edilirdi. Kutsal bir amaca hizmet etmezdi. Dolayısıyla kutsalın içine karışmadığı bir savaşın da herhangi bir sınırı yoktu. Herhangi bir hududu yoktu. Çünkü yasağı yoktu. Savaş adeta her şeyin mübah olduğu bir zemin gibi anlaşılırdı. Adı üstünde savaş varsa hiçbir yasak yok gibi anlaşılırdı. Ama kutsal işin içine girince, işini içine ilkeler girince, işin içine sınırlar girince savaş ahlakı ortaya çıktı. Çünkü vahiy savaşta da muhataplarına çizdiği sınırları, kırmızı çizgileri geçmemelerini emrediyordu. Yani bir savaş ahlakı ancak savaşın bir anlamı, savaşın bir kutsi, ulvi amacı olmasıyla mümkin olabildi.

Dolayısıyla Allah adına ilahi kelimetullah için, İslam’la insan arasına gerilen engeli kaldırma uğruna yapılan savaş mutlaka ahlaki bir savaş olmalıydı. Bunun ahlakını Kur’an çizdiği kırmızı çizgilerle koymuştu.

kul len tettebi’ûna onlara de ki, yani ganimet vaad eden bir savaşa girdiğinizde bırakında bizi arkanızdan gelelim, katılalım size diyenlere de ki: Hayır. Bu kez asla bizimle gelmeyeceksiniz. Bu kez diye çevirmemin gerekçesi bir sonraki ayet, 16. ayettir, 16. ayetin zımninden anlıyoruz ki bu yasak sadece Hayber’le sınırlıdır. Çünkü onlara daha sonra çok güçlü toplumlarla savaşılacağı ve onlarda eğer bu sefer yaptıklarını yapmazlarsa Allah’ın kendilerine büyük ödüller vereceği müjdeleniyor 16. ayette.

kezâliküm kalAllâhu min kabl bu böyledir zira Allah ganimet hakkında daha önce konuşmuştu. Biraz önceki cümlenin bir açılımı gibi adeta. Daha önce ganimet hakkında Allah’ın konuşması Enfal/1 ve onu açıklayan 41. ayetlerine ve bunun gibi ayetlere atıf olsa gerek.

feseyekulune bel tahsüdunena siz bu cevabı verince bu geride kalan bedeviler, yani Allah Resulünün hacca gitme, umre için, Kâbe ziyareti için davetine tehlike gerekçesiyle kaçan, ama ganimet vaad eden bir savaşa koşmaya kalkan bu adamların feseyekulune bel tahsüdunena siz böyle cevap verince onlar diyecekler ki Hayır, siz aksine bizi hasetliyorsunuz, kıskanıyorsunuz diyecekler. bel kânu lâ yefkahune illâ kaliylâ Yoo..! bilakis onlar kıt anlayışlı kimselerdir.

Evet, değerli dostlar burada insanlıkla yaşıt iki tavır var. 1 – Arıların tavrı, 2 – Sineklerin tavrı. İnsanlıkla yaşıt bu iki tavır. Arılar ve sinekler, eğer teşbihte hata yoksa. Arıların tavrı üretenler, iş yapanlar, işe koşanlar, bedel ödeyenler. Kim onlar? Allah Resulü gördüğü rüya üzerine Kâbe yi ziyaret için olanca tehlikesine rağmen davet çıkardığında hiç tereddüt etmeden; Lebbeyk ya Resulallah deyip, sırtlarına ihramlarını geçirip, bellerine bir tek kılıç kuşanarak düşman bir çevrenin ortasında Resulallah’ın arkasında yürümek. Arkasına bakmamak. Hiçbir hesap yapmamak, küçük düşünmemek, Allah ve Resulü yeter demek. Bunlar arılar.

Bir de sinekler var. Onlar ne yapıyorlar? Tehlikeli olan davete gelmiyorlar. Risk almıyorlar, üretmiyorlar, bedel ödemiyorlar. Ama ucunda ganimet olan, ganimet vaad eden, ganimet getirmesi kesin olan Hayber gibi bir sefer olacak olursa ona gitmek için öne koşuyorlar. İlk sırada yazılmak istiyorlar. Yani aş bulunca öne düş, iş görünce sıvış sözünde olduğu gibi sineklik yapıyorlar. Ganimete koşuyorlar, fakat biate koşmuyorlar, itaate koşmuyorlar. Arılık yapmıyorlar, arılara karışmıyorlar. Arıların ürettiği bala konuyorlar. Yani üretimine katkıda bulunmadıkları balı paylaşmaya kalkıyorlar. Bu tarihin iki yatağı.

İşte burada da aslında insanoğlunun bu temel iki niteliği ortaya çıkıyor. Bir tarafta üretenler, öbür tarafta tüketenler. Bir tarafta bal yapanlar, öbür tarafta bal yapımına katkıda bulunmadığı halde başkalarının yaptığı bala sahip çıkanlar, ortak olanlar, tüketenler.

 

16-) Kul lilmuhallefiyne minel a’rabi setüd’avne ilâ kavmin uliy be’sin şediydin tukatilunehüm ev yüslimun* fein tutıy’u yü’tikümullâhu ecren hasena* ve in tetevellev kema tevelleytüm min kablü yu’azzibküm azâben eliyma;

Bedevîlerden o geri bırakılanlara de ki: “Siz son derece güçlü, cengâver bir toplulukla savaşa davet olunacaksınız… Onlarla savaşırsınız yahut onlar İslâm olurlar. Eğer itaat ederseniz Allâh size güzel bir ecir verir… Fakat daha önce yüz çevirdiğiniz gibi gene döneklik yaparsanız, sizi feci bir azap ile azaplandırır.” (A.Hulusi)

16 – De ki o geri bırakılan Arâbîlere: siz ileride şiddetli harp ehli bir kavme çağırılacaksınız, onlara muharebe edersiniz yahut Müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz o vakit Allah size güzel bir ecir verir ve eğer bundan evvel yaptığınız gibi aksine giderseniz sizi elîm bir azâb ile ta’zib eyler. (Elmalı)

 

Kul lilmuhallefiyne minel a’rab geride kalan şu bedevilere de ki; Yani biate koşmayıp ganimete koşmaya kalkan bu bedevilere, bu mantığa, bu akla de ki; setüd’avne ilâ kavmin uliy be’sin şediyd gelecekte ezici gücü olan toplumlarla mücadeleye çağrılacaksınız, savaşa çağrılacaksınız. tukatilunehüm ev yüslimun onlarla sonuna kadar savaşacaksınız ya da onlar teslim olacaklar. Yani ya can verinceye kadar, kanınızın son damlasına kadar savaşacaksınız, ya da onlar teslim olacaklar. Yani bedel ödeyeceksiniz ve karşılığını alacaksınız.

Burada kastedilen nedir? Bir önceki ayette bedevilere getirilen sefer yasağının Hayber’le sınırlı olduğunu söylemiştim. İşte bu ayet bunun delili. Bu da mucizevi bir ihbardır aslında. Nedir? Daha sonra çok güçlü toplumlarla, çok güçlü ordularla karşılaşacaklarını haber veriyor ki, biz Mute de Bizans’la Müslümanların karşılaştığına şahit olduk. 3.000 kişilik mü’min ordusuna karşılık Mute’de bir rivayete göre 20, bir rivayete göre 40.000 kişilik Bizans ordusu. Bu dehşet bir dengesizlik. Ama imanın dengesi ancak dengeliyordu sayının dengesizliğini.

Yine biz Huneyn’de birleşik şirk ordularına karşı Müslümanların can havliyle savaştıklarına şahit olduk. Yine biz dönemin iki süper gücünden biri olan İran’a, yani Pers İmparatorluğuna karşı savaştıklarına şahit olduk. Yani ayette haber verilen bu mucizevi ihbar birkaç yerde gerçekleşti.

Tebük’te her ne kadar karşılaşılmamış olsa da Bizans’la karşılaşmak için yola çıkılmıştı. Bir önceki ayetin emri gereği Hudeybiye anlaşmasından sonra umre seferine davet edilip de gelmeyen, katılmayan müttefikler, Hayber seferine katılmadılar. Hayber seferine sadece Hudeybiye de bulunan mü’minler katıldılar bu ayetler gereği.

fein tutıy’u yü’tikümullâhu ecren hasena eğer bu sefer sırasında bu çağrıya itaat ederseniz, Allah size güzel bir karşılık verecek. Ecren hasene. Sizi güzel bir ödülle ödüllendirecek. ve in tetevellev kema tevelleytüm min kablü yu’azzibküm azâben eliyma yok eğer yüz çevirirseniz tıpkı daha önce yüz çevirdiğiniz gibi, yani şimdi, burada ki min kabl şimdi anlamına el an anlamına geliyor. Şimdi Resulallah’ın umre davetine verdiğiniz cevapta olduğu gibi o zaman da yüz çevirirseniz bu davetten dönerseniz, O sizi cezalandıracaktır.

yu’azzibküm azâben eliyma buradaki azab kelime manasıyla, kök anlamıyla terk edilme, yalnız bırakma anlamına gelir. O sizi kendi başınıza bırakacak. O sizi terk edilmekle cezalandıracak. O sizi dayanaksız bırakacak şeklinde de anlayabiliriz. Yani umduğunuzdan mahrum bırakacak. Umduğunuzdan mahrum olursanız o zaman bu sizin için bir iç azabı, bir iç yangınına dönüşecek.

 

17-) Leyse alel’ama harecün ve lâ alel’areci harecün ve lâ alelmeriydı harec* ve men yutı’ıllâhe ve RasûleHU yüdhılhü cennatin tecriy min tahtihel’enhar* ve men yetevelle yu’azzibhü azâben eliyma;

Köre, topala ve hasta olana zorlama yoktur! Kim itaat ederse Allâh ve Rasûlüne, onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar… Kim de yüz çevirirse (Allâh) onu feci bir azapla azaplandırır. (A.Hulusi)

17 – Amaya haraç yok, aksağa da haraç yok, hastaya da haraç yok bununla beraber her kim Allaha ve Resulüne itaat eylerse onu altından ırmaklar akan Cennetlere kor, ve her kim aksine giderse onu da elîm bir azâb ile ta’zib eyler. (Elmalı)

 

Leyse alel’ama harecün ve lâ alel’areci harecün ve lâ alelmeriydı harec görmeyene, topala, yürüme özrü olana ve hastaya savaşa gitmediğinden dolayı bir sorumluluk yoktur. Meşru mazeret yalnızca yükümlülüğü kaldırmaz, mükellefiyeti kaldırmaz. Meşru mazereti varsa bir insanın ilahi emirler ondan kalkar. Mükellef olmaz, meşru mazereti varsa. Ama bu sadece mükellefiyeti kaldırmakla kalmaz diyor böylesine mazeretler. Allah yolunda savaşla gidemeyecek bir mazereti var. Gerçekten gözleri görmüyorsa mazereti var demektir.

Sevaptan mahrumiyeti de kaldırır aynı zamanda. Yani sevaptan mahrum da bırakmaz. Çünkü onun o halde olması bir takdir gereğidir. Kendisi ister miydi gözlerinin kör olmasını. Kendisi istemez miydi Allah yolunda diğerleri ile saf tutmasını. O halde meşru mazeret yalnızca yükümlülüğü kişiden düşürmez, aynı zamanda sevaptan mahrumiyeti de kaldırır.

Bunun en tipik örneği Abdullah Bin Ümmü Mektum’dur. Abdullah Bin Ümmü Mektum ama idi, gözleri görmezdi. Resulallah onu hazırladı. Hatta bir seferinde Resulallah’a gelip demişti ki Ya Resulalah elimden tutup getirenim yok. Bozuk havalarda gelmesem olur mu mescide, cemaate? Ezanı duyuyor musun demişti. Evet. Yani çağrıyı duyuyor musun, daveti duyuyor musun, davet geliyor mu sana? Evet deyince hayır geleceksin demişti.

Bunu yapan peygamber zorlaştırmayın kolaylaştırın diyen bir peygamber. Düşünmek gerekiyor o zaman, niçin.

1 – Resulallah’ın gözünde insanoğlunun atığı yoktur. Herkes bir işe yarar, hiç kimse her işe yaramaz, herkes bir işe yarar. O halde bu ne işe yarar. Mutlaka herkesin bir yeri vardır, yersiz insan yoktur. İnsanın cürufu yoktur. Herkesi yerli yerine koymak. Resulallah’ın insan anlayışı, insan tasavvuru buydu. Vahyin onda inşa ettiği insan tasavvuru buydu. Yer yüzünde yersiz biri yoktur. Ama yerini terk etmiş biri olabilir. Dolayısıyla bunun da yeri olacaktır.

Resulallah’ın neden böyle söylediği çok geçmeden anlaşıldı. Meğer Resulallah bu ama insandan Medine’ye Vali hazırlarmış. Savaşlar sırasında Medine boşaldığında Medine valisi olarak Resulallah bu ama İbn. Ümmü Mektum’u atayacaktır. Maden vali olacaktır, imanın merkezinde, Müslüman toplumun kalbi sayılan mescitte olmalıdır. Camide olmalıdır. Orada eğitilmelidir, çünkü orası mekteptir. Orası insanın yontulduğu yerdir, orası insanın inşa edildiği yerdir. Bilincin, düşüncenin, ahlakın, tavrın seciyenin, karakterin ve şahsiyetin inşa edildiği yerdir. Onun için onun da şahsiyeti orada inşa edilmelidir ve asla geri kalmamalıdır.

Daha sonraları İbn. Ümmü Mektum’u Kadisiye de savaşın içinde sancak taşırken görüyoruz. Gözleri görmüyor ama gören gönlü ile mahrum kalmamak için ben de sancak tutarım, hiçbir şey yapamazsam deyip geldiğini görüyoruz. Bu 3 kategori Kör, topal ve hasta savaştan muaf tutulmayı gerektiren tüm mazeretleri içerir. Yani burada sayılmayan ama muaf tutulmayı gerektiren tüm mazeretleri de kapsar.

ve men yutı’ıllâhe ve RasûleHU yüdhılhü cennatin tecriy min tahtihel’enhar ama kimde Allah’a ve Resulüne itaat ederse onu, tabanından ırmakların çağladığı, tabanından ırmakların çağıldadığı cennetlere sokacağız. ve men yetevelle yu’azzibhü azâben eliyma fakat, kim yüz çevirir sırt döner, Allah’ın çağrısına, Resulün davetine icabet etmezse, Allah’ın davasını dert edinmezse, ilayi kelimetullah için bedel ödemekten kaçarsa, imanı için bedel ödemekten kaçarsa, kendisine imanı getirenler bedel ödeyip getirdiler, ama kendisi imanı daha başkalarına götürme hususunda bedel ödemeye yanaşmazsa, o zaman elim bir azab ile cezalandıracağız. Onu terk edilmişliğe mahkum edeceğiz ve mahrum edeceğiz şeklinde de anlayabiliriz demiştim azabın kök anlamından yola çıkarak.

Allah davasını dert edinmek, Bu ayet bundan söz ediyor. Aslında ilayı Kelimetullah için savaş. Savaşı meşru kılan başka bir gerekçe yoktur. Savaşı meşru kılan tek gerekçe budur.

Ve katilûhüm hattâ lâ tekûne fitnetün ve yekûned diynu Lillâh* feinintehev felâ ‘udvâne illâ alezzalimiyn. (Bakara/193) ayeti böyle diyor. Ve katilûhüm hattâ lâ tekûne fitne yer yüzünde inanca baskı, işkence, zulüm kalmayıncaya kadar onlarla mücadele et.Onlarla çarpışın, onlarla savaşınızı sürdürün. ve yekûned diynu Lillâh ve sadece Allah’a kulluk edilinceye kadar. Bunun mef’u muhalifi şudur; Kula kulluk kalkıncaya kadar, kula kulluk sona erinceye kadar. Neden? Kula kulluk insana en büyük zulümdür de onun için. Feinintehev ama son verirlerse. Demek ki burada sonsuzca bir savaş açın anlamı yok Feinintehev diyor, eğer son verirlerse. Kim son verirse? Muhataplarınız artık özgürlüğü yok etmeye, işkenceye son verirlerse. Ki fitne burada inanca yapılmış baskıdır. Son verirlerse felâ ‘udvâne illâ alezzalimiyn düşmanlık sadece zalimleredir.

Bu çok ilginç, yani illâ alel kafiriyn de diyebilirdi. Ama değil. Yani düşmanlık inkar edenlere değil, düşmanlık sadece zalimleredir. Çünkü ortadan kaldırılması gereken şey inanca baskıdır. İnanç özgürlüğü için savaştır bunun anlamı. Biz Bakara/193 ayetten bunu anlıyoruz.

Allah davasını dert edinmek bu ayette, bu ifade ediliyor 17. ayette. Allah davasını dert edinmeyeni, Allah’ta dert edinmez. Kendisine Allah’ın davasını kaygı etmeyeni, Allah’ta kaygı etmez. Yani sonunda ki azab aslında Allah davasını kaygı edinirseniz, dert edinirseniz, siz terk edilmezsiniz. Allah’ın davasını Allah güzel savunur, size ihtiyacı yok. Fakat sizin Allah’a ihtiyacınız olduğu için Allah’ın davasını savunarak bu ihtiyacınızı karşılayın. Yoksa Allah tarafından terk edilirsiniz. Sizin Allah’ı terk etmeniz felaket değil, asıl felaket Allah’ın sizi terk etmesidir.

 

18-) Lekad radıyAllâhu ‘anilmu’miniyne iz yubayi’ûneke tahteşşecereti fe’alime ma fiy kulubihim feenzelessekiynete aleyhim ve esâbehüm fethan kariyba;

Andolsun ki Allâh, o ağacın altında sana biat ettiklerinde iman edenlerden razı oldu, onların kalplerinde olanı bildi de, üzerlerine sekine (huzur) inzâl etti ve kendilerine feth-i kariyb (yakîn açıklığı) verdi. (A.Hulusi)

18 – Hakikaten Allah o müminlerden râzı oldu, ağacın altında sana biy’at ederlerken, ki kalplerindekini bildi de üzerlerine o sekî neti indirdi ve kendilerine bir yakın fethi sevap verdi. (Elmalı)

 

Lekad radıyAllâhu ‘anilmu’miniyne iz yubayi’ûneke tahteşşecereh doğrusu Allah o ağacın altında sana biat edenlerden razı olmuştur.

Bu ayetin arka planını surenin girişinde ki özette aktarmaya çalışmıştım kısaca hatırlayalım. Resulallah Hudeybiye’ye geldiğinde, ki Mekke’ye 20 Km. Mesafede, Cidde tarafına, Cidde Mekke arasında bir yere düşer. Demek ki Resulallah sahile doğru gittiler ve oradan aşağıya indiler. Yani, istikamet değiştirdiler. Bunu da Halid Bin Velid müfrezesinde, komutanlığında 200 kişililik bir atlı birliğin saldırmak için gelmesi üzerine Resulallah böyle sürprizlerle karşılaşmamak için ve Mekke’lilerle savaşmak için gelmediğini onlara göstermek için uzaklaşmış ve kafileyi aşağı kaydırmıştı, daha aşağı tarafa.

Dolayısıyla burada bir arka plan var. Hudeybiye’de Hz. Osman’ı Mekkelilere yolladı; Git onlara de ki; Bakın görüyorsunuz ben de ihramlıyım ve sadece bir kılıçla çıktık yola. Yani maksadımız savaşmak değil, maksadımız sizi yatağınızda vurmak değil. Maksadımız sadece ve sadece sizin şimdiye kadar haksızca engel olduğunuz hakkımızı almak, yani Allah’ın beytini ziyaret. Biz bunun için, ibadet için geldik. Savaş için gelmedik. De onlara diye göndermişti. Hz. Osman’ı göndermesinden maksat onun ailesinin Mekke’de güçlü olması ve onu koruyacakları düşüncesi idi.

Hz. Osman gelince dediler ki bu olmaz. Bu teklifini kabul edemeyiz. Sonra bize Araplar ne der. Ele güne karşı biz ne cevap veririz. Biz sanki baskı altında kalmış ta, korkmuş ta buna evet demişiz anlamı çıkar. İstiyorsan sen gel beyti tavaf et. Gel umreni yap. Dediler. Hz. Osman’ın cevabı kesin ve netti. Allah resulü Kâbe yi tavaf etmeden ben asla etmem.

Bunun üzerine, bunu bir meydan okuma olarak aldılar ve Hz. Osman’ı tutukladılar, salmadılar. Bu tutuklama Hudeybiye yakınlarında ki kafileye, Hz. Osman’ın öldürüldüğü yönünde bir haber olarak ulaştı. Bu haber gelince Resulallah ve beraberinde ki mü’minler sanki gök üzerlerine, yer yüzünün tavanı üzerlerine çökmüş gibi çok büyük bir ağırlık hissettiler ve Resulallah işte orada kanlarının son damlasına kadar Allah yolunda savaşacaklarına ve bağlı kalacaklarına dair biat aldı. Bu biat bu surede de adlandırıldığı gibi Bey’at-ur Rıdvan olarak adlandırıldı. Allah’ın razı olduğu biat.

Beyhaki, Şabi’den şöyle rivayet naklediyor. Vehb Bin Muhsan diye bir sahabe 1400 kişilik bir kafile içinde. Geldi ver elini ya Resulallah, sana bey’at edeceğim dedi. Ne üzerine bey’at edeceksin dedi Resulallah ona. Sahabenin cevabı gerçekten Allah Resulüne olan bağlılığının büyüklüğünü gösteriyordu. Kalbinde ne varsa onun üzerine Ya Resulallah. İçinde taşıdığın şey üzerine ya Resulallah ve sırasıyla bey’at ettiler.

Hz. Ömer zırhını kuşanmak için gitmişti ki Bey’at edildiğini duydu, geldiğinde Resulallah’ın eli yorulmuştu. Elini tuttu, önce bey’at etti sonra sonuna kadar elinin altına destek oldu ve bu bey’at Rıdvan ağacının altında gerçekleşti. Bu bey’at’ın yapıldığı yer bir ağaç altıydı o ağaca da Rıdvan ağacı ismini verdi sahabe.

Hatta ilginç bir anekdot var İbn Sa’d Tabakat’ında nakleder. Hz. Ömer’in kulağına hilafeti döneminde; sahabe oradan geçerken yolculuk sırasında yolu oraya uğrayanlar o ağacın altında 2 rekat namaz kılmayı adet edinmişlerdi. Teberrüken namaz kılıyorlardı. Yani bir tür ağaç mescit haline dönüşmüştü. Hz. Ömer bunu haber aldığında çok kızmış, yasaklamış, bunu yapanları azarlamış ve o ağacı kökünden söktürmüştü.  Hz. Ömer’in hassasiyetini de buradan anlıyoruz.

fe’alime ma fiy kulubihim üstelik O, onların kalbinden geçenleri çok iyi bilmekteydi. Allah onların kalbinden geçenleri iyi bilmekteydi. Yani biat ediyorlardı elbet, ama melek değillerdi onun içinde kalplerinden bin bir düşünce geçiyordu. Biat ettik ama ne olacak 1400 kişi, bir avuç insan. Kendi vatanlarından, karargahlarından çok uzakta. Yani yaklaşık 400 Km. uzaktalar. Evet, Medine’den 400 Km. uzaktalar ve nasıl olacak geri dönüp silahlanmaya kalksalar bu iş olmaz. Eğer bir baskın yeseler belki bine kadar kırılacaklar. Ama buna rağmen Resulallah’a biat ediyorlar. İşte bin bir türlü düşünce geçiyordu içlerinden Ama onlar vesveseye yenik düşmediler. Allah onların içinden geçen düşünceleri biliyordu diyor.

feenzelessekiynete aleyhim ve esâbehüm fethan kariyba işte bu yüzden onlara iç huzuru indirdik ve kendilerini yaklaşan bir fetihle ödüllendirdik. Evet, Onların elleri biat ediyordu ama bir çoğunun içi titriyordu tabii ki. İnsandılar, bir avuçtular. Eğer Mekkeliler üzerlerine yürüseler bir şey yapamayacak durumdaydılar. Fakat Allah onlara ordu indirir gibi içlerine bir huzur indirdi. Kur’an buna sekinet diyor. Sükûnet bıçağa da Arapçada sittiyn derler kesip ayırdığı için. İnsanla korkunun arasını kesip ayırdığı için sekinet denilmiştir. Endişe, korku bıçakla kesilmiş gibi yürekten kesilip atılmıştır inen sekinetle.

Fethan kariyba diye bitiyor ayet. Yakın fetih, yaklaşan fetih. Hayber demişler buna bazı müfessirler. Fakat bu fetih Mekke ile başlayıp 30 yıl içinde batı Avrupa büyüklüğünde bir coğrafyayı kucaklayacak kadar genişleyen İslam’ın gönül fethi olsa gerektir, yürek fethi olsa gerektir. Ki gerçekten de Resulallah Hudeybiye ile açılan süreci Allah’ın kendisine en büyük ikramı olarak görmüştü. Bu bir savaş değildi, bu bir barış anlaşmasıydı. Ama barış anlaşması üzerine inen surenin adı fetih suresi idi. Bu gerçekten ilginçti. Resulallah’a fetih nedir sorusunun cevabı ilahi vahşi ile veriliyordu. Fetih gönüllerin imana açılmasıdır deniliyordu zımnen ve Resulallah da bunu böyle anladı ve sahabeyi böyle eğitti.

Kendisi Ben Azuri’nin naklettiği bir haberde beldeler savaşla ele geçer, ama Medine feth olunmuştur diyordu. Medine’ye girerken Resulallah hiç kimsenin bir tek kılıcı kalkmadı oysaki. O zaman bir gönüllü olarak yüreklerin imana açılmasını Resulallah’ın fetih olarak anladığını görüyoruz.

Bunu sahabede de görüyoruz. Amr İbn ül As Filistini aldığında ordusuyla beraber Mısır’ı da İslam topraklarına katmak için Mısır’ın üzerine yürüdü ve aynı zamanda Medine’de ki halife Ömer’e bir mektup yazdı ve mektubunda izin istedi. Halife Amr’a yazdığı cevabi mektupta. Eğer bu mektubumu aldığında Mısır’a girmedin ise, hemen geri dön. Asla girme. Diye cevap vermişti. Amr yolda mektubu aldığı halde Hz. Ömer’in nasıl düşündüğünü çok iyi bildiği için açmadı. Mısır’ı aldı ondan sonra açtı. Yani artık aldık demeye getirdi.

Neydi derdi Hz. Ömer’in? Tek derdi vardı, eğer gönüller İslam’a açıldıktan sonra girerse İslam ordusu, Mısır İslamlaşır. Yok gönüller İslam’a açılmadan girerse İslam Mısırlılaşır. Derdi buydu. Yine aynı halife büyük komutan ‘Alâ-a El Hadrami’ye, Bayreyn’in komutanıydı, bir takım harami ve savaş kaçkınlarını kovalama bahanesi ile çağın iki süper gücünden biri olan İran üzerine sınırdan girdi ve bir kısmını girer girmez fethetti. Önüne hiçbir engel çıkmadı.

Hz. Ömer Ala-a El Hadrami’ye nasıl muamele yaptı sizce? Düşünebiliyor musunuz bir devletin komutanı eğer bir süper gücün topraklarının bir kısmını hiçbir bedelsiz, yani kan dökmeden eğer kendi devletine katmışsa bu ödüllendirilir değil mi? Bu madalyalık bir kahramanlıktır. O mareşal ilan edilir, rütbe verilir.

Peki Hz. Ömer sizce ne yaptı? Haberi ilk aldığında Ömer’in tepkisi şudur; Eyvah..! çok ilginç, yürek fethi işte bu. Eyvah..! Bir devlet başkanı topraklarına katılan yeni araziler için eyvah çeker mi? Ama Ömer eyvah diyordu. İşte Ömer’in kaygısı buydu. İnsanların yüreği topraklarından önce açılmalıydı. Ya da eğer bir fütuhat gerçekleşecekse önce o insanlara iman götürülmeliydi. O insanlarla İslam arasında ki engel kaldırılmalıydı. İşte bu anlayışı Resulallah böyle yerleştirmişti.

 

19-) Ve meğanime kesiyreten ye’huzûneha* ve kânAllâhu ‘Aziyzen Hakiyma;

Onları, alacakları birçok ganimetlere de nail etti… Allâh Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

19 – Bir çok da ganîmetleri ki onları alacaklar ve Allah bir azîz, hakîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Ve meğanime kesiyreten ye’huzûneha bir de elde edecekleri sayısız ganimetle ödüllendirecektir. Yukarıda ki ayete bir ilave bu aslında. Bir önceki ayetle de arasında lâm elif var zaten, yani durmaksızın geçebilirsiniz anlam devam ediyor anlamına Ve meğanime kesiyreten ye’huzûneha yani kendilerini yaklaşan bir fetihle ödüllendirir, bir de elde edecekleri sayısız ganimetle. Adeta yaklaşan fetih gerçek ödül, ganimetse teşbihte hata olmasın “Promosyon”. O yanında verilecek bir hediye adeta.

ve kânAllâhu ‘Aziyzen Hakiyma ve zaten Allah sonsuz hikmet sahibi bir ulular ulusudur.

 

20-) Veadekümullâhu meğanime kesiyreten te’huzûneha fe’accele leküm hazihi ve keffe eydiyenNasi ‘anküm* ve litekûne ayeten lilmu’miniyne ve yehdiyeküm sıratan müstekıyma;

Allâh, size elde edeceğiniz birçok ganimetler vadetmiştir… Bunu da size pek çabuk verdi ve insanların ellerini sizden vazgeçirdi ki, bu iman edenler için bir işaret olsun ve sizi sırat-ı müstakime hidâyet etsin. (A.Hulusi)

20 – Size Allah bir çok ganîmetler vaad buyurdu, onları alacaksınız, şimdilik bunu size pişîn verdi ve sizden o nâsın ellerini çekti ki mü’minlere bir âyet olsun ve sizi doğru bir caddeye çıkarsın. (Elmalı)

 

Veadekümullâhu meğanime kesiyreten te’huzûneha Alla size elde edeceğiniz daha bir çok ganimet vaad etti. fe’accele leküm hazihi ve keffe eydiyenNasi ‘anküm Evet, nitekim O, size olan bu ikramını önceledi, öne aldı, ta’cil etti yani. Te’cil etmedi. Her zaman ikramını te’cil ederdi, ahirete bırakırdı, şimdi ise ta’cil etti, öne aldı. Adeta ahirette ki ikramını göstermek için onun küçük bir numunesini dünyada sundu. Ve insanların elini üzerinizden çekti.

Aslında Allah’ın adeti ahirette vermektir. Adetullah budur. Mü’min hak ettiğinin gerçek karşılığını ahirette alır. Çünkü İman Allah’a güvenmektir. İmanın Allah’a güvenmek olduğunun ifadesi de budur zaten. Mü’min ahirette almak üzere iman etmiştir karşılığını. Sözleşmenin karşılığı ahirettedir. Dünyada alıp almayacağına dair bir garantisi yoktur. Bu konuda herhangi bir pazarlığa da asla girişemez. Ama ahirette alacağına imanı kesindir. Allah’ın adeti de budur zaten. Fakat bu kez dünyaya taşıdı Allah ödülü. Yani ödülün bir kısmını dünyada verdi. Ama ahirettekini asla azaltmadan.

Burada el çekmeden söz ediliyor. Allah onların elini sizin üzerinizden çekti. Yani sizi onların elinden aldı. Halid Bin Velid’in Abbad bin Bişr ile karşılaşması var Hudeybiye sırasında. Halid Bin Velid 200 kişilik süvari birliği ile saldırmak için geldi. Resulallah ona karşı Abbad bin Bişr’i gönderdi. Gönderdi ama ne gönderiş, sırtlarında ihramlar, ellerinde sadece bir kılıç. Ne miğfer var, ne zırh var, ne kargı var, ne kama var, ne ok var, ne var, ne var,.. vs. hiçbir şey yok, hiçbir şey. Ayakları yalın başları açık ellerinde yalın bir kılıç sırtlarında elbise bile yok, ihram. Böyle bir savaş dengesi olabilir mi.

Peki ne oldu, nasıl el çektirdi Allah? Halid gerçekten belki saldırsa maddi ve fiziki olarak dayanamayacak gibi gözüken bu gruba saldıramadı. Nedendir bilinmez, etrafında döndü, döndü, döndü, ne düşündüğünü bilmiyoruz, ama Allah el çektirdi. Allah’ın orada yardımını görüyoruz. Ve 200 silahlı, tam donanımlı zırhlı ve atlı süvari müfrezesiyle çekti gitti. İşte Allah’ın el çektirmesi. Gözüne ne gösterdi onu bilmiyoruz. Ama biz biliyoruz ki el çektiren Allah’tır.  Birilerinin kalbine sekinet, sükûnet indiriyorsa, birilerinin kalbine de korkuyu indiren Allah’tır. Adeta Mü’minlerin kalbinden aldığı korkuyu kafirlerin kalbine indiriyor. Böylece yardım ediyor, hem de çift boyutlu yardım ediyordu onu görüyoruz burada.

ve litekûne ayeten lilmu’miniyne ve yehdiyeküm sıratan müstekıyma ki hem mü’minler için bir belge olsun, hem de sizi dosdoğru bir yola yöneltmiş olsun.

 

21-) Ve uhra lem takdiru aleyha kad ehatAllâhu Biha ve kânAllâhu alâ külli şey’in Kadiyra;

Henüz onlara gücünüzün yetmediği daha başka şeyler de vadetti ki, onları Allâh (içten ve dıştan) ihâta etmiştir. (Zaten) Allâh her şeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)

21 – Bir diğerini daha ki ona henüz eliniz irmedi, fakat Allah onu ihata buyurmuştur, daha da Allah her şeye kadir bulunuyor. (Elmalı)

 

Ve uhra lem takdiru aleyha kad ehatAllâhu Biha ama bir ikramı daha var ki Allah’ın, bir diğer ikramı, onu sizin havsalanız almasa da Allah onu sonsuz ilmiyle kuşatmıştır.

Bu ikramı ilerde ki elde edilecek ganimetler, Hayber ganimetleri ve diğerlerine yoranlar olmuş. Fakat ben ayetin iç örgüsünden ve kelime yapısından, söz diziminden bunun dünyada ki bir nimetten bahsetmediğini düşünüyorum. Bambaşka bir şeyden bahsediliyor ayete. Hatta benim aklıma Secde/17. ayetini getiriyor. Öyle ki Allah’ın daha başka bir ikramı var ki onu sizin havsalanız almaz ama Allah’ın ilmi onu kuşatmıştır diyor. İnsanın havsalasının almadığı bir nimet dünya değil ahiret nimetidir. Ve secde/17 nin tam yeridir;

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün (Secde/17) Cennette mü’mini hangi göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini kimse tahayyül ve tasavvur dahi edemez. İşte bu. Yani insan bilgisi cennette kendisini bekleyen nimetleri kuşatamaz.Yani tahayyül dahi edemez, bilemez, asla bilinemez. Bana bu ayeti hatırlatıyor Fetih suresinin 21. ayeti.

ve kânAllâhu alâ külli şey’in Kadiyra ve zaten Allah’ın kudreti her şeyi yapmaya yeter. Yani insana aklının, tasavvurunun almayacağı böylesine muhteşem nimetler hazırlamaya Allah’ın gücü yeter.

 

22-) Ve lev katelekümülleziyne keferu levellevül edbare sümme lâ yecidune Veliyyen ve lâ Nasıyra;

Eğer hakikat bilgisini inkâr edenler sizinle savaşsalardı, elbette arkalarını dönüp kaçacaklardı. Sonra da hiçbir velî (koruyucu) ve yardımcı bulamazlardı. (A.Hulusi)

22 – Eğer o küfredenler sizinle çarpışa idiler mutlak arkalarını döneceklerdi, sonra da ne bir veli bulabileceklerdi ne de bir nasîr. (Elmalı)

 

Ve lev katelekümülleziyne keferu levellevül edbare sümme lâ yecidune Veliyyen ve lâ Nasıyra eğer küfürde ısrar edenler size karşı savaşırlar, mücadele ederlerse arkalarını dönüp kaçacaklar, ardından da ne samimi bir dost, ne de sağlam bir destekçi bulabilecekler.

Yine Halid Bin Velid’in 200 kişilik süvari birliği ile savaşın eşiğinden dönülmesine bir atıf gibi geliyor, biraz önce ayrıntılarını naklettiğim olaya bir atıf. Resulallah bu anda savaş namazı, salât-ul havf, (Korku namazı) yani mevcut namazı birer rekata indirmişti. Salât-ul havf, Kur’an da tarif edildiği gibi. Bu savaş namazıydı. Bu kadar var olma, yok olma anıydı o an. Ölüm kalım anlarından da namaz salât-ul havf olarak kılınır. Yani bir rekata iner. Bir müfreze tek rekat kılar ve onlar giderler, geride kalanlar gelirler, onlar da diğerini devam ederler. Yani adeta savaş, farzın farzı, efraz haline gelmiştir. İşte böylesi bir durumdu ama Allah onların elini mü’minlerden çekti, mü’minleri onların elinden çekip aldı tabir caizse başka bir ifade ile.

 

23-) SünnetAllâhilletiy kad halet min kabl* ve len tecide lisünnetillâhi tebdiyla;

Bu süregelen Sünnetullâh’tır! Sünnetullâh’ta asla değişme bulamazsın! (A.Hulusi)

23 – Allahın öteden beri cereyan ede gelen sünneti, Allahın o sünnetine bir tebdil de bulamazsın.(Elmalı)

 

SünnetAllâhilletiy kad halet min kabl Allah’ın sünneti geçmişten bu güne hep böyledir, budur yani. Allah’ın adeti, Allah’ın geleneği vardır. Allah’ın sünneti vardır o da budur. ve len tecide lisünnetillâhi tebdiyla ve sen Allah’ın sünnetinde asla bir değişme göremezsin, bulamazsın.

A’raf/128. hatırlayalım Allah’ın sünneti bağlamında vel akıbetü lil müttekıyn (A’raf/128) diye bitiyordu bu ayet. Sonuç, gerçek sonuç, gerçek kurtuluş, gerçek gelecek Allah’a karşı sorumluluğunu bilenlerindir. Gelecek onlarındır bu bir. Allah’ın sünneti bu.

İkincisi Rad’/11. ayeti; innAllâhe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim (Rad’/11) bir toplumu oluşturan bireyler kendi hallerini değiştirmedikçe Allah’ta o toplumu değiştirmez. Bu menfi ve müspet değişim için, ikisi içinde geçerlidir. Olumlu ya da olumsuz. Burada bu toplum kendi iç dünyalarını olumluya değiştirmişlerdi iman toplumu, Allah’ta onların toplumunu değiştirdi. Allah’ta onların toplumunu inşa etti.

Yine bir başka Allah’ın sünneti. Ve la tehinu ve la tahzenu ve entümül a’levne in küntüm mu’miniyn (A. İmran/139) gevşemeyin, çözülmeyin, bozulmayın, üzülmeyin. Eğer gereği gibi inanıyorsanız üstün olan sizsiniz. Tersinden de şöyle anlayabiliriz; Eğer üstün değilseniz inancınızda bir problem var, orayı kontrol edin. İşte Allah’ın yasaları bunlar.

[Ek bilgi; (Sünnetullah hakkında geniş bilgi için Ahzab/38. ayete bakınız. ]

 

24-) Ve “HU”velleziy keffe eydiyehüm ‘anküm ve eydiyeküm ‘anhüm Bibatni Mekkete min ba’di en azfereküm aleyhim* ve kânAllâhu Bima ta’melune Basıyra;

Sizi onlara muzaffer kıldıktan sonra Mekke’nin göbeğinde, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan uzak tutan “HÛ”dur! Allâh yaptıklarınızı (yaratanı olarak) Basıyr’dir. (A.Hulusi)

24 – Ve o dur ki onların ellerini sizden sizin ellerinizi de onlardan çekti Mekke deresinde onlara karşı size zafer vermişken, hem Allah, her ne yaparsanız basîr bulunuyor.(Elmalı)

 

Ve “HU”velleziy keffe eydiyehüm ‘anküm ve eydiyeküm ‘anhüm Bibatni Mekkete min ba’di en azfereküm aleyhim sizi onlara galip getirdikten sonra Mekke vadisinde onların ellerini sizin üzerinizden ve sizin ellerinizi de onların üzerinden çeken O’dur. Kureyş, Kâbe ziyareti için gelen Hz. Peygamberin kafilesine iki kez baskın yaptı. Ya da rivayetleri birleştirirsek eğer 30 ile 80 kişi arasında değişen rivayetler var çünkü, bir grup, bir gece baskını vermeye kalkıştı. Fakat bu grup kıskıvrak yakalandı. Yani baskına gelmişken baskına uğradılar. Resulallah’ın silahsız, ihramlı kafilesi tarafından etkisiz hale getirildiler ve bir tanesine ziyan verilmedi, zarar verilmedi, anlaşmaya kadar bekletildiler, anlaşmadan sonra Resulallah onları geri iade etti.

Soru şu; Saldırganın elini mü’minlerin üzerinden çekmenin gerekçesi açık. Fakat ayette diyor ki, sizin elinizi de onların üzerinden çeken O’dur. O zaman şu soruyu sormak lazım: Peki mü’minlerin elini müşriklerden niçin çekti Allah. Bu önemli bir soru. Yani onları mü’minlerin elinden niçin aldı kafirleri, almasaydı da onların eli ile helak olsalardı olmaz mıydı diye soracaksanız cevabı 25. ayette. Ayetin son cümlesini bitirip 25. ayete girelim.

ve kânAllâhu Bima ta’melune Basıyra ve zaten Allah yaptığınız her şeyi görmektedir. Şimdi ayete giriyoruz.

 

25-) Hümülleziyne keferu ve sadduküm ‘anilMescidil Harâmi velhedye ma’kûfen en yeblüğa mahılleh* velevlâ ricalun mu’minune ve nisaün mu’minatün lem ta’lemuhüm en tetaûhüm fetusıybeküm minhüm me’arretün Biğayri ‘ılm* liyüdhılAllâhu fiy rahmetiHİ men yeşa’* lev tezeyyelu le’azzebnelleziyne keferu minhüm azâben eliyma;

Onlar o kimselerdir ki; hakikat bilgisini inkâr ederler, sizi Mescid-i Haram’dan alıkoydular, bekletilen hediye kurbanlarının yerlerine ulaşmasına mâni oldular. Şayet orada (onların arasında) kendilerini henüz bilmediğiniz için çiğneyip ezeceğiniz ve bu bilmeyerek yapılan iş yüzünden üzüleceğiniz iman eden erkekler ve iman eden kadınlar olmasaydı (Allâh savaşı önlemezdi). Dilediğini rahmetine sokmak içindi bu. Eğer birbirlerinden (iman edenlerle – kâfirler) ayrılmış olsalardı, onlardan inkâra sapanları elbette elim bir azap ile azaplandırırdık. (Sâlihlerin bulundukları yere gazabı ilâhî inmez… 8.Enfâl: 33 ve 29.Ankebût: 32) (A.Hulusi)

25 – Onlar o küfredip de sizi Mescidi haramdan ve durdurulmakta bulunan hediyeleri mahalline varmaktan meneden kimselerdir, eğer kendilerini bilmediğiniz bir takım mü’min erkekler ve mümine kadınları bilmeyerek çiğneyip de şânınıza o yüzden şeyn gelecek olmasa idi, Allah dilediğini rahmetine koyacağı için, eğer onlar çekilebilselerdi elbette içlerinden o küfredenleri elîm bir azâba duçar ederdik. (Elmalı)

 

Hümülleziyne keferu ve sadduküm ‘anilMescidil Harâmi velhedye ma’kûfen en yeblüğa mahılleh doğrudur, böyle bir zımni başında kelime var bence. Doğrudur. Ne doğru olan? Küfürde direnenler, sizi mescid-i Haram’a girmekten alıkoyanlar ve kurbanlarınızın yerine ulaşmasını engelleyenler, yani size ibadet yaptırmayanlar hep bunlardır. Bunların hepsi doğru. Bunlar yapmıştır. İyi o zaman ya rabbi doğruysa eğer bizim elimizi onların üzerinden niye çektin. Yani onları elimizden almasaydın olmaz mıydı. Yani elimizden almasan da haklarını avuçlarına koysaydık diye denilebilir.

Kureyş Hicretten 7. yıla kadar Müslümanlara Kâbe ziyaretini yasaklamıştı. Bu en doğal haklarıydı, ama onlar müminlerin Kâbe’yi ziyaret etmesine yasak koymuşlardı. Evet, niye elimizi onlardan çektin, onları elimizden aldın ya rabbi sorusuna cevap geldi.

velevlâ ricalun mu’minune ve nisaün mu’minatün lem ta’lemuhüm en tetaûhüm fetusıybeküm minhüm me’arretün Biğayri ‘ılm ama ah keşke şu istemeden haklarını çiğneme ve bilmeden kendileri yüzünden büyük bir yanlışa düşme ihtimaliniz bulunan üstelik henüz kendilerini tanımadığınız mü’min erkekler ve kadınlar Mekke’de olmasaydı.

Sebebi anlaşıldı. Demek ki Medine’de ki mü’minlerin tanımadığı Mekke de iman etmiş, ama imanlarını gizleyen, ya da henüz Mekke’ye imanları ulaşmamış bir grup oluşmuştu. Çıkamıyorlar, gidemiyorlar, işte gelen Ebu Cender’in başına ne geldiğini gördük. Ki Ebu Cendel bu ayet belki de inme sürecinde geliyordu Hudeybiye’ye doğru. İşte o da onlardan biriydi, tanınmıyordu. Babası müşriklerin baş sözleşmecisi, diplomatı, ama oğlu iman etmiş. Bundan kimsenin haberi yok. Dolayısıyla neden mü’minlerin elini onların üzerinden çektiğinin izahı bu.

Medine’de kilerin Mekke’den göç etmeyen mü’minlerden sorumlu olmadıklarını söyleyen Enfal/72. ayeti var. Yani onlardan sorumlu değilsiniz. Göç etselerdi, onlar da hicret etselerdi diyen. Fakat bu farklı bir durum. Onu dengeleyen bir ayet. Mü’minlerin can güvenliğini koruyan bir ayet. Düşmanın içinde bir avuç mü’min, göller bölgesinde bir ada gibi adeta. Sıkışmış kalmışlar. Eğer siz onlara saldıracak olsanız onlar aralarındaki mü’minleri de belki katledecekler, onlara zulmedecekler. Yani bu Kafir dolusu bir gemiyi, içinde bir kasç Müslüman var diye batırmadım demekten başka bir şey değil. Bu harika bir ilke aynı zamanda.

liyüdhılAllâhu fiy rahmetiHİ men yeşa’ İkinci bir gerekçe daha açıklanıyor burada. Allah dilediğini rahmetiyle kuşatmak için böyle yaptı. Bu da ayrı bir gerekçe bize göre. Nasıl ayrı? Elinizle onların ölümünü değil, dirilişini takdir etti Allah. Yani bir müddet sonra teker teker, hatta üçer beşer imana gireceklerdi Mekkeliler. Yani şimdi savaşmak için gelen Halid Bin Velid’in iman etme tarihi nedir biliyor musunuz? 200 süvariyle müşrik komutan olarak savaşmaya gelen Halid Bib Velid 6 ay geçmeden Medine’ye bir mü’min olarak göz yaşları içinde girecektir. Yanında Amr İbn-ül As olarak. Buyurun, böylesine bir yürek fethi, böylesine bir iman açılımı. Onun için böyle bir süreçte var.

Bir müddet sonra kıtlık çıktı Mekke’de. Hemen Hudeybiye’nin arkasından Mekke kıtlığa girdi. Aşırı bir kuraklık yaşandı ve bu kıtlığı tetikleyen bir başka şey daha oldu. Sümame Bin Üsal Müslüman oldu. Ara ara dersler sırasında size anlatmışımdır tefsirim sırasında. Yemame’nin iki reisinden biriydi diyor Sümame Bin Üsar için. Resulallah kendisini davet ettiğinde Mekke de, geçmişte, bir daha önüme çıkarsan öldürürüm diye tehdit etmişti. Eteğini bir sürü adam tutuyordu. Böylesine etrafı geniş bir nüfuzlu kraldı.

Bir gün mü’min müfrezesi sahil yolundan geçen bir grubu esir edip getirdi. Tanımamışlardı getirdiklerinin kim olduğunu, Resulallah tanıdı. Sen Sümame değil misin? Sen o sun değil mi? Evet ben Sümame’yim. Olay çözülmüştü. Sümame’yi bir mescide bağlattı, 3 gün mescide bağlı kaldı. Resulallah’ın Sümame  her; “nasılsın? diye sormasında dişlerini sıkarak konuşuyor, adeta küfreder gibi cevap veriyordu. Senden nefret ediyorum diyordu.

Ama Sümame mescitte, yani İslam toplumunun kalbinin nasıl attığını görmüştü. Çünkü İslam toplumunun kalbi mescitte atıyordu. Resulallah’ın insanlarla ilişkisini, çocuklarla ilişkisini, onlara olan şefkatini, ahlakını, himmetini görmüştü. Ve Resulallah onu doyurmak için birilerini görevlendirmişti. Doyurmak için görevlendirdiği insanlar şikayete geldiler; Ya Resulallah bu adam deve gibi yiyor, biz doyuramadık. Bizim sekizimizin bir günde yediğini, bu bir seferde yiyor demişlerdi. Ve daha sonra 3. gün Resulallah yine nasılsın dedi Sümame sessizdi. Bırakın gitsin dedi.

Sümame şaşırmıştı, gerçekten şaşırmıştı, hatta öldürüleceğini, öldürülmek için bir oyun olduğunu bile düşünmüştü. Ve bakıy, o zaman yeşilli ve sulak bir alandı bu günkü mezarın olduğu yer. Hurmalıktı. Orada bir su da akardı. Orada kayboldu. Bir müddet sonra Resulallah henüz mescitten çıkmamışken sahabeden biri; Ya Resulallah Sümame geliyor dedi. Olayı aktaran sahabe sanki Resulallah’ın yüzünden ay doğdu diyor. O kadar mı sevinilir, çok sevindi diyor.

Sümame geldi saçlarından ve ellerinden sular damlıyordu ve gözlerinden de yaşlar akıyordu. Resulallah’ın ayakları dibine kendini bıraktı. “Teslim olmaya geldim Ya Resulallah” dedi ve ondan sonra Sümame “bugüne kadar benim gözüme en çok nefret ettiğim insan sen görünürdün, şimdi ise senden sevimlisi yok demişti.”

Sümame bir müddet Medine’de kaldı İslam’ı öğrenmek için, dini öğrenmek için. Evinde misafir kaldığı ev sahibi şikayete geldi; Ya Resulallah Sümame yiyip içmiyor. Resulallah’ın o meşhur hadisi işte orada söylemişti. Kafir 7 boğum bağırsağıyla yer, mü’minse bir mide ile. Yani burada aslında imanı görünce Sümame’nin karnı doymuştu. İman sadece kalbini değil, karnını da doyurmuştu Sümame’nin. İşte bu Sümame giderken Mekke’ye uğradı, yiğitliğini kanıtlamak ve kendisine bir şey yapılmayacağını ispat etmek için Kâbe’yi tavaf etti ve imanını açıkladı.

Onu tanınmadılar, başına üşüştüler, öldürecekleri sırada biri tanıdı ve “o Sümame’dir yapmayın” dedi.  Bıraktıklarında Sümame; “Allah’a yemin olsun ki bundan sonra size bir dane buğday yok, bir dane tahıl yok, aç kalacaksınız” demişti. Çünkü Mekke’nin tüm tahılı Yemame’den gelirdi. Sümame göndermeyince Mekke’nin açlığı ikiye katlandı, Mekke’nin teslimiyetinin bir nedeni de Sümame oldu. Allah böyle yardımcı kıldı.

İşte bu süreç, gönüllerin fethine giden süreç ve arkasından Hayber’in fethi üzerine Hayber’den gelen gümüş ganimetlerin bir kısmını Resulallah Ebu Süfyan’ın; “Açız aç ya Muhammed..!” diye ricası üzerine Mekke’nin açlarına dağıtılmak üzere Hayber’in gümüş ganimet külçelerini Mekke’ye göndermesiydi. Düşünebiliyor musunuz? Öz çocukları olan insanları canlarından bezdirip kovalamışlar. Onlar ülkelerinde mallarını dahi alamadan terk etmişler ama Resulallah Mekke’nin açlarına gümüş külçeler gönderiyor. İşte yürek fethi dediğim şey bu.

lev tezeyyelu le’azzebnelleziyne keferu minhüm azâben eliyma eğer onlar seçilip ayrılsalardı elbet onlar içerisinden küfürde direnenleri sizin elinizle şiddetli bir azaba, cezaya çarptırabilirdik.

 

26-) İz ce’alelleziyne keferu fiy kulubihimül hamiyyete hamiyyetel cahiliyyeti feenzelAllâhu sekiynetehu alâ RasûliHİ ve alelmu’miniyne ve elzemehüm kelimetet takvâ ve kânû ehakka Biha ve ehleha* ve kânAllâhu Bikülli şey’in ‘Aliyma;

O zaman hakikat bilgisini inkâr edenler, kalplerine hamiyeti (köylülük – cahillik gururu), cehalet tutuculuğunu (yeniye kapalılık) yerleştirmişlerdi. Allâh, Rasûlüne ve iman edenlere sekine inzâl etti ve onları kelime-i takva (lâ ilâhe illAllâh) anlayışında sâbitledi. Onlar bu sözü bizâtihi yaşayarak hak etmiş ve ehil kimselerdi. Allâh her şeyi Aliym’dir. (A.Hulusi)

26 – O küfredenler kalplerinde o hamiyeti: Cahiliye hamiyetini kaynattığı sıra, ki o vakit Allah Resulünün ve mü’minlerin üzerine sekînetini indirdi ve onlara kelimei takvâyı ilzam buyurdu, onlar da ona ehakk-u ehl idiler, evet, Allah her şeye alîm bulunuyor. (Elmalı)

 

İz ce’alelleziyne keferu fiy kulubihimül hamiyyete hamiyyetel cahiliyyeti feenzelAllâhu sekiynetehu alâ RasûliHİ ve alelmu’miniyn Hani inkarda direnenlerin kalbini malum gurur diye tercüme edeyim hamiyeti. Gurur, küstahça gurur. El Hamiyyetel cahiliye cahiliye gururu doldururken Allah elçisine ve mü’minlere iç huzuru bahşetmişti.

İki şey, çok ilginç, bir tarafta cahiliye gururu, bir tarafta iç huzur, sekinet. Cahiliye gururu, cahiliye kendilerini bilmezlik çağıdır. Çünkü cahillik bildiğimiz manada bilgisizlik değil, kendini bilmezlik. Bağnazca bir gurur bu, küstahça bir gurur, Hakikate değil öfke ve inada dayalı taraftarlık aslında. Gurur şeytandan, huzur Allah’tandır. İşte cahiliyenin gururu onlara düşmüştü. Allah’ın verdiği huzur da Mü’minlere düşmüştü.

Süheyl Bib Amr’ın tutumunu hatırlayın Hudeybiye’de ki tutumunu. İşte cahiliye gururu bu. Rahman’ı kabul etmiyordu. BismillahirRahmanirRahıym yazılmıştı ama rahman da neymiş diyordu, sil onu, Bismikallahümme yaz. Biz rahmanı tanımıyoruz, bilmiyoruz diyordu. Cahiliyenin kör gururu bu Allah’a karşı bile gurur. Allah’ın rahmetine karşı bile gurur. Allah’ın rahmetinden hayatlarına karışacağı sonucunu çıkarıyorlardı. Çünkü bu kadar rahim olan Allah insanın hayatına karışırdı, onlarsa hayatın içine karışan bir Allah tasavvurundan uzaktılar. Böyle bir Allah istemiyorlardı.

Yine aynı örnekten gidelim Resulallah’a itirazı, Hz. Ali anlaşmanın başına, -katipti o.- Haze ma salâha aleyhi Resulallahi ehlemekkeh demişti. Bu Allah’ın Resulünün Mekke ehliyle yaptığı sulhtur, anlaşmadır diye yazmıştı, O Resulallah sözcüğüne itiraz etti. Resulallah’ta neymiş. Biz onun Allah’ın resulü olduğuna inansaydık Kâbe’ye sokardık sizi niye yoldan çevirelim. Demişti. Onu da sil. Hz. Ali “bunu yapamam demişti” Resulallah hayır sil diye ısrar etmiş ve en sonunda kendisi orayı silmek durumunda kalmıştı. Yani okuma yazması yok muydu demeye gerek yok, çünkü mühründe vardı o kadarını biliyordu. İşte bu cahiliye gururu.

ve elzemehüm kelimetet takvâ ve onların Allah’a karşı sorumluluk sözüne sadık kalmalarını sağlamıştı. Sekinetin sonucu bu. Sorumlu davranma sözü olan Lâ ilâhe İllallah’a sadakat.

Lâ ilâhe illallah’ı kelimeted takvâ diye anlamışlar. Ben bu anlayışı çokta yabana atmamak gerektiğini düşünüyorum kadim müfessirlerimizin bu anlayışını. Kelim-i tevhid bir yerde Allah ile sözleşmedir. Bu sözleşme aslında insanın Allah’a itaat edeceğinin uzun bir listesini içerir. Bu listenin altına atılmış bir sözleşmedir. Allah’a isyan, bu sözleşmeye isyandır, sözleşmeyi bozmaktır aslında.

ve kânû ehakka Biha ve ehleha zira onlar buna fazlasıyla layık ve ehil idiler.

Kelime-i tevhide layık ve ehil olmak. Sevgili Kur’an dostları duyuyor musunuz? Kelime-i Tevhide layık olmak, Kelime-i Tevhide ehil olmaktan söz ediyor. Sen Lâ ilâhe illallah demeye layık değilsin denildiğini düşünebiliyor musunuz. Sen Lâ ilâhe İllallah’a ehil değilsin. Aslında belki hidayette  bu. Ehil olmak, layık olmak, takvaya layık olmak yani.

ve kânAllâhu Bikülli şey’in ‘Aliyma ve zaten Allah’ta her şeyi hakkıyla bilendir.

 

27-) Lekad sadekAllâhu RasûleHUrrü’ya BilHakk* letedhulünnelMescidel Harâme inşaAllâhu aminiyne muhallikıyne ruûseküm ve mukassıriyne lâ tehâfun* fe ‘alime ma lem ta’lemu fece’ale min duni zâlike fethan kariyba;

Andolsun ki Allâh, Rasûlüne rüyasını Hak olarak doğruladı… İnşâAllâh, (kiminiz) kafalarınızı tıraş etmiş ve (kiminiz saçlarınızı) kısaltmış olarak, güven içinde, (ve o gün asla) korkmaksızın Mescid-i Haram’a kesinlikle gireceksiniz! (Allâh) bilmediğinizi bilerek size bundan önce feth-i kariyb (yakınlık {kurb} fethi) müyesser kıldı. (A.Hulusi)

27 – Şanına kasem olsun ki Allah hakikaten Resulüne o rüyayı hakkıyla sadık gösterdi, şanına kasem olsun ki inşallah Mescidi harama emniyetler içinde, başlarınızı kazıtarak, kırkarak, korkunuz olmayarak sureti katiye de gireceksiniz, fakat sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de ondan önce yakın bir fetih yaptı. (Elmalı)

 

Lekad sadekAllâhu RasûleHUrrü’ya BilHakk doğrusu Allah gördüğü rüyayı gerçekleştirmek suretiyle elçisini tasdik etmiştir. Rüyanın bu kadarı gerçekleşti, gerisi ileride gerçekleşecekti. Tabii ki imtihan olarak. Hz. Ömer; Sen bize Kâbe’yi tavaf etmeyi vaad etmedin mi diyordu. Hudybiye anlaşmasının arkasından Resulallah’a. İçine sindirememişti anlaşmanın olumsuz gibi gözüken maddelerini. Sen bize Kâbe’yi vaad etmedin mi? Peygamberimiz cevap verdi. Bu sene demedim ya Ömer, Bu sene demedim ki.” Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer’in kolundan tuttu dedi ki eğer akıbetin iyi gelsin istiyorsan peygamberin ettiğini bırakma. Çok şeyler yaşandı, çok iç mücadeleleri verildi. Gerçekten de o gün muhteşem bir gündü. Bir tarafıyla büyük bir gönül fethi günüydü, bir tarafıyla da büyük bir hüzün günüydü.

letedhulünnelMescidel Harâme inşaAllâhu aminiyne muhallikıyne ruûseküm ve mukassıriyne lâ tehâfun elbet Allah dilerse mescidi harama güven içinde, saçlarınız tıraşlı veya kısa kesilmiş olarak ve asla korkuya kapılmadan gireceksiniz. Yani Hz. Ömer Resulallah’a hesap soruyordu, cevabı Allah verdi. Onun endişelerini Allah izale etti. Samimiyetini Allah böyle lütfetti, ayetlerle cevap verdi.

İnşallah diyor ayette, Allah yokmuş gibi konuşmamak esastır manasına geliyor bu. Hayatı Allahlı planlamak anlamına geliyor bu inşallah sözcüğü. Onun için İnşallah demek, Allah dilerse demek, Allahlı planlamaktır. Yani inşallahlı gelmesi ayetin, Allah yokmuş gibi düşünmeyin, Allah yokmuş gibi konuşmayın, Allah varsa imkansızlık yoktur, Allah varsa imkân vardır, iman en büyük imkândır demektir.

fe ‘alime ma lem ta’lemu fece’ale min duni zâlike fethan kariyba çünkü O sizin bilmediğinizi bilmektedir ve bundan ayrı olarak yakında gerçekleşecek bir fethi takdir etmiştir. Yine fethan kariyba geldi. Dönüp dönüp geliyor bu müjde. Fethi kariyb Hayber mi? Mekke’mi bazı müfessirlerin dediği gibi? Hayır, yetmez, ekleyin Şam, ekleyin Kahire, ekleyin Hire, (Pers imparatorluğunun merkezi,) Ekleyin San’a, yemenin merkezi. Ekleyin Yemame, ekleyin kurtuba, ekleyin buhara, ekleyin Semerkent, ekleyin İstanbul ve eklemeye devam edin. O fetih hala sürüyor, kıyamete kadarda sürecek o fetih muştusu. O fetih muştusunu, o fetih sancağını eşlinde taşıyan herkes bu ayetin sebebi nüzulüdür. İsterse bu ayetten 1450 yıl sonra gelsin. Bu ayetler onun içinde inmiştir.

 

28-) “HU”velleziy ersele RasûleHU Bilhüda ve Diynil Hakkı liyuzhirehu aleddiyni küllih* ve kefa Billâhi şehiyda;

O, Rasûlünü, hakikatin dillenişi olarak (bil-HÜDA) ve Hak Din (Esmâ’nın açığa çıkışı sistemi ve düzeni olan Sünnetullâh realitesi anlayışı) ile irsâl etti ki, O’nu tüm din anlayışlarına üstün kılsın! (Varlıklarında) Şehiyd olarak Allâh yeter. (A.Hulusi)

28 – O odur ki Resulünü hidayet rehberi ve hak dîni ile gönderdi, onu her dînin üstüne çıkarmak için, şahit olarak da Allah yeter. (Elmalı)

 

“HU”velleziy ersele RasûleHU Bilhüda ve Diynil Hakkı liyuzhirehu aleddiyni küllih elçisini doğru yol rehberliği ve hak din ile göndermiştir ki, bu dini tüm batıl dinler üzerine galip kılsın, üstün kılsın.

Evet, Hakk din İslam’dır, teslimiyet yoludur. Tek din Allah katında budur. Bu başka türlü düşünülemez. A. İmran/19. ayeti açık İnned Diyne ‘ındAllâhil İslâm (A. İmran/19) Allah katında din yalnızca İslam’dır. Teslimiyet yoludur yani. Teslimiyet yolu Allah’ın kabul ettiği tek dindir.

Yine; Ve men yebteğı ğayrel İslâmi diynen felen yukbele minh. (A. İmran/85) aynı surenin 85. ayeti. Kim İslam’dan başka bir dini benimserse, Allan onu ondan kabul etmeyecektir. Felen yukbele minh ondan o kabul edilmeyecektir, asla. Onun içinde teslimiyet yolu dışında herhangi bir yol Allah’ın yolu değildir.

Yine bir başka ayet; ve radıytü lekümül İslâme diyna. (Maide/3)Din olarak sizden İslam’dan razı oldum. Yani sadece inanç sistemi olarak İslam’dan razıyım. Bana İslam’la, teslimiyetle gelirseniz sizi dinli sayacağım, yoksa benin nezdim de dinsiz olacaksınız anlamına gelmektedir.

 ve kefa Billâhi şehiyda işte buna şahit olarak Allah yeter.

 

29-) Muhammedün Rasûlullah* velleziyne me’ahu eşiddâu alelküffari ruhamâu beynehüm terahüm rükke’an sücceden yebteğune fadlen minAllâhi ve rıdvana* siymahüm fiy vücuhihim min eserissücudi zâlike meselühüm fiytTevrati, ve meselühüm fiyl’İnciyli kezer’ın ahrece şat’ehu feâzerehu festağleza festeva alâ sukıhi yu’cibüzzürra’a liyeğıyza Bihimülküffar* veadAllâhulleziyne amenû ve amilussalihati minhüm mağfireten ve ecren ‘aziyma;

MUHAMMED, Rasûlullâh’tır! O’nunla beraber bulunanlar, küffara (gerçeği reddedenlere) karşı sert, kendi aralarında çok merhametlidirler. Onları rükû eder (varlıkta her an tedbir edenin Allâh Esmâ’sı olduğunu müşahedesinin haşyeti, tâzimi içinde), secde eder (varlığın yalnızca Esmâ özelliklerinden ibaret olarak kendilerine özgü bağımsız vücutları olmadığının müşahedesiyle “yok”luklarını hisseder) ve Allâh’tan fazl (lütfu – Esmâ kuvvelerinin farkındalığı) ve RIDVAN (Hakikatinin farkındalığıyla bunun sonuçlarını kuvveden fiile çıkarma özelliği) ister hâlde görürsün. Sîmalarına gelince, vechlerinde (şuurlarında “yok”luklarının idrakı olan) secde eseri vardır! Bu onların Tevrat’taki (nefse dönük hükümler) misal yollu anlatımlarıdır… İncil’deki (teşbihî) temsillerine gelince: Bir ekin ki filizini yarıp çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış da gövdesi üzerine doğrulmuştur; ekincilerin hoşuna gider… Böyle yapar ki, onlarla (Esmâ’sıyla açığa çıkardığı) küffarı (gerçeği reddedenleri) öfkelendirsin! Allâh onlardan iman edip bunun gereğini uygulayanlara mağfiret ve çok büyük karşılığını yaşatmayı vaad etmiştir. (A.Hulusi)

29 – Muhammed Resulallah dır, onun maiyetindekiler ise küffara karşı çok çetin, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları görürsün cemâatle rükû’, sücud ederek, Allah dan fadl-u Rıdvan isterler. Sîmaları secde eserinden yüzlerindedir. Bu onların Tevrat’taki meselleri’ İncîl’deki meselleri de bir ekin gibidir ki filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, derken sakları üzerinde bir düze istikamet almış, zürrâın hoşuna gidiyor. Onlarla kâfirlere gayz vermek için, onlardan iman edip de salih salih ameller yapanlara Allah hem bir mağfiret vaad buyurdu hem de bir ecri azîm. (Elmalı)

 

Muhammedün Rasûlullah Muhammed Allah’ın elçisidir. Süheyl Bin Amr’ın inkârının şahsında tüm zamanların peygamber inkârcılarına verilmiş bir tokat gibi cevap bu. Onun risaletinin şahidi Allah’tır, Kur’an dır, aklî şahidi ise yaşadığı hayattır. Böyle bir hayatı yalnızca bir peygamber yaşayabilir. İbn. Hazm’ında siyerinde dediği gibi; Peygamberin peygamberliğinin en büyük şahidi hayatıdır. Böyle bir hayatı yalnızca bir peygamber yaşar.

Vav atıf olarak okunursa Muhammedün Rasûlullah* velleziyne me’ahu Muhammed ve onunla birlikte olan, onun safında olanlar Allah’ın elçisidir manasına gelir. Böyle okuyanlar da olmuş. İbn. Aşur bunu şu manada alıyor; İsra/5 ayetinde ki ve Yasiyn/14. ayetinde ki mana ile elçinin elçisi, elçinin elçileri manasına almış. Fakat Musa Carullah daha farklı bir mana yüklemiş bu okuyuşa ve bunu tercih etmiş; Bütün bir ümmet insanlık nezdinde Allah’ın elçisidir sonucuna varmış. Resulallah’ın vefatından sonra risalet mirası bütün bir ümmete geçmiştir. İslam ümmeti insanlık nezdinde Allah’ın elçisidir demiştir. Gerçekten ilginç ve dikkate değer bir görüş.

velleziyne me’ahu eşiddâu alelküffari ruhamâu beynehüm ve onun safında olanlar hakkı inkâr edenlere karşı kararlı ve ödünsüz, birbirlerine karşı ise çok merhametlidirler.

Tersi, ters bir durum değil mi? Mü’minlere karşı şiddetli, keskin, ama kafirlere karşı yer bağır böyle, vıcık vıcık, evet efendimci, boynu bükük. İşte bu tavır Allah tarafından sevilmeyen bir tavır. Mü’min ödünsüzdür diyor. İmansız karşısında ödünsüzdür. İlkelerinden ödün vermez. Ve böyle bir mü’min, mü’min karşısında da toprak gibidir. Yer bağırdır. Vahyin terbiyesi budur.

..men yertedde minküm an diynihı fesevfe ye’tillâhu Bi kavmin.. (Maide/54) Kim O’nun dininden yüz çevirirse ey iman edenler, o yerinize yepyeni bir toplum getirir. yuhıbbuhüm ve yuhıbbuneH O onları sever, onlarda O’nu severler, Allah’ı severler. ezilletin alel mu’miniyne e’ızzetin alel kafiriyn. (Maide/54) Mü’minlere karşı toprak gibi, kâfirlere karşı ise ödünsüzdürler.

Abdurrahman bin Avf’a, hatırlayın bu ayetlerin inşa ettiği bir akıl nasıl olur. Kızgın bir anında Hz. Bilâl’e kara karının oğlu demişti. Ama bu söz ağzından çıktığı için öylesine kendini kınadı ve pişman oldu ki, yüzünü mescide yatırdı; “Eğer şu yanağa Bilâl’in siyah ayakları basmazsa bu baş buradan kalmayacaktır.” Demişti. İşte böylesine bir terbiye, terbiye bu.

terahüm rükke’an sücceden yebteğune fadlen minAllâhi ve rıdvana onları hep rükû ve secde halinde Allah’ın kerem ve rızasını ararken görürsün. Yani Hep namazda veya Allah’a boyun eğmiş ve teslim olmuş bir halde siymahüm fiy vücuhihim min eserissücud onların nişanları yüzlerinde ki secde izidir. Secde izi Mücahid’in İbn Abbas’tan naklettiği görüşe göre teslimiyet, İslâm onda bir seciye, bir karakter, bir ahlak, bir tavır, bir duruş haline gelmiş onun karakteri olmuştur. İşte yüzünde ki izden kasıt İslâm’ın onda bir karaktere, bir seciyeye, bir şahsiyete dönüşmesidir. Kişilik ve kimliğe dönüşmesidir diyor İbn. Abbas, böyle tefsir ediyor, mükemmel bir tefsir.

[Ek bilgi; "Ebu Zer ve Ebu`d-Derdâ (r.a.) derlerdi ki, "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ben kıyamet günü kendisine secde izni verileceklerin birincisiyim, izin verilip başını kaldıracakların da birincisiyim. Başımı kaldırıp önüme, arkama, sağıma ve soluma bakarım, bakınca bütün ümmetlerin arasında ümmetimi tanırım. Ya Resululluh Nuh (a.s.)`dan ümmetine kadar bütün ümmetleri nasıl tanırsın? diye sorulduğunda da buyurdu ki: "Abdest izinden alınları, elleri ve ayakları parıldar." Bu durum başka ümmetlerde yoktur. Ve kitapları sağ taraflarından verilir onunla tanırım, yüzlerinde secde izlerinden işaretleri vardır, onunla tanırım. Önlerinden sağ ve sol taraflarından koşan nurlarıyla tanırım." (Hadis) (Elmalı Hadid/12-13 ayetler tefsirinden)]

zâlike meselühüm fiytTevrat bu onların Tevrat’ta ki temsilidir. En yakın ibare buna tensiye bölümünün 33. babın 1 – 3. cümleleri. ve meselühüm fiyl’İnciyl bir de onların İncil’de ki temsili var. kezer’ın ahrece şat’eh onlar filiz vermiş bir tohum gibidir. feâzerehu festağleza festeva alâ sukıhi yu’cibüzzürra’ derken Allah o filizi güçlendirir ve kalınlaştırır ki kökü üzerine dimdik doğrulsun da üreticiyi sevindirsin.

Ben farklı şeyler anlıyorum bu ibareden mü’minin esas duruşunu anlıyorum. Esas duruşunu temsilen dile getirdiğini düşünüyorum bunların. İnsanı yaratan üretici kim? Allah. İnsanın üreticisi Allah ne zaman sevinir, diye soruyorsanız, iman tohumu filiz verirse yüreğinizde. Eğer siz o tohumla güçlenip ayağa kalkar, o tohumla çimlenir ve amele dönüştürür, meyveye dönüştürürseniz, iman sizde bir meyveye durursa işte insanı üreticisi Allah o zaman sevinir. İnsanın üreticisi işte imanın meyveye durduğu mü’minin bu haline sevinir.

liyeğıyza Bihimülküffar Allah bunu inkârcılar kimilerinin tutsağı olsun diye yapar. Onlar üreticiyi sevindirir, ama düşmanı da üzer. Kâfirleri öfkelendirir. veadAllâhulleziyne amenû ve amilussalihati minhüm mağfireten ve ecren ‘aziyma şu da var ki Allah onlardan iman eden ve salih amel işleyenleri bağışlayacak ve büyük bir ödül verecektir.

Minhüm; İnkârcılardan diye anlaşılması daha doğrudur. Yani onlardan, sahabeden diye anlayanlar olmuşsa da Taberi gibi, İnkârcıların içinden de öyleleri çıkacaktır ki bir gün imana erecekler ve mü’min olarak büyük faydalar, yararlılıklar gösterecekler. Süheyl Bin Amr gibi. Hudeybiye de Resulallah’ın Allah resulü olduğunu kabul etmeyen Süheyl Bin Amr, Mekke’nin fethi günü Enes Bin Malik rivayet ediyor;

“Ben, Resulallah Kâbe de traş olurken yere düşen saçlarını toplayıp göz yaşları içinde yüzüne gözüne süren bir adam gördüm. Kim diye yakından baktığımda onun Süheyl Bin Amr olduğunu fark ettim.”

İşte iman budur. Rabbim imanı ayağa doğrulan ve meyveye duranlardan kılsın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. HUCURAT (01 – 18) (163)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin, amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha giriyoruz. Bu sitenin can alıcı şehirlerini dolaşacağız. Bu şehirlerin hayran edici sokaklarında gezeceğiz. Bu sokaklardan zümrüt, yakut ve elmas odalara geçeceğiz. Bu odalardan seyredeceğiz alemi, seyredeceğiz kendimizi. Bu odaların pencerelerinden kâh cennete açılacak önümüz, kâh ateş gösterilecek ibret almamız için. Bu odalarda özellikle kendimizi bulacağız, kendimizle buluşacağız, kendimize kavuşacağız, kendimize döneceğiz. Rabbim, bizi bize seyrettirecek

Hucurat suresi elimizde ki mushafta 49. sure. Adını 4. ayetinde ki odalar, sıra odalar, haneler anlamına gelen Hucurat dan alır.

Surenin iniş zamanı kesine yakın bir biçimde tahmin edebileceğimiz bir dönemdir. Elbette ki Medine döneminin sonlarındadır. 4. Ayet Temim oğullarının Medine’ye gelişi ile ilgili bir olaya atıftır. Bu geliş ‘Amül mufut denilen elçiler yılı diye bilinen 9. yıla tevafuk eder.

Yine 6. ayet fetihten sonra Müslüman olmuş bir ismin etrafında dönen bir olayla ilgilidir. Bu iki iniş sebebi bize surenin Medine de hangi yılda indiğini kesine yakın bir biçimde verir ki bu da hicretin 9. yılıdır. Yani sure dinin ikmal edildiği, nimetin itmam edildiği ifade buyrulan bir dönemde, bir zamanda inmiştir. Bunun içindir ki surenin konusu dinin ikmali ile ilgili, yani dinin şartlarının, zaruretlerinin, hacetlerinin ötesinde, dinin güzelliğiyle tahsiniyatıyla ilgili konular olduğu açık. Bunlarda ahlak ve adap konularıdır.

İnsan ilişkilerinin üzerinde yükseldiği etik ve estetik değerlere atıf yapar sure. Ahlak ve edeple ilgili bir takım ilkeler vaz eder. 5 kez; Ya eyyühelleziyne amenû hitabı bu surede geçer. Yani ey iman edenler diye seslenir sure. 1 ve 5. ayetler arasında Hz. Peygamberin şahsında Müslüman toplumun önderleri ile ilişki biçimi dile getirilir. Yalan haber üreten unsurlar muzır ilan edilir ve İslam toplumunun kardeşliğine yönelik en büyük tehdit ve tehlikenin yalan haber üreten unsurlara kulak vermek olduğu dile getirilir.

6 – 11. ayetler arasında iman kardeşliği vurgulanır. Kur’an da İnnemel mu’minune ıhvetün (10) biçiminde formüle edilen; Bütün mü’minler sadece ve sadece kardeştirler ayeti işte bu sure de geçer. Bunu zedeleyen insanların, daha doğrusu İslam cemaatinin bireylerinin birbirlerini hor ve hakir görmesi, aşağılaması, onurunu zedeleyici tavırlara girmesi şiddetle reddedilir ve yerilir.

13. ayetinde Allah katında üstünlüğün tek ölçüsü olan takva vurgulanır. Ki bu gerçekten de İslam’ın şiarıdır. Allah katında üstünlük ölçüsü bir tektir, o da takvadır. Allah’a karşı insanın sorumluluk bilinci, sorumluluk şuuru.

14 – 16. ayetler arasında pazarlıklı iman dile getirilir ve Allah’a din öğretme kalkanlar yerilir. Allah’a din öğretmeye kalkmak gerçekten de insanoğlunun haddini aşmasının vuracağı dip noktadır. Ve 17. ayet surenin berceste ayetleridir. Akılda en çok kalan ayetleridir. Bu ayetle iman etmek kişinin Allah’a lütfü değildir. Asıl Allah imana erdirmekle kişiye lutfetmiştir. Yani Allah’a iman ettim diye kişi Allah’ı ve resulü minnet altına almaya kalkmamalıdır. İman etmesi, Allah’ın kişiye lütfetmesidir, kişinin Allah’a değil. Çünkü imandan çıkarı olan tek taraf vardır, o da insan. Allah’ın insanın imanından hiçbir çıkarı, hiçbir yararı, hiçbir menfaati olamaz. Bu ayetten bir sonraki ayetle sure sona erer. Şimdi surenin tefsirine bu kısa özetten sonra geçebiliriz.

[Ek bilgi; Sûrenin ihtiva ettiği hususlar şunlardır:

1- Mü'minlerin Peygamberimiz (s.a.v)'e karşı hürmet ederek ilâhi emre ve peygamberin emirlerine karşı muhalefette bulunmamaları.

2- Peygamberin huzurunda yüksek sesle konuşulmaması ve dışardan da diğer insanlara çağırıldığı gibi kendisine çağrılmaması.

3- Fasıklann sözlerine kulak verilmemesi ve aralarında düşmanlık, dargınlık ve kırgınlık bulunan mü'minlerin arasının sulh edilmesi.

4- Müslümanlara karşı düşmanlık besleyerek sulha yanaşmayanlarla savaşılması.

5- Müslümanlar hakkında kötü zanda bulunulmaması ve alay edilmemesi.

6- Allah katında üstünlüğün ancak takva ile olduğunun bildirilmesi. (Ebu’l Leys Semerkandi- Tefsir-ül Kur’an)]

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

1-) Ya eyyühelleziyne amenû lâ tukaddimu beyne yedeyillahi ve RasûliHİ vettekullah* innAllâhe Semiy’un ‘Aliym;

Ey iman edenler… Allâh’ın ve O’nun Rasûlünün önüne (beşerî düşünce ve yorumlarınızla, değerlendirmelerinizle) geçmeyin; Allâh’tan (şartlanmaya dayalı değer yargılarınızın sonuçlarını kesinlikle yaşatacağı için) korunun! Muhakkak ki Allâh Semi’dir, Aliym’dir. (A.Hulusi)

01 – Ey o bütün iman edenler! Allahın ve Resulünün önüne geçmeyin ve Allah dan korkun, çünkü Allah işitir bilir. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû lâ tukaddimu beyne yedeyillahi ve RasûliHİ vettekullah siz, ey imana ulaşanlar. Zımnen bu hitap şöyle bir manayı içerir. Siz ey iman iddiasında bulunanlar, iddianızı ispat etmek istiyorsanız şunu yapın. Asla Allah ve elçisinin önüne geçmeyin ve sorumlu davranın, muttaki olun, takva ile hareket edin. Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincine varın, haddinizi aşmayın, Allah’ın sevgisini yıpratmaya kalkmayın. Allah’ın size olan ilgisini boşa çıkarmayın, yaratılış amacınızın dışına taşmayın. Allah’ın size verdiği emeği inkar etmeyin. Allah’ın size olan güvenini zedelemeyin. İlahi güveni zedelemek; insanın Allah’a karşı yapabileceği en büyük hatadır.

İşte bu, ilk ayet bu emirle başlıyor. Allah ve elçisinin önüne geçmemek. Kişinin kendisinin Allah ve elçisinin önüne geçirmesi ne demek. Bunun birkaç anlamı olabilir.

1 – Allah ve elçisinin önüne kendinizi koymayın. Yani kendinizi Allah’tan daha çok önemsemeyin. Sizin için Allah kaygınızın merkezi olmalı. Yani sizin ne dediğiniz değil, Allah’ın ne dediği önemli olmalı.

2 – Kendi görüşünüzü Allah ve Resulünün görüşünün önüne koymayın. Kendi görüşünüze Allah’ın ve elçisinin görüşünden daha fazla itibar etmeyin. O zaman Allah’a karşı haddinizi aşmış olursunuz. Unutmayın, siz parçayı görürsünüz ama Allah bütünü. Siz küçüğü görürsünüz, Allah küçüğü ve büyüğü görür. Unutmayın sizin bakış açınız çok sınırlı sadece baktığınızın görünenini görürsünüz. Ama Allah görünmeyenini de görür ve Resulüne bildirir. Onun için kendi görüşünüzü Allah ve Resulünün görüşünün önüne koyarsanız eğer, aslında kendinizi Allah’ın yerine koymuş olursunuz. Dolayısıyla haddinizi aşmış olursunuz.

Bir konuda düşünce yürütürken, akıl yürütürken, düşünce üretirken soracağınız soru; “Bu konuda Allah ne diyor?” Olmalıdır. Eğer bunu sorarsanız bu ayetin emrine uygun davranmış olursunuz. Duyguda, düşünce de ve eylemde haddini bilmeye davet ediyor bu ibare.

innAllâhe Semiy’un ‘Aliym Çünkü Allah her şeyi işitendir, her şeyi en ince ayrıntısına varana dek bilendir.

Ayet niçin böyle bitti? Neden Allah’ın önüne kendi görüşünüzü geçirmemeniz gerektiğini söylüyor çünkü. Her şeyi bilenin görüşü, çok sınırlı bilen insanın görüşünden tabii ki önde gelir. Bunu bilmeyecek ne var diyor. Dolayısıyla tersinden şunu da zımnen söylemiş oluyor; Eğer siz kendi görüşünüzü Allah’ın görüşünün önüne geçirirseniz, Allah’ın her şeyi bildiğini zımnen inkar etmiş gibi bir duruma düşersiniz ve kendinizin her şeyi bildiğinizi zımnen iddia etmiş gibi bir duruma düşersiniz.

 

2-) Ya eyyühelleziyne amenû lâ terfe’û asvateküm fevka savtin Nebiyyi ve lâ techeru lehu Bil kavli kecehri ba’dıküm li ba’dın en tahbeta a’malüküm ve entüm lâ teş’urun;

Ey iman edenler… Seslerinizi (fikirlerinizi) O Nebi’nin sesinin (bildirdiklerinin) üstüne yükseltmeyin! Birbirinize hitap ettiğiniz gibi (lâubali şekilde) yüksek sesle O’na hitap etmeyin! (Yoksa) siz farkında olmadan yaptıklarınız boşa gider! (A.Hulusi)

02 – Ey o bütün iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden üstün kaldırmayın ve ona birbirinize bağırır gibi iri söylemeyin! Haberiniz olmadan amelleriniz hiçe iniverir. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz, ey imana erenler lâ terfe’û asvateküm fevka savtin Nebiyy sesleriniz peygamberin sesini bastırmasın. Sesinizi peygamberin sesinin üzerine çıkarmayın. Mota mot literal mana bu. Ama bundan bu anlaşılmalı. Sesleriniz peygamberin sesini bastırmasın.

ve lâ techeru lehu Bil kavli kecehri ba’dıküm li ba’dın en tahbeta a’malüküm ve entüm lâ teş’urun birbirinizle bağıra çağıra konuştuğunuz gibi, onunla da bağıra çağıra konuşup ta farkında olmadan iyiliklerinizi boşa çıkarmayın, amellerinizi yele vermeyin. Güzel eylemlerinizi sele vermeyin, zayi etmeyin.

Bu ayetin ifade ettiği hakikat sadece peygamberimizin sesinden yüksek bir sesle konuşmak değil. Bunun yasaklanmasıyla sınırlı değil. O zaman bu ayetin hükmü sadece peygamberimizin hayatıyla sınırlı olmuş olur. Yani sesin desibeliyle sınırlı değil. Zaten böyle anlayan bir sahabeye de Resulallah’ın verdiği cevap bunu ortaya koyuyor.

Bu ayet indiğinde ensardan Sabit Bin Kays isimli sahabe, ağır işitirmiş. Ağır işittiği içinde yüksek sesle konuşurmuş. Ağır işitenler genellikle yüksek sesle konuşurlar. “Yüksek sesle konuştum, o halde ben cehennemliğim. Bu ayette benim içindir“ diye kendini kendi evine hapsetmiş ve iki gözü iki çeşme başlamış ağlamaya. Kimse ikna edememiş, en sonunda Resulallah’a durum haber verilince, Resulallah onu mescitte görmeyip de nerede olduğunu sorup durumu haber alınca; “Hayır demiş. Bir rivayette yüzüne, bir rivayette gıyabında; Sen Allah yolunda yaşayıp, Allah yolunda mücadele edip, o yolda ölüp cenneti bulmak istemez misin? Bir başka rivayette; Hayır o cennete girecek demiş.

Yani hangisi olursa olsun neticede söylediği efendimizin, Sabit Bin Kays’ın anlayışını rettir. Bu ayet sadece literal olarak, sadece kelime anlamıyla anlaşılmamalı, sınırlanmamalı. Sesini peygamberin sesinden yükseltmek, aynı zamanda yukarıdaki ayetin devamı olarak kendi görüşünü Resulallah’ın görüşünün üstüne çıkarmaktır. Kendi iddiasını Resulallah’ın ortaya koyduğu sünnetin üzerine çıkarma. Sesin Resulallah’ın sesini bastırmasın diyor. Konuş, buradan bunu anlıyoruz. Konuşmayı yasaklamıyor, sen de görüş beyan et. Sen de ifade et kendini. Fakat bir sınırı olsun O sınır Resulallah’ın sesinin üstüne geçmesin. Biz sahabeyi böyle görüyoruz.

Hubab Bin Münzir Bedir savaşında Resulallah’ın karargah için tercih ettiği yere itiraz ederken;

- Ya Resulallah diyordu. Bu sana Allah’tan bir emir mi, yani vahiy mi, yoksa kendi görüşün mü.

Resulallah kendi görüşü olduğunu ifade edince,

- Hayır ya Resulallah, bana göre bura değil şura olmalı Karargah yeri. Gerekçem de şu. Düşmanı susuz bırakalım. Kuyuları düşmana kaptırmayalım kuyular arkamızda kalsın. O zaman biz galibiyeti daha da garantilemiş oluruz. Diyordu.

İşte bu efendimizi ikna etti. Yani burada sizin de sesiniz çıksın. Hiç sesinizi çıkarmayın değil, ama burada Resulallah’ın sesini bastıracak kadar çıkmasın. Resulallah’ın görüşün bastıracak kadar çıkmasın. Yani haddinizi bilin, haddinizi bilerek konuşun ve Allah Resulünün Allah’tan naklettiklerinin önüne kendi görüşünüzü geçirmeyin.

 

3-) İnnelleziyne yeğuddune asvatehüm ‘ınde Rasûlillâhi ülaikelleziynemtehanAllâhu kulubehüm littakvâ* lehüm mağfiretün ve ecrun azıym;

Gerçekten Rasûlullâh’ın katında seslerini kısanlar var ya, işte onlar Allâh’ın anlayışlarının ne seviyede olduğunu ortaya çıkarttığı kimselerdir. Onlar için bir bağışlanma ve çok büyük karşılık vardır. (A.Hulusi)

03 – Her halde Resulallah’ın yanında seslerini kısanlar, onlar, o kimselerdir ki Allah kalplerini takvâ için imtihan etmiştir, onlara hem bir mağfiret hem de büyük bir ecir vardır. (Elmalı)

 

İnnelleziyne yeğuddune asvatehüm ‘ınde Rasûlillâh Hani şu Allah Resulünün yanında seslerini kısanlar var ya, ülaikelleziynemtehanAllâhu kulubehüm littakvâ işte onlar Allah’ın kalplerini sorumluluk bilinciyle sınadığı kimselerdir.

Allah’ın; kalbi sorumluluk bilinciyle, yani takva ile sınaması ne demek? Takva ile sınamak. Aslında bunu şöyle anlayabiliriz. Allah’ın kendisini imtihana çektiği kimselerin kalbini takva ile doldurması. Bu sınavı geçeceği donanıma kavuşturmak anlamına gelir. Tıpkı aklı bilgi ile donatıp sınava sokmaya benzer. Bir insanın sınavı geçmesini istiyorsanız birkaç şey yaparsınız.

1 – Onun kopya çekmesine müsaade edersiniz. Ama bu hakkaniyetli değil.

2 – Alıp siz yazarsınız, sınav kağıdını siz doldurursunuz. Bu da hakkaniyetli değil. Cenabı hakkın insanların bir kısmını, bir kısmından ayırıp onları hiç sınamaması düşünülemez. Resulleri, nebileri, velileri, sıdıkları, alimleri abitleri, arifleri Allah seviyor diye sınav dışı tutsaydı eğer bu olur muydu? Oysa ki en büyük sınava onlar girmiş.

Fakat Allah’ın sınavda onlara yardımı nedir? Kalplerini takva ile doldurması. Yani önce onlara bilginin yollarını açıyor. Onların bilmelerini kolaylaştırıyor. Gönüllerine takvayı yerleştiriyor ve ondan sonra da imtihana sokuyor. Büyük sınavlara giriyorlar. İbrahim gibi kimi ateşle sınanıyor. Yine İbrahim gibi candan bir parça olan evlatla sınanıyor. Nuh gibi su ile sınanıyor, tufanla sınanıyor. Lût gibi eşi ile sınanıyor. Yani herkes farklı bir şeyle sınanıyor. Ama onların hepsi bu sınavı geçiyorlar. Çünkü Allah büyük sınavlara soktuğu insanların gönlüne takvayı dolduruyor. Sorumluluk bilincini.

Allah’ın yardımı sınava sokmamak biçiminde değil, onu sınav dışı tutma biçiminde değil, sınav kağıdını alıp ta kendisi yazma biçiminde değil. Ya da ona kopya çekme imkanı tanıma biçiminde değil. Ya ne biçimin de geliyor? Sınavı geçebilecek bir donanıma ulaşma, bunun yolunu açma biçiminde geliyor. İşte burada ki takva ile kalbin donanarak sınanması bizce bu anlama geliyor.

lehüm mağfiretün ve ecrun azıym onlar için sınırsız bir bağış ve büyük bir ödül vardır.

 

4-) İnnelleziyne yünaduneke min verail hucurati ekseruhüm lâ ya’kılun;

Sana, evinin dışından (dışarıdan) seslenenlere gelince, onların çoğunluğu aklını kullanmayanlardır! (Seslenip yanlarına çağırmak, aklını kullanmamak olarak değerlendiriliyor! Dikkat edilesi bir konu! A.H.) (A.Hulusi)

04 – Hücrelerin arkasından sana önleyenler, her halde ekserisi aklı irmeyenlerdir. (Elmalı)

 

İnnelleziyne yünaduneke min verail hucurati ekseruhüm lâ ya’kılun ne var ki sana, hanelerin ötesinden seslenenler de var. Onların çoğu kafalarını kullanmazlar.

Sureye ismini veren ayet bu. Hücre Hz. Peygamberin odaları. Bu ayet Temim oğullarının Medine’ye gelişinden söz eden bir ayet. Temim oğulları bölgede ki bedevi kabilelerden biri. Bedevi hayat tarzına yönelik bir uyarı aslında bu ayet. Bedeviler genellikle çadırlarda yaşadığı, mekan bilincine çok sahip olmadığı, çölü mekan olarak kullanıp, oradan kalkıp oraya, oradan kalkıp oraya göçebe bir hayat sürdüğü için şehirli bir hayata uyumlu olamıyorlar. Dolayısıyla medeni davranamıyorlar. Mesela kapı kullanmayı bilmiyorlar. Kapı vurmayı bilmiyorlar. İnsanlarla ilişki biçiminde şehirli biriymiş gibi geliştiremiyorlar. Onun içinde uzaktan çağırıyorlar birbirlerini ve tabii ki bu şehirli bir hayata uygun olmayan bir davranış biçimi. Yani adabı muaşerete uygun değil

Aslında Kur’an ın bedeviyetten medeniyete çağrısının bir ifadesi bu ayet. Bu ayetin şahsında, ki bu ayetlerin hükmü sadece indiği zamanla sınırlı değil, bu bir gerçek. Bu ayet tüm zamanlar ve mekanlarda ki bedevilere medenileşin çağrısı. İlişkinizi medeni bir biçimde kurun çağrısıdır. Aynı zamanda İslam cemaatinin önderlerine karşı, o cemaati oluşturan bireylerin nasıl bir saygı duyması gerektiğini ifade eden ve öğreten bir ayettir. Nezaket ve görgü kurallarının İnsan ilişkilerinin yönünü belirleyiciliğine de bir delildir bu ayet.

 

5-) Velev ennehüm saberu hattâ tahruce ileyhim lekâne hayren lehüm* vAllâhu Ğafûrun Rahıym;

Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette onlar için daha hayırlı olurdu. Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

05 – Eğer onlar sen kendilerine çıkıncıya kadar sabretselerdi elbette haklarında hayırlı olurdu, bununla beraber Allah gafurdur rahîmdir. (Elmalı)

 

Velev ennehüm saberu hattâ tahruce ileyhim lekâne hayren lehüm ama eğer sen kendilerine çıkıp gelinceye kadar sabretselerdi elbet bu kendileri için çok daha hayırlı olurdu. İşin özünde İslam cemaatinin önderlerinin hatırını alî tutması, kendi hatırını yüceltmesi anlamına geldiği dile getiriliyor. Yani İslam cemaati eğer kendi önderini onurlandırırsa, onun onurunu korursa, onun hatırını yüceltirse, aslında kendini yüceltmiş olur. Çünkü önderin onuru cemaatin onurudur. Başın onuru ayağın onurudur. Eğer baş dik durursa ayak rahat eder. Eğer baş yamulursa, bükülürse, boyun bükülürse bunun cezasını el de çeker, ayakta çeker kolda çeker, bacak ta çeker. Onun için İslam cemaatinin liderinin onurunu koruma görevi kendi onurunu korumaktan ayrı değerlendirilemez.

Tabiin müfessirlerinden Katade 1. ayet ile açıklar bu ayeti. Ki Katade’nin açıklamasına göre bu ayette ifade edilen şey Hz. Peygamberi bir konuda bir meselede zorlamak, yani vahiy şu konuda şunu söylese olmaz mıydı. Veyahut ta şu konuda vahiy niye gelmiyor, şu konuda şöyle diyen bir ayet inmeli değil miydi gibi yaklaşımlara karşı bir uyarı olarak geldiğini ifade eder Katade bu ayetin.

Özetle ayet şunu söylüyor; Kendi zamanlamanızı bırakın peygamberin zamanlamasına itibar edin. Allah’ın zamanlamasına itibar edin. Allah neyi ne zaman indireceğini çok daha iyi bilir.

vAllâhu Ğafûrun Rahıym ama Allah çok bağışlayandır, sonsuz merhamet sahibidir. Yani Allah ve resulünün zamanlamasına itibar etmeyenler aslında bağışlanması gereken bir cürüm işlemiş olurlar. Fakat Allah bunu bağışlar.

 

6-) Ya eyyühelleziyne amenû in caeküm fasikun Bi nebein fe tebeyyenu en tusıybu kavmen Bi cehaletin fetusbihu alâ ma fealtüm nadimiyn;

Ey iman edenler… Eğer bir bozuk inançlı size bir haber getirirse, iyice araştırın… (Yoksa) işin doğrusunu bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişmanlık duyarsınız! (A.Hulusi)

06 – Ey o bütün iman edenler! eğer size bir fâsık bir haberle gelirse onu tahkik edin ki cehaletle bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû in caeküm fasikun Bi nebein fe tebeyyenu ey iman edenler sorumsuzun biri size asılsız bir haber getirdiğinde, durup gerçeği araştırın. Fasığı, sorumsuzu biri diye çevirmem 1. ayette ki sorumlu manasına gelen takvaya çağrının zıddı olmasından dolayıdır. Ki muttakinin zıddı fasıktır burada. Muttaki sorumlu, fasıksa burada, bu bağlamda sorumsuz demektir.

Burada bir olay dile getiriliyor, olay kısaca şöyle, ki ayetlerin bir ayağı vardır, ayetler zaman içinde bir yerde dururlar. Ayetlerin ayağının nerede durduğunu görmek, başının nerede durduğunu görmeyi daha da kolaylaştırır. Ayetlerin başı gökte ayakları yerdedir. Ayaklarının nerede durduğunu bilirsek, başının anlamını çok daha iyi çıkarabiliriz. İşte bu nedenle bu ayetle ilgili bir sebebi nüzul rivayetini nakletmek istiyorum.

Velid Bin Ukbe’yi Resulallah Muhayrık oğullarına zekat toplamak üzere görevli olarak yollar. Velid Bin Ukbe, Ukbe bin Ebi Muayd isimli müşriklerin en azılı liderlerinden ve İslam’ın en büyük düşmanlarından birinin oğludur ve fetihten sonra teslim olmuştur İslam’a. İşte bu zat Mustalik oğullarına zekat toplama göreviyle gönderildiğinde Mustalik oğulları Resulallah’ın zekat memuru olarak Velid bin Ukbe’nin geldiğini duyarlar ve silahlanırlar.

Bir rivayete göre Velid Mustalık oğulları yurduna girdikten sonra bunu görür, bir başka rivayette Velid yolda bunu duyar. Yine bir rivayette Velid’le Mustalik oğulları arasında geçmişten kalan, cahiliye döneminde bir husumet vardır. Aralarında veya iki kabile arasında, iki boy arasında bir olay olmuştur, tatsız bir olay. İşte bundan dolayı Velid’in kendilerine geldiğini duyan Mustalik oğulları, onun hayrına gelmeyeceğinden yola çıkarak silahlanırlar.

Veyahut ta Velid’e onların silahlandığı haberini getiren kişi bu yanlış anlamayı bir haber olarak getirir. Velid’se haberi alır almaz gerisin geri döner ve Resulallah’a gelerek Mustalik oğullarının böyle böyle yaptığını söyler. Bu Resulallah’a karşı baş kaldıran anlamına gelir. Onun emrini dinlememek anlamına gelir ve tam Resulallah onlara ceza vermek için harekete geçeceğinde bu ayet iner.

İşte bu ayet aslında Mustalik oğullarının Resulallah’a karşı herhangi bir itirazda bulunmadıklarını, zaten bu gerçeğin çok geçmeden ortaya çıktığını, çünkü Mustalik oğullarının zekatı toplayıp kendilerine ait bir kişi ile peygambere, Medine’ye zekatı gönderdikleri ortaya çıkar. Yani gönderirler. Bu gerçek ortaya çıktığında ayette işte bu gerçeği pekiştirmiş olur.

Bu çerçevede değerli dostlar ayetin bize verdiği, tüm zamanlara verdiği muhteşem dersler var. O dersleri ayetin ikinci cümlesini okuyup bitirdikten sonra izah etmeye çalışalım.

en tusıybu kavmen Bi cehaletin fetusbihu alâ ma fealtüm nadimiyn değilse, yani size asılsız bir haber getirildiğinde, bunu durup gerçeği araştırmazsanız, böyle yapmazsanız istemeden birilerini rencide eder, ardından da yaptığınızdan pişman olursunuz. Ya da pişmanlık duyacak bir şeyler yaparsınız. İslam Cemaatinin şeref ve itibarını örseleyecek haberler asla itibar edilecek haberler olamaz. İşte burada bu tür üretilmiş haberlere karşı uyanık olmaya çağrılıyor Müslüman bireyler.

Aleyhte habere inanmak aslında bir iç problemidir. Çünkü Müslümanlar aleyhinde habere araştırma gereği duymadan inanmaya yatkın bir ruh hali aslında yamuk bir ruh duruşudur, ruh halidir, yamuk bir bakış açısıdır. Yalan haber üretimi mahkum edilmiştir bu ayette. Yalan haber üretenler de mahkum edilmiştir. Araştırın diyor ayet. Gerçeğe dayalı eylem gerçekleştirin diyor. Araştırmadan soruşturmadan yola çıkmayın. Size gelen aleyhte bir haberi bin kez araştırın. Çünkü sonuçta pişman olacak olan yine siz olursunuz.

Ama size gelen lehte bir haberi bir kez araştırabilirsiniz, hatta araştırmayabilirsiniz. Çünkü lehte gelen haber suizannınıza değil, hüsnü zannınıza sebep olur. Ama aleyhte gelen bir haber suizannınıza, kötü zannınıza sebep olur ve suizan vebaldir. Suizan haramdır. Bilmeden konuşanlara da bi,r çift sözü vardır bu ayetin. Bilmeden konuşmayın, bilmeden konuşursanız yalan konuşmak durumunda kalırsınız. Bilgi sahibi olmadan konuşursanız karşıdakini de aldatmış olursunuz.

Ve lâ takfü ma leyse leke Bihi ‘ılm. Bilgiye sahip olmadığın bir konuda arkasına düşme bir şeyin. Eğer o konuda bilgiye sahip değilsen, bilgiye sahip olmadığın konunun arkasına düşme. innesSem’a vel Besara vel Fuade küllü ülaike kâne anhu mes’ula. (İsra’/36)eğer bilgiye dayalı olmadan eyleme geçersen bu durumda göz de, kulakta, hepsi vebal sahibi olur. Mes’ul olur bütün bu yapılanlardan. O nedenle bu ayet bizi, bilgiye sahip olmadan harekete geçmemeyi öğütlüyor bize.

 

7-) Va’lemu enne fiyküm RasûlAllâh* lev yutıy’uküm fiy kesiyrin minel emri le ‘anittüm ve lakinnAllâhe habbebe ileykümül iymane ve zeyyenehu fiy kulubiküm ve kerrehe ileykümül küfre vel füsuka vel ‘ısyan* ülaike hümür raşidun;

İyi anlayın ki, Rasûlullâh içinizdedir! Eğer (O) çoğu işte size uysa, elbette sıkıntıya düşerdiniz! Ne var ki Allâh size imanı (hakikatinizi hissetmeyi) sevdirdi, onu anlayışınızda güzel gösterdi ve küfrü (gerçeği ret), fusuku (bilinci körleten imanın dışına taşan fiilleri) ve isyanı (nefsanî hırsları) size sevimsiz gösterdi… İşte bunlar olgunluğa erenlerin ta kendileridir! (A.Hulusi)

07 – Hem biliniz ki içinizde Allahın Resulü var, eğer o bir çok işlerde size itâat eder olsa haliniz yaman olurdu ve lâkin Allah size imanı sevdirdi, ve küfrü, füsuku, isyanı nazarınızda kerîh kıldı. (Elmalı).

 

Va’lemu enne fiyküm RasûlAllâh ve aklınızdan çıkarmayın ki Allah’ın Resulü aranızda yer almaktadır. lev yutıy’uküm fiy kesiyrin minel emri le ‘anittüm eğer o her işte size uysaydı haliniz harap olurdu. Hele ki her işte size uymadı. Yani sizinle istişare etti, fakat eğer size uysaydı her işte, siz onu yanlış yönetmeye kalkardınız. Çünkü bütünü gören Allah onu yöneltti. Siz ise parçayı görüyor, bütünü gördüğünüzü zannediyorsunuz. Onun için Resulallah’ı yanlış bilgilendirmeye kalkmak haddi zatında Resulallah’a olan Allah’ın ilgisini görmemek demek.

Ya onun olmadığı durumlarda ne yaparsınız? Zımnen sanki böyle bir soru sormamızı istiyor. Allah resulü aranızdayken böyle yapıyorsunuz, Allah Resulü aranızdan ayrılınca ne yapacaksınız. Allah Resulü aranızdan ayrılınca bilgiye daha çok sarılmanız lazım. Çünkü şimdi Allah ona söylüyor, o size söylüyor, siz yapıyorsunuz. Ama yarın o aranızdan gidince bu kez sıcak vahiy de inmeyecek, şimdi büyük bir hata yapmanın eşiğine gelmişken ayet sizi hatadan alıkoydu. Yarın vahiy kesilince ne yapacaksınız. Yine birileri sizi böyle yanlış bilgilendirirse, haksız yere birilerinin üstüne yürüyüp onlarla çarpışacak mısınız. İşte o güne şimdiden hazırlanın. Bu vahiy böyle her zaman sıcak sıcak inmez. O halde bu inmiş olan vahyi dünya durdukça kullanın, insanlığın sonuna kadar kullanın. Bu vahyin getirdiği ilkeleri hep sıcak tutun. Nedir O? Gelen bir haberi iyice araştırın. Araştırmadan harekete geçmeyin ki vahiy size de nazil olmuş olsun.

ve lakinnAllâhe habbebe ileykümül iymane ve zeyyenehu fiy kulubiküm Lakin Allah size imanı sevdirdi ve onu yüreklerinizde güzelleştirdi, tezyin etti.

Ne kadar harika bir ifade Allah size imanı sevdirdi. Dinin temeli sevgidir. Bu ayet bunu söylüyor. Dinin zemini sevgidir. İman bir ağaca benzer bu ağacın kökü sevgidir. Sevgi tohumundan çıkar. Tohumu sevgidir. Zaten; Habbebe ileyküm diyor, habbe kullanılıyor. Ha be be kökü, habbe kökü aynı zamanda tohum demektir. Meyvesi tohumundan çıkan ürünlere de habbe denir. Onun için Türkçemizde hububat diyoruz. Buğday, arpa, çavdar, yulaf, hatta bakla, nohut, fasulye. Hububat diyoruz. Niçin? Çünkü bir ekersiniz kendisinden bir çok alırsınız. Onun için muhabbet kalbe ekilmiş bir hububattır. Bir tohum eker bin, haya bire sonsuz verir. Yürek tarlasına sevgi tohumu ekilirse eğer bire sonsuz veren bir ağaca dönüşür. Onun için muhabbet budur ve dinin temeli muhabbettir. Din ağacı muhabbet tohumundan çıkar.

Kur’an da Din, iman ağacının meyvesi de sevgi olarak adlandırılır. Çok ilginçtir. İnnelleziyne amenû ve amilus salihati seyec’alü lehümür Rahmânu vüdda. (Meryem/96) Alın bu ayeti. İman edenler ve salih amelle bu imanı taçlandıranlar için Allah bir sevgi var edecek. Bu da imanın sonucu. O zaman şöyle diyebilir miyiz? İmanın sebebi de sevgidir, sonucu da sevgidir. İman ağacının tohumu da sevgidir, meyvesi de sevgidir. Tohumdaki sevgiyi Kur’an “hub” kelimesiyle anıyor, meyvedeki sevgiyi ise “vûd” kelimesiyle anıyor. İkisi arasındaki fark bu. ikisi de sevgi manasına geliyor.

Ama ikisinin ifade edildiği kelime farklı; Hub; tohumdaki sevgi, illet olan sevgi. Vûd; meyvede ki sevgi, sonuç olan sevgi. Yani iman iki sevgi arasındadır. Yani iman sevgi tohumundan çıkmış sevgi ağacının, sevgi meyvesidir. Eğer sevgisizse o ağaç meyve vermemiş demektir.

ve kerrehe ileykümül küfre vel füsuka vel ‘ısyan yine o size hakikati inkarı, yani küfrü, yani nankörlüğü aslında. Buradaki anlamıyla küfür ahlakidir. Çünkü bu sure bütünüyle ahlaki ilkelerden söz etmektedir. Burada ki küfrün anlamı da literal anlamıyla ahlaki anlamdır, yani nankörlüktür. Yine o size nankörlüğü, füsuku, sorumsuzca davranmayı ve iyi olana karşı çıkmayı çirkin gösterdi. Allah imanı sevdiriyor, günahı çirkin gösteriyor, yerdiriyor.

Burada 3 şey sayılıyor. İmanı sevdiren Allah 3 şeyi de yerdirdi, kötü gösterdi.

1 – Küfür, yani nankörlük. Allah’a karşı nankörlük etmeyi kötü görmek. Aslında sevabı sevmek, en büyük sevap. Allah’ın bir insana yardımı temelde sevap işletmekten daha çok sevabı sevmesini temin etmektir. İmanı sevmek İmanın tadını ve hazzını almaktır, ki buna peygamberimiz ‘alametül İman diyor. İmanın lezzeti. İmanı severse bir insan lezzetini alır, lezzet alır ondan. Lezzet alınan bir imanla yapılan ibadete üşenilmez, zora gitmez Allah’ın emirlerini yaparken insan zevk alarak yapar. Neşe duyar bundan. İlahi emirleri yerine getirmek için ödediği her bedeli güle oynaya kabul eder.

Onun içinde namaz kılmak onun için bir yük olmaz, oruç tutmak yük olmaz, Allah yolunda cehdü gayret göstermek yük olmaz. Allah yolunda kazancının bir kısmını vermek zoruna gitmez. Seve seve yapar bunu. Hatta bunu yapar, yaptığını aynı zamanda döner teşekkür eder.  Benden kabul ettiğin için teşekkür ederim der.

Yine Allah namazı emreder, namazı kılar, bunu yüksünerek yapmaz, namazı bana emrettiğin için sana namaz cinsinden teşekkür ederim Allah’ım der, nafile namaz kılar. İşte peygamberimizin sünnet diye kıldığımız namazları buydu.

Yine Allah orucu emreder, orucu tutar, Ya rabbi, orucu bana emrettiğin için sana teşekkür ederim der, oruç cinsinden nafile oruç tutar.

Hacca gider, haccı emrettiği için Allah’a hac cinsinden teşekkür eder ve umreye gider. İşte her ibadetin kendi cinsinden yapılan nafile aynı zaman da o emre teşekkürdür. Resulallah’ın nafile ibadetleri de bu teşekkür cümlesindendir.

2 – Sevdirir aynı zamanda nefret ettirir. Neden nefret ettirir? Birincisi küfürden, inkardan. İnkar etmekten hoşlanmaz mü’min. İmanı sevdi mi inkarı yerer, inkardan soğur. Onun için tir tir titrer. Hatta bırakın kendi inkarını, inkar etmiş birini gördüğünde, içine bir taş düşmüş, hatta ateş düşmüş gibi yanar, sızlar. Çünkü inkarın ne büyük bir talihsizlik olduğunu, şanssızlık olduğunu bilir.

Yine füsuktan çiğrer, ondan da nefret eder. Füsuk; fare başını deliğinden çıkarıp girdiği için füseyk ismi ile isimlendirilir Arap dilinde. Yani bir şeyden çıkmak, deliğinden çıkmak, daha doğrusu yuvasından çıkmak, ait olduğu yeri terk etmek manasına. Haddini bilmemek, yerini terk etmek, Allah’ın kendine biçtiği rolden kaçmak. Günah budur zaten. Günah; Allah’ın kendine çizdiği sınırı çiğnemektir. Allah insana sınır çizmiştir. Şu sınırları çiğneme demiştir. Çiğnerse işte ona füsuk diyor.

İşte bundan nefret ettirirse Allah şeytan insanı ayartamaz. Benliği insanı ayartamaz. Nefret ederse eğer günahtan, insanın eli günaha varmaz. Onu günaha ikna etmek çok zordur. Sadece günah; Allah yasakladığı için kaçınmaz, hoşlanmadığı içinde kaçınır. Bu ikisi birbirini güçlendiren bir şeydir aynı zamanda. Allah’ın insana yardımıdır.

3 – Üçüncüsü isyan; teslim olmanın zıddıdır, teslimiyetin zıddıdır. Teslim olmak İslam olmaktır, teslim olmamak, isyan olmaktır.  İslam olmakla isyan olmak birbirinin zıddıdır. Onun için teslim olmayı sevdirir Allah. Teslim olmamaktan da nefret ettirir. Allah’a teslim olmamaktan insan hoşlanmaz. Yani hatta hatta teslimiyetinin kıymetini her gün daha bir bilir ve; Ya rabbi sana teslim olduğum için sonsuz şükürler olsun der. Ya isyan etseydim diye de, bunu hatırladıkça tüyleri diken diken olur. İşte Allah’ın güzelliği sevdirmesi ve kötülükten nefret ettirmesi Allah’ın insana, mü’mine olan en büyük lûtfudur.

ülaike hümür raşidun işte onlar doğru tarafa yönelenler, yöneltilenlerdir. Yani bunlar rüştüne ermiş olanlardır. Rüşte böyle erilir. Rüştünü ispat etmek istiyorsa insan böyle ispat etsin. Yoksa onun aklı bebek, onun aklı büyümemiş, onun aklı olgunlaşmamış, o henüz kırkında da, ellisinde de, altmışında da olsa rüştünü ispat etmemiş demektir.

 

8-) Fadlen minAllâhi ve nı’meten, vAllâhu ‘Aliymun Hakiym;

Allâh’tan bir lütuf ve bir nimet olarak… Allâh, Aliym’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

08 – İşte onlardır ki Allahın fadl-u nimetiyle rüşte irmişlerdir ve Allah alîmdir, hakîmdir. (Elmalı)

 

Fadlen minAllâhi ve nı’meten, vAllâhu ‘Aliymun Hakiym Allah’ın lûtfu ve nimeti sayesinde zaten Allah her şeyi bilir, üstün hikmet sahibidir.

Aslında bir önceki ayetle birlikte bunu okumak lazımdı. Çünkü ikisi birbirinin devamı mahiyetinde ülaike hümür raşidun Fadlen minAllâhi ve nı’meh işte onlar doğru tarafa yönelenlerdir. Zira Allah onlara lütuf ve nimet etmiştir, lûtfermiştir. Allah’ın nimeti sayesinde doğruya yönelmişlerdir. vAllâhu ‘Aliymun Hakiym Allah her şeyi bilir, üstün hikmet sahibidir.

 

9-) Ve in taifetani minel mu’miniynaktetelu feaslihu beynehüma* fein beğat ihdahüma alel uhra fekatillületiy tebğiy hattâ tefîe ila emrillah * fein faet feaslihu beynehüma Bil adli ve aksitu* innAllâhe yuhıbbul muksitıyn;

Eğer iman edenlerden iki topluluk çarpışırlarsa, onların arasını düzeltin… Eğer onlardan biri diğerine karşı haddi aşıp tecavüz ederse, o tecavüz edenle, Allâh’ın emrine dönünceye kadar savaşın! Eğer dönerlerse, adaletle aralarını bulun. Muhakkak ki Allâh, her şeyin hakkını verenleri sever. (A.Hulusi)

09 – Ve eğer Müminlerden iki taife çarpışırlarsa hemen aralarını bulun barıştırın, şayet biri diğerine karşı bag yediyorsa o vakit bagî olana Allahın emrine rücu’ edinceye kadar kıtâl edin, eğer rücu’ ederse yine adaletle beyinlerini sulh edin ve hep insaflı olun, çünkü Allah adâlet yapanları sever. (Elmalı)

 

Ve in taifetani minel mu’miniynaktetelu feaslihu beynehüma mü’minlerden iki grup çatışırsa aralarını bulun. fein beğat ihdahüma alel uhra fekatillületiy tebğiy hattâ tefîe ila emrillah fakat bir taraf diğerinin hakkına tecavüz eder, diğerine saldırırsa, o haksız taraf ile Allah’ın emrine dönünceye kadar çarpışın. fein faet feaslihu beynehüma Bil adli ve aksitu ama eğer saldırganlıktan vaz geçerlerse tarafların arasını bulun ve adaletli davranın adil, adaletle bulun tarafların arasını ve eşit davranın. innAllâhe yuhıbbul muksitıyn Allah eşit davrananları sever.

Evet, ayeti kerime açık. İniş nedeni üzerine bir olay nakledilir kaynaklarda. Aslında birkaç olay nakledilir ama ben bir tanesini nakletmek istiyorum kısaca.

Evs’li Abdullah İbn Übey, bildiğiniz gibi Medine’de ki münafıkların lideridir bu adam. Kendisi krallığa hazırlanırken Resulallah’ın hicretiyle krallığı bozulmuştur, menfaatleri bozulmuştur. Onun içinde Resulallah’a ölümüne düşmandır, fakat düşmanlığını gizler, maske takar. Dışarıdan dostmuş gibi görünür, ama en olmaz yerde, en olmadık yerde Resulallah’ı yalnız bırakır. Tıpkı Uhut’te yaptığı ihanette olduğu gibi. Hatta utanmadan Resulallah’ın temiz ve pak eşine iftira atar, bu iftiranın yayılmasına sebep olur ve daha neler neler. İşte bu adam.

Resulallah’ın merkebinin kokusunun kendisini rahatsız ettiğini söyler. Abdullan bin Revaha onun bu hakaretine dayanamaz. Aslında Resulallah rahatsız ediyor onu. Fakat Resulallah’a hakaret edemeyince, Resulallah’ın merkebine hakaret ediyor. Sahibini dövemeyen, öyle..! merkebini dövmüş oluyor. Abdullah bin Revaha onun derdini iyi bildiği için ona cevap veriyor.

- Resulallah’ın merkebinin kokusu senin miski amberinden bin kat daha hayırlıdır. Diyor ve tabii bu söz üzerine iki taraf parlayıveriyor. O evs li Abdullah bin Revaha Hazreçli. O hemen ırkçılığa döküveriyor. Münafıklığının gereği olayı kan bağına döküyor. Hemen ırkçı bir çatışmaya dönüştürmek istiyor.

- Evs’ liler yetişin diyor, bu Hazreç’li bana laf etti. Ve mü’min olan Evs’liler onun kimliğini unutarak kan gayretiyle, kabilecilik gayretiyle, hemşerilik gayretiyle onun arkasında safında yer alıveriyorlar. Oysa ki onun derdi başka, onun sıkıntısı başka. Ama mü’minler gözlerini asabiyet bürüyünce doğru düşünemez oluyorlar. Aslında burada tarih üstü bir ibret var. Zamanlar ve zeminler üstü bir ibret var. Samimi insanlar bile bazen asabiyet gözleri kör ederse, taraftarlık aklı dumura uğratırsa doğru düşünmeyi, doğru düşünme melekesini kaybedebiliyorlar.

İşte burada böyle bir olay böyle bir sebebi nüzul naklediliyor. Ama bana göre bu sebebi nüzul rivayeti doğru olamaz, doğru ise bu ayetle ilgili olamaz, çünkü bu sure hicretin 9. yılında nazil oldu. Abdullah İbn. Übey ise ondan çok önce ölmüştü. O nedenle bunu daha farklı bir sebebi nüzul ile izah etmek daha doğru olur ki onu da kaynaklarımızda buluyoruz aslında.

Ümmü Zeyd isimli bir sahabe hanım kocası tarafından anne babasına, akrabalarına ziyarete gönderilmeyip yasaklanıyor ve evde hapsediliyor. Ümmü Zeyd’i hapseden kocasına kızan Ümmü Zeyd’in akrabaları geliyorlar evi basıyorlar ve saklanan üzerine kapı kilitlenen bacılarını, evde hapsedilen bacılarını alıyorlar. Bunun üzerine kocasının taraftarları ile Ümmü Zeyd’in taraftarları akrabaları arasında bir çatışma meydana geliyor.

Hatta bu sıcak çatışmaya dönüşüyor ve büyük bir olaya dönüşmek üzere iken buna ayet el koyuyor. Yani bu tabii ki sebebi nüzul. Fakat şu unutulmamalı ki burada ne şu, ne bu olaya hasredemeyiz, ayeti kerime tüm zamanlarda mü’minlerden iki taraf eğer birbirlerine düşerse birbiri ile vuruşacak kadar kendi kimliklerini arkaya atarlar ve kabilevi kimliği öne alırlarsa bu iki tarafın arasını bulmak bir görevdir. Bu çatışmaya girmeyenlere.

Eğer bu iki tarafın arası bulunduktan sonra bir taraf diğerinin hukukuna tecavüz ederse siz de tecavüz edilen tarafla olun ve öbür tarafı kendi hukukuna riayet edinceye kadar mücadele edin diyor. Yani burada Mü’min toplum, İslam cemaati içerisinde saldırgana karşı bir tavır belirleniyor. Müslüman toplumun içinde dahi olsa saldırgansa onunla beraber olmayın. Onu yalnız bırakın, hatta ona karşı mücadele edin emrini görüyoruz burada.

Tabii ki bu eşitliğimizi, onlara karşı eşit davranmamızı engellememeli. Onun içinde ayet Allah eşit davrananları sever diye bitiyor. Yani adaletli davranın eşit davranın. Ben falanca kabiledenim, biz hata yapsak ta bizim kabiledir, veya bizim boydur, bizim soydur, bizim hemşerilerdir. Dolayısıyla bizden olsun çamurdan olsun demeyin. Eğer çamurdansa sizden olsa da çamurdur. Dolayısıyla çamuru altın etmeye kalkmayın, altın diye tanıtmaya kalkmayın. Çamurla beraber olmayın. O nedenle burada bizim adalet duygularımızın her türlü kişisel duygunun üstüne geçmesi isteniyor.

 

10-) İnnemel mu’minune ıhvetün feaslihu beyne ehaveyküm vettekullahe lealleküm turhamun;

Muhakkak ki iman edenler kardeştirler! O hâlde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allâh’tan korunun ki rahmete eresiniz. (A.Hulusi)

10 – Mü’minler ancak kardeştirler: onun için iki kardeşinizin aralarını düzeltin ve Allah dan korkun ki rahmete şayan olasınız. (Elmalı)

 

İnnemel mu’minune ıhve bütün mü’minler yalnızca kardeştirler. İşte temel değer bu. İşte İslam kardeşliğinin en büyük gerekçesi bu; İman. İman kardeşliğidir, kardeşlik iman kardeşliğidir. Dolayısıyla bizi kardeş kılan değerlerdir kardeşliğimizin temeli. Bu temel sarsılırsa kardeşliğimiz sarsılır. Onun için öz kardeşimiz dahi olsa bu değerleri yıkmaya kalkarsa biz onun düşmanıyla, yani, onun hasım olduğu mazlumla beraber olmak zorundayız. O nedenle kardeşlik iman birliğidir. Allah; isteseler de başka kardeşlik ölçülerini hiçbir mü’mine ne kadar isterse istesin meşru görmüyor. İnnemel mu’minune ıhve. Bunun aslında tam çevirisi şöyle yapılmalı;

Mü’minler kardeşlikten başka bir duruma giremezler. Yani Mü’minler kardeşten başka bir şey olamazlar. Sadece kardeş olabilirler. Mü’minler bir şey olacaklarsa kardeş olurlar. Onun dışında bire şey olamazlar. Düşman olamazlar, hasım olamazlar, rakip olamazlar, kardeş olurlar, sadece kardeş. Bu, bunu söylüyor. Tıpkı eğer kardeşlik temeli zayi olursa Kur’an şairi Mehmet Akif’in dediği gibi olur.

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,

Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. (M. Akif)

Diyordu ya. Eğer tefrika girerse kardeşlik bozulur. Kardeşlik bozulursa iki aslan bir biri ile dövüşürken bir kedi ikisini de yıkar, ikisini de yener. O nedenle mü’minlerin kardeşliği zedelenmemelidir. Kardeşliği zedelendikten sonra düşman aramaya gerek yoktur. Kardeşliğin zedelenmesi bizatihi düşmanın kendisidir.

feaslihu beyne ehaveyküm vettekullahe lealleküm turhamun öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve sorumlu davranım ki O’nun merhametine mazhar olasınız. Kardeşlerin arasını açmak haram, bulmak bir görevdir.

 

11-) Ya eyyühelleziyne amenû lâ yeshar kavmün min kavmin ‘asâ en yekûnu hayren minhüm ve lâ nisaün min nisain ‘asâ en yekünne hayren minhünn* ve lâ telmizu enfüseküm ve lâ tenabezu Bil elkab* bi’selismülfüsuku ba’del iyman* ve men lem yetüb feülaike hümüz zâlimun;

Ey iman edenler. Bir grup diğer bir grup ile alay etmesin! Onlar (alay ettikleri), kendilerinden daha hayırlı olabilirler! Kadınlar da kadınlarla (alay etmesinler)! Olabilir ki onlar kendilerinden daha hayırlıdır! Nefslerinizi (birbirinizi) ayıplamayın ve birbirinize (kötü) lakaplar takmayın! İmandan sonra fusuk (inancın bozulması) ne kötü bir isimlenmedir! Kim tövbe etmediyse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir! (A.Hulusi)

11 – Ey o bütün iman edenler! alay etmesin Bir kavim bir kavim ile belki kendilerinden daha hayırlı olurlar, ne de bir takım kadınlar diğer kadınlarla, belki onlardan daha hayırlı olurlar, hem kendilerinizi ayıplamayın ve kötü lakaplarla atışmayın, imandan sonra fâsıklık ne kötü isimdir, her kim de tevbe etmezse artık onlar kendilerine zulmedenlerdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû lâ yeshar kavmün min kavmin ey iman edenler hiçbir kişi ve zümre, bir diğer kişi ve zümreyi hor ve hakir görmesin, alaya almasın. Kardeşliği zedeleyen unsurların birincisini dile getirdi bu ayet. İman kardeşliğini zedeleyen unsurlardan birincisi neymiş? Mü’minleri oluşturan zümreden bir kısmının, ya da bir kişinin diğer bir kısmını ya da diğer bir kişiyi hor ve hakir görmesin.

Bir başkasını hor ve hakir görmek, aslında kendisini büyük görmektir. Kibrin karşıtıdır bu. Kibrin karşılığıdır daha doğrusu. Tekebbürlü olan biri karşısında kini küçük görür, hor görür, hakir görür. Bu bir benlik ve bencillik davasıdır. Her benlik ve bencillik gizli bir şirktir. Çünkü iman kardeşliğinin üzerine çıkardığı herhangi bir nesne, herhangi bir unsur, herhangi bir öğe onun için Allah’ın koymadığı bir ölçüdür. Allah onu ölçü olarak koymamış ama o, onu ölçü olarak koymaya kalkıyor.

Mesela o bizim kavimden değil diye hor görüyor. Veya o bizim sınıftan diye hor görüyor. Veya o bizim yaptığımız tahsili yapmadı diye hor görüyor. Veya o bizim gelir seviyemizden değil diye hor görüyor. Veya o toplum içerisinde belli bir sınıftan olduğu için hor görüyor. Veya kendi konumunu doğuştan kazanılmış bir konumdan görerek hor görüyor.

Bu korkunç bir şey, bu aslında Allah’ın adaletine de aykırı.  Allah’ın koyduğu ölçülere aykırı. İlahi ölçüleri ters yüz etmek anlamına geliyor. Bu Allah’ım kendisini imtihan için verdiği şeylerin, Allah’tan değil de kendisinden geldiğini zannetmekten başka bir şey değil bir başkasını hor görmek.

‘asâ en yekûnu hayren minhüm belki diğerleri berikilerden daha değerli olabilir. Yani senin kendini üstün, onu da hor görme nedenin aslında senin için bir bela, onu hor görme nedenin de onun için bir kurtuluş sebebi olabilir. Sen kendi varsıllığını, onun yoksunluğunu ölçü alarak kendini ondan üstün, onu da senden aşağı görüyorsan; senin varsıllığın Allah katında senin cehennemin, onun yoksunluğu da Allah katında onun cennetine dönüşebilir. Sen kendi meziyetlerini, meziyet gibi gördüğün artılarını, veya şöhretini, veya makamını kendi üstünlüğün, onun da makam elde edememesini onu hor görme sebebi olarak görüyorsan, senin üstünlük olarak gördüğün makam, senin için bir ateşe, onu hor görme nedenin olan onun herhangi bir makama ya da şöhrete sahip olmaması da onun için bir liyakat ve ehliyet ve cennete sebep olabilir. Dolayısıyla sen yanlış değerlendirmiş olursun.

ve lâ nisaün min nisain ‘asâ en yekünne hayren minhünne ve bir kısım kadınlarda diğerlerini böyle görmesinler. Ötekiler onlardan daha değerli olabilir. ve lâ telmizu enfüseküm ve lâ tenabezu Bil elkab asla birbirinizi karalamayın ve birbirinize kötü lakaplar takarak yaralamayın.

Lenz; karalamak anlamına gelir. Karalamak, aşağılamak, itibarıyla oynamak, aslında itibarını düşürmek için karalamak. Burada ayette ve lâ telmizu enfüseküm diyor. kendinizi karalamayın diyor, tam karşılığı bu. Birbirinizi diye çevirdim ben. Ama ayette kendinizi karalamayın.

Çok ilginç bir nükte var burada. Eğer iman kardeşinizi karalarsanız, kendinizi karalamış olursunuz demek bu. Çünkü iman kardeşleri birbirleri ile bir vücut gibidirler, bir vücudun organları gibidirler. Bir organ bir organı karalarsa, aslında aynı bedeni karalamaz olmaz mı? Sağ el sol ele sen şöylesin derse, kulak göre, sen berbatsın derse aslında o bedene hakaret olmaz mı? Burada böyle bir nükte var.

Veya ikinci bir nükte de şöyle olabilir; Birini karalayan aslında kendisini karalamış, kendisini yaralamış olur. Kendi kendisini Allah nezdinde sıfırlamış olur. Eğer birinin itibarını düşürmek için onu karalamaya kalkıyorsanız, kendi itibarınızı düşürmüş olursunuz. Çünkü itibarı verecek olan Allah. Sizin onun için karaladığınızı, gönüllerin özünü bilen Allah çok iyi bildiği için, bir başkasını itibardan düşürmek isteyen, kendisini Allah’ın itibarından düşürmüş olur. Allah’ın gözünden düşürmüş olur. Mecazen “Başkasını gözden düşürmek isteyen kendisini gözden düşürmüş olur.”

bi’selismülfüsuku ba’del iyman iman ettikten sonra sapıklıkla anılmaktan daha berbat bir şey var mı?

Yaralamak için lâkap, sıfat kullanmanın niteliği bu. Bazıları çok sıfat kullanırlar karşılarındakileri yaralamak için. İlle de bir şey takarlar ona. İmandan sonra sapıklıkla anılmak, anmak ne kötü şey diyor ayet. Bir mü’minin iman öncesi hayatını gündeme getirerek suçlamak kastediliyor olabilir bununla. Yani bir mü’min, mü’min olduktan sonrasıyla değil, mümin olmadan önce yaptıklarıyla yargılıyorsunuz. Canınız sıkılmış ona, cahiliye sinden bir olayı getirip onunla utandırmaya kalkıyorsunuz. Bunu yapmayın diyor. Yani iman ettikten sonra, iman öncesiyle anmaktan daha kötü ne olabilir.

Ya da bu ayetin ikinci yasakladığı şey mü’minleri karalayıp yaralayarak imandan sonra sapıtıp yoldan çıkmayın diyor. Siz iman ettiniz, mü’minleri yaralamak aslında imandan sonra sapıtmaktan farksızdır. İkinci söylediği de bu olabilir bu ibarenin.

ve men lem yetüb feülaike hümüz zâlimun ve kim bu tür davranışlardan pişmanlık duyup vaz geçmezse, işte zalim olanlar onların ta kendileridir.

 

12-) Ya eyyühelleziyne amenüctenibu kesiyran minezzann* inne ba’dazzanni ismün ve lâ tecessesu ve lâ yağteb ba’duküm ba’da* eyuhıbbu ehadüküm en ye’küle lahme ehıyhi meyten fekerihtümuh* vettekullah* innAllâhe Tevvabun Rahıym;

Ey iman edenler! Zannın çoğundan (doğruluğundan emin olmadığınız konuda fikir yürütmekten) kaçının! Muhakkak ki bazı zanlar suçtur (şirk veya şirke yola açar)! Tecessüs etmeyin (merakla başkalarının özel yaşantısını araştırmayın)! Kiminiz de kiminizin gıybetini yapmasın! Biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? Bundan tiksindiniz! Allâh’tan korunun! Muhakkak ki Allâh Tevvab’dır, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

12 – Ey o bütün iman edenler! Zannın bir çoğundan çekinin çünkü zannın bazısı vebaldir, tecessüs de etmeyin, bazınız bazınızı gıybet de etmesin, hiç arzu eder mi ki biriniz kardeşinin ölü halinde etini yesin? Demek tiksindiniz! O halde Allaha korunun, çünkü Allah tevvabdır, rahîmdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenüctenibu kesiyran minezzann siz ey iman edenler birbiriniz hakkında kötü zandan şiddetle kaçının. Veya zannın bir çoğundan kaçının.

Burada ki suizandır tabii ki ezzann, marife gelmiş, malûm zan diyor, malûm zan, yani kötü zan. Yalan habere inanmaya yatkınlıktan söz etmişti 6. ayet hatırlayın. Yani; size bir fasık haber getirdiğinde araştırıp soruşturmadan hemen inanmayın demişti. İnsanın yamuk iç dünyasından kaynaklanır kötü zan. Yalan habere inanan insan aslında, içinde yalan habere inanmak için bir suizan nüvesi taşıyor demektir.

Suizan kalbin bedduasıdır. Kötü zan kalbin bedduaya durmasıdır. Hüsnüzan ise kalbin duasıdır. Hüsnüzan eden, iyi zanneden insan özü itibarıyla iyi insandır. Kötü zan ise yamuk yürekli insandır. Yüreğinin şakülü kaymış insandır. Kalp aynadır. Suizancılar bu aynada herkesi kendileri gibi görmek isterler ve görürler. Aslında sui zanneden, ve her baktığına suizanla bakan insanlar baktıklarında kendilerini görürler. Kendileri öyledir, başkalarını da öyle zannederler.

Hüsnüzan dan hesap sorulmaz. Ama suizandan hesap sorulur. Kötü birini iyi biliyorsanız bundan dolayı hesap vermezsiniz, vebale girmezsiniz. Ama iyi birini kötü bilmek sizi vebale sokar. Suizan yamuk bakıştır. Bakışı yamuk olan baktığını asla doğru göremez.

inne ba’dazzanni ismün unutmayın ki zannın bir kısmı ağır bir vebaldir ism; geri bırakmak, hız kesmek manasına gelir etimolojik anlamı. İnsanı geri bırakır yani. Kötü zan insanı geri bırakır, insanı gerileştirir, insanın gelişimini durdurur. Suizan insanın gelişmesini engeller, yüreğin büyümesini engeller. İnsanın yücelmesini engeller. Yani insanın kendi kendisine koyduğu frendir suizan.

Hadiste Birr’in zıddı olarak anılmıştır ism. Birr nedir diye soruyor sahabe, “Onu yaptığında içinde ferahlık duyduğun şeydir. Diyor. İsm ise onu yaptığında kalbinin sıkışıp karardığı şeydir.” Diyor.

İşte bu hadiste Birr ile İsm; karşılıklı zıt olarak kullanılmıştır. O zaman İsm’in karşılığı kökten kötülük demektir. Yani; inne ba’dazzanni ismün unutmayın ki zannın bir kısmı kökten kötülüktür manasına gelir bu durumda. Kötülüğün ürünüdür, kin tohumu eken nefret meyvesi biçer.

ve lâ tecessesu ve lâ yağteb ba’duküm ba’da ve birbirinizin gizliliklerini araştırmayın, dahası arkasından bir birinizi çekiştirmeyin.

Birincisi tecessüsü yasaklıyor ayet. Gizlilikleri, ayıpları araştırmak, sırları ortaya sermek. Birbirinin gizli sırlarını ortaya sereni, Allah’ta onun ayıplarını ortaya serer.

İkincisi Gıybeti yasaklıyor. Gizli bir nifaktır aslında gıybet. Gıybet nedir Birinin duyunca hoşlanmayacağı bir şeyi arkasından söylemek. Yüzüne değil, duyunca hoşlanmayacağını bildiği halde arkasından söylüyor. Bu iki yüzlülüktür aslında. Onun yanında söyleyemiyor, başka maske takıyor, o yanından ayrılınca ise maskesini indiriyor. Dolayısıyla gıybet iki yüzlülüktür, gizli bir nifak alametidir.

Aynı zamanda gıybet sevgiye düşmüş bir virüstür, bir mikroptur. Sevgiyi yer ve bitirir. Çünkü gıyabında bir insanın arkasından kötü konuşmak, ne o insana bir yarar sağlar, ne de konuşana. Ama o insana kendi vicahında yani yüz yüze uyarsanız, eğer varsa bir hatası, o zaman bu o insana yarar sağlar. O insan düzelirse size de yarar sağlar. Fakat onu uyaran istiğfar gibi uyarmalıdır. Eğer ona içinizde dua ediyorsanız, onu aynı zamanda yüzüne karşı eleştirme hakkını da kendinizde bulabilirsiniz.

Gıybet bu anlamda bir virüstür gerçekten de. İnsan gıybetle hiçbir şeyi düzeltmez. Gıybetle sadece bozar. Unutmayalım gıybet iftira değildir. İftira yapmadığı şeyi arkasından söylemektir. Ama gıybet yaptığı bir şeyi söylemektir. Fakat gıybetin gerçekte ne olduğunu yine bırakalım da ayet söylesin.

eyuhıbbu ehadüküm en ye’küle lahme ehıyhi meyten içinizde ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanan biri var mı? Bakın tiksindiniz değil mi? Yani ayet diyor ki gıybet etmek ahlaki bir yamyamlıktır. Yamyamlaşmayın. Gıybetçiler ahlaki yamyamdırlar. İnsan eti yerler. Dolayısıyla kardeşinizin etini yemeyin. Kardeşinizin etini yiyerek beslenmeye kalkmayın. Bu ne demektir?

Bu şu demektir; gıybet etmenin temelinde: “Başkasının rezileti benim faziletimdir” mantığı yatar. Yani kendinizi yükseltmek için donatmak yerine, başkalarını alçaltmayı tercih edersiniz. Ki size yüksek desinler. Oysaki yükseltmek bedel ister, yükseltmek gayret ister, yükseltmek donanım ister, yükselmek çaba ister. Bunu göstereceğiniz yerde yükselmek yerine alçaltmayı tercih edersiniz. Herkes alçak olursa size yüksek diyeceklerini düşünürsünüz. Oysaki alçaltma çabanızla birlikte sizde alçalırsınız. Her alçaltma çabası alçaltanın kendisini alçaltır. Çünkü gıybet eden öncelikle kendini alçaltmış olur. Onun için başkasının reziletleri sizin faziletiniz değildir. Siz kendi faziletinize bakın. Başkasının ayıp ve reziletlerine değil. Bu ayetin söylediği gerçek bu.

vettekullah* innAllâhe Tevvabun Rahıym sözün özü Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincine varın artık. Allah’a karşı sorumlu davranın artık. Unutmayın ki Allah tevbeleri çokça kabul edendir, merhameti sınırsız olandır.

Yani gıybet eden başkasının kötülüklerini arkasından dile getirip kendi faziletiymiş gibi sunan biri, Allah’ın çokça bağışlayan olduğunu da unutmuş gibi görünendir. Zımnen böyle anlayacağımız gibi böyle yapanlar tevbe etsinler Allah’ta affetsin şeklinde de anlayabiliriz.

[Ek bilgi-1; BAZI HADİSLER;

Hz. Resul (SAV) Efendimiz yine buyurdu ki: “Gıybet etmekten uzak olun. zira gıybet etmek zinadan kötüdür. Zira zinanın samimi tevbesi kabul edilir. Gıybet tevbesi, hasmı hoşnut olup helal etmeyince kabul olmaz.” (Kimyayı Saadet. S.386)

Gıybeti tasdik etmek de gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. Diliyle gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkar etmesi gerekir. (İmam-ı Gazali, Zübdetü’lİhya, Trc)

Gıybetin keffareti, Allah’tan mağfiret dilemek, pişman olmak ve gıybet edilen şahıstan bizzat helallik almakla olur. Affetmezse bile, onu övmeli, ona yalvarmalı ve onun gönlünü almalıdır.Gıybeti dinleyen de, bu günahta gıybet edene ortak olmuş olur. Bu bakımdan gıybet eden münasip bir şekilde susturulmalıdır. (el-Münziri, V, 159-160).]

[Ek bilgi- 2; GIYBETİN İŞLEYİŞİ

...Evet, Kur'ân ifadesi ile, deyişi ile, kişinin dedikodusunu yapmak, ölü kardeşinin etini yemek kadar "tiksindirici" bir fiildir!

Niçin? Başta da çeşitli vesileler ile anlattığımız üzere siz birtakım çalışmalar yapıyorsunuz, zikir yapıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz zekât sadaka veriyorsunuz, hatta yoldan bir taşı, bir çöpü kaldırıyorsunuz ve bu yaptığınız yararlı fiiler ile sevap yani, size ölüm ötesi yaşamda gerekli olan enerjiyi topluyorsunuz.

Sonra? Falanca kişi dile geliyor ve başlıyorsunuz, duyduğu takdirde hoşnut kalmayacağı bir biçimde onun hakkında konuşmaya, dedikodusuna.

İşte o anda olan oluyor! O kişiden söz etmeye başladığınız anda, beyniniz ile o kişinin beyni arasında sizin bilinciniz dışında bir devre, bir bağlantı kuruluyor ve onun hakkında ne kadar hoşlanmayacağı bir biçimde konuşmuş iseniz; konuşmanızdan dolayı onun hoşnutsuzluğunu giderecek düzeyde sizin pozitif enerjiniz yani sevaplarınız onun beynine anında transfer oluveriyor!

Nice emeklerle, nice gayretlerle ne kadar zamanınızı harcayarak elde ettiğiniz o pozitif enerjiniz, o sevaplarınız, bir anda dedikodusunu yaptığınız kişiye bağışlanıp gidiveriyor!

Oysa siz, o pozitif enerjinizle milyonlarla yıl neler elde edebilecektiniz!

Ya da bundan daha kötüsü! Verecek birikmiş pozitif enerjiniz yok! işte bu defa aynı kanalda tersine bir akış başlıyor ve onun eşdeğerdeki negatifleri bir anda sizin beyninize boşalıp, oradan da dalga bedeninize anında yüklemesi yapılıveriyor!

Dilinizi tutamayıp, bir anlık geçici zevk için dünyanın en kıymetli cevheri beyninizi yerinde kullanmayıp boş şeylere harcamanızın "neticesinde" oluşan bir olay!.. Kendi kendinize verdiğiniz bir ceza!....(A. Hulusi- İnsan ve sırları-1)]

 

13-) Ya eyyühenNasu inna halaknâküm min zekerin ve ünsâ ve cealnaküm şüûben ve kabâile lite’arefu* inne ekremeküm ‘indAllâhi etkaküm* innAllâhe ‘Aliymun Habiyr;

Ey insanlar… Muhakkak ki biz sizi (hep aynı şekilde) bir erkek ile bir dişiden yarattık (Âdem hariç kaydı yok bu bildirimde); tearuf (tanışıp birbirinizden farklı özellikleri, kemâlâtı elde) edesiniz diye sizi ırklar – türler ve toplumlar olarak oluşturduk… Muhakkak ki Allâh indînde sizin en ekreminiz (en şerefliniz), sizin en muttaki (hakikate uygun şekilde) yaşayanınızdır! Muhakkak ki Allâh Aliym’dir, Habiyr’dir. (A.Hulusi)

13 – Ey o bütün insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, hem de sizi şaab şaab, kabîle kabîle yaptık ki tanışasınız, haberiniz olsun ki Allah yanında ekreminiz en takvalınızdır, her halde Allah alîmdir, habîrdir. (Elmalı)

 

Ya eyyühenNas Ey insanlık ailesi. inna halaknâküm min zekerin ve ünsâ elbet sizi bir erkek ve bir dişiden yaran biziz. İslam kardeşliğinden daha geniş insan kardeşliğine getirdi sözü Kur’an. İnsani eşitliğe getirdi. Hz. Ali’nin Malik Bin Eşter’ e yazdığı mektubu hatırlayalım Mısır valisine. “İnsanlara iyi davran” diyordu çünkü onlar ya dinde kardeşin, ya da insanlıkta eşindir. İşte insanlıkta eşlik durumuna getirdi ayet sözü.

ve cealnaküm şüûben ve kabâile lite’arefu derken sizi kavimler ve kabileler haline getirdi ki tanışabilesiniz diye. Etnik farklılıklar üstünlük ya da övünme yerinme vesilesi olsun diye konulmamıştır. Etnik farklılıkların yaratılış sebebi tanışmak içindir. Allah’ın tanışmak için koyduğu ilkeleri üstünlük, övünme ya da yerinme vesilesi yapmaya kalkanlar ilahi ilkeleri ters yüz edenlerdir, tersine çevirenlerdir. Tek üstünlük ölçüsü vardır Allah katında. Nedir peki? Onu da ayetten okuyalım;

inne ekremeküm ‘indAllâhi etkaküm şüphe yok ki Allah katında en hatırlınız, en iyiniz, en üstün olanınız, O’na karşı sorumluluk bilinciyle en güzel biçimde donanmış olanınızdır.

İşte İslam’ın evrenselliği budur. Bu tek cümle İslam’ın evrenselliğini ispata yeterlidir. Kimse doğuştan imtiyazlı değildir. Mahrum da değildir, mahkum da değildir, kötü de değildir. Kişinin dahlinin olmadığı şeylerle övünmesi ahmaklıktır. Kişi ırkını kendisi seçmemiştir, cinsiyetini kendisi seçmemiştir. Dolayısıyla kendi seçmediği şeylerle övünmek hamakatin en zirvesidir. Takva kazanılan bir şeydir, doğuştan gelen bir şey değil. Dolayısıyla alnınızın, yüreğinizin, aklınızın teriyle kazandığınız şeyle övünün eğer övünecekseniz, doğuştan gelen şeylerle değil. Ne kadar sorumluysanız o kadar üstünsünüz diyor bu ilke.

innAllâhe ‘Aliymun Habiyr Hiç şüphe yok ki Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır.

 

14-) Kaletil a’rabu amenna* kul lem tu’minu ve lâkin kulu eslemna ve lemma yedhulil iymanü fiy kulubiküm* ve in tutıy’ullahe ve RasûleHU layelitküm min a’maliküm şey’a* innAllâhe Ğafûrun Rahıym;

 

Bedevîler (kabileler – aşiretler hâlinde şartlanmalarla cahilce yaşayanlar): “İman ettik” dediler… De ki: “İman etmediniz! Fakat ‘Müslüman olduk’ deyin! İman henüz bilincinizde açıklık kazanıp yerleşmemiştir! Eğer itaat ederseniz Allâh’a ve Resûlüne, (Allâh) çalışmalarınızdan hiçbir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir.” (A.Hulusi)

14 – Arâbîler iman ettik dediler, de ki: siz henüz iman etmediniz ve lâkin henüz iman kalplerinizin içine girmemiş olduğu halde İslâm’a girdik deyin ve eğer Allaha ve Resulüne itâat ederseniz size amellerinizden hiç bir şey eksilemez, çünkü Allah gafur, rahîmdir. (Elmalı)

 

Kaletil a’rabu amenna bedeviler iman ettik dediler. kul lem tu’minu ve lâkin kulu eslemna ve lemma yedhulil iymanü fiy kulubiküm de ki; Henüz İman etmiş sayılmazsınız, lakin teslim olduk diyebilirsiniz. Zira iman kalplerinize girmemiştir.

İman iç duruş, esas duruş, İslam ise dış duruştur. Mücahid ve Said Bin Cübeyr  bu ayette ki İslam’ı İstislan olarak anlıyor. Yani korkudan teslim olma, kaygıdan teslim olma. Yani bir takım gerekçelerle sosyal ve politik aidiyet kazanma anlamına geliyor. Onun için bu kişiyi Mü’min yapmaya yetmiyor. Yani sosyal ve politik aidiyetiniz Müslüman sınıfına ait olması sizi mü’min yapmaya yetmiyor. İman sosyal kimlikle değil, şahsi duruş ve tercihle alakalıdır diyor bu ayet özü itibarıyla.

[Ek bilgi; İmân bir ARAÇtır!

O araçla elde etmek istediğiniz şeye ulaşırsınız.

Dünyada yaşarken, Allah Rasûlü olan Zât’a imân edenler, elbette ki onun bildirdiği güzelliklere erişmek için gerekenleri yapmayı kabul edenlerdir.

Allah Rasûlü’ne, “ben sana iman ettim” demek, “seni gördüğüm için elbette ki kişiliğine imân ediyorum” demek değildir.

Benim ölüm ötesi yaşamda istediğim iyi şartları bana temin etmek üzere yapmamı istediklerinin gerekli olduğunu idrâk edemesem bile, onları yapmam gerektiğine iman ediyorum; demektir.

Allah Resûlü’nün dediklerini yapmadıktan sonra, “iman ediyorum” demek hiç bir şey getirmez insana. Çünkü amaç, iman ediyorum demek değil; iman edilen doğrultusunda fiilleri ortaya koyarak, o fiillerin sonucuna ulaşmaktır!

“İmân ediyorum” demek; “böyle olduğuna inanıyorum dolayısıyla bu fiillerle bu neticeyi elde edeceğimi kabulleniyorum. Bunları yapmazsam semeresini de elde edemeyeceğimi kabullendim.“ demektir.

Seni istediğin sonuca ulaştırmayacak fiiller içindeyken, o konuya iman ettiğini söylemen, yalnızca kendini aldatmak, kandırmaktır ve sonucu da hüsrândır!

Allah Rasûlü’nün senin imânına ihtiyacı yoktur!

Meleklerin de senin imânına ihtiyacı yoktur!

Kısaca, hiç bir yaratılmışın ve de Yaratanının senin imânına ihtiyacı yoktur!

İmâna sen muhtaçsın! (A. Hululusi/ Okyanus ötesinden-3)]

ve in tutıy’ullahe ve RasûleHU layelitküm min a’maliküm şey’a ama eğer Allah ve Resulüne uyarsanız Allah amellerinizin zerresini zayi etmez. innAllâhe Ğafûrun Rahıym çünkü Allah sınırsız bir bağış, engin bir rahmet kaynağıdır.

 

15-) İnnemel mu’minunelleziyne amenû Billâhi ve RasûliHİ sümme lem yertabu ve cahedu Bi emvalihim ve enfüsihim fiy sebiylillâh* ülaike hümüs sadikun;

İman ehli şu kimselerdir ki, varlıklarını Esmâ’sıyla yaratan Allâh’a ve O’nun Rasûlüne iman ettiler; sonra da bunda şüpheye düşmediler; Allâh yolunda varlıklarıyla ve nefsleriyle (canlarıyla) savaş verdiler! İşte bunlar sadıkların (hakikati yaşamlarıyla tasdik edenlerin) ta kendileridir! (A.Hulusi)

15 – Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allaha ve Resulüne iman ettikten sonra şüpheye düşmeyip Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücahede etmektedirler işte onlardır ki sâdıklardır. (Elmalı)

 

İnnemel mu’minunelleziyne amenû Billâhi ve RasûliHİ sümme lem yertabu ve cahedu Bi emvalihim ve enfüsihim fiy sebiylillâh gerçek mü’minler sadece Allah’a ve Resulüne iman edenler, ondan sonra da şüphenin semtine uğramayanlar ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenlerdir. Yani burada şunu söylüyor. Sizin için sizin ne dediğiniz önemli değildir. Allah için önemli olan; Allah’ın sizin için ne dediğidir. Yani, sizin kendi imanınız hakkındaki hükmünüz değil, sizin imanınız hakkında Allah’ın hükmü önemlidir. Bunun anlamı şudur; Mü’minin tarifini Allah yapar siz değil. Allah’ın mü’min dediği mü’mindir, sizin kendinize ne dediğiniz değil. Allah’ın Müslüman dediği Müslümandır, imanın bedelini ödeyen ve imanda pazarlık etmeyen Müslümandır. İmanın tarifi budur. İmanda kuşku, kuşku olan yerde iman olmaz. İman Allah’a söz vermektir, sözüne sadık olanlara Allah mü’min diyor.

ülaike hümüs sadikun işte bunlar iman sözüne sadık olanların ta kendisidirler.

 

16-) Kul etu’allimunAllâhe Bi diyniküm vAllâhu ya’lemu ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard* vAllâhu Bi külli şey’in ‘Aliym;

De ki: “Din anlayışınızı Allâh’a mı öğretiyorsunuz! Allâh, semâlarda ne var ve arzda ne var bilir… Allâh, Bi-küllî şey’in Aliym’dir.” (A.Hulusi)

16 – De ki siz Allaha dindarlığınızı mı öğretiyorsunuz, halbuki Allah Göklerdekini ve Yerdekini bilir ve Allah her şey’e alîmdir. (Elmalı)

 

Kul etu’allimunAllâhe Bi diyniküm de ki Allah’a dininizi siz mi öğreteceksiniz? Allah’a din öğretmek, kitaba değil, kitabına uydurmak. İşte bu. vAllâhu ya’lemu ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard Ama Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. vAllâhu Bi külli şey’in ‘Aliym Zira Allah her şeye ayrıntısıyla vakıftır.

 

17-) Yemünnune aleyke en eslemu* kul lâ temünnu ‘aleyye İslâmeküm* belillâhu yemünnü aleyküm en hedaküm lil’iymani in küntüm sadikıyn;

Onlar İslâm oldular diye sana lütufta bulunduklarını mı sanıyorlar! De ki: “İslâm’ı kabullenmeniz bana bir lütuf değildir (bunu kendi çıkarınız için yapıyorsunuz)! Bilakis sizi imana yönlendirmekle Allâh size lütufta bulunmuştur! Eğer (imanınızda) sadıklar iseniz (bilirsiniz böyle olduğunu).” (A.Hulusi)

17 – İslâm’a girdiklerini senin başına kakıyorlar, de ki İslâm’ınızı benim başıma kakmayın, belki sizi imana hidâyet buyurduğundan dolayı Allah sizin başınıza kakar, eğer sadıksanız. (Elmalı)

 

Yemünnune aleyke en eslemu onlar Müslüman oldular diye seni minnet altına almaya kalkıyorlar, yani Müslüman olmalarını sana bir lütufmuş gibi sunuyorlar. kul lâ temünnu ‘aleyye İslâmeküm de ki Müslüman olmanızdan dolayı bana lütufta bulunduğunuzu sanmayın, beni minnet altına almayın belillâhu yemünnü aleyküm en hedaküm lil’iymani in küntüm sadikıyn eğer Allah’a karşı sadakat sahibiyseniz, sizi doğru yola yönelttiği için asıl siz Allah’a minnet etmelisiniz. Yani Allah size lûtfetmiştir, siz Allah’a değil.

Kim kime muhtaç? İman eden Allah’a mı muhtaç, yoksa iman edene değil ki. Ya eyyühennas diyordu ayet, Ey insanlık entumul fukarâu ilâllâh siz Allah’a muhtaçsınız vallâhu huvel ganiyy (Fatır/15) fakat Allah kendi kendine ve her şeye yetendir. İmanı başa kakmak işte bu. Ben Müslüman oldum o zaman ver karşılığını. Veyahutta bizim kavim olmasaydı İslam şuraya gelmezdi. Siz Allah’a muhtaçsınız, Allah size değil. Allah bulur buluşturur ve birilerinin yüreğine imanı sokar. …men yertedde minküm an diynihı fesevfe ye’tillâhu Bi kavm.. (Maise/54) eğer siz onun dininden yüz çevirirseniz yerinize O, yepyeni bir toplum getirmeyi bilir. İmanla şereflenmek, imana şeref sunmak değil, iman bizimle şereflenmez. Biz imanla şerefleniriz.

 

18-) İnnAllâhe ya’lemu ğaybesSemavati vel Ard* vAllâhu Basıyrun Bima ta’melun;

Muhakkak ki Allâh, semâların ve arzın algılanmayanlarını bilir… Allâh, yaptıklarınızı (varlığınızda olarak) Basıyr’dir.(A.Hulusi)

18 – Göklerin Yerin gaybını Allah bilir ve Allah görür her ne yaparsanız. (Elmalı)

 

İnnAllâhe ya’lemu ğaybesSemavati vel Ard Şu kesin ki Allah göklerin ve yerin sırrını bilir. vAllâhu Basıyrun Bima ta’melun dahası Allah yaptığınız her şeyi görür. Göklerin ve yerin sırrını bilen Allah, eğer siz iman etmekle Allah’a lûtfettiğinizi düşünürseniz, sizin dışınızda bir kavmi, ya da kavimleri imana kavuşturur ve iman sancağını sizin elinizden alır. Ey bu vahyin ilk muhatapları, götürür onlara verir. 1.400 yıllık İslam tarihimiz bu ayetlerin tecellileriyle doludur ve bundan sonra da bu ayetler tecelli etmeye devam edecektir.

Rabbim iman etmekle kendisine lütfettiğini düşünen akılsızlardan etmesin. İmanın Allah’ın insana en büyük lûtfu olduğunu düşünenlerden kılsın inşallah.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. KAF (01 – 45) (164)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün muhteşem Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha gireceğiz. Bu sitenin adı Kaf. Kaf suresi elimizde ki mushafta 50. sırada yer alır. Adını girişinde ki mukadda harfinden, yani alfabe harfi olan Kaf’tan alır. Sure bu adı daha ilk nesilden itibaren kazanmış, sahabe onu bu adla anıyor. Hatta Ümmü Hişam isimli bir annemiz bu sureyi efendimizin arkasında dinleyerek ezberlediğini söyler. Bu sureyi peygamberimizin bir rivayette sabah namazlarında, diğer bir rivayette cemaate hutbe biçiminde Kur’an ı okuyarak sık sık bu sure ile konuştuğunu, yani Resulallah’ın Kur’an la konuştuğunu, hutbe diye Kur’an ı okuduğunu, insanlara nasihat olarak Kur’an ı verdiğini biz bu rivayetten öğreniyoruz. Yine Hz. Ömer’den gelen bir rivayette bu sure efendimizin bayramlarda sık sık okuduğu surelerden.

Sure Mekke’de nazil olmuş. Hatta yaklaşık nüzul yılına ait bir veriye de sahibiz. 4 ya da 5. yılda, peygamberliğin 4. ya da 5. yılında nazil olduğu kesin. Bu da nispeten nübüvvetin ilk döneminin sonlarına ait bir sure olduğunu gösterir. Tüm kronolojilerde vahiy nüzül dizimlerinde Murselat suresi ile Beled suresi arasına yerleştirilir. Nüzul sıralamasında 34. sıradadır.

Surenin konusuna gelince; tek cümleyle sure yeniden diriliş ve ahiret suresidir. Baştan sona sure ahiret tasavvurumuzu, adalet tasavvurumuzu, yani yeniden diriliş inancımızı inşa eder.

Yeniden dirilişi inkarın temelinde ne yatıyor sorusu gerçekten meraka değer bir soru. Kur’an yeniden dirilişi, hesap gününü inkarın en temelinde yatan saikin uzak tanrı inancı olduğunu bu surede dile getirir be o meşhur ayet, o bizi yüreğimizden titreten, sarsan berceste ayet bu surede yer alır. ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd (16) Biz insana şah damarından daha yakınız.

Sözün özü insanoğlu kaçınılmaz akıbetine hazır olmak zorundadır. Neden mi? Nedeni açık çünkü ve ileynel masıyr (43) tüm yollar Allah’a çıkar, dönüş Allah’a dır. Bu kısa özetten sonra kaf suresinin tefsirine girebiliriz.

[Ek bilgi;SÛRE HAKKINDA ÖZET BİLGİ

Kaf Sûresinde: Kaf’ın sırrı,

Kur’an-ı Meciyd,

Yaratılış ve neş’etler,

Yalanlayıp helak olan kavimler,

Şah damarından yakın olan?

Sağında ve solunda bulunan yazıcılar,

Sekeratul mevt,

Sevkedici ve şahid melekler,

Ölüm perdeleri açar,

Keşfi şakk ve basiretin keskinliği,

Kavl değişmez,

Cehennem dolmaz,

Cennet muttekıylere yaklaştırılmıştır…

Ğaybı olan Rahman’dan haşyet ve yönelen kalbin ecri,

Kur’an, beş duyu ve ona tabi kayıtlı bilinçle değil daha üzt düzey bir algılama mekanizması (kalb, ruhani müşahade) ile anlaşılır,

Semavat ve Arz’ın altı günde yaratılması,

Tebliğci cebbar (zorba) olmaz,

İlahi uyarıdan korkanların Kur’an ile uyarılması, gibi pek çok önemli konu açıklanmaktadır. (A. Hulusi- Kur’an ı Kerim “B” meali]

 

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, Rahiym olan, özünde merhametli, işinde merhametli olan. Bizatihi merhamet kaynağı ve tüm eylemlerinde de merhametle iş gören Allah adına.

 

1-) Kaaaf* vel Kur’ânil Meciyd;

Kaf (KAF harfi {ENE} Eniyet’e işaret eder. İnsan Zâtının üç mertebesi olan Ahadiyet, Eniyet ve Hüviyet tecellilerinden ilk açığa çıkış olan eniyet = ene = ego = BEN noktasına işaret eder. Kaf Dağı, Benlik dağı olarak tasavvufta sembolleştirilir. Dağ, benliğin sembolüdür. Allâhu âlem. A.H.)! Kur’ân-ı Meciyd (açıklanan muhteşem Bilgi)! (A. Hulusi)

01 – Kaf ve Kur’ani mecîd hakkı için. (Elmalı)

 

Kaaaf başında geldiği her sure doğrudan ya da dolaylı vahye atıftır mukattaat harfleri. Hemen hemen yaklaşık Kur’an ın ¼ i suresinin başında gelir bu harfler, mukattaat harfleri. Başında geldiği her sure çoğunlukla doğrudan, sadece 3 tanesi dolaylı olarak vahye atıfla başlar. Bunun da bir nüktesi var elbet. Bu harfler alfabe harfleri. Adeta bunlarla şöyle söylenmiş olabilir. İlahi manalar bu harflerden oluşan beşeri kelimelerin içine, kalbine indi. Ey insan o ilahi manalar Allah tarafından sizin zihninize böyle indirildi. Yani Allah gök sofrasını size inzal etti, önünüze açtı ki merhametinin sonsuzluğunu göresiniz. Size olan sevgisini anlayasınız diye.

Bu harflerin yorumuna ilişkin bir çok görüş var. Ki bu görüşlerin hepsinin güçlü ya da zayıf tarafları da var. Aslında bu görüşlerin -ki 36 ya yakın bir görüş bu, 36 çeşit görüş- bunların her birisi gerçeğin bir boyutunu ifade eder. Ama belki de bu manada Hz. Ebu Bekir’in bu harfler hakkında ki o yaklaşımı tüm görüşlerin tacı hükmündedir. “Her kitabın bir sırrı vardır, bu da Kur’an ın sırrıdır.”

[Ek bilgi; Örnek görüşlerden.

Kaf; Şahadet ve ceberut alemindendir. Çıkış yeri dilin sonundan genzin üzerine doğrudur. Sayısal değeri 100 dür. Yalınları Elif, fe, Hemze ve Lâm dır. Feleği ikinci felek, feleğin hareket süresi 11.000 senedir. Seçkinlerde ve seçkinlerin seçkinlerinde belirginleşir ve ortaya çıkar. Mertebesi 4. mertebedir. Otoritesi Cinlerde ortaya çıkar. Doğası ilk analardır. Sonu sıcak, kuru; diğer kısımları soğuk ve yaştır.

Unsuru su ve ateştir. İnsan ve anka ondan var olur. Haller ona aittir. Hareketi karışıktır. Ünsiyet verir, çifttir. Alâmeti ortaktır, kendisine ait harfler Elif ve Fe dir.

Farklı mertebelere göre (Zat, sıfat ve fiil isimleri) Kaf harfine ait isimler ise başında yalın harflerinden birisinin bulunduğu isimlerdir. Sırlar ehline göre Zat, nurlar ehline göre ise zat ve sıfatlar Kaf harfine aittir. (İbn. Arabi/Fütuhât-ı Mekkiyye - C-1/s-185)]

Kaf suresi ile Sad suresi arasında çok ilginç benzerlikler olduğunu gördüm. Hem zaman açısından indirildiği zaman açısından, hem girişleri açısından, hem de konuları açısından. Sad suresi tevhid, Kaf suresi ahiret hakkında.

vel Kur’ânil Meciyd bu şanlı, şerefli mecid olan,şanlı ve şerefli, aynı zamanda okuyana şeref veren, okuyanı onurlandıran, okuyana itibar katan, okuyanı Allah’ın nazarında ve nezdinde değerli kılan Kur’an ın değerini bilin. Orada ki “vav” yemin vav ı, kasen vav ı. Fakat kasemlerin Arap dilinde söz diziminde cevabı olması lazım, burada cevabı yok. Cevapsız gelen kasemlerin değerini bilin, ya da onun üzerinde düşünün anlamına geldiğini düşünüyorum. Böyle bir meallendirme daha doğru bir meallendirme olur.

Değerini bilin. Neden? Çünkü o size değer ekliyor. Vahiy size onur veriyor. Vahiy sizin haysiyet ve itibarınızı koruyor. Onun için siz de vahyin değerini koruyun, vahyin değerini bilin. Hem şerefli özünde, hem de okuyana şeref ve onur bahşeden anlamı var meciyd formunda. Yani bu bir özne anlamı. Vahiy öznedir. Biz bunu çıkarıyoruz el Meciyd kelimesinin formundan vahiy öznedir. Özne inşa eder. Vahyin muhatabı kimdir? İnsan. O zaman vahiy insanı inşa etmektedir. Vahiy ilahi bir inşa projesidir. İnsanın onur ve haysiyetini korumanın yollarını insana vahiy öğretir.

Nasıl mı? kula ve eşyaya kul etmeyerek. Vahiy insanı Allah’a kulluğa çevirirken Allah’a bir katkı sağlamış olmaz. İnsana bir katkı sağlamış olur. Vahiy insanı yalnız Allah’a kulluğa çağırırken, aslında insanı kula kul olmaktan korumuş olur. Eşyaya, mala ve dünyaya kul olmaktan korumuş olur. Hepsinden öte kendi iç benine, egosuna, nefsine kul olmaktan korumuş olur. İşte vahiy insana böyle şeref ve itibar katar. Vahyin el Meciyd olmasının anlamı budur. Vahiyle şereflenen insan Allah’tan başkasına kul olmaz. Çünkü insanın gerçek bedelini ancak Allah öder.

 

2-) Bel ‘acibu en caehüm munzirun minhüm fe kalel kafirune hazâ şey’un ‘aciyb;

Bilakis aralarından bir uyarıcı onlara geldi diye hayret ettiler de, o hakikat bilgisini inkâr edenler şöyle dedi: “Bu çok acayip bir şey…” (A. Hulusi)

02 – Doğrusu şaştılar da kendilerine içlerinden korkutucu bir Peygamber geldiğine dediler ki kâfirler bu acîb bir şey. (Elmalı)

 

Bel ‘acibu en caehüm munzirun minhüm fe kalel kafirune hazâ şey’un ‘aciyb onlar içlerinden bir uyarıcının kendilerine gelmesine şaştılar ve işte bu acayip bir şeydir, şaşılası bir şeydir dediler. Yani bu ne acayip bir iş dediler.

Rabbimiz Kur’an da ilk defa insanın insana resul olarak gönderilmesine muhatapların şaştığını burada dile getiriyor. Acayip şey, insan peygamber olmuş oluyor. Taptıkları putlar, biliyorsunuz ilk muhatapların melekler ve cinlerin sembollerine tapıyorlar. Allah’a aracılar, yani Allah’a elçiler olarak görüyorlar oları. Onun içinde onların zihninde ki elçi tasavvuru melek ya da cin. Bir insanı Allah’ın elçisi olarak kabul etmiyorlar. Ama mantığa bakın melek ve cinin putunu yapıyorlar ve taşlara tapıyorlar. Taşlara tapacak kadar soyut düşünceden mahrum olan bu adamlar bir insanın Allah’a elçi olmasını acayip görüyorlar.

Çelişki, yaman çelişki. Aslında arka planında yatan sebep belli. Hayatlarına müdahil bir Allah istemiyorlar. Çünkü kendileri gibi yer yüzünde dolaşan, yiyen, içen, yaşayan ölümlü bir elçi olursa model almaları gerekecek. Yani hayatlarına müdahil olacak, bahane bulamayacaklar ..mali hazer Rasûl..bu ne biçim elçi diyorlardı ye’külüt taame ve yemşi fiyl esvak (Furkan/7) yiyip içiyor çarşılarda dolaşıyor. Onlar ayakları yerde olmayan bir elçi istiyorlar. Ayakları yerde olursa ne olur? izleyin denilir. Ayağı yere basmayanlar izlenmezler. Onun için Kur’an da Allah’ı izleyin emrini bulamazsınız. Ama Resulü izleyin emrini bulursunuz. Evet, eğer Allah’ı seviyorsanız beni izleyin ki Allah’ta sizi sevsin ayetinde (A. İmran/31) olduğu gibi.

 

3-) Eizâ mitna ve künna turaba* zâlike rec’un be’ıyd;

“Öldükten ve toprak olduktan sonra mı (bâ’s olunacağız)? O, çok uzak (dönüşü mümkün olmayan) bir geri dönüştür.” (A. Hulusi)

03 – Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz vakit ha? Bu baıyd bir irca’. (Elmalı)

 

Eizâ mitna ve künna turaben ölümümüzün ve toza toprağa karışmamızın ardından dirilmek ha? Öyle mi? zâlike rec’un be’ıyd bu dönüşü imkansız bir son diyorlar inkarcı muhataplar. Yeniden dirilişi kabullenemiyorlar. Bu cehaletin eseri. İnsanın formülü eğer tüm ayrıntılarıyla bilinseydi, yeniden diriliş laboratuarda ispat edilmiş olacaktı. O zaman kimse inkar edemeyecekti. Cenabı Hakk bu formülü vermediği için inkarcılar yeniden dirilişi inkar ediyorlar. Oysa formülü sen bilmiyorsun diye Allah’ta mı bilmiyor. Eğer o formülü verseydi, şu topraktan elde ettiğimiz bitkiler kadar kolay olduğunu görecektik insanın yeniden dirilişini.

Zaten o gelecek, bitki kadar kolay olduğunu açıkça ifade edecek bu surede ayet. Onun için yeniden dirilişi inkarı insanın cehaletine bağlı bir inkar. Fakat bu cehalet ancak imanla yenilir. Eğer bilmeniz mümkin olmayan bir şeyle karşı karşıyaysanız bu durumda size düşen tek şey imanla o cehaleti aşmaktır. İman cehaleti aşmanın en sağlıklı yoludur.

 

4-) Kad alimna ma tenkusul Ardu minhüm* ve ‘ındeNA Kitabun Hafiyz;

Arzın onlardan noksanlaştırdığı şeyi (yaşlılığın eksilttiklerini) gerçekten bilmişizdir… Kitab-ı Hafiyz (koruyup kayıt eden kitap = memory) indîmizdedir (varlığın ruhunda). (A. Hulusi)

04 – fakat Arz onlardan neyi eksiltir bize malûmdur ve nezdimizde hıfzedici bir kitab vardır. (Elmalı)

 

Kad alimna ma tenkusul Ardu minhüm doğrusu biz yerin onları nasıl çürütüp toz toprak edeceğini bilmekteyiz. Yani yeri de ben yarattım, insanı da ben yarattım, yasaları da ben koydum. Ban insanın toz toprak olacağını mı hatırlatıyorlar. Yarattığım insanın toz toprak olacağını, çürüyeceğini ben bilmiyor muyum. Biz bilmekteyiz diyor rabbimiz.

Buradan yola çıkarak falanca çürümemişse iyidir, iyi ise çürümemiştir gibi bir takım yaklaşımların da doğru olmadığını görüyoruz. Onun için çürümek Allah’ın insana, insan bedenine ve toprağa koyduğu yasadır.

ve ‘ındeNA Kitabun Hafiyz zira katımızda korunmuş bir yasa mevcuttur bu konuda. Yani her ölümlü varlık, nesi nereden geliyorsa oraya döner. Badeni toprağa döner, oradan gelmiştir. Ruhu ise Alem-i ervaha yani geldiği yere. Dolayısıyla her şey aslına rücu eder. Bu yasadır ve bu yasa korunmuştur. Bu yasayı Allah koymuştur.Yeniden diriliş vaadi Allah’ın hayat için koyduğu yasalar gözetilerek yapılmaktadır. Bunun zımnen ifadesi de budur. Yani rabbimiz ben vaadlerimi yaparken, koyduğum yasaları gözeterek yapıyorum. Belki o yasalarımı yasalarımla, daha üst yasalarımla aşarak yapıyorum. Yani yine yasasız yapmıyorum, ilkesiz yapmıyorum anlamına gelir.

 

5-) Bel kezzebu Bil Hakkı lemma caehüm fehüm fiy emrin meriyc;

Hayır, onlara geldiğinde Hakikatlerini yalanladılar! Onlar pek karışık bir iş içindedirler. (A. Hulusi)

05 – Doğrusu hak kendilerine geldiği zaman tekzip ettiler de şimdi karma karışık bir ızdırap içindeler. (Elmalı)

 

Bel kezzebu Bil Hakkı lemma caehüm dahasınıda yaptılar. Bel, daha beterini yaptılar diyor. Ne yapmışlar? kezzebu Bil Hakkı lemma caehüm ayaklarına kadar geldiği halde gerçeği yalanladılar, hakikati yalanladılar. fehüm fiy emrin meriyc hasılı onlar derin bir iç karmaşa yaşıyorlar. Meriyc; Karışıklık, bulanıklık, karmaşa, içinden çıkılamayacak kadar karmaşa hali, kaos hali. İç dünyalarında derin bir kaos yaşıyorlar. İç dünyasında kaos yaşayan dış dünyasında ki kozmosu fark etmez. O muhteşem dizaynı fark etmez. O muhteşem eli fark etmez. Sanatta ki o muhteşemliği fark etmeyince sanatkarın ihtişamını, büyüklüğünü fark etmez. Onun içinde yaratmayı Allah’a bile çok görür.

Kafaya bakın, Allah tasavvuruna bakın. İnsanın Allah tasavvuru, insanın zihnini yüceltmesi gerekirken, onlar yüce bir tasavvur olan Allah tasavvurunu insan hizasına çekmeye, indirmeye çalışıyorlar. İşte onun için algılayamıyorlar.

 

6-) Efelem yenzuru iles Semai fevkahüm keyfe beneynaha ve zeyyennaha ve ma leha min furuc;

(Kendilerini arz – beden kabullendikleri içindir ki) üstlerindeki semâya (bilinçlerine) bakmadılar mı ki, onu nasıl oluşturduk ve (duyularla) bezedik! Onun hiçbir kusuru da yoktur! (A. Hulusi) 

06 – Artık üstlerindeki Semâya bir baksalar a, biz onu nasıl bina etmişiz ve ziynetlemişiz hiç bir gediği yok. (Elmalı)

 

Efelem yenzuru iles Semai fevkahüm ama onlar üzerlerinde ki göğe dönüp de  bakmazlar mı? Baksalar ya. Yani Allah’ın yeniden yaratışı, yeniden yaratılışı, öldükten sonra dirilişi Allah’a bile çok gören bu insanlar şöyle başlarını kaldırıp yukarı bir baksalar ya? keyfe beneynaha ve zeyyennaha ve ma leha min furuc üstelik onu nasıl inşa etmiş ve ışıl ışıl bezemişiz. Ve zeyyennaha; Işıl ışıl. Yani göz kamaştırıcı bir biçimde tezyin etmişiz süslemişiz. Dahası hiçbir eksik gedik bırakmamışız. ve ma leha min furuc Burada ki “ma” farklı da algılanabilir. Kem anlamı verirsek eğer ki bu mümkindir edatlarda, Arap dilinde. Yani nice geçiş noktaları yerleştirdik anlamına ulaşabiliriz. Alternatif bir anlam olarak sunuyorum.

 

7-) Vel Arda medednaha ve elkayna fiyha revasiye ve enbetna fiyha min külli zevcin behiyc;

Arzı (bedeni) geliştirdik; onda sâbit dağlar (organlar) oluşturduk! Onda her güzel çiftten (çift DNA sarmalından) bedenin nebatî özelliklerini meydana getirdik. (A. Hulusi)

07 – Arza da: bir imtidad vermişiz ve ağır baskılar oturtmuşuz ve her çeşitten çiftler bitirmişiz ki temaşasına doyulmaz. (Elmalı)

 

Vel Arda medednaha yer yüzünü ise yayıp genişlettik. Nasıl? Genişlettik, yaydık, uzattık. Nasıllığı arkasından geliyor. ve elkayna fiyha revasiye zira oraya kalkmaz kımıldamaz dağlar yerleştirdik. Ben burada ki “vav” ı zira diye çevirdim boşuna değil, bir öncesini açıklayan, beyan eden, manasına bir vav bu. Neden? Dağlar yerleştirerek yer yüzü nasıl uzar? Efendim anlaşılmayacak ne var: Yuvarlak ve düz bir sathı uzatmak istiyorsanız engebe koymanız lazım. Vadiler ve zirveler. Düz bir sathı uzatmış olursunuz. O düz alanı iki katına, 3 katına çıkarırsınız. Eğer enginli yüksekli yaparsanız. İşte cevabı Hakk o düz satıhta enginli yüksekli dağlar ve vadiler yerleştirerek muhteşem bir uzama gerçekleştirdi. Genişletti.

[Ek bilgi; DAĞLARIN OLUŞUMU

Yer küresinin teşekkülü; Çok yüksek derecedekibir sıcaklığın hüküm sürdüğü ve özellikle – kayaların erime halinde olduğu- merkezi bir tabakayı ihtiva eden derin bir tabaka ile katı ve soğu olan yer kabuğundan yani yüzey tabakasından meydana gelmektedir. Bu tabaka çok incedir. Yerin yarıçapı 6.000 Km.den fazla olduğu halde bu yüzey tabakası birkaç Km. ile 10 Km. arasında bir kalınlık teşkil eder. Bu da yer kabuğunun ortalana olarak yer küresinin yarı çapının1/100 bile olmadığı anlamına gelir.

Jeolojik olaylar işte – denilebilirse- bu ince deri üzerinde meydana gelmiştir. Bunların temelinde dağ silsilesinin esası olarak kıvrılmalar bulunur. Dağların oluşumuna jeolojide orogene’se (Dağ oluşması denilir. Bu oluşum sürecinin büyük bir önemi vardır. Çünkü bir dağı meydana getirecek olan engebeye, yer altında, yer kabuğunun aynı oranda ki bir gömülmesi tekabül eder ki, bu yere çakılmada, alt tabakada una bir temel sağlar. (Maurıce Bucaılle-Kur’an ve bilim)]

Aslında buradan, Kur’an ın genel üslubu budur. Fiziki şeylerden bahsederken hep aslında ahlaki, manevi noktalara imada bulunur. Yani dağ diyorsa Kur’an, yer yüzü diyorsa biz hemen bunu insanın iç dünyası olarak anlayacağız. İnsanın iç dünyasının kapasitesini de artırır. Nasıl artırır? Tıpkı yer yüzünün kapasitesini, yer yüzünün yüz ölçümünü, alanını engebeler koyarak, girintiler ve çıkıntılar, dağlar ve vadiler koyarak artırdıysa, insanın iç kapasitesini de bereketlendirir, mübarek kılar ve insanın iç kapasitesini artırır, böyle artırır Allah.

ve enbetna fiyha min külli zevcin behiyc üstelik orada her tür çiftten güzel, alımlı bitkiler yeşerttik. Zevcin behiyc, zevc; Varlığın çift kutupluluğuna atıftır. Aslında vahyin değişmez karakterlerinden biri de çift kutupluluktur. Vahyin içinde bile bu çift kutupluluğu görürüz. Bir maddeye atıf yapar bir manaya. Bir dünyaya atıf yapar, bir ukbaya, ahirete. Bir korkuya atıf yapar bir umuda. Bir cennete atıf yapar bir cehenneme. Bir insana atıf yapar bir şeytana. Bir benliğe atıf yapar bir imana, nefse imana. Yani vahiy de kendi içinde çift kutuplu bir üslubu benimser. Hatta vahiy Allah hakkında konuşurken bir celal sıfatına atıf yapar bir cemal sıfatına. Bir kahrı ilahiye atıf yapar, bir de lûtfu ilahiye. Böylece vahiy bize çift kutupluluğun, varlığın yasası olduğunu dile getirmiş olur.

Dünya hayatı hayatın bir yüzü. Bununla yukarıdan beri gelen, açılan pasajın konusu arasında nasıl bir alaka var? Zevcin behiyc; Çift kutuplu güzellik, göz alıcı güzellik. Ahireti inkarla ilgilidir bu pasajın konusu. Ey ahireti inkar eden inkarcı muhatap varlık çift kutupludur. Dünya bu kutbun bir tanesidir. Öteki kutbu nerde? İşte ahirette öteki kutbudur. Sen aslında ahireti inkar etmekle varlığın yasasını, senin de tabi olduğun yasasını inkar ediyorsun, kendini inkar ediyorsun. Kendine bak sen bile ceset ve ruh gibi bir çift kutuptan, hatta belki üç kutuptan müteşekkilsin. Ceset, can, ruh. Onun için sen kendini mi inkar ediyorsun. Bir de ötesi var. Yani tek kutup dünya, sen tek dünyalı olmayı kendine nasıl sindiriyorsun.

 

8 – ) Tebsıraten ve zikra li külli ‘abdin muniyb;

(Hakikatine) dönen her kula basîretini açmak ve hatırlatıp öğüt vermek için. (A. Hulusi)

08 – Gözler gönüller açar, yaratanın kudretini ihtar eder, dersler verir birer nişanei basîret ve nümunei ibret olmak üzere, hakka yüz tutan her kul için. (Elmalı)

 

Tebsıraten ve zikra li külli ‘abdin muniyb gönüllü olarak O’na yönelen her kul için bir bilinç kaynağı ve bir uyarı vesilesi olsun diye. Evet, Tebsıra; aslında ampirik bilgiye delalet eder. Yani gözlem yoluyla, deney yolu ile elde edilen dış bilgiye, veriye, dataya delalet eder. Zikra ise iç bilgiye, iç aydınlanmaya, tefekküre, düşünceye delalet eder. Yani bu kısacık ayette bilginin iki temel kaynağı da dile getiriliyor. Tebsıraten ve Zikra li külli ‘abdin muniyb gönüllü olarak Allah’a yönelen her kimse için, her bir kimse için hem bir gözlem yoluyla elde edilen dış bilgi, hem de tefekkür yoluyla elde edilen iç bilgi olarak olsun diye bu vahyi gönderdi ve böyle yarattı. Bu vahyin gönderiliş ve şu kainat ayetinin okunuş sebebi bu olmalı.

Yani dönüp bakmıyorsunuz ya nassı duyun, sem’iyyat yolu ile, yani ya kulağınızı çalıştırın, ya da görün. Ya kitapta ki ayeti okuyun, ya da kainat ayetini. Siz ne onu okuyorsunuz, ne onu okuyorsunuz.  Ne dönüp göğe bakıp göğü kitap gibi okuyorsunuz, ne indirilen vahye inanıyorsunuz. Peki siz ne işe yararsınız. Aslında zımnen söylenen bu.

 

9-) Ve nezzelna mines Semai maen mubareken fe enbetna Bihi cennatin ve habbel hasıyd;

Semâdan bereketli bir su (ilim) indirdik de onunla cennetler (hakikatindeki kuvvelerin güzelliğini hissettirdik) ve hasat edilen taneler (çeşitli marifetler) bitirdik. (A. Hulusi)

09 – Bir de Semadan mübarek bir su indirip de onunla bağlar Bahçeler bitirmekteyiz ve biçilecek taneler. (Elmalı)

 

Ve nezzelna mines Semai maen mubareken fe enbetna Bihi cennat dahası biz gökten bereketli bir su indirdik ve onunla has bahçeleri yeşerttik. Yemyeşil cennete döndürdük.

Mübarek su, mübarek ürün; Bu çifti gördüğünüz her yerde hemen ahlaki ve manevi suya bakacaksınız. Vahiy suya benzetilir. Nasıl gökten su nazil etmişse Allah, semadan da, yani manevi semadan da vahiy nazil etmiştir. Nereye? Suyu kurumuş topraklara can versin, vahyi de kurumuş yüreklere can versin diye. Mübarek Kur’an, mübarek su; Gökten mü’min bir kalbe, akla nazil olursa ne yapar? Orayı cennete çevirir. Aslında mü’minin cenneti ilk defa yüreğinde tohumlanır. Mü’minin gireceği cennetin prototipi yüreğindedir. Orayı çölken cennete çeviren de vahiy rahmetidir.

[Ek bilgi; Yer altı sularının yağmur sularının süzülmesinden ileri geldiğini düşünmek basit bir iş sayılabilir. Fakat eski zamanda İ.Ö. 1. yy. da Roma’da Vitruve adını taşıyan bir şahsın bu fikri savunduğu bir istisna olarak nakledilir. Aynı şekilde Kur’an ın vahy edildiği zamanı da içine alan uzun asırlar boyunca suların düzeni konusunda insanlar tamamen yanlış telakkilere sahip bulunuyorlardı.

Bu meselenin uzmanlarından olan G Castany ile B. Blavoux; Eneyelopedia Universalis’te yazmış oldukları “Hydroge’ologie” makalesinde konunun tarihi yönü hakkında şu ibretli bilgileri veriyor.

İ.Ö. 7. yy. da Milet’li Thales, kara parçalarında ki rüzgarların etkisiyle deniz sularının itildiği, toprağa düşüp yere girdiğini düşünüyordu. Platon’da bu fikirleri paylaşıyordu. Suyun denizlere dönüşünün Tatar denilen bir büyük uçurumun sayesinde gerçekleştiği kanaatindeydi. Bu teori Deskartes de dahil 18. yy. a kadar sayısız taraftar bulacaktır.

Aristo ise yerdeki su buharının dağların soğuk oyuklarında yoğunlaştığını ve böylece kaynakları besleyen yer altı gölleri oluşturduğunu tahmin ediyordu. Bu nazariye 1. asırda Sene’gue tarafından benimseneceği gibi, 1877 ye kadar O.Volger’in içlerinde bulunduğu bir çok taraftar bulacaktır.

Suyun dolaşımı konusunda ilk vazıh anlayış, 1580 de Bernard Palissy tarafından yeniden ortaya konulacaktır. Bu şahıs ta yer altı sularının, yağmur sularının süzülmesinden meydana geldiğini kabul ediyordu.. Bu teori 17. asırda E Mariotte ve P Perrault tarafından desteklenecektir.

Hz. Muhammed devrinde geçer akçe olan bu yanlış telakkilerinKur’an da hiçbir etkisine rastlanmaz.(Maurıce Bucaılle – Kur’an ve Bilim)]

 

habbel hasıyd (Sonraki ayetle bitişik)

 

10-) Ven nahle basikatin leha tal’un nadıyd;

Salkım salkım meyveleriyle yüksek hurma ağaçları da. (A. Hulusi)

10 – Ve Semaya ser çeken hurma ağaçları ki sıvama dizilmiş bir tal’ı vardır. (Elmalı)

 

ve habbel hasıyd, Ven nahle basikatin leha tal’un nadıyd dahası hasat edilen tahılı ve sıra salkımlı meyveleriyle boylu poslu, fidan gibi hurma ağaçlarını,

 

11-) Rizkan lil ıbadi, ve ahyeyna Bihi beldeten meyta* kezâlikel huruc;

Kullara yaşam gıdası olması için. Onunla ölü bir beldeyi dirilttik. İşte huruç (dünyalarından – kozalarından çıkış) böylecedir. (A. Hulusi)

11 – Kullara rızk için, ve onunla ölü bir beldeye hayat vermekteyiz, işte o huruç da böyledir. (Elmalı)

 

Rizkan lil ıbad bütün kullara bir rızık olarak verdik. ve ahyeyna Bihi beldeten meyta* kezâlikel huruc evet, biz ölü bir beldeye o su ile can verdik. İşte insanın yeniden dirilişi de böyle olacaktır. Muhataplara Allah’ın indirdiği ayetleri okumuyorsunuz, bari kainat ayetini okuyun da yeniden dirilişin belgelerini görün diyor. 4 mevsim nedir? Yeniden dirilişi inkar eden bir insan, bir kışın baksın tabiata bir de baharın. İkisi arasında ki farkı nasıl izah edecek.

Aslında 24 saat bile yeterli yeniden diriliş için. Her gündüz ömrünüzdür, he akşamınız kabrinizdir. Her yatağa girişiniz kabre girişinizdir. Her sabahınız ba’sü ba’del mevt inizdir, yeniden dirilişinizdir. Gündüzü nasıl geçerse bir günün gecesi de öyle geçer. Gündüzü felaketlerle dolu olan bir ömrün gecesi kabustur. Gündüzü saadetle geçen bir ömrün gecesi Rü’ya es Salihadır. Cennet ise sabahın habercisidir.

 

12-) Kezzebet kablehüm kavmu Nuhın ve Ashabur Ressi ve Semud;

Onlardan önce Nuh’un kavmi, Ress Ashabı ve Semud da yalanladı (vefat sonrası ölümsüz ebedî yaşamı). (A. Hulusi)

12 – Tekzip etti onlardan evvel Nuh’un kavmi ve ashabı ress ve Semûd. (Elmalı)

 

Kezzebet kablehüm kavmu Nuhın ve Ashabur Ressi ve Semud onlardan önce Nuh kavmi Ress sakinleri ve Semud. Ress sakinleri daha önce de geçmişti kuyu demektir ress. Hatta Bi’r den farklıdır. Bi’r; Merdivenle içine inilen, üzeri kapalı kuyular. Ama Ress dediği kuyu tipi Anadolu da çok olan derin kuyu, etrafı taşla örülü olan veya olmayan derin kuyu. Hatta kör kuyu da diyebilirsiniz buna. Bu kuyu.

Neden Ress sakinleri dendiği konusunda farklı yorumlar var. Hanzala isimli bir peygamberleri var imiş bu Ress lilerin. Ki bu Ress’in nerede olduğu konusu da ihtilaflı. En yoğun görüş Necran’da, yani Mekke ile Yemen arasında, Necit ile Yemen arasında bir bölge olan Necran da olduğu. Ama bir başka görüş Azerbeycan’da olduğu, yine Irak’ta olduğu v.s. gibi farklı görüşler var. Her neredeyse bu kavim kendilerine gönderilen peygamberi kuyuya atmış bir rivayette. Onun için Ress sakinleri denilmiş. Peygamberini kuyuya atıp ondan kurtulan azgın kavim anlamında kullanılmış.

ve Semud (Sonraki ayete bitişik)

 

13-) Ve ‘Adun ve fir’avnu ve ıhvanu Lut;

Ad, Firavun ve Lût’un kardeşleri de (yalanladı). (A. Hulusi)

13 – Ve Âd ve Firavun ve ihvanı Lût ve ashabı. (Elmalı)

 

ve Semud, Ve ‘Adun ilginçtir Kur’an da nerde ‘Ad dan bahsedilirse orada Semud dan bahsedilir. İkisi adeta ikizdir. Neden biliyor musunuz? Sebebi çok belli. ‘Ad; Hadramevt’te yani güney Arabistan da yerleşik olan büyük bir uygarlık. İreme zâtil ‘ımâd. (Fecr/7) Yüksek sütunlar sahibi irem diyor ya Kur’an, gerçekten de muhteşem bir uygarlık kurmuşlardı. Refah düzeyi çok yüksekti. Fakat bir çöl kum fırtınasıyla bugün kazılar sonucu ortaya çıkarılan buluntulara göre 7 ile 12 m. Kumun altına gömüldüler ve bir bela, büyük bir belaydı.

Oradan kurtulanlar Kuzeye göç ettiler ve Medain-i Salih diye bugün kalıntıları olan, yine Arabistan’ın kuzeyinde bulunan Ürdün sınırına yakın bir yerde yeni bir uygarlık kurdular. Fakat Eski uygarlık olan ‘Ad; çöle kurulmuştu. Yani çölün yeşillikle birleştiği bir yere ve düzlük bir mekanda kurulmuştu. Evlerini çöl kumuyla, o kumdan malzemelerle yaptılar. Helake uğrayınca Hata bizde, hata Allah ile ilişkimizde diye düşünecekleri yerde, malzemede dediler ve yeni geldikleri yerde kayalardan ev yaptılar. Kaya gibi ev diyorlar ya, altı kaya üstü kaya gibi falan diye reklam yapıyorlar ya. Kayanın, taşın içine oydular muhteşem evlerini. Hala kalıntıları vardır o evlerin.

Yani suçu kendilerinde bilmediler, suçu malzemede buldular. Ama ne oldu? Yamuk baktıkları için doğruyu göremediler. Bela orada da yakaladı. Yani yamuk baktınız. Allah ile ilişkinizi düzelteceğiniz yerde, mimari, inşa unsurunu değiştirdiniz. Sorun mimaride değildi ki, sorun yapı malzemesinde değildi ki, sorun kafanızdaydı, sorun kalbinizdeydi, sizin ahlakınızı değiştirmeniz gerekirken yapı malzemesini değiştirdiniz. Allah bu malzemeyi helak etmez mi sandınız. Yine helak oldunuz. İşte onun için ‘Ad ve Semud bir arada anılır.

ve fir’avn ilginç yine firavun ve ıhvanu Lut ve Lût’un kardeşleri. Dikkat buyurun firavun diyor. kavminden söz edilmiyor, sadece yalın olarak firavun geliyor. Neden? Firavun o kadar baskıcı ve zorbaydı ki kavmini silikleştirdi, şahsiyetsizleştirdi, artık firavunun kavmi denilecek şahsiyet kalmadı ortada. Yani hepsi bir sürü. Bir çobanın bir parmağına bakan, veya çobanın elinde ki bir tutam otun arkasına dökülmüş bir sürü. Onun için şahsiyeti yoksa Kur’an onlara adam demiyor.

 

14-) Ve Ashabul’ Eyketi ve kavmu tubbe’* küllün kezzeber Rusule fehakka va’ıyd;

Ashab-ı Eyke ve Tubba kavmi de (yalanladı)… Hepsi Rasûlleri yalanladı da bu yüzden duyurulan azabım hak oldu. (A. Hulusi)

14 -      Eyke ve tübbe’in kavmi, her biri gönderilen Peygamberleri tekzip etti de Hakk oldu veîd. (Elmalı)

 

Ve Ashabul’ Eyketi ve kavmu tubbe’ Evet, Ashabül’ Eykete diye de okunur. Yine ormanlık vadinin sakinleri ve tubbe’ kavmi. Daha önce bunlarda geçmişti Tubba’ kavmi Kudretli Himyer krallarına verilen isim ki, bir dönemde Himyer devleti, Himyer uygarlığı ta Derbent’e kadar, Kafkaslara kadar uzanmıştı. küllün kezzeber Rusul bunların hepsi de elçileri yalanladılar. fehakka va’ıyd sonunda vaad ettiğim, tehdit ettiğim ceza gerçekleşti.

 

15-) Efe ‘ayiyna Bil halkıl evvel* bel hüm fiy lebsin min halkın cediyd;

İlk yaratmada yetersiz mi kaldık? Hayır, onlar halk-ı cedîd’den (yeni yaratılış’tan) kuşku içindeler. (A. Hulusi)

15 – Ya artık birinci yaratış ile yoruluverdik mi? Doğrusu onlar, yeni bir yaradılıştan iltibastalar. (Elmalı)

 

Efe ‘ayiyna Bil halkıl evvel* şimdi biz ilk yaratış sırasında bitkin düşmüşüz öyle mi? İlginç bir noktaya getirdi vahiy. bel hüm fiy lebsin min halkın cediyd asla, asla, kesinlikle böyle bir şey iftira olur. Ama onlar yeniden yaratmanın imkanından kuşku duymaktalar. Yani bu ayet Yahudilerin Allah’a iftirası ile, müşriklerin Allah’a iftirasını zemin olarak aynı temele yerleştiriyor. Yahudilerin iftirası neydi? Ki Tevrat’ta bu açıkça yer alıyor tahrif edilmiş bölümünde diyelim. Tekvin bölümünün 2. bab 2. ayetinin cümlesi orada yer alıyor.

Allah yerleri ve gökleri 6 günde yarattı ve 7. gün dinlendi. Onun için cumartesi biz de ona ittibaen hiçbir iş yapmayacağız. Madem o yoruldu, biz de onun için yorulalım gibi bir mantıkla yola çıktılar. (Haşa tabii ki)

Bu aslında müşriklerin yeniden yaratılışı çok gördükleri sınırlı Allah tasavvurlarına benziyordu. Oysa ki Allah mutlak olandır. Her ne mükemmellik aklınıza geliyor, o Allah’a aittir. Her ne noksanlık aklınıza geliyor, Allah ondan münezzehtir. Allah inancı budur. Seliym bir Allah inancının olmazsa olmazıdır bunlar. Bunlar yoksa orada seliym bir Allah inancından söz edilemez. Dolayısıyla müşriklerle Yahudilerin bu yamuk inançlarının aynı temele ilişkin olduğunu yani ikisinin de ortak bir hastalığı olduğunu söylüyor burada. Nedir o ortak hastalık? Uzak Allah inancı. İşte şimdi oraya geldik.

 

16-) Ve lekad halaknel İnsane ve na’lemu ma tuvesvisu Bihi nefsuh* ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd;

Andolsun ki insanı biz yarattık… Ona (bilincinin oluşturduğu) nefsinin vesvese verdiği şeyi (kendini beden kabullenme fikrini) biliriz… Biz ona, şah damarından daha yakınız! (A. Hulusi)

16 – Hem şanıma kasem ederim ki hakikat insanı biz yarattık ve biliriz: nefsi onu ne ile vesveselendirir ve biz ona «habli verîd» den daha yakınızdır. (Elmalı)

 

Ve lekad halaknel İnsane ve na’lemu ma tuvesvisu Bihi nefsuh Doğrusu insanı yaratan biziz ve iç beninin, nefsinin bir başka ifadeyle, ona neler fısıldadığını, içinde nasıl fiskoslar yaptığını, neler üfürdüğünü çok iyi bilir.

Bu üzerinde ısrarla durulması gereken bir ayet değerli dostlar. Kur’an ın çivi ayetlerindendir bu ayet. İnsanı, insana tanıtan aynalardandır. Ey insan kendini, ta görünmez tarafını seyretmek istiyor musun, Allah’ın tuttuğu aynada kendine bak. İçine bak. Yani sen başka hiçbir ayna da burayı göremezsin. Hiçbir ayna sana ta içindeki zaafları göstermez. Allah’ın aynası ancak gösterir çünkü kalplerin özünü O bilir. Çünkü, evet çünküler burada gelecek;

İnsanı en iyi kim bilir? Allah. Neden? Nedeni var mı, çünkü O yarattı. Açık. Elâ ya’lemu men halâk.. (Mülk/14) yaratan bilmez mi diyor mülk suresinde ya rabbimiz. Elâ ya’lemu men halâk yaratan bilmez mi?

Bu ayet insanın gizemli iç dünyasından söz ediyor. İç ben, nefis ve onun ayartılmasından söz ediyor. Ayette ki eylem vesvese, açık. Yani insanı biz yarattık, onun içi beninin kendisine ne vesvese verdiğini de çok iyi biliriz. Diyor.

Vesvese= eylem. Peki bu eylemin öznesi kim? Nefs diyor ayet. ma tuvesvisu Bihi nefsuh öznesi nefs, iç ben. Peki nesnesi kim? İnsan. O zaman burada bir özne bir nesne bir de eylem var. Özne vesvese veriyor fiil vesvese, nesne de insan. Yani insanın içinde iki kutup var, bir kutup öbür kutbu baskı altına alıyor. Ne ile? Fiskosla, vesveseyle, ayartıyla, fısıldamayla burada ondan söz ediliyor. İnsanın içinde ki iki odaktan söz eden bir ayetle karşı karşıyayız. Nefs ve insan diyor ayette Ayet insanın nesneleşme sorununu ele alıyor. Ayetin konusu şu anda ortaya çıktı. Ayetin konusu insanın nesneleşmesidir. Ve zımnen şöyle diyor ayet;

İnsan Allah için kendisine bırakılmayacak kadar önemlidir. İnsan Allah nezdinde kendi kendisine bırakılmayacak kadar önemlidir. Allah insanı kendisine bırakamaz, bırakmaz. Neden bırakmadığını merak ediyorsanız işte bunun için bırakmaz. Çünkü insan kendisine kıyar kendisine bırakıldığı zaman. Onun için Allah insana sahip çıkar, çıkarsa Allah büyük bir rahmet etmiştir. Ama eğer Allah’tan insan ille de benim yakamı bırak diyorsa insan Allah’a kötülük yapmış olmaz, kendine kötülük yapmış olur.

Dışarıdan hiçbir müdahale olmasa içinde ki imkanı zaafa dönüştürerek insan kendisini kul köle haline getirir. Bunun sonucunda içinde ki insan eden sesi duyamaz hale gelir. Kendisini insan eden vicdanın sesinin üstüne perde gerilir. O ses Allah’ın fıtrat sesidir. Fıtrattan verdiği sestir. Fıtratın üzerinden konuşmasıdır Allah’ın. O sesi duymak, insanın kendisini aşarak özüne ulaşmasıyla mümkündür. İşte vesvese bu sesi duymamamız için parazit yapmaktır. Alıcılarımızın Cenabı Hakkın fıtratımız ve yaratılışımız üzerinden verdiği mesajları duymamamız için iç benimiz bir parazit yayar.

İrade ve vesvese ters orantılıdır. Bu cümle tüm vesveseler için geçerlidir. İrade ve vesvese ters orantılıdır. Vesvese arttıkça irade azalır, irade arttıkça vesvese azalır. Eğer bir insan vesveseliyse iradesiz demektir. Ona yapılacak en ciddi tavsiye iradeni artır vesvesen azalsın. %100 irade kullan %0 vesveseye ulaş denilir.

[Ek bilgi; BAĞIRSAKLARDAKİ 2. BEYİN

Bazı bilim adamlarının ‘’ikinci beynimiz’’ olarak adlandırdıkları, çoğu kez dikkate alınmayan, bağırsaklarımızın içini kaplayan bir nöronlar ağıdır.

Önemli nörotransmitter’larla dolu olan bu nöral doku kütlesinin daha derin anlayışı, onun sadece sindirimi idare etmekten veya ara sıra olan ani sinir spazmını vermekten çok daha fazlasını yaptığını gözler önüne sermektedir.

 

Kafataslarımızdaki büyük olanla bağlantı halinde olan bağırsaklardaki küçük beyin, zihinsel durumumuza kısmen karar verir ve vücudun her tarafında belirli hastalıklarda anahtar roller oynar. Onun etki alanı geniş olsa da; ikinci beyin, herhangi bilinçli düşüncenin veya karar vermenin merkezi değildir.

New York Presbyterian Hastanesi/Columbia Üniversitesi Tıp Merkezi’nde Anatomi ve Hücre Biyolojisi Departman başkanı, yeni oluşan Nörogastroenteroloji alanında uzman ve 1998 yılı kitabı ‘’İkinci Beyin’’ (HarperCollins Yayınevi) in yazarı olan Michael Gershon, "İkinci beyin, büyük düşünce süreçlerine yardımcı olmamakta. Din, filozofi ve şiir, baştaki beyine bırakılmış’’ demiştir….(Çeviri Esin Sezer)]

ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd zira biz insana şah damarından daha yakınız. Evet, ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd zira biz insana şah damarından daha yakınız. Yani ona iç beninin hangi fısıltıları yaptığını biliriz. İnsanı biz yarattık Onun içinde nefsinin verdiği vesveseleri biliriz, çünkü biz insana şah damarından daha yakınız.

Bu bir Allah tasavvuru inşasıdır, bu muhteşem cümle, Kendini bilen rabbini bilir. İnsana şah damarından daha yakınız diyen rabbini bilmesi için içine yönelmesi lazım. İçine, derinliğine,i kendini aşması lazım. Çünkü Allah şah damarından daha yakınsa kendini aşarak oraya ulaşacak. Kendini aştığı yerde rabbiyle karşılaşır ve o zaman teslim olacaktır, beni ben bilmem, beni sen bilirsin Allah’ım diyecek ve o zaman Allah’ın kendisi için gönderdiği kullanma kılavuzuna uyacak. Prospektüsü uygulayacak. Resulallah işte bu gerçeği bildiği için ara, ara; İlahi, Allah’ım lâ tekiluniy, ilâ nefsiy tarfete ayn. Beni kendimle bir lahza, göz açıp kapayıncaya kadar olsa dahi baş başa bırakma. Diyordu. Dert ne? Dert insanın kendisi ile baş başa kalınca kendisine kıyması. İnsanın Allah’tan kopunca kendisinden de kopmaz. İnsanın kendini unutunca Allah’ı da unutması. Haddini bilmeyince Allah’ın kadrini de bilmemesi.

[Ek bilgi; Bir hikaye; GARİP ÇOBAN

…..Musa Aleyhisselâm ona, dua etmesini, namaz kılmasını öğretmiş... Ve yoluna devam etmiş.

Çobanın içinde bulunduğu hâli düşünerek dalgın bir halde yürürken farkında olmadan bir gölünde üzerinde; birden arkasından bir ses işitmiş "Musa! Musa!" diye.

Dönüp bakmış arkasına ki, kim sesleniyor diye, ne görsün! Garip çoban gölün üstünde yürüyor suya batmadan, kendisine doğru!

İşte o esnada vahy olmuş Musa' ya.

-Ey Musa, tüm varlığıyla bana yönelmiş, benden başka düşüncesi olmayan dostumu benden uzaklaştırdın!.. Aramıza büyük duvarlar ördün!.. Hemen o ördüğün uzaklık duvarını yık, ve bizi birleştir! Bana böyle kullarım da gerek!

Fark etmiş Musa Aleyhisselâm yaptığı işin sonucunu!

Hemen dönmüş dediklerinden!... Anlamış, Allah'ın kimine tüm azâmeti ve haşmetiyle kendini tanıtırken, kimine de samimiyet ve sâfiyetine göre tecelli ettiğini.

Ve dönüp, demiş bir garip çobana:

-Sen bırak benim dediklerimi de, gene bildiğin, içinden geldiği gibi O'na yönel, O'nunla konuş!... O seninle!. Hattâ senden bile yakın sana!.. Sen bir garip çobansın, nereden bileceksin O'nun haşmet, azâmet ve saltanatını!... Gene bildiğin gibi sev, övmeye, hamd etmeye devam et!."

Evet, ya bir garip çoban gibi, sâfiyet ve samimiyetle O 'nu övüp, O 'na hamdedeceğiz. Ya da, gerçekçi olup ; "HAMD ALLAH'a mahsustur; biz bu konuda âciziz!" deyip, "yok"luğumuzu, "hiç"liğimizi farkedip haddimizi aşmayacağız!... Zira Allah , bilgiçlik taslayıp haddini aşanları sevmez..! (Okyanusum.com dan)]

 

17-) İz yetelekkal mutelekkıyani anil yemiyni ve aniş şimali ka’ıyd;

Sağından ve solundan kayıtla görevli iki kaydedici kuvve, kaydederler! (A. Hulusi)

17 – İki zabıt memuru zabıt tutarlarken: biri sağdan oturmuş biri soldan. (Elmalı)

 

İz yetelekkal mutelekkıyani anil yemiyni ve aniş şimali ka’ıyd zıt kutuplarda konuşlanmış olan o iki unsur, Hangi iki unsur? Bir üstte denildi ya vesvese veren, vesvese verilen. İki kutup var. Bir tarafta o kutbu yolundan çıkarmaya çalışan vesveseci, yani nefs diyor ayet, iç ben, ego. Öbür tarafta da vesvese verilen, Allah’ın kendisi için verdiği koordinatlardan çıkarılmaya çalışılan. Ya da parazitle sesi susturulmaya çalışılan fıtrat. Aklı seliym, irade. İşte bunlar. Bir tarafta aklı seliym, yani sağ duyu, öbür tarafta ise ego. İşte bu iki unsurdan söz edilecek bu pasaj boyunca artık. Biz artık iki unsur denilince hep bunu anlayacağız. Zıt kutuplarda konuşlanmış olan o iki unsur sağdan ve soldan karşı karşıya geldiği zaman, evet;

 

18-) Ma yelfizu min kavlin illâ ledeyhi rakıybun ‘atiyd;

(İnsanın) her düşüncesini gözleyen (kaydeden) bir gözcüsü vardır! (A. Hulusi)

18 – Her ne söz atarsa mutlak yanında hâzır bir gözcü vardır. (Elmalı)

 

Ma yelfizu min kavlin insandan her hangi bir söz çıkmaya görsün illâ ledeyhi rakıybun ‘atiyd illa ki onu kendi içinde gözetleyip kaydeden biri vardır.

Hemen bir önceki ayetin sonuna gelip orada bir açıklama yapmam lazım ‘atiyd diye bitti ayet.  Aslında iki unsur insanın negatif ve pozitif tarafı. İnsanın aklı selimi ve egosu. ‘atıyd; Hem özne hem nesne formundadır. Hem fail, hem mef’uldür bu form. Faiyl formu Arapça da ikisini birden içerir. Hem etkendir, hem edilgendir, hem öznedir hem nesnedir. Hem faildir, hem mef’uldür. Onun için ikisini birden bünyesinde barındırır bu form. Bu boşuna değildir, bununla bir şey söylenilmek isteniyor.

Nedir o? Yerleşik güdüler ve aklî melekeler. Bir tarafta güdüler, bir tarafta aklî melekeler. İki melek diye yorumlayanlar da olmuş bunu. Sağdan ve soldan gelenler. Fakat ilerde gelecek karşılıklı konuşmalardan bunların iki melek olduğu yorumunun çokta isabetli olmadığı görülüyor ki bu yorum hemen kadiym müfessirlerin tamamının katıldığı yorum olmasına rağmen ilerde ayrışıyorlar. İki melek mi? yoksa bir tarafı melek, bir tarafı şeytan mı. Bir kısım müfessir şeytan, bir kısmı da melek der. Şeytanla melek arasında baya fark var.

Dolayısıyla burada biz insanın içinde ki iki odak. Çünkü yukarıda 16. ayette zaten ma tuvesvisu Bihi nefsuh derken o iki odağa dikkat çekti. Onun için bu pasaj boyunca o ikili yapı devam edecek. Biz de o ikili yapı çerçevesinde anlayacağız. Burada sembolik bir dil var. Efendimiz de zaten o diyor melek olarak adlandırılan o kaydedicilerin kalemi, konuşan kişinin dili, mürekkebi de tükürüğü diyor. Bu sembolik bir ifade tarzı. Efendimiz bu sembollerle açıklıyor.

Bilinç, bilinç altı karşıtlığını biz burada görüyoruz. Ben idrakini hangi kutup inşa edecek aslında soru bu. Sorun da bu. Kişinin ben idrakini hangi kutup inşa edecek Ego mu inşa edecek nefis mi. Yoksa aklı seliym mi. Fıtrat mı inşa edecek Ben lik mi inşa edecek. “Ben” idrakini kim inşa edecek. Şimdi savaş o savaş aslında. İşte sağdan ve soldan gelip bir biri ile çatışan da onlar. ‘atıyd oturmuş güdüler bunlar.

Oturmuş aklı Seliym, oturmuş güdü. İkisi de bir birini yok edemez. Fakat biri diğerini bastırır ve inşa eder. Biri diğerinin sesini bastırır. ‘atıyd aslında oturmuşluğa tekabül eder diyor. Yani ya melekler meleke olmuştur insanda, ya şeytanlar meleke olmuştur. Melek, meleke haline geldiyse o aklı seliym. Şeytan meleke haline geldiyse o da ego olarak konuşacaktır. Artık biz bu konuşmayı dinleyeceğiz bu ayetin ardından. Devam ediyoruz;

[Ek bilgi; YAZICI MELEKLER

İnsanoğlu bir söz söyler söylemez, biri sağında, biri solunda duran iki melek hemen onu yazarlar. Hayır olsun-şer olsun onlar aksama dek yazarlar. Akşam olunca o iki melek defterlerini alırlar ve 'Allah'a arz etmeğe giderler. Onları biri sağında, biri solunda görevli gece melekleri izlerler. Hayır veya şer gece ne söylerse insanın bu sözlerini hemen yazarlar.

Sağındaki fereşteh (melek) solundaki meleğe âmirdir. Günah işlediği zaman soldaki görevli melek hemen yazmaz. Altı saat bekler. Kul tevbe ederse günahı yazılmaz, bağışlanır. Yoksa bir günah yazılır.

Aklı-fîkri olana şu yaraşır: Defterine neler yazıldığını göz önüne alır. Gündüzden Allah Telâ’ya hangi defteri gönderiyor. Kurtuluşuna mı sebep oluyor, yoksa helâkime mi? Eğer yüzünü ağartacak amellerle dolu ise mutluluk onun içindir.

Eğer kendisinin Allah katında, bütün enbiyâ, evliya, yer-gök ehli arasında rüsva olmasını istemiyorsa, yüzünün kararıp, başının günahın mahcubiyetinden eğik kalmasını istemiyorsa, "tevbe suyu" ile günahlarına fırsat kaybolmadan pişman olsun, vazgeçsin, Allaha az günahlı defterler yollasın. Böylece yarın hesap gününde dili dolaşıp cümle varlıklara rüsva olmasın. (Ebü'l-Leys Semerkandi Tefsirü'l-Kur'an)]

[Ek bilgi-2; “Bir taraftan biz doğrudan doğruya insanın her çeşit hareket ve davranışlarını ve düşüncelerini biliriz. Diğer taraftan da her insan üzerine iki melek gönderilmiştir. Onlar tek tek her sözü not ederler. Onun hiç bir söz ve hareketi onların yazmasından kurtulamaz."

Bunun manası şudur: İnsan Allah'ın adaletinde hesaba çekildiği zaman, bizzat Allah Teala kimin ne yaptığını bilmesine rağmen ona şahitlik yapmak için amellerini zapt edip gözü önüne serecek olan iki tane de şahit olacak. Bu zapt edip yazılan (amel defteri) nasıl olacak ve ne cinsten olacak?

Bunu doğru bir şekilde tasavvur etmemiz zordur, ama gözümüz önünde cereyan eden gerçeklere bakarak kesin olarak anlamaktayız ki; İnsanın yaşadığı ve hareket yaptığı çevrenin her tarafında seslerinin, şekillerinin, davranışlarının izleri her zerreye yerleşmektedir ve onların hepsi tamamen o şekli ile ve o ses tonları içinde tekrar aslında zerre kadar farkı olmadan öne sürülecektir.

İnsanlar, aynı işi son derece sınırlı ölçüdeki aletler yardımı ile yapmaktadır. Fakat Allah'ın melekleri ne bu aletlere muhtaçtırlar ne de bu kayıtlara bağlıdırlar. İnsanın kendi vücudu ve çevresindeki her şey onun her sesini ve şeklini (bütün konuşmalarını ve hareketlerini) en ince ayrıntıları ile zaptedip içine alan bir film ve teyp gibidir. Kıyamet günü insanoğlu kendi kulağı ile, dünyada söylediği sözleri kendi sesi ile işitecektir. Ve kendi gözü ile, yaptığı bütün işlerin canlı tasvirlerini görebilecektir. Bunların doğruluğunu inkar etmesi de mümkün olmayacaktır. (Ebu’l Alâ Mevdudi – Tehhimu’l Kur’an)]

 

18-) Ma yelfizu min kavlin illâ ledeyhi rakıybun ‘atiyd;

(İnsanın) her düşüncesini gözleyen (kaydeden) bir gözcüsü vardır! (A. Hulusi)

18 – Her ne söz atarsa mutlak yanında hâzır bir gözcü vardır. (Elmalı)

 

Ma yelfizu min kavlin onu açıklamam lazım; Söz; Tasavvurla eylemin ortasındadır. Neden? Ağzından çıkan her sözü diyor ayette. Ma yelfizu min kavlin ağzından çıkan her sözü kaydedecek bir kaydedici mutlaka vardır. Neden söz diyor? Söz tasavvurla eylemin ortasında bulunur. Düşüncenin meyvesidir, eylemin tohumudur. Düşüncenin oğludur, çocuğudur, eylemin ise anasıdır, babasıdır. Onun için sözden bahsettiğimiz zaman hem niyet ve düşünceyi, hem de eylemi ortaya koymuş oluruz. O nedenle eğer sözü kaydediyorsa, eylemi de niyeti de kaydediyor demektir.

[Atlanan kısım; illâ ledeyhi rakıybun 'atiyd tefsire dahil edildi)]

 

19-) Ve caet sekretul mevti Bil Hakk* zâlike ma kunte minhu tehiyd;

Hak olarak Sekrat’ül Mevt (ölüm sarhoşluğu) yaşanmaya başlanmıştır! İşte bu senin kendisinden kaçıp durduğun şeydir. (A. Hulusi) 

19 – Ve ölüm sekeratı Hakk ile geldikte: işte diye: o senin kaçıp durduğun. (Elmalı)

 

Ve caet sekretul mevti Bil Hakk derken ölüm kâbusu tüm gerçekliğiyle çıkagelir. zâlike ma kunte minhu tehiyd ki işte bu ey insan senin köşe bucak kaçtığın şeydir. Hani kaçıyordun ya ölümden, tek dünyalı bir bakışla bakarsan ölümden kaçarsın. Ama iki dünyalı olsaydın ölümden bu kadar kaçmazdın. Ölen bir kez ölür, ölümden kaçansa her ölümü hatırladığında ölür. Sen kaç kez öldün? Kendini öldürdün? Onun için işte geldi kaçıyordun.

 

20-) Ve nufiha fiys Sur* zâlike yevmul va’ıyd;

Sur’a (bedene) üflenmiştir (üflenme içten dışadır; ruh, bedenden çıkmıştır)! İşte bu uyarıldığınız süreçtir! (A. Hulusi)

20 – Ve Sur üfürüldükte: ki işte o veîd günüdür. (Elmalı)

 

Ve nufiha fiys Sur nihayet diriliş için sura üflendi. zâlike yevmul va’ıyd işte bu da ey insan kendisine karşı uyarıldığın gündür. Allah seni uyarmıştı ya? Yani Allah’ın uyarması için ille de vahyin sana ulaşması şart değil. Aslında bedenin seni uyarmıştı. Saçındaki ağaran her siyah kıl, her sarı kıl bir uyarıydı aslında. Yüzünde oluşan her yeni kırışık bir uyarıydı. Aslında her geçen gün bir uyarıydı. Ömrünün böyle her geçen gün bir sayfasının dürülmesi bir uyarıydı. Şu her bahar bir uyarıydı, her kış bir uyarıydı. Ey insan senin de bir kışın gelecek. Her gece bir uyarıydı senin de ömrünün gecesi gelecek.

[Ek bilgi; ÖLÜMÜN TADILMASI

ÖLÜM tadıldıktan sonra neler olup bitiyor? Şimdi de kısaca bunu anlatalım.

ÖLÜM tadıldığı anda kişi bir süre çevresindeki dünyayı algılamaya devam eder. Çevresinde olup bitenleri, yapılan konuşmaları, üzüntü ve feryatları aynen biyolojik bedenle yaşıyormuşçasına algılar. Bu devrede âdeta bitkisel hayattaki bir insan gibidir. Dışarıda tüm olup bitenleri algılıyor, fakat dışarıya hiçbir mesaj veremiyor.

İşte bu anda sıra cenazenin yıkanmasına gelir. Cenaze niçin yıkanıyor?

Cenazenin yıkanmasının bilebildiğimiz kadarıyla hikmeti, henüz hücresel canlılığı devam eden biyolojik bedenin sudan ozmos yoluyla biyoelektriksel takviye almasıdır. Böylece kişi, kısa bir süre daha beden aracılığıyla yaşamış olduğu dünya ile iletişimini tek yanlı da olsa sürdürebilecektir.

ÖLÜMÜN TADILDIĞI andan itibaren başlayıp, mahşere kadar devam edecek olan yaşam boyutuna BERZAH âlemi denilir. (A. Hulusi – Ölüm nedir)]

 

21-) Ve caet küllü nefsin meaha saikun ve şehiyd;

Her nefs (bilinç), birlikte olduğu sevk edici (doğal bedensellikle oluşmuş kişiliği) ve bir şahit (içindeki Hakk’ın sesi olan vicdanının seslenişi) ile gelmiştir! (A. Hulusi)

21 – Ve her nefis gelmiştir: beraberinde bir sevk memuru ve bir şahit vardır. (Elmalı)

 

Ve caet küllü nefsin meaha saikun ve şehiyd ve her can kendisini yönlendiren unsurlar ve tanıklarla birlikte huzura gelir.

Saik ve şehiyd gerçekten çok harika anlamlarla dolu iki kavram. Saik; Modern Arapça da şoföre denilir. Bilenler bilir. Şoföre saik denilir. Aslında özne ve nesneden bahsediliyor. Saik fail formunda. Şehiyd ise iki formu birden kapsar ama fail geldiğine göre orada mef’ul öne çıkıyor, yani nesne. Bu nedir? İnsanın bünyesinde ki iki kutuptan hangisi özne hangisi nesnedir. Aklı mı, güdüsü mü. Bilinci mi, bilinçaltı mı. işte bu, ayet bundan söz ediyor.

Ve caet küllü nefsin meaha saikun ve Şehiyd ve her can kendisini yönlendiren unsurlar ve tanıklarla huzura gelir derken, insanın şoförü kim. Bedeninizin şoförü kim. Ruhunuzun şoförü kim, sizin şoförünüz kim. Huzuru ilahiye çıktığınızda ya rabbi beni süren nefsimdi diyecek bazı canlar. Ama bazıları da beni süren aklı seliymimdi. Şoförünüz kim. Yani ayyaş mıydı, ayıkmıydı. Şoförünüz doğru yolda mı sürdü sizi yanlış yolda mı. Allah’ın verdiği koordinatlara göre mi, yoksa şeytanın verdiği koordinatlara göre mi. Kime göre bu hayat arabasını sürdünüz bu hayat yolunda.

İşte bu insanı süren şoför kimdir o ortaya çıkacak, tanık ta ortaya çıkacak. Çünkü el tanık, ayak tanık, göz tanık, kulak tanık, di tanık dudak tanık. Her şey tanık. Eğer bastırmışsa iç ben, aklı seliymi o artık nesne olarak kalmıştır. Özne iç bendir, nefistir. O zaman nesneleştirilmiş olan, yani Şehiyd olan o aklı seliym; şahit olacak. Ya rabbi beni buna verdin fakat o bana ihanet etti. Fıtrat; Ya rabbi benim gibi seliym bir fıtrat koydun, o bana ihanet etti. Vicdan; Ya rabbi ban bağırdım, çağırdım ama o iç beni ile öyle bir parazit yaptı ki benim sesim kayboldu, duymadı. Ya rabbi o benim üzerime öyle bir kalın perde örttü ki küfür işte budur. Vicdanın üzerine sesi duyulmasın diye kalın bir perde  örtmek. Benim sesimi duymadı. Evet.

 

22-) Lekad kunte fiy ğafletin min hazâ fekeşefna ‘anke ğıtaeke febasarukel yevme hadiyd;

“Andolsun bundan gaflet içinde (kozanda yaşıyor) idin… Senden perdeni kaldırdık! Bugün artık görme kuvven pek keskindir!” (denilir). (A. Hulusi)

22 – Celâlim hakkı için (denir) sen bundan bir gaflette idin: şimdi senden perdeni açtık, artık bu gün gözün keskindir, (Elmalı)

 

Lekad kunte fiy ğafletin min hazâ doğrusu sen denilir buna karşı gaflet içindeydin. Yani insanın kendi kendini gözetleyen bir varlık olduğunu dile getiriyor bu ifade. Doğrusu sen buna karşı gaflet içindeydin. Neye? Kendine karşı gaflet içindeydin. Vicdanının sesini duymak istemedin. Hani ayeti kerime de öyle buyuruyor ya; Belil’İnsanu ‘alâ nefsihi basıyreh.(Kıyamet/14) bilakis insan kendi kendinin gözetleyicisidir. Yani insan kendi kendini gözetleyebilir. Fakat o gözü kör etmişseniz Summun bükmün umyün.. (Bakara/18) olur. Görmez, işitmez ve dilsiz olur. O zaman fehüm lâ yerci’ûn dönemez.

fekeşefna ‘anke ğıtaek işte artık önünden perdeyi kaldırdık. Aslında şöyle çevirsem daha doğru olur. İşte artık senin perdeni senden kaldırdık. Senin perdeni diye çevirmem daha uygun, çünkü senin örttüğün perde bu. Küfür perdesi. Ahirette örttüğün küfür perdesi kaldırılacak o zaman gerçeği anlayacaksın ama iş işten geçmiş olacak. febasarukel yevme hadiyd şimdi gözün daha bir keskindir. Haydi. Aslında burada ince bire istihza da var, ironi var. Haydi bakalım, perdeni kaldırdık, gördün inkar ettiğin şeyleri. Fakat neye yarar.

 

23-) Ve kale kariynuhu hazâ ma ledeyye ‘atiyd;

Onun karîni (bedeni – cinnden olan dost) dedi ki: “İşte benim yanımdaki hazır.” (A. Hulusi)

23 – Ve karîni demiştir: işte bu yanımdaki hâzır. (Elmalı)

 

Ve kale kariynuhu hazâ ma ledeyye ‘atiyd onu güdümüne alan şeytani öteki kişiliği der ki, yani iç ben’i der ki; İşte benim emrimde pervane gibi dönen, bana ayarlanmış, benim güdümüme girmiş biri. Emrimde pervane gibi dönen manası verdim, ma ledeyye ‘atiyd de, aslında bu her şeyiyle birinin emrine girmek, onun emri altında, onun gölgesi gibi hareket etmek anlamlarına gelir. Onun için işte benim emrime amade olmuş biri der o.

 

24-) Elkıya fiy cehenneme külle keffarin ‘aniyd;

(Denilir): “Her inatçı hakikati reddedici nankörü, atın Cehennem’in içine!” (A. Hulusi)

24 – (Buyrulur:) atın atın Cehenneme her nankör anud, (Elmalı)

 

Elkıya fiy cehenneme külle keffarin ‘aniyd Allah emreder inkarda ısrar eden her inatçı kafiri, uydusu olduğu odakla birlikte cehenneme fırlatıp atın.

 

25-) Menna’ın lil hayri mu’tedin muriyb;

“O her hayrı (Hakkanî olanı) engelleyen, şüpheciyi.” (A. Hulusi)

25 – Hayra engel, haşarı işkilci kâfiri. (Elmalı)

 

Menna’ın lil hayri mu’tedin muriyb her hayra engel olanı, her haddini bilmez saldırganı ve kuşku yayanı atın cehenneme der. Burada ki menna’in lil hayr; insanın özündeki hayır ve iyiliği bastıranı diye anlamak lazım. Yani şer, aslında senden değildi. Fakat sen seni öldürdün, sen içindeki imkanı şerre alet ettin içinde ki cenneti yeşertmek yerine cehennemin ateşini tutuşturdun. Onun için hayrı engelledin. menna’in lil hayr her hayrı engelleyeni diyor.

 

26-) Elleziy ce’ale meAllâhi ilâhen âhare feelkiyahu fiyl azâbiş şediyd;

 ”O ki, Allâh yanı sıra başka tanrı oluşturdu! Artık atın onu şiddetli azabın içine!” (A. Hulusi)

26 – Ki Allahın yanında başka ilâh tutmuştur, haydin ikiniz bir atın onu o şiddetli azâb içine. (Elmalı)

 

Elleziy ce’ale meAllâhi ilâhen âhar Allah dışında başka tanrılar peydahlayanı feelkiyahu fiyl azâbiş şediyd haydi özne ve nesnesiyle birlikte, el kıya, oradaki tensiye zamirini böyle çevirdim. Özne ve nesnesiyle birlikte hepsini şiddetli azabın bağrına fırlatıp atın.

 

27-) Kale kariynuhu Rabbena ma atğaytuhu ve lâkin kâne fiy dalâlin be’ıyd;

Onun karîni (“insan” olarak hitap bilince olup; karîni, beden olarak da anlaşılabilir veya cinn dostu) dedi ki: “Rabbimiz, onu ben tuğyan ettirmedim (azdırmadım), ne var ki o (inanç olarak) uzak bir sapkınlık içinde idi.” (A. Hulusi)

27 – Arkadaşı der: ya Rabbenâ onu ben azdırmadım velâkin kendisi uzak bir dalâl içinde idi. (Elmalı)

 

Kale kariynuhu Rabbena ma atğaytuhu ve lâkin kâne fiy dalâlin be’ıyd güdümüne girdiği şeytani öteki kişililik, iç beni; Rabbimiz der onu azdıran ben değilim, onu saptıran ben değilim. Ya ne? ve lâkin kâne fiy dalâlin be’ıyd o zaten derin bir sapıklığın içindeydi. Yani kendisi sapmaya hazırdı benim yardımımı istedi ben de yardım ettim. Tercihini yaptı sapma yönünde, ben de yardımımı esirgemedim. Koordinatlarını bıraktı ya rabbi, senin koordinatlarını, ben de ona yeni koordinatlar sundum. Evet.

 

28-) Kale lâ tahtasımu ledeyYE ve kad kaddemtu ileyküm Bil va’ıyd;

(Allâh) buyurdu: “Huzurumda hasımlaşıp tartışmayın (huzurumda tartışma yoktur)! Sizi başınıza gelecekler konusunda önceden uyarmıştım!” (A. Hulusi)

28 – Buyurur ki: huzurumda çekişmeyin, ben size önceden veîd göndermiş iken. (Elmalı)

 

Kale lâ tahtasımu ledeyYE Allah buyuracak; Benim huzurumda hesaplaşmayın. Belki şöyle de anlamak mümkün, İç Muhasebenizi benim huzurumda yapmayın. Nefis muhasebesini benim huzurumda yapmanın ne çıkarı var artık, bitti. Onu yaşarken yapacaktınız. ve kad kaddemtu ileyküm Bil va’ıyd zira ben sizi azabımla vakti zamanında uyarmıştım.

 

29-) Ma yubeddelul kavlu ledeyYE ve ma ene Bi zallamin lil ‘abiyd;

“Benim katımda hüküm değiştirilmez! Ben kullara zulmedici değilim!” (A. Hulusi)

29 – Benim indimde söz değiştirilmez ve ben kullara zulüm kar değilim. (Elmalı)

 

Ma yubeddelul kavlu ledeyY benim katımda verilen bir söz değişmez, asla değişmez. ve ma ene Bi zallamin lil ‘abiyd evet, geldi büyük cümle: Ve benim, ben kullarıma zulmetmem diye çevirmiyorum. Çünkü ma nın haberi B ile gelmiş. Bu Allah için kullanıldığında ihtimal yokluğuna delalet eder. Benim kullarıma zulmetme ihtimalim asla yoktur. Evet, Rabbimizin kullarına zulmetme ihtimali asla yoktur. Neden;

ve ma zalemnahüm ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun. (Nahl/118) onlara biz zulmetmedik, onlar kendi kendilerine zulmettiler diyor ya Kur’an. Evet; Aslında kutsi hadis olarak nakledilen sahih bir haberde de ifade edildiği gibi; İnniy harramtü zulmü ‘alâ nefsiy. Ben zulmü kendime haram kıldım. İfadesi ile de örtüşüyor, bunu açıklıyor. Rabbimiz zerre kadar zulmetmez, insan kendi kendine zulmeder. Rabbimiz insanın zulmünü önlemek için müdahale eder, vahiy gönderir.

 

30-) Yevme nekulu li cehenneme helimtele’ti ve tekulu hel min meziyd;

O süreçte Cehennem’e: “Doldun mu?” deriz… (Cehennem de): “Daha var mı?” der. (A. Hulusi)

30 – O gün ki Cehenneme doldun mu? diyeceğiz, o, daha ziyade var mı? Diyecek. (Elmalı)

 

Yevme nekulu li cehenneme helimtele’t o gün cehenneme doldun mu diyeceğiz. ve tekulu hel min meziyd ve cehennem cevap verecek; Daha var mı?

Aslında burada şöyle boş boğazlara da bir cevap var. Cehenneme özne muamelesi yapılıyor farkında mısınız, konuşan özne. Konuşuyor cehennem, konuşturuluyor, konuşuyor. Bu kadar adam cehennemlik. Dünyanın çoğu cehennemlik. Bu kadar adamı nasıl alacak diye boş boğazlık yapanlara, cehennem işte böyle diyecek diyor. Yani sen onu merak etme, kendine bak, adam olmaya çalış, cennetini yeşert deniliyor.

 

31-) Ve uzlifetil cennetu lil müttekıyne ğayre ba’ıyd;

Korunanlar için de cennet yaklaştırılmıştır… Zaten uzak değildir. (A. Hulusi)

31 – Cennet de muttakilere uzak olmayarak yaklaştırılmış bulunacak. (Elmalı)

 

Ve uzlifetil cennetu lil müttekıyne ğayre ba’ıyd ve cennet muttakilerin ayağına getirilecek ve asla uzaklaşmayacak. İlginç, cennetten nesne olarak, cehennemden özne olarak söz edildi. Cehennem konuşan şey olarak tasvir ediliyor, Cennetse getirilen ayağına. Neden? Çünkü cennet sizin amelinizin nesnesi olacak. Cennetin öznesi sizsiniz. Sizin hak etmeniz halinde o ayağınıza gelecek. Cennette ki nimetlerde sizin nesneniz olacak. Siz cennetin öznesi. Neden? Çünkü siz aklı seliyminizle iç beninizin öznesi oldunuz. Yani nefsin ve şeytanın sizin özneniz olmasına izin vermediniz. Madem öyle Allah’ta size cenneti nesne kıldı. Bu mesajı alıyoruz.

 

32-) Hazâ ma tuadune li külli evvabin hafiyz;

“Bu vadolunduğunuzdur” denir, hakikatine yönelip bu hâlini koruyanlara. (A. Hulusi)

32 – İşte bu, diye: o sizin vaad olunduğunuz: her bir tövbekâr, vazifesine riayetkâr olan. (Elmalı)

 

Hazâ ma tuadune li külli evvabin hafiyz işte size vaad edilen budur. O’na dönük bir gönülle onu hiç hatırdan çıkarmayan herkese. Devam edelim aslında;

 

33-) Men haşiyer Rahmâne Bil ğaybi ve cae Bi kalbin müniyb;

Gaybı olarak Rahmân’dan haşyet eden ve (hakikatine) dönük şuurla gelen kimse için. (A. Hulusi)

33 – Gayb de rahmana haşyet duyan ve inâbeli bir kalb ile gelen kimselere. (Elmalı)

 

Men haşiyer Rahmâne Bil ğaybi ve cae Bi kalbin müniyb aşkın bir varlık olduğu halde, idrak edilemeyen bir varlık olduğu halde, gayb olduğu halde Rahman karşısında içi titreyen ve O’na adanmış bir yürekle gelen herkese bu cennet.

 

34-) Udhuluha Bi Selâm* zâlike yevmul hulud;

Selâm olarak (Selâm isminin işaret ettiği özelliği yaşayarak) girin ona… İşte bu sonsuz yaşam sürecidir! (A. Hulusi)

34 – Girin ona bir selâm ile, bu işte o hulûd günü. (Elmalı)

 

Udhuluha Bi Selâm oraya tarifsiz bir huzur içinde buyurun girin zâlike yevmul hulud işte bu ebedi ikamet günüdür denilecek.

 

35-) Lehüm ma yeşaune fiyha ve ledeyNA meziyd;

Onda, onlar için diledikleri her şey var! Katımızda ise fazlası var! (A. Hulusi)

35 – Orada onlara ne dilerlerse var, bizim nezdimizde ise ziyade var. (Elmalı)

 

Lehüm ma yeşaune fiyha ve ledeyNA meziyd onlar orada arzu ettikleri her şeye kavuşacaklar ve ledeyNA meziyd ama katımızda daha fazlası da var. Onu söylemiyor rabbimiz. Yani sürprizler var. Hani ayette öyle deniyordu ya ayette;

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17.) cennetlik bir mü’mini orada hangi göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini kimse bilemez, tasavvur dahi edemez hangi sürprizlerin beklediğini. ma uhfiye lehüm. Evet.

 

36-) Ve kem ehlekna kablehüm min karnin hüm eşeddu minhüm batşen fenakkabu fiyl bilad* hel min mahıys;

Onlardan önce nice nesil helâk ettik ki onlar güç itibarıyla bunlardan daha çetindiler! Bu yüzden beldelerde delik aradılar (sığınacak). Kaçıp sığınacak bir yer var mı? (A. Hulusi)

36 – Hem önlerinde nice karn helâk ettik, onlar tutumca onlardan daha çetin idiler, beldelerde delik aradılar: var mı bir kaçamak? (Elmalı)

 

Ve kem ehlekna kablehüm min karnin biz onlardan önce nice nesilleri helak etmişiz hüm eşeddu minhüm batşen onlar güç ve kudret olarak bunlardan çok daha üstün, çok daha ileri düzeydeydiler. fenakkabu fiyl bilad* hel min mahıys ilginç, fakat bir sığınak yok mu diye sığınacak delik aradılar. Tabir caizse fellik fellik kaçacak yer aradılar.

Zımnen Allah’tan kaçmaya çalıştılar. Fakat başaramadılar. Gücün sözünü dinlediler, sözün gücünü dinlemediler, boyun eğmediler. Güce sahip oldular, ama güç ahlakına sahip olamadılar. Onun içinde dünyada ki güçleri ahirette aleyhlerine kullanıldı. Kendilerini azdırdı. Dünyada güç ve imkan sahibi olmaları aslında şeytanları haline geldi ve cehennemleri oldu.

 

37-) İnne fiy zâlike le zikra limen kâne lehu kalbun ev elkas sem’a ve huve şehiyd;

Şüphesiz ki bu hatırlatıcı, şuur sahibi yahut uyanık olarak dinleyen kimse içindir! (A. Hulusi)

37 – Şüphesiz ki bu söylenende kalbi olan yahut Şuhut halinde kulak tutan kimse için uyandıracak bir ihtar vardır. (Elmalı)

 

İnne fiy zâlike le zikra limen kâne lehu kalb elbet bunda Akleden bir kalbe sahip olanlar için ibretlik bir uyarı vardır. Dikkat buyurun bu ibareye. Bu ibare gösteriyor ki. Kur’an kalp derken fiziki bir organı, yani kan pompasını kastetmez. Akletme ve inanma yetisini kast eder. Bir kalbe sahip olanlar için bir uyarı ve öğüt vardır diyor bu Kur’an da. Oysa ki her insan, yaşayan herkes kalp taşıdığını düşünüyor değil mi. Ama Kur’an ın kalp dediği şeyi taşınmıyor. Kur’an ın kalp dediği şey farklı. Akletme yeteneği. Zaten akıl çalışmıyorsa Kur’an yok hükmünde sayıyor onu. Aktif ve aktüel değilse akıl yok hükmündedir.

ev elkas sem’a ve huve Şehiyd ya da pür dikkat bir şahit olarak verenler için. Yani bir kalp taşıyanlar, ya da pür dikkat bir şahit olarak kulak verenler için. Bu ya seliym bir akla, ya da sağlıklı bir gözlem ve bilgiye, nakle işaret eder, iki bilgi kaynağına ki daha önce bunu yine söylemiştik. Mülk/10. ayetinde ki ikili bilgi kaynağı burada da dile getirilmiş oluyor.

 

38-) Ve lekad haleknes Semavati vel Arda ve ma beynehüma fiy sitteti eyyamin ve ma messena min luğub;

Andolsun ki semâları, arzı ve ikisi arasında olanları altı süreçte yarattık! Bize yorgunluk dokunmadı! (A. Hulusi)

38 – Şanım hakkı için biz o Gökleri ve Yeri ve aralarındakileri altı günde halk ettik, bize bir yorgunluk da dokunmadı. (Elmalı)

 

Ve lekad haleknes Semavati vel Arda ve ma beynehüma fiy sitteti eyyamin ve ma messena min luğub gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri 6 aşamada yarattığımızı, fakat bize asla bir yorgunluk, (bıkkınlık, bezginlik) arız olmadığını bilenler için. Yani bu vahiy kimin için öğüttür sorusu cevaplanıp devam ediyor, bir de bunu bilenler için. Yani burada Yahudileşmiş İsrail oğullarına zımnen bir gönderme var, atıf var.

6 evre ifadesinin Kur’an da ilk geçtiği yer burası. Aslında  6 evre diye çevirdiğimiz, 6 aşamada diye çevirdiğimiz bu ibare; sitteti eyyam, 6 gün. Eyyam; günler. Fakat buradaki gün bizim bildiğimiz gün olmadığı açık. Çünkü biz dünyada gün derken yer yüzünün kendi etrafında bir kez dönüşünü kastediyoruz. Oysa ki burada gökler ve yerin yaratılışından bahseden bir ayet bu. Henüz daha yer yüzü yaratılmamış, ya da yaratılma aşamasında derken gün hangi gün olabilir. Düşünsenize Saman yolunun bir günü 260.000.000 yıldır dünya günü ile. Onun için Kainatta günler  çok farklı. Şu fiziki alemde bile günler arasında bu kadar farksa metafizik alemde ki gün nedir acaba. Ona akıl fikir yetmez galiba.

 

39-) Fasbir alâ ma yekulune ve sebbıh Bi Hamdi Rabbike kable tulû’ış Şemsi ve kablel ğurub;

Onların dediklerine sabret! Güneş’in doğuşundan önce de gurubundan önce de Rabbinin Hamdi olarak (işlevini yerine getirip) tespih et! (A. Hulusi)

39 – O halde onların lâflarına karşı sabret de rabbine hamd ile tesbih eyle güneş doğmadan evvel ve batmadan evvel. (Elmalı)

 

Fasbir alâ ma yekulun öyleyse artık onların söyleyeceklerine karşı sabırlı ol, dirençli ol. 17. ayetle bağlantılı olarak okumak lazım bu onların söyleyeceklerine karşı sabırlı ol emrini. Zira Allah onların ağzından çıkanı kaydetmektedir. 17. ayette öyle buyruluyordu. Onların ağzından çıkanı kaydeden bir Allah var. O zaman sen onların ağzından çıkanlara bakma. Onun hesabını Allah tutuyor, sen sabret. Aldırma ve işine bak. Onların sözüne bakma. Bu mealde anlıyoruz.

ve sebbıh Bi Hamdi Rabbike kable tulû’ış Şemsi ve kablel ğurub bir de güneşin doğuşundan ve batıştan önce rabbinin aşkın olan yüce zatını hamd ile an. Tesbih et, yücelt. O Ulular ulusunun ululuğunu dillendir.

Namazın teşri sürecinde 5 vakti ifade eden Tâhâ/130. ayetinden bir önceki adım bu. Unutmayalım ki bir çok ibadet gibi Namaz da belli bir süreç içinde olgunlaşmıştır. Yani mü’minler hem zihnen, hem manen, hem aklen, hem de bedenen namaza alıştırılmışlardır. Rabbimiz böyle bir tedrici geçiş süreci tayin etmiştir. İşte o süreçte sondan bir evvelki adım gibi gözükmektedir. Ki 5 vaktin zımni olarak içinde yer aldığı ayet bu sureden sonra inmiş olan Tâhâ/130. ayeti olsa gerektir.

 

40-) Ve minel leyli fesebbıhhu ve edbares sucud;

Gecede O’nu tespih et, secdelerin ardından da! (A. Hulusi)

40 – Geceden de tesbih et ona hem de secde arkalarında. (Elmalı)

 

Ve minel leyli fesebbıhhu ve edbares sucud yine geceleri ve secdelerin ardından O’nun aşkın olan zatını an. Geceleri değerlendir. Geceler boyu Rabbinin huzurunda dur. Biz neden böyle anlıyoruz?

Ya eyyühel müzzemmil,

Kumilleyle illâ kaliyla.

Nısfehû evinkus minhu kaliyla.

Ev zid ‘aleyhi ve rattililKur’âne tertiyla. (Müzemmil/1-2-3-4) Ey örtünüp sarınan, ey yatağının içinde büzülen, artık at yorganı. Kalk içini inşa et, büyük bir iman hamlesine girişeceksin. Allah seni inşa edecek. Geceni ihya et. Yani gece senin için bir mektep olsun, bir okul olsun, bir medrese olsun. Biz o ayetlerle bu ayeti yan yana düşündüğümüzde Allah Resulünün şahsında ilk mü’minlerin yer yüzünün en büyük iman hamlesine nasıl bir ilahi terbiye ile hazırlandıklarını Buradan çıkarıyoruz. Hatta bu tavsiye ve emirleri öylesine ciddi tuttular ki sahabe bu dönemde kendisini geceleri direklere bağlayarak ibadet ederlermiş. Yani gece onlar için iman hamlesini omuzlarında taşıyacak bu dağ yürekli insanları yetiştirmede ilahi bir okul olarak kullanılıyor.

 

41-) Vestemı’ yevme yunadil munadi min mekânin kariyb;

Seslenenin, içinden sesleneceği süreçte dinle! (A. Hulusi)

41 – Ve dinle o münadînin bağıracağı günü yakın bir yerden. (Elmalı)

 

Vestemı’ yevme yunadil munadi min mekânin kariyb imdi sen, ey insanoğlu. Sana çok çok yakın bir yerden o güne ilişkin çağrı yapan Allah’ın nidasını, çağrısını duy, ona kulak ver. Çok çok yakın bir yerden. Min mekânin kariyb. Nereden? ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd (16) şah damarından daha yakın yerden. Ne kadar yakın? Benden dahi yakın. Benden bana yakın olan Allah’ım senin çağrını duyuyorum de. Çünkü ben sana oradan sesleniyorum. Ben sana fıtratından, vicdanından sesleniyorum. Onun üstünü örtersen bu perde küfür perdesi olur. Küfür zaten örtmek demektir. Küfür Allah’ın sesini sana duyuran vicdanın üzerini bir perde ile örtmek, o sesi duymamaktır.

 

42-) Yevme yesme’unes sayhate Bil Hakk* zâlike yevmul huruc;

Hak olarak o sayhayı işitecekleri süreçtir! İşte o, (kozalarının dışındaki gerçekliği fark etme) çıkış sürecidir! (A. Hulusi)

42 – Hakka çağıran o sayhayı işitecekleri gün, işte o, huruç günüdür. (Elmalı)

 

Yevme yesme’unes sayhate Bil Hakk tüm gerçekliğiyle o malûm çığlığı herkesin işiteceği güne. Evet, zâlike yevmul huruc işte bu bir başka hayata dönüş günüdür. Yani o güne ilişkin sesini duy Allah’ın. Sana olan çığlığını duy, çağrısını duy. Allah bu çağrıyı çok farklı biçimlerde yapıyor. Etrafında, kainatta, gecede, gündüzde, içinde yani enfüste ve âfâkta Allah sana bu çağrıyı yapıyor. Bunu duy ve hazırlıklı ol. Yani bu bir başka hayata dönüş günüdür.

 

43-) İnna nahnu nuhyiy ve numiytu ve ileynel masıyr;

Muhakkak ki biz, evet biziz dirilten, öldüren! Dönüş de bizedir! (A. Hulusi)

43 – Şüphesiz ki biz biziz hem diriltiriz, hem öldürürüz ve dönüş bizedir. (Elmalı)

 

İnna nahnu nuhyiy ve numiytu ve ileynel masıyr ölümü ve hayatı yaratan biziz ve her yol sonunda bize çıkar. Yani Allah’a. Tüm yollar Allah’a çıkar. Bu ne demektir? Yamuk ve yanlış yollara düşsen de Allah’tan kaçamazsın Eynel nefer diyen kişi, nereye kaçmalı diyen kişi. Fefirrû ilAllâh. (Zariyat/50) Allah’a kaç.

 

44-) Yevme teşakkakul Ardu anhüm sira’â* zâlike haşrun aleyNA yesiyr;

O süreçte arz (beden) onlardan hızla kopup ayrılır! İşte bu bizim üzerimize kolay bir haşr’dır. (A. Hulusi)

44 – O gün ki Arz onlardan ayrılır süratle koşarlar, o, bir haşirdir ki ancak bize kolaydır. (Elmalı)

 

Yevme teşakkakul Ardu anhüm sira’â yer ayaklarının altından kayıp paramparça olduğu gün her şey son sürattir. zâlike haşrun aleyNA yesiyr işte bu akıl sır ermez bir toplanıştır, bizim için çok çok kolaydır.

 

45-) Nahnu a’lemu Bi ma yekulune ve ma ente aleyhim Bi cebbarin fe zekkir Bil Kur’âni men yehafu ve’ıyd;

Biz, onlarda olarak, neler söylediklerini daha iyi biliriz! Sen onlar üzerinde zorla yaptırıcı değilsin! Azap uyarımdan korkana, Kur’ân olarak (hakikati) hatırlat! (A. Hulusi)

45 – Biz pek alâ biliyoruz ki ne diyorlar, mamafih sen onlara karşı bir cebbar değilsin, şimdi sen benim Velidlerimden korkacaklara bu Kur’an ile Öğüt ver. (Elmalı)

 

Nahnu a’lemu Bi ma yekulu biz onların neler dediğini çok iyi biliyoruz. Neler ürettiklerini, hangi dedikoduları yaydıklarını. Biz onların aslında neler düşündüğünü. Şah damarından yakınız. İçlerinde hangi tilkilerin gezdiğini, neleri, neleri düşünerek yaptıklarını çok iyi biliyoruz. ve ma ente aleyhim Bi cebbar ne ki sen onları zorla inandıracak bir zorba değilsin.

Zımnen burada öyle derin anlamlar var ki Aslında biz onların seni inkar ederken, ta içlerinde nasıl çelişki yaşadıklarını, nasıl tutarsızlıklar yaşadıklarını, kendi kendilerini nasıl yalanladıklarını, aslında ta vicdanlarının derinliklerinin derinliklerinde nasıl boğuştuklarını çok iyi biliyoruz. Sana söyledikleri gerekçelerde samimi olmadıklarını çok iyi biliyoruz. Yani kendilerinin Allah’a sevgili olmadıklarını çok iyi bilmekteler onlarda. Allah bizi desteklemeseydi biz böyle zengin ve refah içinde olmazdık diyorlar. Fakat refah ve zenginliğin hiçte hak etmedikleri bir şey olduğunu, Kol büküp, kol kırıp, yankesicilik yapıp, onun bunun hakkına geçip elde ettiklerini de çok iyi biliyorlar. Bunu bilmiyorlar mı?

ve ma ente aleyhim Bi cebbar ne ki sen onları zorla inandıracak bir zorba değilsin. İman özgürlüktür, hür iradeye dayanır. Dayanırsa imandır. İman özgürlük, güvenlik ve mutluluktur. Özgürlüğün olduğu yerde iman da gürleşir. Onun için sen zorla inandıracak değilsin.

fe zekkir Bil Kur’âni men yehafu ve’ıyd şu halde sen benim tehditlerimden korkanları bu Kur’an aracılığı ile uyarmaya devam et, uyananlar uyansın. Uyananlara ne mutlu. Uyanmayanlarsa akıbetlerine katlansınlar. Rabbim bu Kur’an ile uyananlardan kılsın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. ZARİYAT (01 – 60) (165)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün tefsir dersimize yeni bir sure ile devam ediyoruz. Zariyat suresi. Bu sure adını, girişindeki ayetten alır. Buhari, İbn Atıyye, Kurtubi gibi otoriteler: VezZâriyat olarak anarlar bu surenin adını. Tirmizi ve diğer müfessirler ise ezZariyat olarak anarlar. Sure daha ilk dönemden itibaren bu isimle meşhur olmuş olmalı ki, hiçbir kaynakta sureye ikinci bir isim konduğuna dair bir bilgi yer almamakta.

Surenin iniş zamanı ittifakla Mekki. Yani Mekke’de nazil olmuş surelerden biri Zariyat suresi. Cabir Bin Zeyd e göre, -Cabir Bin Zeyd tabiin alimlerinin büyüklerinden.- 66. sırada yer alıyor nüzul sıralamasında. Tüm nüzul tertiplerinde Ahkaf, Ğaşiye sureleri arasına  yerleştirilmiş. Ahkaf suresinin 11. yılın başında, ya da zayıf bir ihtimalle 10. yılın sonunda nazil olduğunu düşünürsek, bu surenin de onunla art zamanlı olduğunu kabul edebiliriz. Yani Zariyat suresi 10. yılın sonu, ya da 11. yılın ilk yarısında nazil olmuş olmalıdır Mekke döneminde.

Tüm ekollere göre sure 60 ayet. Surenin konusu baştan sona yaratılışın anlamlılığı ve amaçlılığı. Hiçbir şey anlamsız ve amaçsız yaratılmamıştır. Bu çerçeveden yola çıkarak insanoğlunun anlamlı ve amaçlı bir hayat yaşaması gerektiği üzerinde durulur. Ahiretin mutlaka hayatın öbür yüzü olarak algılanması, ahiret olmadan dünya hayatının bir anlam ve bir amaç taşımayacağı vurgulanır. Onun içinde Ahirete iman etmeyen birinin hayatını kendi elleriyle anlam ve amaçtan yoksun bıraktığı ima ve ihsas edilmiş olur.

Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun (56) ayeti bu surede yer alır. Ben cinleri ve insanları, görünür görünmez, uzak yakın, tüm iradeli varlıkları bana, sırf bana kulluk etsinler diye, sırf bana iradeli bir tercihle kulluk etsinler diye iradeli yarattım. Açılımı böyledir. Dolayısıyla sure insana verilen iradenin ubudiyet amacıyla, yani insanın Allah’a kulluğunu yerine getirsin diye verildiğini. İnsan kulluk amacıyla emanet edilmiş iradeyi Allah’a isyanda kullanırsa iradeye ihanet etmiş olacağını böylece öğretmiş olur.

Hesabı inkar, Allah’tan kaçmadır. Ahireti inkar Allah’tan kaçma isteğidir. Onun içindir ki sure Fefirrû ilAllâh, 50. ayetinde; Ey insan Allah’tan kaçamazsın, hesaptan kaçamazsın. Eğer kaçmak istiyorsan bir tek istikamet var, Allah’a kaç der.

Girişle sonuç arasında muhteşem bir uyum görürüz bu surede. Hele girişte ki ayetlerin damağımızda bıraktığı o belgesel tadı gerçekten de unutulmaz bir tattır. İşte şimdi bu tadı almak için sureye giriyoruz.

 

Euzü Billahi mineş şeytanir racim, BismillahirRahmanirRahıym.

Kovulmuş, taşlanmış, mahrum bırakılmış, tard edilmiş, Allah’ın rahmetinden dışlanmış şeytanın şerrinden, şeytansıların şerrinden, şeytanın insanda meleke haline dönüşmüş kötü huyların şerrinden, şeytanın eline geçmiş bilinç altının şerrinden, şeytanın insanın iç dünyasında ki simetriği görevini görebilecek iç güdülerin şerrinden, yani onların seliym aklı çepeçevre kuşatıp ta onu aydınlıktan mahrum eden etkisinden Allah’a sığınırım.

Rahman, rahiym olan, özünde merhamet sahibi, işinde merhametli olan, merhameti bütün bir varlığa yayan, rahmetiyle bütün bir varlığı kuşatan ve rahmetini terbiyesiyle, daha sonra da varlığa indiren ve bu rahmetinin en büyük tezahürlerinden biri olan vahyin sahibi Allah’ın adına, Allah’ın adıyla başlarım.

 

1-) VezZâriyati zerva;

Andolsun o tozutup savuranlara. (A. Hulusi)

01 – O tozdurup savuranlara. (Elmalı)

 

VezZâriyati zerva baştaki “vav” kasem, yemin vav ı. Fakat cevabı olmayan yemin vav’ları ya düşün diye çevrilmeli, ya değerini bilin diye çevrilmeli. Bu bağlamda düşün diye çevirmek çok daha uygun. Onun için burada ki kasem “vav” ını yemin olsun ki yerine, and olsun ki yerine düşün şeklinde çevirirsek daha doğru olur diye düşünüyorum.

Düşün tozu dumana katarak saçıp savuranı, kaldırıp indireni, alıp götüreni, vurup yere sereni gibi anlamlar verebiliriz. Neden? Çünkü bu sıfat fiilin nitelediği isim bu cümlede yer almamakta. Sıfat fiiller var, fakat bu sıfatların nitelediği isimler yok ilk 4 ayette. Bu durumda bu sıfat fiiller hangi ismi niteliyor sorusu yorumun konusu olmakta. İşte tefsir burada gündeme gelmekte. Tefsirin yapmak zorunda olduğu şey bu olmakta. Yani sıfat fiil var, fakat sıfatın tavsif ettiği, nitelediği isim yok.

Nedir o isim? diye sorduğumuzda, önce peygamberimizden gelen bir rivayet var mı diye bakarız; Yok. Yani bu sıfat fiillerin nitelediği ismin ne olduğu konusunda peygamberimizden bir açıklama gelmemiş. Ondan sonra sahabeye bakarız. Usül böyledir.

Sahabe bir şey demiş mi? Baktığımızda dediğini görüyoruz. Hz. Ömer, Hz. Ali ve onların takipçileri olan İbn. Abbas, Mücahid, İkrime ve daha sonraki otoriteler burada ki sıfat fiilinin nitelediği ismin rüzgar olduğu yorumunu yapmışlar. Müteakip ayetlerle birlikte düşünüldüğünde, ki aynı sistem onlarda da var. Oralarda da sıfat fiiller var fakat onların nitelediği isimler yok. Rüzgar, bulut ve yağmur üçlüsünün sistematik bir biçimde nasıl rahmete dönüştüğünü, yani yerden yükselen buharların geri yer yüzüne hangi süreçlerden geçerek, hangi muhteşem müdahalelerden geçerek, yani nasıl ilahi bir plan dahilinde geri döndüğünün resmidir surenin ilk 4 ayeti. Bu ilk ayette rüzgâr ile bu sürece nasıl katkıda bulunulduğu anlatılmaktadır. Ki, Zemahşeri de buna vurgu yapar. Bu ayette ki sıfat fiilinin nitelediği ismin melek olduğu yorumu da yapılmıştır alternatif bir yorum olarak.

 

2-) FelHamilati vıkra;

O ağırlık taşıyanlara. (A. Hulusi)

02  – Derken bir ağırlık taşıyanlara. (Elmalı)

 

FelHamilati vıkra Üstelik ağır mı ağır bir yük taşıyanı düşün. 1. si VezZâriyati zerva tozu dumana katarak saçıp savuranı FelHamilati vıkra ağır mı ağır bir yük taşıyanı,

 

3-) FelCariyati yüsra;

O kolayca akıp gidenlere. (A. Hulusi)

03 – Derken bir kolaylıkla akanlara. (Elmalı)

 

FelCariyati yüsra buna karşın kolayca yağ gibi akıp gideni,

 

4-) FelMukassimati emra;

Hükmü taksim edenlere! (A. Hulusi)

04 – Derken bir emir taksim edenlere kasem olsun. (Elmalı)

 

FelMukassimati emra ve nihayet emre amade ilahi nimetleri taksim edip paylaştıranı düşün.

Aslında bir blok olarak bu ayetler birlikte anlaşılmalı, birlikte okunmalı. Zaten okurken insanın içinde bir efilti esmeye başlıyor. Sizi adeta kanatlarınızdan tutup kaldıran bir rüzgârla yükselmeye başlıyorsunuz. VezZâriyati zervan, FelHamilati vıkran, FelCariyati yüsran, FelMukassimati emra. (1-2-3-4) Bu belagat karşısında Arap’ın imansızı dahi secdeye kapanıyordu. Hatta bir kezinde şair bir bedevi Mekke’ye gelmiş buna benzer bir sureyi dinlediğinde secdeye kapanmış, Ona etrafında kiler; Ne oldu, yoksa iman mı ettin deyince; Hayır fakat bu hitabın belagatı karşısında dayanamadım, secde ettim. Demişti. Onun için bu belagat Arapça bilmeyen kimsenin dahi yüreğini hey heylendiren, hoplatan bir belagat. Bu belagat haddi zatında linguistik manada dil bilmese dahi onun ötesinde yürek diline hitap eden, kalbin kulağına hitap eden, tıpkı bir ormanın uğultusu, bir ırmağın şırıltısı, bir kedinin mırıltısı gibi tüm evrensel herkesin dinlediği, duyduğu, anladığı bir üst dil hükmündedir.

FelHamilati vıkra (2) ağır mı ağır bir yük taşıyanı diye çevirdiğimiz bu 2. ayet hamile hanımlardan, ya da ağır sözden, ki Müzemmil/5. ayetini hatırlayacak olursak;

İnna senulkıy ‘aleyke kavlen sekıyla. (Müzemmil/5) biz senin üzerine, senin yüreğine ağır bir söz indireceğiz. Diyordu. Ağır bir söz bırakacağız. O ağır sözden yola çıkarak vahiy meleği veya peygamber diye de anlayabiliriz.

Bu dörtlü ayetin son ayeti FelMukassimati emra. (4) emre amade ilahi nimetleri paylaştıran, taksim eden anlamını verdiğimiz bu ayet surenin 22. ayeti le irtibat halinde. 22. ayeti; Rızkınız ve size vaad edilenler göktedir diyordu. Bu ve bundan önceki ayetleri açıklar nitelikte bir ayet 22. ayet.

Hesap günü ile ilgili bir bağlam. Bu 4 ayet ne diyor? Rüzgâr, bulut, ve yağmur. VezZâriyati zerva saçıp savuran, katıp kovalayan, önüne katıp götüren, itip götüren anlamlarına gelen rüzgâr. FelHamilati vıkra ağır mı ağır bir yük taşıyan üstelik. Ağır yük taşıdığı halde; FelCariyati yüsra Yani hiç yük taşımıyormuş gibi kayıp giden, akıp giden bulutlar. Hakikaten düşen yağmurun tonajını, ağırlığını düşündüğünüz de bu bulutlar bu kadar ağırlığı nasıl, hangi güçle, hangi yakıtla, hangi benzinle, hangi nükleer yakıtla, neyle çekiyor, hangi depoda götürüyorlar diye sormamsak elde mi?

Bazen bir seferlik yağmurda bilmem kaç yüz milyon ton su düştüğü tespit ediliyor. Bu kadar yüksek miktarda ve ağırlıkta bir su kitlesini gökte bulutların üstünde taşıyan buluttur derseniz, taşıtan kimdir diye sormazlar mı? Eğer bu kadar miktarı siz bir araçla, uçakla taşımak isteseydiniz Orta çaplı bir şehrin üstünü kaplayacak kadar bir bulutun taşıdığı yağmuru 7.000 uçakla, kargo uçağıyla taşımanız gerekiyordu. 7.000 tane kargo uçağınız olacak, bunlarla orta çağlı bir şehir büyüklüğünde bir bulutun taşıdığı yükü taşıyacaklar. İşte bu. Onun için bu kadar ağır yük taşıdığı halde kayıp giden, sanki hiçbir şey taşımıyor muş, sanki pamuk tarlasıymış gibi atılmış pamuklar gibi kayıp giden FelMukassimati emra ve emre amade ilahi nimetleri taksim edeni düşün.

Peki neden düşünelim? Niye düşünelim? Düşünüp de nereye varalım diye sormak gerekmez mi? İşte bu soruyu sorarsanız bu ayetlerin bağlamını anlarsınız. Yağmur, bulut, rüzgâr. Ruh; tıpkı buharlaşan su gibi yok olmaz. Nasıl ki buharlaşan su geldiği yere geri döner veyahut ta geri döner ve dönüş yeri vardır; ruhun da mutlaka bir dönüş yeri vardır. Bir yerden ayrılır bir başka yere düşer. Su buharın, ruh yeniden dirilişin sebebidir.

Sözün özü şudur. Hayatın posası için geçerli olan yasa, hayatın özü için haydi haydi geçerlidir. Hayatın posası cesedimiz. Cesedimizi beslemek için rabbimiz böylesine karmaşık bir yaratma sürecini insanoğlunun emrine amade kılmış. O halde ruhumuzu besleme süreciyle ilgilenmesin mi? Nasıl ki su insanın bedenini besleyen kaynaksa, vahiy de insanın ruhunu besleyen kaynaktır. Onun için bu ayetler ahiretle doğrudan ilgilidir.

Ey insan bedenini ihmal etmeyen Allah ruhunu ihmal eder mi? Bedenini ihmal etmemek için kışlar ve baharlar yaratan, her kıştan sonra bahar yaratan Allah, ruhun içinde bir yeni bahar yaratmaz mı? Neden öbür, yani kabuk için yarattığı bahara inanıyorsun da öz için yaratacağı yeni baharı inkar ediyorsun. Aslında soru bu. Bu cevabın arkasına daha doğrusu şu ayetler tam da oturuyor;

[Ek bilgi; ZARİYAT SURESİ TEFSİRİ

Kur’an kâinata yaratıcı hesabına bakar ve yaratıcının varlığına ve birliğine, isimlerine ve sıfatlarına delil olarak eşyadan bahseder. İnsanı muhatap alırken de ahret hesabına ve uhrevi saadeti kazanmaya teşvik eder ve bunun sebeplerini ve kazandıracak amelleri gösterir.

Terimler ve Açıklamalar:

1. Zariyat: Savuran, tozu dumana katan rüzgârların durumu anlatılmaktadır. “Rüzgarın savurduğu” (Kehf, 18:45) ayeti bunu destekler. Hz. Ali (ra) bu ayetin açıklaması babında “volkanları püskürten, mahlûkatı kırıp geçiren” anlamına da vermiştir. Patlayıcı maddeleri bu kategoride değerlendirmek mümkündür.

2. Hâmilât: Yük taşıyanlar anlamına gelir. Her nevi ağırlığı kolayca taşıyanlar anlamına gelmektedir. Yağmur bulutlarını taşıyan rüzgârlar da buna dâhildir. Müfessirler “yağmur yüklü bulutları taşıyan rüzgârlar” olarak yorumlamışlardır. İbn-i Abbas (ra) “yük taşıyan gemiler” olarak da yorumlamıştır. Her nevi nakil vasıtalarına yorumlamak mümkündür. Karnında çocuk taşıyan hamile anneler de bu kategoride değerlendirilebilir.

3. Cariyat: Kolayca akıp gidenler manasına, gökte akan bulutlar, suda akan gemiler ve akışkan her nevi yük taşıyanlar dâhildir. Her nevi makine ve aletleri çalıştıran “cereyan” bu manayı daha da açık hale getirir. Taşıdığı elektrik ile her işin yapılmasını sağlayan cereyan elbette insanlığa faydası yanında fonksiyonları ile büyük bir değer kazanmıştır. İşlerin yapılması ve ihtiyaçların giderilmesi buna bağlıdır. Yörüngesinde kolayca hareket eden gezegenler ve yıldızlar da bu manada değerlendirilebilir.

4. Mukassimât: Yapılacak her nevi işleri yapmakla görevli olan meleklere ve onların aralarındaki taksimata/iş bölümüne işaret etmektedir. İnsan ihtiyacını karşılayan rızık, ecel ve her konuda Allah'ın emirlerini uygulayan görevlendirilmiş melekler kastedilmiştir. İş bölümü yaparak işler yapılmaktadır. Yağmuru çeşitli bölgelere dağıtan rüzgârlar da kastedilmiş olabilir. (M. Ali Kaya-Zariyat suresi tefsiri)]

 

5-) İnnema tu’adune le sadık;

Vadolunduğunuz elbette kesinlikle gerçektir! (A. Hulusi)

05 – Ki muhakkak o size vaad olunan her halde doğrudur. (Elmalı)

 

İnnema tu’adune le sadık hiç tartışmasız size vaad edilen elbet doğrudur, gerçektir.

 

6-) Ve inned diyne le vakı’;

Muhakkak ki Din (sistem) mutlaka bir realitedir! (A. Hulusi)

06 – Ve muhakkak ki ceza şüphesiz vaki’dir. (Elmalı)

 

Ve inned diyne le vakı’ ve hesap günü mutlaka, ama mutlaka gerçekleşecektir. Aslında burada ki ve inned diyn; inne yevmed diyne ve vakı’a şeklinde anlaşılmalı. Din günü, deyn günü, borç günü, borç ödeme günü, Allah’ın hesap sorma günü, adalet günü, deyyam günü mutlaka gerçekleşecektir, gelecektir.

İlk 4 ayette ki sıfatların ismini izah etmeye çalışmıştık. Ne olursa olsun bu isimler. Yeniden diriliş bağlamında ele alınmalıdır bu ilk 4 ayet. Yani bu ayetlerde ki sıfat fiillerin nitelediği isimlerin; Yağmur, bulut, rüzgâr, melek, hatta silahlar, ordular, orduların kullandığı araçlar ki o yorumlar da yapılmış, nasıl yorum yaparsak yapalım ilk 4 ayeti içine yerleştireceğimiz bağlam yeniden diriliştir, ahirettir.

 

7-) Ves Semai zatil hubük;

O (çeşitli düşüncelerden oluşmuş) yollarla dolu semâ (bilinç)! (A. Hulusi)

07 – O düzgün hâreli Semaya kasem ederim. (Elmalı)

 

Ves Semai zatil hubük düşün, bereketli, hareketli, oldukça cevval ve düzenli, hatta bir manaya göre asimetrik ve simetrik yollarla donatılmış semanın ihtişamını düşün.

El hubük; Hıbak, çöldeki kum tepelerinin ilk gün doğumunda gölgelerinin oluşturduğu haleler. Tepelerin dip noktalarında ki o kıvrım kıvrım, büklüm büklüm güzellikler. Hatta bundan dolayı dalgalı saçların dalga diplerine de hıbak denilmiştir. Onun için aslında bu simetrik değil asimetrik. Fakat oldukça da düzenli, oldukça güzel, çekici. Zaten simetrik olsa da belki de kopyalanabilir. Ama o asimetrik yapısı içinde, simetrik olmayan yapısı içinde insanın içini alan bir güzellik. Yani hepsine sanki orijinal bir kalemle yapılmış, emek verilmiş gibi. Hiç biri birbirine benzemeyen.

Gökte böyle. olağanüstü düzenlilikte bir asimetrik yapı. Aynı zamanda hareketli. Simetrik olsa bu hareketin neden herhangi bir kazaya yol açmadığını açıklayabilirsiniz. Onun için asimetrik yapı mutlaka ve mutlaka bir düzenleyiciyi, bir düzen sahibini, yani sürekli müdahaleyi gerektirir.

Çöldeki o tepelerin kıvrım kıvrım hareleri de aslında hareketlidir. Çölde kum tepeleri saatte 1 metre hareket ederler rüzgârda. Onun için bir gün önceki tepeyi bir gün sonra yerinde bulamaya bilirsiniz. Tıpkı deniz gibidir, ne var ki denizden daha yavaş hareket ederler. Çöl böyledir.

Gökteki yıldızlarda böyle. Onun için yörüngeleri sabit değildir, değişkendirler. Yani uzayda hiçbir yıldız aynı yeri iki kez dönmez. Bizim günlerimiz de öyledir. Dünya da uzayda hareket ederken, güneşin etrafında dönerken iki yıl uzay içinde ki koordinatlarda aynı yerde değildir. İki gün de aynı yerde değildir. Çünkü sistem akıp gitmektedir. Sistemin içinde olduğu galaksi akıp gitmektedir. Yıldız adaları, gök adaları. Gök adalarının birleştirilmiş şekli olan galaksiler çiftliği akıp gitmektedir. Dolayısıyla iki günümüz zamansal olarak dahi aynı değildir. Mekan olarak uzay koordinatları açısından aynı değildir. Yani yer yüzü iki günde aynı yörüngeyi takip etmez. Yer yüzünün yaratıldığı andan bu güne kadar aynı yörüngede iki kez gezmemiştir dünya. İşte bu muhteşem farklılığı düşün. Bu farklılık içinde ki uyumu düşün ve devam edelim;

 

8-) İnnekum lefiy kavlin muhtelif;

Muhakkak ki siz çeşitli görüşler içindesiniz! (A. Hulusi)

08 – Ki siz pek muhtelif bir kavl içinde bulunuyorsunuz. (Elmalı)

 

İnnekum lefiy kavlin muhtelif işte siz inanç hususunda gerçekten de farklı görüşlerdesiniz. Yani Allah uzayı nasıl farklı yaptıysa, sizi de farklı kıldı. İç uzayınızı da farklı kıldı. Onun için farklılık varlığın yasasıdır. Farklılığı yok etmek bu yasaya karşı çıkmaktır. Yok edemezsiniz zaten. Bunu önce böyle bilin. Ama buradan yola çıkarak Allah uzaya irade vermedi. Fakat insana irade verdi. Siz iradenizle Allah’a teslim olabilirsiniz, iradenizle Allah’ın verdiği koordinatta yürüyebilirsiniz. Onun içinde burada mevcut akidevi farklılıklar onaylanmış değil, sadece sebebi hikmeti izah edilmiştir.

Özellikle ahiret inancı konusunda insanların farklılıklarına bakın. Reenkarnasyona inananlar, ruh göçüne inananlar, yarı inkar edenler, tam inkar edenler, farklılıklar ahiret konusunda çeşit çeşit. Bir çok insanların ölümden sonra diriliş inancı var. Yani bu inançlar, ki tam inkar var, yarı inkar var, ruh göçü var, reenkarnasyon var, yer yüzünde diriliş var, bu dirilişin mahiyetleri konusunda tartışmalar var, kendi aralarında ihtilaflar var.

Neden? Çünkü insanoğlu bu konuyu bilgi ile çözemez. İnsanoğlu bu konuyu Allah’a teslimiyetle çözer. Çünkü öldükten sonra dirilip de bize anlatan olmaz. O halde tek bir yolu var Allah’a itimat etmek. O halde ahiret inancını Allah belirler. Allah nasıl inanmamızı istiyorsa öyle inanırsak ancak bu konuda kurtuluruz. Çünkü ahiret hakkında bize haber verecek ikinci bir kaynak yoktur. ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr. (Fatır/14) her şeyden haberdar olanın verdiği haber gibisini kim verebilir diyor. Kimse veremez. Her şeyden haberdar olan Allah haber verir. O nedenle de ahiret konusunda eğer insanoğluna bırakılırsa iş he insan sayısınca bir ahiret inancı çıkacaktır. Ahiret inancı konusunda Allah’a teslim olmaktan başka çaresi yoktur.

 

9-) Yü’fekü anhu men üfik;

Çevrilmiş kimse Ondan döndürülür! (A. Hulusi)

09 – Ondan çevrilen çevrilir. (Elmalı)

 

Yü’fekü anhu men üfik işte bunu açıklayan bir ayette geldi. Ama savrulan kendi aleyhine savrulur. Yani bu konuda ille de yalan söylemek istiyorsa insan kendini aldatmış olur, kendine yalan söylemiş olur. İstikametten sapan yalana sürüklenir. Ya da sapan sapıktır şeklinde de mana verebiliriz. Gerçekten sapan yalana sürüklenir. Bu konuda eğer Allah’ı dinlemezse insan sapar. Çünkü heva ve hevesine göre hareket etmiş olur. Manevi ve gaybi hakikatlerde akıl yürütmeyle gerçek bulunmaz. Akıl yürüterek ahireti nasıl anlayabilirsiniz. Çünkü akıl yürütülecek alan değil ki. Bu ancak iman alanıdır. Onun içinde bu konuda iman etmeyen kendisini yalana sürüklemiş olur. Yü’fekü anhu men üfik.

 

10-) Kutilel harrasun;

Ölsün o yalancılar! (A. Hulusi)

10 – O kahrolası yalancılar. (Elmalı)

 

Kutilel harrasun kahrolsun keyfi yargılarını kesin gerçekmiş gibi pazarlayanlar. Yani kahrolsun spekülasyon yapanlar ahiret konusunda. Bunu söylüyor.

 

11-) Elleziyne hüm fiy ğamretin sahun;

Onlar ki cehalet ve körlük içinde ne yaptığını bilmeyenlerdir! (A. Hulusi)

11 – O sarhoşluk içinde yaptığını bilmezler. (Elmalı)

 

Elleziyne hüm fiy ğamretin sahun ki onlar gömüldükleri bataklıkta debelenip durmaktadırlar. Debelenen gafillerdir. Sahun; Unutanlar, kendilerini unutanlar, kendilerini kaybedenler, kendilerinin uzağına düşenler.

 

12-) Yes’elune eyyane yevmud diyn;

“Din süreci ne zamandır?” diye sorarlar. (A. Hulusi)

12 – Soruyorlar: ne zaman o ceza günü? (yevmi dîn) (Elmalı)

 

Yes’elune eyyane yevmud diyn hesap günü ne zamanmış bakayım diye sorarlar. Tabii küçümseyerek, inkar iması içeren bir biçimde. Sanki hesap günü hiç gelmeyecekmiş gibi, sanki hesaba çekilmeyeceklermiş gibi, yani Allah’tan kaçmak mümkinmiş gibi. Sanki varlık çift yaratılmamış gibi. Varlığın çift yaratılma sisteminden hayat müstesna imiş gibi. Hayat ta oysa ki çift yaratılmış. Hayatın bir kutbu dünya ise öbür kutbu ahiret. Onun içinde hayatın tek kutbuna inanıp onu yaşayıp da, yani inanmak ne demek, onu yaşayacaksınız, ona sıkı sıkıya sarılacaksınız, hayatı çift kutuplu yaratanın yarattığı hayatı ikiye bölüp tek kutbunu alayım, diğer kutbunu inkar edeyim diyeceksiniz. Bu her şeyden önce o hayatın sahibine ihanettir. Yes’elune eyyane yevmud diyn.

 

13-) Yevme hüm alen nari yüftenun;

O süreçte onlar ateşte kıvranırlar! (A. Hulusi)

13 – Ateş üzerinde kıvranacakları gün. (Elmalı)

 

Yevme hüm alen nari yüftenun onlar o gün ateşte azap görecekler. Onlar o gün ateşte sınanacaklar. Yuftenun; el fetnu; potada madeni ergitip cevherini cürufundan, hamını hasından ayırmaya denilir. Arapça da bu kelimenin etimolojisi, kök anlamı bu. İnsanı bir maden sayıp, insan madenini Allah saflaştıracak, cevherini ortaya çıkaracak, bu madenin içinde cevher var. İşte rabbül alemin olan Allah’ın insanı terbiye etmesi bu. Yeryüzünde insan terbiye oldu oldu. Yani cevheri ortaya çıktı saflaştı. Saflaştıysa zaten doğrudan saf olanların arasına girecek. Çünkü güzele güzel yakışır. Cennet güzeldir, cennetlikte güzeldir. Saflaşanlar, cevherler girecek cennete, cüruflar değil. Cüruflu cennete girilmez.

O halde Yevme hüm alen nari yüftenun şöyle de anlaşılabilir. Dünyada saflaşmayanlar ahirette potaya atılıp bilmem kaç derece ateşte saflaştırılacaklar. Yani orada ergitilecekler, orada bu işlem yapılacak. Ama orada bu işleme tabi tutulmak çok daha ağır bir bedel ödemektir. Ey insanoğlu fırsat eldeyken burada gönüllü olarak saflaş. Nasıl olsa ele geçeceksin, nasıl olsa potaya gireceksin. Şimdi şu hayatı bir pota, saflaşma süreci olarak oku ve buradan cevher olarak git. Cüruf olarak giderken orada potaya atarlar. Orada atarlarsa bu senin için hiçte iyi olmaz manasına da alabiliriz.

Burada ki yuftenun iki anlamda da alınabilir Ahirette ceza çekecekler, ahirette saflaştırılacaklar, yani terbiye edilecekler manasına da alınabilir.

 

14-) Zûku fitnetekum* hazelleziy küntüm Bihi testa’cilun;

(Zebânîler der ki): “Azabınızı tadın! İşte o acele istediğiniz buydu!” (A. Hulusi)

14 – Dadın diye fitnenizi: bu, işte o sizin acele istediğiniz. (Elmalı)

 

Zûku fitnetekum* hazelleziy küntüm Bihi testa’cilun ve onlara azabınızı tadın. Fitnenin bir anlamı azap, bir anlamı da saflaşma demiştim. Ya da haydi dünyada madem potadan kaçtınız burada potaya girip eriyin bakalım. Cevheriniz cürufunuzdan burada ayrılsın denilecek. İşte bu sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. Yani hemen gelsin diyordunuz değil mi ahiret, hemen gelsin diyordunuz son saat. Çabuk getir diyordunuz peygamberlerinize inkarcılar. Hadi o vaad ettiğin son saati getirsene diyordunuz. İşte geldi denilecek.

 

15-) İnnel muttekıyne fiy cennatin ve ‘uyun;

Muhakkak ki korunanlar cennetlerde ve kaynaklardadırlar. (A. Hulusi)

15 – Şüphesiz ki muttakiler Cennetlerde pınar başlarındadır. (Elmalı)

 

İnnel muttekıyne fiy cennatin ve ‘uyun ne var ki sorumluluk bilincine sahip olanlar, akıl sır ermez cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar.

Muttakıyn; Takva sahibi olmak. Aslında duruş sahibi olmak, esas duruş, Allah’a karşı klas duruş sahibi olmak. Muttaki bir isim, fiil değil. Elleziyne yettekune değil burada gelişi; İnnel Muttakıyne diyor, isim olarak geliyor. İsim olarak gelmesi, onun ahlak haline dönüşmesidir. İsnada isim olması bir şeyin, insanda sürekli sabit halde bulunmasıdır, ahlak haline dönüşmesi, yani kesintisiz bulunması.

Nedir bu kesintisiz bulunan? Aslında takva; va’ka kökünden türetilir. Va’ka sakınmak, korunmak, korumak, elde tutmak, muhafaza etmek, tir tir titremek, üzerine düşmek, üzerine titremek, onu muhafaza etmek için tüm dikkatini üzerinde yoğunlaştırmaktır. Yani dikkat yoğunlaştırmak. Bir insanın zeka seviyesi dikkat süresi ile orantılıdır. Onun için çocuklar akıl seviyeleri yükseldikçe dikkat süreleri artar. Mesela küçük bir çocuk 8 – 10 saniyeden fazla bir şey üzerinde dikkat edemez. Yani dikkatini yoğunlaştıramaz. Onun içinde 7 yaşına kadar çocuklarınıza bir şey söylersiniz, o ancak onu söylediğinizi, dakikalar içinde tutabilir.  Ondan sonra oğlum sana 100 defa söyledim. 100 defa da söyleseniz onun dikkati o kadarlıktır.

İnsanın aklı büyüdükçe dikkatini yoğunlaştırma süresi de büyür ve Muttakıy dikkatini bir ömre yayandır. Dikkatini Allah üzerinde yoğunlaştırandır. Yani artık Allah ne der sorusunu, ömrünün tümünün sorusu yapandır. Muttakıy budur. Onun için Muttakıy biri her anında Allah kaygısıyla doludur. Dikkatini o konuda yoğunlaştırmıştır. Hangi hal içinde bulunursa bulunsun, hangi ortamda olursa olsun, başına hangi durum gelirse gelsin, sevinç ve keder. Verilmiş ya da alınmış. Azaltma ya da çoğaltma. Yoksulluk ya da varsıllık. Bütün hayatın hangi cilvesi gelirse gelsin her durumda dikkatini dağıtamaz. Onun dikkati Allah üzerinde o kadar yoğunlaştırmıştır ki, kendisine bir servet vermekle elindeki tüm servetini almak arasında bu manada fark olmaz. Yani dikkatini dağıtamazsınız. O oraya yoğunlaştırmıştır. Her hadiseye yoğunlaştığı noktadan bakar. Allah ne der. Allah nasıl bakar. Yani benim duruşum Allah’a hoş gelsin de gerisine nasıl gelirse gelsin. Onun için muttaki tanımı budur aslında. Yani rabbimiz takvaya çağırırken insanoğlunun aklını maksimuma çağırmaktadır, aklı büyütmektedir. Aklın saflaşması, aklın cevherinin cürufundan ayrılıp saf akıl haline gelmesi. İşte cennet o saf akılların olacak.

 

16-) Ahıziyne ma atahüm Rabbühüm* innehüm kânu kable zâlike muhsiniyn;

Rablerinin kendilerine verdiğini alıcılar olarak (içten dışa çıkış olarak)! Muhakkak ki onlar bundan önce muhsindiler. (A. Hulusi)

16 – Alarak rablerinin kendilerine verdiğini, çünkü onlar bundan evvel güzellik yapmayı âdet edinmişlerdi. (Elmalı)

 

Ahıziyne ma atahüm Rabbühüm rablerinin kendileri için takdir ettiğini derin bir şükranla alarak. Rablerinin kendileri için takdir ettiğini derin bir şükranla almak ne demek? Rablerinden razı olmak demek. Ya eyyetühen Nefsül Mutmainneh. İrci’ıy ila Rabbiki radıyeten mardıyyeten. Fedhuliy fiy ‘ıbadİY Vedhuliy cennetİY (Fecr/27-28-29-30)ey Allah’la tatmin olmuş nefis, ey Allah’tan aşağısıyla tatmin olmamış nefis. Ey cennetten aşağısına satılmamış, ucuza gitmemiş insan. Razı etmiş ve razı olmuş bir halde Rabbini razı etmiş ve rabbinden razı olmuş bir halde gir kullarımın arasına, gir cennetime. Fecr suresinin sonunda ki bu ayetler de gösteriyor ki Allah’tan razı olmadan Allah razı olmaz. İşte burada da Ahıziyne ma atahüm Rabbühüm onu diyor. Rablerinin kendisine verdiğinden razı olmuşlardır.

innehüm kânu kable zâlike muhsiniyn çünkü onlar zaten iyilerden idiler. Muhsiniyn i peygamberimizin açıklamasına göre çevirirsek eğer; Çünkü onlar Allah’ı görür gibi yaşamıştılar. İhsan; keenneke terahu Onu görüyormuş gibi yaşamandır. fein lemtekün terâhü ve innehû yerâke her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni hep görüyor diye tarif etmişti peygamberimiz. İşte muhsiniyn Allah’ı görür gibi yaşayanlar. Allah’ı görür gibi yaşarsa muttaki olur. Biraz önce takvayı izah etmiştim. Dikkatin Allah üzerinde sürekli yoğunlaşması. Rabbim ne der sorusunun hayata egemen bir soru haline gelmesi.

 

17-) Kânu kaliylen minel leyli ma yehce’un;

Geceden az bir bölümde uyurlardı. (A. Hulusi)

17 – Geceden pek az uyuyorlardı. (Elmalı)

 

Kânu kaliylen minel leyli ma yehce’un gecenin az bir kısmında uyurlardı. Ya da bu ayet iki şekilde de çevrilebilir, iki ayrı cümle olarak görülürse eğer: Kânu kaliylen bir zamanlar çok azınlıkta idiler mü’minler. Ma yehceun, o “ma” ya da olumsuzluk “ma” sı anlamını vererek uykularından vazgeçmişlerdi. Uykudan vaz geçmişlerdi. O azınlıklıkları dönemde. Ama birincisi daha tercihe şayan Kânu kaliylen minel leyli ma yehceun. Evet geceleri çok az uyurlardı.

Neden böyle bir ayet geldi? Zımnen manası şu. Uykunun denetimine girmezler, uykuyu denetimi altına alırlardı. Yani uykunun kendilerini denetlemesine izin vermezlerdi. Uykunun kendilerini esir ve teslim almasına izin vermezler, uykuyu teslim alırlardı, uykuya teslim olmazlardı. Bunun zımni anlamı bu. Çünkü uykusunu daha denetimi altına alamayan hangi nimetin üzerinde otorite olup da hesap verecek. Daha uykuya teslim olan bir insan nasıl kendi iç denetimini sağlayacak. Daha uykusunu denetim altına alamayan bir insan nasıl iç güdülerini, arzularını, isteklerini, hırsını denetim altına alacak. Onun için işte gece üzerine Kur’an ın bütün tavsiye ve emirleri uykuyu denetim altına alarak insanın; hayatın atı değil, hayatın süvarisi olmasını hedeflemektedir.

[Ek bilgi; Gece, nasıl güneşin parazit oluşturan ışınımı dünyanın arka yüzünde kaldığı için kesiliyor ve kısa dalga yayın çok net alınabiliyorsa; insan beyni de, özellikle gece yarısı ve sonrasında çok hassas hâle gelir ve kuvveti artar. Bu hem alıcılık (ilham) yönünden böyledir; hem de vericilik yani "dua" yönünden böyledir.. "İslam Dini"nde gecenin önemi buradan ileri gelir. (A.Hulusi- Dua ve zikir.)(Geniş bilgi İsra/79da)]

 

18-) Ve Bil eshari hüm yestağfirun;

Seherlerde istiğfar ederlerdi. (A. Hulusi)

18 – Ve seher vakitleri hep istiğfar ederlerdi. (Elmalı)

 

Ve Bil eshari hüm yestağfirun ve seher vakitlerinde Allah’a yalvarırlardı. Onlar yaşarken, hayattayken işte böyle bir hayat yaşadılar da cenneti hal ettiler.

Seher vakitlerinde Allah’a yalvarırlardı. Eshar; sahhar tekili, sühr ya da sehr ya da. Farklı farklı mastarlar halinde okunmuş. Şafakla güneşin doğumu arasında ki vakte  sahhar denilir. Aslında farkında mısınız bilmiyorum sihr ile aynı köktendir. Sihir, sihr, aynı köktendir ve anlam alanı aynıdır.

Neden sahhar, sihr ile aynı kökten? Çünkü insanın uykuyu büyülenmiş gibi uyuduğu vakit sabah namazının vaktidir. Sabah namazı onun için o vakitte farzdır. Büyülenmiş gibi uyur. Bedenin tabir caizse tüm kapılarını kapadığı, biyolojik saatin bile durduğu bir zamandır. İnsan hücrelerinin en ölmeye yattığı zamandır. Adeta ölüm uykusu, gecenin en ağır uykusu sabah namazı vaktidir. Ve en ağır olduğu zamanda kaldırmaktadır bizi Allah. Yani namaza kalkmamızı emrettiği zaman uykunun en sihirli olduğu zaman. Uykunun büyüsünü boz. Uyku seni büyülemesin, sen uykuyu büyüle.

Uykunun büyüsünü bozamayanlar nasıl hayatı denetim altına alırlar, nasıl hayatın efendisi olurlar. Nasıl gecenin ve gündüzün yiğidi olurlar, ağabeydi olurlar, mücahidi olurlar. Daha uykuyu bile denetimine almamışsa o tiryakidir. Tiryakinin tiryakisi olduğu nesne, tiryakinin öznesidir. Tiryakilik nesneliktir, eğer uyku tiryakisi ise uykunun nesnesidir. İnsan ise özne olmalıdır. Uyku ona bir nimet olarak verilmiştir. Nimet insanı esir almamalıdır. Nimet insanın atıdır. İnsan nimetin süvarisi olmamalıdır.

İşte burada Ve Bil eshari hüm yestağfirun derken ayet insana uykunun büyüsünü boz. Uykunun büyüsünü bozarsan hayatın süvarisi olursun, cenneti hak edenler hayatın atı değil, hayatın süvarisi olanlardır demek istiyor.

 

19-) Ve fiy emvalihim hakkun lissaili vel mahrum;

Onların mallarında talep eden ve sıkıntıda olan için bir hak vardı. (A. Hulusi)

19 – Ve mallarında sâil ve mahrum için bir hak vardı. (Elmalı)

 

Ve fiy emvalihim hakkun lissaili vel mahrum servetlerinde isteyebilen ve isteyemeyen muhtaçlarında bir payı olduğuna inanırlardı. O cennetlikler hayattayken, dünyada yaşarken böyle meziyetlere sahip oldukları için cennete kavuştular. Yani servetlerinde isteyen es saili vel mahrum; istemekten hazer eden, kaçınan isteyemeyen kimselerin de bir payı olduğuna inanırlardı ve tabii ki inanınca verirlerdi.

Mahrum; İnsan olması şart değil. Razi’nin de isabetle ifade ettiği gibi hayvan da dahil buna tüm canlılar girer. İsteyemeyen, istemekten aciz olan. İhtiyacı var fakat dili yok. Yani ille de dili olup isteyemeyen insan değil, aynı zamanda hayvan. Dili yok, ihtiyacını biliyorsun, görüyorsun, aç. O da dahildir buna.

 

20-) Ve fiyl Ardı ayatun lilmukıniyn;

İkân sahiplerine arzda (bedende) işaretler vardır! (A. Hulusi)

20 – Arzda da âyetler var ikan ehli için. (Elmalı)

 

Ve fiyl Ardı ayatun lilmukıniyn yer yüzünde gönülden inanmış olanların şahit olduğu, gördüğü ilahi işaretler vardır.

 

21-) Ve fiy enfüsiküm* efela tubsırun;

Nefslerinizde (Benliğinizin hakikati)! Hâlâ (fark etmiyor) görmüyor musunuz? (A. Hulusi)

21 – Nefislerinizde de, halâ görmeyecek misiniz. (Elmalı)

 

Ve fiy enfüsiküm* efela tubsırun ve sizin kendi varlığınızda da ilahi işaretler vardır. Hala bunu görmüyor musunuz? Hala bunun farında değil misiniz. Fussilet/53. ayeti hatırlayalım; Senüriyhim âyâtina fiyl afakı ve fiy enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm enneHUl Hakk. (Fussilet/53) biz onlara ufuklarda ve içlerinde. Dışlarında ve içlerinde. Dış dünyalarında ve iç dünyalarında. Akfakta ve enfüste ayetlerimizi göstereceğiz ki bunun bir hakikat olduğunu bizzat anlasınlar.

İç ve dış ayet; Enfüs ve afak. İnsan ve kainat ayetleri. Bu ayet ne diyor sevgili Kur’an dostları? Bu ayet şunu diyor; Varlık açılmış bir kitaptır. Eğer okursan oku. Varlığı kitap gibi bil. İnsan da bir kitaptır, kainatta. Makro kozmos, mikro kozmos. Evet, büyük alem küçük alem. El ‘alemül Kübra, el ‘alemüssura. Sen kendini de bir kitap gibi oku, kainatı da bir kitap gibi oku. İşte İkra diye başlayan ilk vahiy aslında Hz. Peygambere varlığı bir kitap bilip oku diyordu. Aslında o emir hepimize bir emir.

İnsan bir kitap. Kur’an vahyi insana inmiş bir kitap. O zaman Kur’an okuyan insan iki kitabın buluşmasıdır. Kitap kitabı okuyor. Okumak tüm öğrenme süreçlerini ifade eder. İşte burada bu gerçek söyleniyor. Hiç yakın dostlarınızı size Allah’ın nazil ettiği bir ayet gibi okudunuz mu, gördünüz mü. Hiç eşinizi Allah’ın bana nazil ettiği ayeti, gel bir okuyayım diye düşündünüz okudunuz mu. Hiç evladınızı Allah’ın size nazil ettiği bire ayet olarak görüp okudunuz mu. Bunu denediniz mi, böyle bir şey aklınıza geldi mi. Gelmediyse bu saatten sonra gelmeli. Ve; Ve fiyl Ardı ayatun lilmukıniynVe fiy enfüsiküm efela tubsırun (20-21) ayetlerini hiç aklımızdan çıkarmadan kainat ayetini ve içimizde ki, yani insan kitabını da nazil olmuş birer ayet gibi okumalıyız.

 

22-) Ve fiys Semai rizkuküm ve ma tu’adun;

Yaşam gıdanız da, vadedilen şey de semâdadır (bilincinizden yaşanacaktır)! (A. Hulusi)

22 – Semada da rızkınız ve o vaad olunduğunuz. (Elmalı)

 

Ve fiys Semai rizkuküm ve ma tu’adun Evet, ve fiys Semai rizkuküm diyor, ve ma tu’adun. Gök yüzünde maddi manevi rızkınız vardır ve size vaad edilen şeylerin kaynapğı vardır. Ve ma tu’adun. Size vaad edilen şeyler de oradadır.

Saadetiniz de, felaketinizde gökten iner. Rızık ya da bela, hatta cennetiniz de cehenneminizde gökten iner. Neden? Gökten vahiy iner cennetinizdir. Vahye karşı gelirseniz biraz sonra anlatılacak helak olmuş kavimlerde olduğu gibi gökten bela iner, cehenneminizdir. Burada tehdit amaçlıdır bu tu’adun. Vaad 2 manaya gelir. hem iyi şeyler ödül, hem kötü şeyler, cezayı içerir. Ama burada cezayı içerdiğini düşünmeliyiz, çünkü 24 ile 46. ayetler arasındaki kıssalar helak kıssalarıdır ve bu helak kıssalarında gökten inen vahye eğer sırt dönerseniz belanız inmeye başlar anlamına gelir.

Tabii buradan Ve fiys Semai rizkuküm ibaresinden para da gökten iner sonucuna varabiliriz. Buna hayatınızda çok rastlamışsınızdır. Hakikaten insanın çaba ve çalışması elbette müsellemdir, hakikattir. Fakat para gökten iner. Bu da bir hakikattir. Hakikatin 2. yarısı da budur.

 

23-) FeveRabbis Semai vel Ardı innehu lehakkun misle ma ennekum tentıkun;

Semânın ve arzın Rabbine yemin ederim ki, kesinlikle o (bildirilen gelecektekiler), sizin konuşmanız kadar olağan bir gerçektir. (A. Hulusi)

23 – İşte o Göğün ve Yerin rabbine kasem ederim ki o şüphesiz haktır sizin nâtık olmanız gibi. (Elmalı)

 

FeveRabbis Semai vel Ardı innehu lehakkun misle ma ennekum tentıkun göğün ve yerin rabbine and olsun ki bu yeniden diriliş en az sizin konuşma yeteneğiniz kadar gerçektir. Çok ilginç bir kıyas yapılıyor burada. Yeniden diriliş, sizin konuşma yeteneğiniz kadar gerçektir diyor. Benzetme ilginç. Konuşma yeteneği ile yeniden diriliş arasında nasıl bir benzerlik var.

Ahiret yaşama sürecin sonucu değil mi? Konuşma da düşünme sürecinin sonucudur. Düşünme sürecinin ahireti konuşmaktır. Yaşama sürecinin ahireti hesaptır. Zihninizde ki nesnelerin gerçeği nerededir? Hayatta. Hayatta ki nesnelerin zihnimizde gölgeleri vardır. Gerçeği hayattadır. Fakat gerçek dediğimiz bu hayatta ki nesnelerin hakikati nerededir? Cennettedir, ahirettedir. Dolayısıyla işte benzetilen ile benzeyen arasında ki irtibat, bu kıyas buradan yola çıkarak böyle bir sonuca ulaşabiliriz.

Yağmur bu hayatı, vahiy öbür hayatı yeşertir. Bu da bir benzetme aslında. Konuşmamız yeniden diriliş, konuşmamız mantıksal sürecimizin sonucudur, insan olduğumuzun ispatıdır. Yeniden dirilişte, manevi yani iman sürecimizin ispatıdır. İmanımız orada şahidini bulacaktır.

 

24-) Hel etake hadiysü dayfi İbrahiymel mükremiyn;

İbrahim’in şerefli kılınmış konuklarının haberi sana geldi mi? (A. Hulusi)

24 – Geldi mi sana İbrahim’in ikram edilen misafirlerinin kıssası? (Elmalı)

 

Hel etake hadiysü dayfi İbrahiymel mükremiyn şimdi yukarıda gökte dedi ya; rızkınız da belanız da, Şimdi bela nasıl gökten iner. Eğer gökten imanın manevi rızık olan vahye sırt dönerseniz neyle karşılaşırsınız onun cevabı olan kıssalar geldi.

İbrahim’in ilahi ikrama mazhar olmuş konukları hakkında ki kıssa sana ulaştı mı? Kıssayı Hicr ve hud surelerinde daha önce görmüştük aslında aynı kıssayı bu surede vurgu daha farklı yapılıyor, helak sürecine vurgu yapılıyor.

 

25-) İz dehalu aleyhi fekalu Selâma* kale Selâm* kavmun münkerun;

Hani Onun yanına girdiklerinde: “Selâm” dediler… (İbrahim de): “Selâm” dedi… “Rastlanmadık birileri (diye düşündü).” (A. Hulusi)

25 – O vakit ki üzerine girdiler de «selâm» dediler. «Selâm, görülmedik bir kavım» dedi. (Elmalı)

 

İz dehalu aleyhi fekalu Selâma hani elçiler İbrahim’in huzuruna girmişler ve sana selam olsun ey İbrahim demişlerdi. kale Selâm* kavmun münkerun o da; size de selam olsun, yani aleykümselam demiş ve içinden, hiç tanımadık bir topluluk demişti. Yabancı bir topluluk diye kaygısını ifade etmişti.

 

26-) Ferâğa ila ehlihi fecae Bi ‘ıclin semiyn;

Ailesine yöneldi de semiz (kızartılmış) bir buzağı eti getirdi. (A. Hulusi)

26 – Hemen bir bahâne ile ehline gitti, bir semiz daha getirdi de. (Elmalı)

 

Ferâğa ila ehlihi fecae Bi ‘ıclin semiyn sonra usulca; râğa fiili aslında hissettirmeden çekilmek anlamına gelir. Usulca onların huzurundan çekildi ve ailesine yönelerek kızarmış semiz bir buzağı getirdi önlerine ikram olarak. Burada ki “fe” takibiye “fe”si hızlılığı ifade eder. İkramda hızlılık cömertliğin kemalindendir. Onu da ima etmiş oluyor Kur’an aynı zamanda.

 

27-) Fekarrebehu ileyhim kale ela te’kûlun;

Onu onlara yaklaştırıp: “Yemeyecek misiniz?” dedi. (A. Hulusi)

27 – Onu yakınlarına koydu, yemeğe buyurmaz mısınız? Dedi. (Elmalı)

 

Fekarrebehu ileyhim kale ela te’kûlun derhal onlara dönerek buyurmaz mısınız diye önlerine koydu sofrayı.

 

28-) Feevcese minhüm hıyfeten, kalu lâ tehaf* ve beşşeruhu Bi ğulamin ‘aliym;

(Yemediklerini görünce İbrahim’in içine) onlardan bir korku düştü! “Korkma” dediler ve Onu Aliym bir erkek çocuk ile müjdelediler. (A. Hulusi)

28 – O vakit onlardan içine bir korku düştü Korkma dediler ve kendisine alîm bir oğlan tebşir ettiler. (Elmalı)

 

Feevcese minhüm hıyfeten, derken onlardan yana içini bir korku, endişe kapladı. kalu lâ tehaf* ve beşşeruhu Bi ğulamin ‘aliym onlar dediler ki endişeye gerek yok, endişeye mahal yok. Yani bizden korkma ve onu peygamberlik bilgisi verilmiş bir oğlan çocuğuyla müjdelediler.

Çift kutupluluğun hayata ki yansıması bu ayetler dostlar. Biri ifna, diğeri ihya. Bakınız gelen konuklar melekler, elçiler; İnne me’al ‘usri yüsrâ. (İnşirah/6) ayetini ifade edercesine bir toplumu helâk için gelmişken bir tarafa da müjde veriyor. Usr’un yanında yüsr, Yüsr ün yanında usr. Zorluğun yanında kolaylık, kolaylığın yanında zorluk. Yani dikenin yanında gül, gülün yanında diken. Lût kavmini helak için gelen elçiler İbrahim’e oğlan çocuğu müjdeliyorlar. Uzun süre çocuksuzlukla imtihan edilen bu aileye.

 

29-) Feakbeletimraetuhu fiy sarretin fesakket vecheha ve kalet ‘acûzun ‘akıym;

Bu yüzden (İbrahim’in) karısı çığlık içinde misafirlerin yanına döndü de, (ellerini utanarak) yüzüne kapatıp dedi ki: “(Ben) kısır bir ihtiyar kadınım!” (A. Hulusi)

29 – Bunun üzerine hatunu bir çığlık içinde döndü de elini yüzene çarptı ve akîm bir kocakarı, dedi. (Elmalı)

 

Feakbeletimraetuhu fiy sarretin fesakket vecheha ve kalet ‘acûzun ‘akıym bunun üzerine karısı ileri çıktı ve ellerini yüzüne vurarak: “Kısır bir koca karıdan ha?” diye vaveylayı bastı. fiy sarretin ibaresini ben öyle çeviriyorum, çığlığı bastı. Bir kısır koca karıdan ha? Dedi.

 

30-) Kalu kezâliki, kale Rabbük* inneHU “HU”vel Hakiymul ‘Aliym;

(İbrahim’in misafiri melekler) dediler ki: “İşte böyle! (Bunu) Rabbin dedi… Muhakkak ki O, Hakiym’dir, Aliym’dir.” (A. Hulusi)

30 – Dediler: öyle Rabbin buyurdu, şüphesiz alîm o, hakîm o. (Elmalı)

 

Kalu kezâliki, onlar dediler ki; “böyle”, yani bunun içinde o kadar büyük şeyler gizli ki Allah böyle istediyse böyle, bunun tartışması olmaz. İş bitmiştir. Allah dede mi bitti. Bu böyle. Onun için burada hayret edilecek bir şey yok, Ol dedi ve oldu. Yani öyle dediler. kale Rabbük* inneHU “HU”vel Hakiymul ‘Aliym rabbin böyle buyurdu. Şüphesiz O’dur hikmet sahibi her şeyi bilen O’dur.

 

31-) Kale fema hatbukum eyyuhel murselun;

(İbrahim): “Ey irsâl olunanlar. (Esas) işiniz (amacınız) nedir?” dedi. (A. Hulusi)

31 – İbrahim, o halde asıl memuriyetiniz nedir? ey mürselûn, dedi. (Elmalı)

 

Kale fema hatbukum eyyuhel murselun İbrahim; Peki ey elçiler dedi nedir bu olağan dışı ziyaretinizin gerçek sebebi? Olağan dışı ziyaret çünkü Melekler asli suretlerinde veyahut ta insan suretinde gelmeleri normal bir olay değil, sık görülen bir olay değil bir peygamber için bile. Onun için bu olağan üstü bir olaydı. Zaten hatb normal olaylara söylenmez. Yan anlam olarak, müthiş, sıra dışı, olağan üstü olaylar için kullanılan bir kelime.

 

32-) Kalu inna ursilna ila kavmin mucrimiyn;

Dediler ki: “Doğrusu biz suçlu bir toplum için irsâl olunduk!” (A. Hulusi)

32 – Biz, de dediler: Mücrim bir kavme gönderildik. (Elmalı)

 

Kalu inna ursilna ila kavmin mucrimiyn Onlar; Biz dediler günaha gömülüp gitmiş bir topluma gönderildik. Bu toplum bugünkü Lut gölünün Lisan diye bilinen kuzey ucunda ki sığ sulara gömülmüş parça üzerinde yaşayan Sodom ve Gomore başta olmak üzere 6 adet kentin üzerine inen belayı ifade etmektedir.

 

33-) Linursile aleyhim hıcareten min tıyn;

“Tepelerine balçıktan taşlar (lavlar) geçirelim diye.” (A. Hulusi)

33 – Üzerlerine çamurdan taşlar salmak için. (Elmalı)

 

Linursile aleyhim hıcareten min tıyn onların üzerine gökten yaşlaşmış çamur, taşlaşmış balçık yağdıralım.

 

34-) Musevvemeten ‘ınde Rabbike lilmusrifiyn;

“Rabbinin indînde, (hakikate ermeleri için verilmiş kuvveleri) israf edenler için işaretlenmiş (taşlar)!” (A. Hulusi)

34 – Rabbinin nezdinde damgalanmışlar müsrifler için. (Elmalı)

 

Musevvemeten ‘ınde Rabbike lilmusrifiyn kendini harcayanlara senin rabbinin katında hedefi belirlenmiş taşlar. Musevvemeten ‘ınde Rabbik Musevveme; aslında El hayrul Müsevveme ibaresi geçmişti Kur’an da. Yani favori atlar diye çevirdiğimi hatırlıyorum onları damgalı atlar. Burada da müsevveme aslında işaretli, damgalı, güdümlü mermi demek. Aslında güdümlü taşlar. Adrese teslim. Adeta adresi üzerine yazılmış adrese teslim. Adrese teslim bela. Eğer bir belanın üzerine adresi yazılmış senin adresin şu, var ve bul onu denmişse, işte o müsevvemedir.

 

35-) Feahrecna men kâne fiyha minel mu’miniyn;

Biz de, orada iman edenlerden kim varsa çıkardık. (A. Hulusi)

35 – Binnetîce orada bulunan mü’minleri çıkardık. (Elmalı)

 

Feahrecna men kâne fiyha minel mu’miniyn derken müminlerden orada bulunanları çıkarttık. Kuru ile yaşı birbirinden ayırdık., bunun anlamı bu.

 

36-) Fema vecedna fiyha ğayre beytin minel müslimiyn;

Zaten orada bir evden başkasında teslim olmuşlardan bulamadık! (A. Hulusi)

36 – Fakat bir haneden başka orada Müslüman da bulmadık. (Elmalı)

 

Fema vecedna fiyha ğayre beytin minel müslimiyn zaten orada bir hane dışında hiçbir Müslüman bulamadık. Teslim olanlar selamet bulurlar. Burada ki ğayre beytin minel müslimiyn bu. Yani Allah’a teslim olanları selâmete erdirdik, teslim olsalardı selamete ererlerdi diğerleri de.

 

37-) Ve terekna fiyha ayeten lilleziyne yehafunel azâbel eliym;

Orada o elim azaptan korkanlara bir işaret terk ettik. (A. Hulusi)

37 – Ve öyle elîm azab dan korkacaklar için orada bir âyet bıraktık. (Elmalı)

 

Ve terekna fiyha ayeten lilleziyne yehafunel azâbel eliym ve elem verici bir azaptan korkacak olan kimseler için orada bir işaret, bir remiz, bir simge, bir mesaj bıraktık. Nasıl bir işaret bu? Kavli mesaj işte bu ayetler. Tarihi mesaj işte oraya inen belanın insanlık dilinde anlatılması ve tabii ki fiili mesajda şu anda o helak bölgesinin gözle görülecek kadar belirgin olması Lisan isimli o parça, gölün derinliği 400 m. Olmasına rağmen, Lisan isimli o parça 40 metre de. Bıçakla kesmiş gibi duruyor. O dil isimli suyun 40 m. altında ki bittiği yerde, bu yüzyılda, 1965 yılında ki kazılarda 20.000 ölülük bir mezar bulundu. Mezar var fakat şehir yok. Yani bir şehrin, yada birkaç şehrin mezarlığı. Mezar bulundu ama şehir yok. Demek ki şehir helake uğramış şehrin eski mezarlığı bulunmuş. Bu da bunun tipik bir göstergesi.

 

38-) Ve fiy Musa iz erselnahu ila fir’avne Bi sultanin mubiyn;

Musa’da da… Hani Onu Firavun’a apaçık bir delil olarak irsâl etmiştik. (A. Hulusi)

38 – Bir de Musa’da: ki onu bir sultanı mübîn ile Firavuna gönderdik de. (Elmalı)

 

Ve fiy Musa aynı mesaj Musa kıssasında da var. iz erselnahu ila fir’avne Bi sultanin mubiyn hani biz ona açık ara muktedir kılan bir güçle firavuna göndermiştik. Sahibini muktedir kılan, sultan bu. Sahibine iktidar veren, muktedir kılan bir belge. Tabii bunların başında Hz. Musa’ya verilen mucizeler geliyor.

 

39-) Fetevella Bi rüknihi ve kale sahırun ev mecnun;

Erkânı ile birlikte yüz çevirdi ve dedi ki: “Bir büyücü yahut mecnun!” (A. Hulusi)

39 – O bütün kuvvetiyle tersine gitti: sâhir veya mecnun, dedi. (Elmalı)

 

Fetevella Bi rüknihi ve kale sahırun ev mecnun Fakat o iktidarına, gücüne, kuvvetine, dünyevi iktidarına güvendi, Musa’ya karşı çıktı. Üstelik; o ya bir büyücü, ya da bir delidir dediler. Yani kendilerine mucizelerle gelen peygamberin mucizelerini büyü ile karıştırdılar. Onu büyüye indirgediler ve peygamberin olağan üstü yetkilerini de deliliğine verdiler.

Fetevella Bi rüknih; Çok ilginç. İktidarına güvenerek sırt döndü diyor. Güç ve iktidara güvenmek. Ahlaksız güç, Allahsız güçtür. Aslında ayet bunu söylüyor.

 

40-) Feehaznahu ve cunudehu fenebeznahüm fiyl yemmi ve huve muliym;

Bunun üzerine onu ve ordusunu yakaladık da onları denize attık. O pişmanlıkla kendi kendini yeriyordu! (A. Hulusi)

40 – Onun üzerine biz de tuttuk kendisini ve ordularını deryaya fırlatıverdik: namertlik ederken o leîm. (Elmalı)

 

Feehaznahu ve cunudeh derken biz de onu ve ordusunu enseledik. fenebeznahüm fiyl yemmi ve huve muliym hepsini denize döktük, o hala kendisini kınıyordu. Ve huve muliym; veya kınanacak işler yapıyordu manasına da gelebilir. Tercihimiz Yunus/90. ayetine dayanıyor. Ölürken firavun kendisini kınıyordu ama bu firavun imanıydı, iman sayılmadı.

 

41-) Ve fiy ‘Adin iz erselna aleyhimur riyhal ‘akıym;

Ad’da da… Hani onların üzerine o hayır ve bereketi olmayan rüzgârı (hortum) irsâl etmiştik. (A. Hulusi)

41 – Bir de Âd de: ki üzerlerine o köklerini kesen rüzgarı salıvermiştik. (Elmalı)

 

Ve fiy ‘Adin aynı mesaj Ad kıssasında da var. iz erselna aleyhimur riyhal ‘akıym Hani onlara da köklerini kurutan fırtına göndermiştik.

 

42-) Ma tezeru min şey’in etet aleyhi illâ ce’alethu kerremiym;

Üzerine geldiği hiçbir şeyi ayakta bırakmıyor, onu un ufak kılıyordu! (A. Hulusi)

42 – Uğradığı bir şey’i bırakmıyor, mutlak onu çürütüp kül gibi ediyordu. (Elmalı)

 

Ma tezeru min şey’in etet aleyhi illâ ce’alethu kerremiym bu fırtına geçtiği yerde hiçbir şey, hiçbir canlı bırakmaksızın hepsini kül edip göğe savurdu.

 

43-) Ve fiy Semude iz kıyle lehüm temette’u hattâ hıyn;

Semud’da da… Hani onlara: “Bir süreye kadar yararlanın” denilmişti. (A. Hulusi)

43 – Bir de Semud da: ki onlara bir zamana kadar istifade edin denilmişti de. (Elmalı)

 

Ve fiy Semude iz kıyle lehüm temette’u hattâ hıyn yine aynı mesaj Semud kıssasında da vardı. Hani onlara da sınırlı bir süreliğine sizde bir safa sürün demiştik. Sizde sefanızı sürün, kâm alın bakalım. Böyle elinize verdiğimiz nimetleri istismar ederek.

Ad ve Semud kavmi hep bir arada gelir. Tarihsel olarak birbirinin devamıdır bu doğru. Çünkü Ad kavminin başına bela geldikten sonra geri kalanlar kuzeye göç etmişler. Bugün Medain i salih diye anılan Arabistan’ın kuzeyinde ki yerleşim bölgesine yerleşerek orada mesken tutmuşlardı.

Bu iki kavmin birbiri ardınca gelişi aslında daha derin bir nükteyi barındırır. Ad kavmi çölün bittiği yere, sahil şeridi boyunca, bugün Hadramevt, ölü yeşil diye bilinen yere muhteşem bir uygarlık kurmuşlardı. Ama yapı taşları, yapı malzemeleri kum idi, kerpiçten yapıyorlardı. Uygarlıklarının temel malzemesi kerpiçti, bela gelip de tüm uygarlıklarını yerle bir edip kendilerini helak edince kafalarını değiştirecekleri yerde malzemeyi ve vatanı değiştirdiler. Vatanı değiştirdiler, burada bela geliyor gidelim kuzeye, güneyde olmadı gidelim kuzeye. Yapı malzemesini değiştirdiler; Eskiden kerpiçten yapmışlardı uygarlıklarını, şimdi kayaları oydular. Yani altı kaya gibi üstü kaya diye reklam yapıyorlar ya, öyle bir şey. Yani her halde şöyle düşünmüş olacaklar; Malzemeyi değiştirdik, artık bela gelmez.

Ve bela Semud’da da yakaladı onları. Evet, anlaşıldı ki malzemeyi değiştirmekle olmuyor. Kafayı değiştirmek lazım, bakış açısını değiştirmek lazım. Onun için Kur’an da hep bu ikisi bir arada gelir. Yani kafayı değiştirmeden Allah’a karşı duruşunuzu değiştirmeden malzemeyi değiştirmek hiçbir şey ifade etmez demeye getiriyor.

 

 44-) Fe ‘atev ‘an emri Rabbihim feehazethümus sa’ıkatu ve hüm yenzurun;

Rablerinin emrine itaatten çıktılar! Bunun üzerine onlar bakıp dururlarken kendilerini yıldırım yakalayıverdi. (A. Hulusi)

44 – Rablerinin emrinden azgınlık ettiler, bu yüzden o sâika kendilerini yakalayıverdi, bakınıp duruyorlardı. (Elmalı)

 

Fe ‘atev ‘an emri Rabbihim nitekim onlar rablerinin emrine karşı gelmişlerdi feehazethümus sa’ıkatu ve hüm yenzurun ve onlar bön bön bakarken bir bela şimşeği kendilerini enseleyiverdi.

 

45-) Femesteta’u min kıyamin ve ma kânu muntasıriyn;

Ne ayakta kalmaya güçleri yetti ve ne de yardım gördüler! (A. Hulusi)

45 – O vaktı bir kalkınmaya da güç yetiremediler, bir yardım da görmediler. (Elmalı)

 

Femesteta’u min kıyamin ve ma kânu muntasıriyn ne yerlerinden doğrulmaya ne de yardım almaya fırsat bulabildiler. Hiç birine fırsatları kalmadı, mahvolup gittiler.

 

46-) Ve kavme Nuhın min kabl* innehüm kânu kavmen fasikıyn;

Daha önce de Nuh kavmi. Muhakkak ki onlar inancı bozuk bir toplumdu! (A. Hulusi)

 

46 – Daha evvel de Nûh kavmini, çünkü hep onlar yoldan çıkmış fâsık birer kavim idiler. (Elmalı)

 

Ve kavme Nuhın min kabl daha önce de Nuh kavmi helâk olmuştu. innehüm kânu kavmen fasikıyn çünkü onlarda yoldan çıkmış bir topluluk idiler.

Lût kavmi pişmiş toprak ile, Nuh kavmi ve Firavun su ile Ad kavmi rüzgârla, yani hava ile Semud kavmi ateş ile helâk oldu. burada bu örnekler bu dört unsura dikkat çekiyor. Kadim hikmette maddi varlığın 4 aslı var. Ateş, toprak, su, hava. Adeta maddenin aslı size bir emanet olarak bırakılan maddeye ihanet ederseniz ihanetinizin cezasını aynı maddeyi bela olarak göndeririz, çekersiniz mesajı veriliyor gibi.

 

47-) VesSemae beneynaha Bi eydin ve inna lemusi’un;

Semâya (Evren’e ve de beyin kapasitesine) gelince, onu elimizle bina ettik ve muhakkak ki biz genişleticileriz (boyutsal oluşumlarla – varlıklarla – idrakını genişletmek suretiyle, beyindeki kullanılır alanın genişlemesiyle)! (A. Hulusi)

47 – Bir de Semaya bakın biz onu kuvvetle bina ettik ve şüphe yok ki biz çok vüs’a malikiz. (Elmalı)

 

VesSemae beneynaha Bi eydin ve inna lemusi’un bütün bir göğü kendi, güç ve kudretimizle biz inşa ettik ve onu sürekli genişleten de biziz. Sema uzay burada, bu ayette. Bi eydin diyor el anlamına gelen yed in çoğulu olduğu gibi, te’yid’in türevi de olabilir. O zaman gücümüzle anlamına gelir.

Modern kozmolojinin genişleyen evren modeli burada lemusi’un, onu sürekli genişletmekteyiz şeklinde gelen ibareyle de destekleniyor olabilir ki İbn. Zey, Razi, İbn. Kesir gibi Kadiym otoritelerde bunu böyle anlamışlar. Yani bu yeni bir anlayış veya modern bilimin bir keşfine dayalı bir yorum değil. Bunu eski otoritelerimiz de böyle anlamışlar. Bu genişlemenin bir yerde duracağı ve geri döneceği de enbiya/104. ayetinden anlatılmış.

 

48-) Vel Arda feraşnaha fenı’mel mahidun;

Arzı da (enerji hatları – sinir sistemiyle) döşedik… Ne güzel döşeyenleriz! (A. Hulusi)

48 – Arzı da döşedik, bakınız biz ne güzel döşeriz. (Elmalı)

 

Vel Arda feraşnaha fenı’mel mahidun yine de biz göğü genişlettiğimiz gibi, yeri de yayıp döşedik. Ama sıradan döşemedik, ne muhteşem döşedik. Şimdi ve gelecekte daha güzel dünyalar inşa etmeye bir ima var gibi burada.

 

49-) Ve min külli şey’in halakna zevceyni leallekum tezekkerun;

Her şeyi iki eşten (pozitif – negatif güç; gen sarmalını oluşturan çiftten) yarattık. Belki hatırlayıp düşünürsünüz diye. (A. Hulusi)

49 – Hem her şeyden iki çift yarattık ki düşünesiniz. (Elmalı)

 

Ve min külli şey’in halakna zevceyni leallekum tezekkerun her şeyi çift, zıt kutuplu yarattık ki düşünebilesiniz. İlginç, üzerinde çok düşünülmesi gereken bir ayet değerli dostlar. Zevceyn; 3 şeye delalet eder. 1- Zıtlara. 2- Çiftlere, eşlere. 3- çeşitliliğe. Zımnen Allah dışında ki her şey anlamına gelir bu. leyse kemisliHİ şey. (Şûra/11) O bildiğiniz bir şeye benzemez, her hangi bir şey gibi değil. Dolayısıyla düşünme faaliyeti ancak zıtlarla mümkün. Zıtlar olmasaydı düşünemezdik. İnsan tasavvuruna daha baştan yerleştirilmiş zıtlar. Eşyanın mahiyetini idrak edilmemiz bu yüzdendir. Allah’ın mahiyetini idrak edemememiz zıddı olmadığı için, eşi olmadığı için, benzeri olmadığı içindir. Bu da böyle biline.

 

50-) Fefirrû ilAllâh* inniy leküm minhu neziyrun mubiyn;

“(Bedensellik dünyanızdan) Allâh’a firar edin! Ben kesinlikle, O’ndan size apaçık bir uyarıcıyım!” (A. Hulusi)

50 – O halde hemen Allaha kaçın, haberiniz olsun ki ben size ondan bir açık nezîrim. (Elmalı)

 

Fefirrû ilAllâh o halde Allah’a kaçınız. Ey insan Allah’tan kaçamazsın, bari Allah’a kaç. Şüphe yok ki ben onun katından size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım inniy leküm minhu neziyrun mubiyn.

 

51-) Ve lâ tec’alu meAllâhi ilâhen âhar* inniy leküm minhu neziyrun mubiyn;

“Allâh yanı sıra tanrı oluşturmayın! Ben kesinlikle, O’ndan size apaçık bir uyarıcıyım!” (A. Hulusi)

51 – Ve Allah’la beraber başka bir Tanrı uydurmayın, haberiniz olsun ki ben size ondan bir açık nezîrim. (Elmalı)

 

 Ve lâ tec’alu meAllâhi ilâhen âhar Allah’la beraber başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayın. inniy leküm minhu neziyrun mubiyn bir daha geldi aynı ibare; Elbet ben size onun katından gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Yani ben sizin jandarmanız değilim, ben sizi O’ndan gelecek bir belâdan da koruyamam. Ben sadece size O’nun mesajını ulaştırırım.

 

52-) Kezâlike ma etelleziyne min kablihim min Rasûlin illâ kalu sahırun ev mecnun;

İşte (gerçek durum) böyle! Onlardan öncekilere de (Allâh’a, hakikatlerine çağıran) herhangi bir Rasûl geldiğinde, mutlaka: “Bu büyücü veya mecnun” dediler. (A. Hulusi)

52 – Böyle, bunlardan evvelkiler bir Resul gelince behemehal ya sahir dediler ya mecnun. (Elmalı)

 

Kezâlike ma etelleziyne min kablihim min Rasûlin illâ kalu sahırun ev mecnun İşte böyle, daha önce de gelmişti firavun anlatılırken, şimdi de benzer bir ibare geldi; Onlardan öncekiler kendilerine gelen her peygambere mutlaka sihirbaz ya da mecnun dediler. Mecnun’un da bir anlamı cinlerin tasallutuna uğramış, sihirbaz dediler, mucizeleri anlamazlıktan geldiler. Mecnun dediler peygamberin tek başına toplumu dönüştürme arzusunu anlamazlıktan geldiler. Yani bu kadar kararlılık, ancak peygamberliğini itiraf edemeyince ancak deli olmalı dediler. Zaten peygamberliğini itiraf etselerdi kurtulacaklardı. Yoksa menfaatini bilen bir adam koca bir toplumun inancını karşısına alıp tek başına dağlara karşı yürür mü? Onun için deli dediler, anlamadılar.

 

 

53-) Etevasav Bih* belhüm kavmun tağun;

Bunu (genetik olarak) birbirlerine tavsiye mi ettiler! Hayır, onlar taşkınlık içinde olan bir toplumdur! (A. Hulusi)

53 – Hep buna vasiyetleştiler mi? Hayır hep onlar azgın kavımlar. (Elmalı)

 

Etevasav Bih* belhüm kavmun tağun yoksa onlar bunu birbirlerine miras mı bıraktılar. Ama hayır, belli ki onlar azgın bir kavimdiler. Beklide birbirlerini hiç görmediler bile. Nasıl birbirlerine miras bırakacaklar ki. Fakat ne oldu? Haberdar bile değildiler. Fakat aynı tasavvur ve aynı bakış açısı onları aynı sonuca götürdü. Yani aynı yerden baktılar aynı gördüler. Aynı sonuca ulaştılar. Kalpleri birbirine benzedi diyordu ya Kur’an. teşâbehet kulûbühüm. (Bakara/118) kalpleri birbirine benzedi. Aynı düşününce farklı zamanlarda birbirlerinden hiç haberleri olmasa da aynı sonuca ulaştılar. Tabii ki aynı yaşayanlar aynı helak sürecine tabi olurlar. Ahirette de aynı yerde buluşurlar.

 

54-) Fetevelle anhüm fema ente Bi melum;

Onlardan yüz çevir! Sen (bu yüzden) kınanacak değilsin. (A. Hulusi)

54 – Onun için onlardan yüz çevir, artık sen levm olunacak değilsin. (Elmalı)

 

Fetevelle anhüm fema ente Bi melum artık onlardan yüz çevir. Böyle yaptığın takdirde kınanacak değilsin. Yani seni ayıplamayız. Onlardan yüz çeviri ben şöyle anlıyorum değerli dostlar. Gündemini düşmanın oluşturmasın. Kendi gündemini izle, gündemini onlar belirlemesin, işine bak, antitez olma, tezini sürdür. Ben böyle anlıyorum ve hepimize bu emir aynı zamanda.

 

55-) Ve zekkir feinnez zikra tenfe’ul mu’miniyn;

Hatırlat! Muhakkak ki hatırlatma iman edenlere fayda verir! (A. Hulusi)

55 – Onunla beraber vaaz-u nasihate devam et, çünkü vaaz, mü’minlere fayda verir. (Elmalı)

 

Ve zekkir feinnez zikra tenfe’ul mu’miniyn ve uyarmayı sürdür, uyarmaya devam et. En azından bu uyarının mü’minlere yararı vardır. Yani kafirlere yararı olmazsa uyarman, mü’minlere yararlı olur. Onun için Yahu bunlar küfrü inadi de bunlara hiçbir faydası olmayacak diyerek uyarıdan vazgeçme. Ey muhatap bildiğin doğruları ısrarla söyle. Çünkü hidayetin kime geleceği belli olmaz. Çünkü kimin yürek kapısının ne zaman açılacağını kimse bilmez. Hiç ummadığın yürek kapısı, ummadığın bir zamanda açılabilir. 40 kez söylersin olmaz da 41. kez söylediğinde kapılar ardına kadar açılıverir. Hem sonra senin görevin hakikati paylaşmak ve duyurmaktır. İnsanların yüreklerini evirip çevirmek senin işin değil, Allah’ın işidir.

İnneke lâ tehdiy men ahbebte ve lakinnAllâhe yehdiy men yeşa. (Kasas/56) sen sevdiğini hidayete ulaştıramazsın, fakat Allah dilerse dilediğini hidayete ulaştırır. Yani Tabii ki Allah aklını kullananları, iradesini kullananları, doğru kullananları hidayete ulaştırır. Onun için sen görevini yap, mutlaka birilerine fayda edecektir. Kafirlere etmezse mü’minlerin imanını artıracaktır.

 

56-) Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun;

Ben cinni ve insi yalnızca (Esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) kulluk etmeleri için yarattım! (A. Hulusi)

 

56 – Ve ben, Cinn-ü İnsi ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Elmalı)

 

Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun ben cinleri ve insanları sadece bana kulluk etsinler diye (iradeli bir varlık) olarak yarattım.  Bu ayet değerli dostlar insanın yaratılış amacını ele veren ayetlerden biri. Zımnen açılımı şöyle; Ben görünür görünmez, uzak yakın. İns ve cin bu anlama gelir. İns ve cinin tüm çağrışımları bu iki çifte toparlayabiliriz. Görünür görünmez, uzak yakın tüm bilinçli varlıkları. Neden ins ve cin gelmiş? Çünkü bu ikisi de bilinçli, bilinç ortak paydasında toplanıyor. Burada aslında söylenen tüm bilinçli varlıkları ben niçin yarattım biliyor musun ey insanoğlu? Niçin yarattım? Sırf kendi iradeleri ile bana kulluk yükümlülüğünü duysunlar diye iradeli bir biçimde yarattım.

Evet, Zemehşeri’den yola çıkarak böyle bir açılım yaptım. Her varlık O’na kul, öyle değil mi? Yer ve gökler de O’nun kulu. Yerleri ve gökleri yarattıktan sonra yerlere ve göklere yönelerek diyor ki: İster istemeyerek, ister isteyerek gelin. Onlar da; kaleta eteyna tai’ıyn. (Fussilet/11) biz isteyerek geldik dediler. Bu tabii ki mecaz olabileceği gibi iradesiz varlıkların hâl dili ile söylemeleri şeklinde bir dramatizasyon da olabilir. Ama onların ki ityan ile ifade ediliyor, taat ile ifade ediliyor. Fakat insanın Allah’a kulluğu ubudiyetle ifade ediliyor, ityan ile değil, tatla değil, ubudiyetle. Neden? Çünkü ubudiyet bilinç ister. Kulluk bilinç ister. Bilinçsiz kulluk olmaz onun içindir ki bilinçli varlıklar ubudiyetle mükelleftir. Bilincin insana verilmesinin hikmeti ubudiyettir, kulluktur.

Burada söylenen şudur; İnsan mutlaka kul olacağı bir kapı arar. Çünkü her varlığın tabiatına Allah kendi görevini yüklemiştir. Yaratırken bir varlığın tabiatına görevini yüklemiştir. İnsanı da yaratırken tabiatına bir görev yüklemiştir, bu göre kulluktur. Bu görevden dolayı insan kul olur.

Ama Allah’a kul olmak zorunda değil. Çünkü iradeli varlıktır kul olacağı bir kapı arar. Kendi nefsine kul olur, eşyaya kul olur, paraya kul olur, makama kul olur, kul olacağı bir şey bulur. Putlara kul olur. Onun içindir ki Allah iradeyi verdikten sonra kendinden başkasına kul olmayı da yasaklamıştır. İnsanın tabiatına yüklediği o kulluk cibilliyetine dikkat çeken bir ayettir bu ayet.

 

57-) Ma uriydü minhüm min rizkın ve ma uriydü en yut’ımun;

Ben onlardan yaşam gıdası istemiyorum; Beni beslemelerini de istemiyorum. (A. Hulusi)

57 – Ben onlardan bir rızk istemiyorum, bana yemek yedirmelerini de istemiyorum. (Elmalı)

 

Ma uriydü minhüm min rizkın ve ma uriydü en yut’ımun onlardan ne bir rızık bekliyorum, ne de beni beslemelerini, doyurmalarını bekliyorum.

58-) İnnAllâhe HUverRezzâku ZulKuvvetil Metiyn;

Muhakkak ki Allâh; “HÛ” Rezzâk’tır, Zül Kuvvet’il Metiyn’dir. (A. Hulusi)

58 – Şüphe yok ki Allah, Rezzak, kuvvet sahibi metîn o.(Elmalı)

 

İnnAllâhe HUverRezzâku ZulKuvvetil Metiyn çünkü Allah, evet bütün rızıkları veren sınırsız güç ve kudret sahibi O dur, Allah’tır.

Burada söylenmek istenen ne? Açık. Kulluktan çıkarı olan kim sorusunu sor ey insan. Allah’a kul olmaktan kimin çıkarı var? Allah’ın çıkarı var mı? Ya eyyühen Nas de ki ey insanlık entümül fukarâu ilAllâh Evet, siz Allah’a muhtaçsınız vAllâhu “HU”vel Ğaniyyül Hamiyd. (Fatır/15) Allah ise hiç kimseye muhtaç değildir, kendi kendine yetendir. Yani sırf Allah’a kulluk etmek emrinden çıkarı olan Allah değil, kuldur. Bundan çıkarı olan tek taraf kul tarafıdır.

 

59-) Feinne lilleziyne zalemu zenuben misle zenubi ashâbihim fela yesta’cilun;

Muhakkak ki zâlim olanlar, (kendilerinden önceki geçmiş) arkadaşlarının payları benzeri (azaptan) paylarını alacaklardır! Acele etmesinler. (A. Hulusi)

59 – Onun için muhakkak ki o zulüm edenlere arkadaşlarının payı gibi dolgun bir pay vardır, şimdi onu acele etmesinler. (Elmalı)

 

Feinne lilleziyne zalemu zenuben misle zenubi ashâbihim bakın elbette kendilerine kıyanların payına düşen, seleflerinin payına düşenin aynısıdır. fela yesta’cilun şu halde bu payı almak için acele etmelerine hiç gerek yok.

Zenub; sakaların su dağıttığı büyük su kabı. Burada bu kabı kevserle de, zehirle de doldurmak insanın iradesine kalmıştır. Birisi hayat verir, diğeri öldürür. Ey insan ne ile doldurmak istiyorsan onunla doldur. Fakat neyle doldurursan sonucuna katlanacaksın.

 

60-) Feveylun lilleziyne keferu min yevmihimülleziy yû’adun;

Kendilerine vaad olunan (uyarıldıkları) o süreçlerinin azabından dolayı yazıklar olsun o Hakikati inkâr edenlere!(A. Hulusi)

60 – Artık o vaad olundukları günlerinden vay o küfredenlere! (Elmalı)

 

Feveylun lilleziyne keferu min yevmihimülleziy yû’adun imdi sözün özü kendilerinin tehdit edildiği günden dolayı inkarda ısrar edenlerin vay haline.

Rabbim İnkarda ısrar edenlerden etmesin imanda sebat edenlerden etsin. Rabbim imanın tadına varıp, yaratılmanın temelinin sadece Allah’a kulluk olduğunun bilincini bize lütfetsin inşallah.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn” El Fatiha.

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.



İslamoğlu Tef. Ders. TÛR (01 – 49)(166)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbim Kur’an ı bize aç, bizi Kur’an a aç. Rabbim Kur’an ın ışığında bir hayatı bize lütfet. Amin.

Değerli Kur’an dostları bugün yeni bir sure ile dersimize başlıyoruz. Tûr suresi. Adını ilk ayetinden alır. Tûri Sina’ya atıftır, Sina dağına, Hz. Musa’nın vahiy aldığı mübarek dağa.

Surenin iniş zamanı Mekkidir, Mekke’de inmiştir. Muhtemelen Mekke’nin son üçte birlik diliminde indiğini söyleyebiliriz. Çünkü suikast planına atıf olduğunu düşündüğüm 42. ayet. Yine İsra/90-92. ayetlerine atıf olduğunu düşündüğüm 44. ayet bize bu surenin İsra suresi ile art zamanlı indiğini, suikast düşüncesinin Mekke’liler de belirdiği dönemde indiğini gösteriyor.Onun için sure Mekke’nin 3 dilimlik döneminin son diliminde inmiş olmalı diye düşünüyorum.

Surenin konusu İnsan davranışının sonuçları üzerine. Yani bu sureye ödül ve ceza suresi de diyebiliriz. Özellikle insanın davranışlarının bedelini, yine insanın iradesi ile tercihi belirliyor der bu sure. Yani ödül ve ceza insanı bekleyen iki muhtemel sonuç. İnsan bu muhtemel sonuçlardan birine mahkum değil. İnsan bunlardan birini seçmeye mahkum. Ödüle mahkum değil, cezaya mahkum değil; Ödül ya da cezayı seçmeye mahkum. Onun için insanın kaderi seçmektir diyoruz.

İşte kader bu. Yani seçmek zorundasınız. Seçim yapmıyorum demeniz mümkin değil. Ben iradesizmiş gibi duruyorum demeniz mümkün değil. bana verdiği iradeyi kullanmıyorum demeniz mümkün değil. Bunu demek bile o iradeyi kullanmaktır. Onun için insan ne ödüle ne cezaya mahkumdur. İnsan seçmeye mahkumdur.

İnkarcı muhataplar aslında hakikati değil, hakikatle birlikte iradeyi inkar ediyorlar. Onlar eleştirilirken sure iğneleyici bir üslûp kullanır. Hatta bir yerde şöyle der; Em te’muruhüm ahlamuhüm Bihazâ (32) onları bu tavra itekleyen savruk akılları mı, yani bağ kuramayan, bağ kurmak için verildiği halde bağ kuramayan, eşya ile yaratıcı, fail ile fiil, sanat ile sanatkar. Parmak ile parmağın gösterdiği. Hâlık ile mahlûk arasında ki bağı kuramayan akılları yüzünden mi böyle oldular diye de ince bir ironiyle sorar bu surede ayet. Bu kısa girişten sonra şimdi suremizi tefsire geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, rahiym olan, özünde merhamet sahibi, işinde merhametli. Merhameti zati bir nitelik olarak taşıyıp yine aynı merhameti işinde de gösteren. Sonsuzca merhameti tüm fiillerinde izhar eyleyen Allah adına.

 

1-) Vet Tûr;

O Tur’a (Tur – Sinâ Dağı’nda Musa’nın karşılaştığı hakikate), (A. Hulusi)

01 – Kasem olsun o Tura. (Elmalı)

 

2-) Ve Kitabin mestur;

Satır satır yazılmış (tüm detayları ihtiva eden) BİLGİ’ye! (A. Hulusi)

02 –      Ve yayılmış bir varakta. (Elmalı)

 

3-) Fiy rakkın menşur;

Menşur (açığa çıkmış) rakk’ta (algılanır fiiller boyutunda). (A. Hulusi)

03 – Yazılmış bir kitaba. (Elmalı)

 

4-) Vel Beytil Ma’mur;

Beyt-i Mamûr’a (Zâtî ilimle meydana gelmiş Esmâ mertebesi, Hakikat-i Muhammedî – mükemmel imar edilmiş ev – Allâh Esmâ’sından kaynaklanan halife özelliğini yaşamakta olan insan şuuru); (A. Hulusi)

04 – Ve beyti mamûra. (Elmalı)

 

5-) Ves sakfil merfu’;

Ref’olunmuş (Fiiller mertebesinin fevki olan ilim) tavana, (A. Hulusi)

05 – Ve sakfi merfûa. (Elmalı)

 

6-) Vel bahril mescur;

Kabarıp taşan (ilim – dalga {wave}) okyanusuna! (A. Hulusi)

06 – bahri mescûre ki. (Elmalı)

 

Vet Tûr (1) Ve Kitabin mestur (2) Fiy rakkın menşur (3) Vel Beytil Ma’mur (4) Ves sakfil merfu’ (5) Vel bahril mescur (6) Ayetlere bakın, sese bakın, tınıya bakın, armoniye bakın. Şu insanın içinde bir ırmak akıtırcasına. Veya bir bad-ı Sabayı, bir imbatı, bir seher yelini şöyle yüreğinizden küfül küfül estirircesine duyduğunuz şu sese bakın, lahuti sese. Bu ses dillerin sesi değil.dillerin dilinin sesi. Bu ses bülbülün sesi kadar evrensel, ırmağın şırıltısı, ormanın uğultusu, hatta kedinin mırıltısı kadar evrensel. Her yerde nerede duyarsanız duyun, hiç anlamasanız da bu sesin yüce bir ses olduğunu hissedersiniz.

İşte sizin anlayan aklınızı bir kenara bırakalım, hisseden kalbinizi bu ses arkasına döküp götürmüyorsa eğer kalbinizle bu ses arasında bir duvar var, bir perde var. Bu sesi geçirmeyen bir örtü var demektir. Allah korusun işte o küfür perdesi olmuş oluyor.

Vet Tûr düşün yüce Sina dağını. Tûr; Mücahid’in de isabetle ifade ettiği gibi büyük otorite, Süryanice’den geçmiş bir kelime. Aslında Sami dil ailesine mensup tabii ki. Yüce dağ demek. Burada Sina dağına bir atıf. Hz. Musa’nın vahiy aldığı Sina dağına. Bugünkü Mısır ile Ürdün arasında kalan, Filistin arasında kalan verimli üçgen Sina bölgesi. Tabii bu verimli üçgen içerisinde bir verimsiz Tih çölü var ki sahrası, İsrail oğulları terbiye edilmek üzere 40 yıl bu sahrada avare kasnak gibi dolaştırılmıştılar. Sebebi gelen vahiy ile terbiye olmak istemeyişleri. Adeta Allah onların mevcutlarından her hangi bir ümit çıkmayacağını, iş çıkmayacağını, mevcut neslin bire kadar kırılıp yerine yepyeni bir nesil gelip o nesli terbiye etmesi gerektiğini ima ve ihsas etmiştir Hz. Musa’ya zımnen bu ayet.

Sina dağını düşün demekle aslında dağın şerefini düşün demiş oluyor. Çünkü Tûr sade dağ değil, yüce dağ, Uludağ. Onun için İslam dünyasında bazı dağlara Uludağ adı verilmiştir. Tıpkı bizim Bursa’da ki Uludağ’a verildiği gibi. Sadece yalçın, başı dik olmasından dolayı değil, bir yerde Tûr’un kardeşi ilan edilmişlerdir. Tıpkı Üsküdar’ın, Harem’in kardeşi ilan edildiği ve Harem ilan edildiği gibi Osmanlı döneminde. Yani İslam dünyasında coğrafi bazı unsurlar, mukaddes unsurların kardeşi ilan edilmişler. İnsanlar insanların kardeşi olur da, ırmaklar ırmakların, dağlar dağların, yerler yerlerin kardeşi olmaz mı? Harem’in kardeşi Harem olur. Tûr’un kardeşi Tûr olur.

İşte burada yüce dağ neden yüce? Neden ulvi? Neden aziyz dağ. Bu sorunun cevabı belli, kendisinde vahiy indiği için. Yani sırf Kendisine vahiy inen Musa o dağın üzerinde bulunduğu için vahye doğrudan muhatap olmakla hiç alakası olmadığı halde dağ bile sadece kendisinde olmuş bir olaydan dolayı yüceleşiyor. Yüceleştiği için vahye giriyor. Mü’minlerin dilinde ibadet oluyor. Namazımızın ta içine giriyor kıraat oluyor.

Bunun anlamı ne? Neyi düşünelim şimdi? Şunu düşün; Vahiyler dağa değil insana indiği halde dolaylı olarak insana vahiy inerken, insan o dağda bulunuyorsa, dağ bile vahyin bereketiyle şerefleniyor. Ya ey insan sen, vahiy senin hayatına inerse, vahiyle inşa edersen aklını, şahsiyetini, tasavvurunu sana ne kadar şeref yükler bir düşündün mü? Seni e kadar yüce yapar bir düşünsene. Dağlardan da büyük olursun, yüce olursun. Baş eğmez olursun. Sen sallanmazsın da dağlar sallanır Hz. Ali’nin dediği gibi; “Sen değil dağlar sallansın.” Diyordu.

Lev enzelnâ hâzelKur’âne ‘alâ cebelin leraeytehu hâşi’an mutesaddi’an min haşyetillâh. (Haşr/21) eğer biz bu vahyi bir dağın üstüne indirseydik ey insan, dağın; vahyin haşyeti altında paramparça olduğunu, toz duman olduğunu, pamuk gibi atıldığını görürdün. Zımnen ayetin devamı şöyle; Ya sen ey insan, vahyi sana indirdik ama neden böyle hissiz, sessizsin, neden böyle vurdumduymazsın. Dağdan taştan topraktan daha mı katısın, daha mı hissizsin. İşte bu, bunu düşün. Yani dolaylı olarak vahyin indiği peygamber üzerine bastığı için dağ bile şerefleniyorsa, vahiy senin hayatına inerse sen ne kadar şereflenirsin bunu düşün.

[Ek bilgi; Hadis; Malik b. Sa'saa'nın Peygamber (sav)'dan İsra hadisinde yaptığı rivayet de şöyledir; "Sonra bana Beyt-i Mamur yüksel­tildi. Ey Cebrail bu nedir? diye sordum. Dedi ki: Bu Beyt-i Ma'mur'dur. Bu­raya her gün yetmişbin melek girer. Ondan çıktılar mı bir daha oraya geri dön­mezler. Bu onların üzerindeki son sorumluluktur." diyerek hadisin geri ka­lan bölümünü zikretmektedir. (Kurtubi-El Camiu li Ahkamil Kur’an) (Müslüm 1/150)]

Ve Kitabin mestur (2) düşün satırlarda kayıtlı ilahi mesajı. Yani Hz. Musa’ya inmiş olan vahyi. Hz. Musa’ya vahiy efendimize verilenden farklı bir Usül ile verildi, kayıtlı olarak verildi. Vahiy taşın üzerinde adeta kudret eli tarafından nakşedilmiş olarak ortaya çıkıyordu. Özellikle 10 emir.

Fiy rakkın menşur (3) açılmış deri tomarlarda. Oradan da tomarlara yazılıyor, ya da levhalara yazılıyor dağıtılıyordu.

Burada Rıkk; inceltilmiş deri. Zaten rakıyk ince demek. Hatta un içinde böyle bu kelime kullanılır. İnce, inceltilmiş. Yani burada menşur olması, tomar olmaması, dürülü olmaması, açık halde bulunması. Aslında menşur aynı zamanda yayımlanmış anlamına da gelir, neşredilmiş. Yani neşriyat deriz ya, dilimize de geçmiş, yayınlanmış vahiy. Adeta vahiy Allah’ın yayınlanmış bir yayını. Onun için yayınlanmış vahyi düşün.

Vel Beytil Ma’mur (4) Beytil mamuru düşün. Mamur evi düşün. İmar edilmiş, ihya edilmiş, inşa edilmiş, içinde ki insanlarla, ya da ziyarete gelmiş insanların neşesiyle neşelenmiş, onların gelişiyle ihya olmuş, harabeye dönmemiş, amacını gerçekleştirmiş yüce evi düşün. Bu ayet ve bu ayetler Tin suresinin girişiyle karşılaştırılarak okunmalıdır bizce.

El Beytül mamur nedir? Hz. Ali bu soruya Kâbe’nin izdüşümü olan gökteki Kâbe’dir. Yani Kâbe’nin aslıdır, hakikisidir. Tıpkı dünyada ki nimetler cennette ki nimetlerin kopyası olduğu gibi, Kâbe’de o kozmik Kâbe’nin kopyasıdır. Yer yüzünde ki izdüşümüdür. Hz. Ali böyle yorumlar. Gerçekten de üzerinde durulması gereken bir yorumdur ki, zaten sözlü geleneğimiz Hz. Ali’nin bu yorumunu, bu ayete getirdiği bu tefsirini ciddi bir biçimde üretmiş. Birazdan ona döneceğim.

Hasan El Basri Mevcut Kâbe’dir der. Eğer biz El Beyt’te ki “lam”ı tarifi belirlilik takısını sıradan belirlilik anlamıyla alırsak bilinen ev, bilinen Beyt. Yani şu sizin bildiğiniz Beytullah anlamına gelmesi muhtemel.

Üçüncüsü Müfessir Beydavi’nin yorumu ki o da insanın Kâbe’si olan kalbidir der kalp. Aslında ben bu üç yorumu farklı farklı değil aynı anlamın içerdiği 3 katlı mana olarak görüyorum.

Sema’da ki Kâbe; Yani metafizik Kâbe, Kâbe’nin aslı, anası. Yer yüzünde ki Kâbe, Semada ki Kâbe’nin çocuğu. İnsanın içinde ki kalpte aslında hem semada ki, hem yer yüzünde ki Kâbe’nin temsil ettiği insanda ki unsur. Aslında yer yüzünde ki Kâbe neyi temsil ediyorsa, insanda kalp onu temsil ediyor.

Kâbe’ye beytullah diyoruz değil mi? Allah’ın evi. Oysa Allah’ın evi olmaz. Allah’ın evinden biz Allah içinde oturuyor anlamıyoruz, haşa ve kella. Ama kalp içinde benzer mecazi haberler olduğunu biliyor musunuz. Yere göğe sığmayan bir mü’minin kalbine sığar haberi mesela. Bu sığma tıpkı beytullahta ki gibi mecazidir. İşte Allah’ın evi olması neyi ifade ediyorsa, yere göğe sığmayanın mü’min kalbe sığması da aynı şeyi ifade eder.

Hz. Ali’nin yorumuna dönecek olursak bu yorum sözlü geleneğimiz tarafından Beytül mamur edebiyatı diyebileceğimiz muhteşem bir şekilde üretilmiştir. Buna göre Beytül mamur meleklerin tavaf ettiği Kâbe’dir. Melekler Allah’a itaatle memur varlıklardır.İsyanları muhaldir ve bu Beytül ma’muru Kâbe’nin anasını, yani kozmik Kâbe’yi, yani metafizik Kâbe’yi biteviye tespih ve hamd ile tavaf etmektedirler.

Hatta bir rivayet ikinci bir sıra gelmediğini, bir tavaf edene bir kez daha zaman gelmediğini, varlığın başlangıcından sonuna kadar ancak bir kez tavaf edebilecek kadar sıra geldiğini. Bunun için Allah’ın gizli güçlerinin, görünmez güçlerinin bu kadar çok ve kalabalık olduğunu da ifade eder.

Tüketim cennetinde yiyip içip sefa süren insanlığın prototipi Adem, oradaki yalnızlığını iki şeyle gidermiştir. Maddi yalnızlığını Havva ile, manevi yalnızlığını meleklerin kozmik Kâbe’yi tavafı sırasında ki tespihatlarını dinleyerek. Adeta o da bulunduğu yerden bu tespihata, bu hamde katkıda bulunmuş, onunla lezzetlenmiş, hatta cennette aldığı lezzetin daha üstünde bir lezzet almış. Yani cennette bulunmaktan daha çok o sesleri işitmekten lezzet alır olmuştu. Fakat hubut li hikmetin gerçekleşince, yani Adem’in makamını kaybetmesi gerçekleşince, Adem makamından inince, düşünce en büyük üzüntüsü bu sesleri duyamaz hale gelmesi olmuş. Yani kaybettiği makamdan daha fazla arşta ki tavaf eden meleklerin hamd ve tespihatını işitememek onu üzmüş ve göz yaşlarıyla tövbesini rabbine kabul ettirmiş, adam olmuş, tekrar kulluğa kabul edilmiş. Ve bunun üzerine rabbinden o sesleri duymak istediğini söylemiş. Ama rabbi Adem’e o sesleri duymak yerine o sesi sen çıkaracaksın demiş. Yani başkalarının tavafını izleme, sen tavaf et ve yer yüzünün göbeğine İslam kozmolojisinde Kâbe’nin bulunduğu yer, yer yüzünün göbeği olarak adlandırılır. Adeta yer yüzü bebeği, arştan bu göbek sayesiyle beslenir. Arştan beslenme kanalıdır, kordonudur.

Ve Kâbe’nin bulunduğu yer yine İslam alem tasavvurunda yer yüzünden mağma halinde ki ateş topu halinde ki yer yüzünden ilk soğuyan yerdir. Yine İslam alem tasavvurunda Kabe’nin bulunduğu yer Nuh tufanından sonra ilk kuruyan yerdir. Yine aynı tasavvura göre Kâbe’nin havalisi yer yüzünde insan yaşamına ilk elverişli olan yerdir. Bunu doğrulayan bilimsel bir bulguyu da burada söylemek isterim; Yer yüzünde kaya yaş ölçümü sonucunda en eski kaya oluşumları, jeolojik oluşumlar; en yaşlı kayaların Kâbe’nin bulunduğu havalide çıktığını bugün modern jeologlar tespit etmiş durumdalar. Gerçekten de yer yüzünde mağma halinden sonra ilk kaya oluşumları, ilk soğumaların bölgede başladığının bir başka delilidir.

Müslüman tasavvurunda Kâbe yer yüzünün insanı konuk ettiği, misafir ettiği ilk bölgedir. İşte oraya Kâbe’nin yapılması tesadüf değildir, Kur’an zaten yer yüzünde ki ilk mescidin, mabedin ora olduğunu; İnne evvele beytin vudı’a linNasi lelleziy Bi Bekkete mübareken ve hüden lil alemiyn (A. İmran/96) ayeti ile ifade eder. yer yüzünde insanlık için konulmuş ilk mabet, inşa edilmiş ilk mabet Bekke vadisinde ki mübarek evdir. Mübarek Bekke vadisinde ki evdir  beyttir beytullahtır buyurur. Onun için bu mekan insanlığın ilk yurdudur.

Şimdi buradan yola çıkarak Haccı farz kılan ayeti daha kolay anlayabiliriz. ve Lillâhi alenNasi hıccül beyti menisteta’a ileyhi sebiyla (A. İmran/97) Beyti haccetmek Allah’ın gücü yetebilen her insana beyti haccetmek, Allah’ın insanlık üzerinde ki hakkıdır. Çok ilginç, gücü yeten kimseye beyti ziyaret etmek Allah’ın insanlık üzerinde ki hakkıdır. ve Lillâhi alenNas, alel mü’miniyn değil, İlginç. Oysa ki hac ibadeti Müslüman’a farzdır. Yine Müslüman’a farzdır. Fakat Müslüman’a Müslüman olduğundan daha çok insanlığa mensup olduğundan dolayı, Müslüman’ın insanlığına farzdır. Neden? Çünkü Hac ve umre, Kâbe’yi ziyaret, bir gurbete ziyaret değil, bir sıla ziyaretidir. Baba ocağına dönmektir. Kâbe’ye ziyaret aslında yer yüzüne insanın vefa borcunu ödemesidir. Kâbe’ye ziyaret aslında insanın yer yüzünde kendisine kucağını ilk açan coğrafyaya bir teşekkürüdür, bir takdiridir. Ben seni unutmadım, yer yüzünde kollarını ilk açan coğrafya sana teşekküre geldim. Rabbim seni böyle şereflendirdi, ben de seni unutmadım. Adeta peygamberimiz Uhud’u ziyarete niçin gittiyse, biz de Mekke’yi, Kâbe’yi ziyarete onun için gideriz. Baba ocağını ziyarete gider gibi, ana kucağına gider gibi gideriz. Böyle çağrılırız. Vel Beytil Ma’mur işte böylesine derinlikli bir edebiyat üretmiştir İslam sözlü kültüründe.

[Ek bilgi; İlginç bir video; ALTIN ORAN]

[Ek bilgi-2; BEYTÜL MA’MUR

     BERZAH âlemi ikinci semayı delip geçecek kadar yüksektir. İkinci semadan da yükselip üçüncü semayı delip geçer. Sonra dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci semayı delip geçer ve oradan da sayılmayacak kadar yükselir ve kubbesi de üzrine konulmuştur. İşte bu BERZAH âleminin uzunluğudur. Bu anlatılan Berzah; Beyt-ül Ma’murdur.

        - Bilindiği üzere Bet-ül Ma’mur yedinci semadadır. Berzah ise temeli dünyada olup yedinci semayı da aşmaktadır. Böylece berzah her semada var demektir. (Böyle mi anlamalıyız.)

        - Yedinci göğün üstüne yükseldiğiyle yetinmelerinin sebebi çünkü orada sözü edilen kubbe mevcuttur. Şüphesiz ki bu yedinci semada olan en şerefli yerdir. Çünkü bu kubbede ancak önde gelenlerle sonra gelenlerin efendisi Resulallah (S.A.V.)in ruhu şerifleri bulunmaktadır. (Şehy Abdülaziz Debbağ Hz. El İBRİZ 2. cilt/471-474)] (Allahu Alem..!)

Ves sakfil merfu’ düşün yüceltilerek çatılmış gök kubbeyi. Şu gök kubbeyi düşün. Gerçekten de bu ayetlerin her biri üzerinde kafa çatlatırcasına düşünmek gerekiyor. Yoksa Kur’an kendisini ele vermez. Anlamlarını yüreğimize açmaz. Çatılmış, yükseltilmiş gök kubbeyi siz sanıyor musunuz ki yer yüzünde bulunan hayatı toprağa borçluyuz. Toprak ay da da var. Toprak diğer gezegenlerde de var. Evrende toprak istemediğiniz kadar. Atmosfer olmasaydı o topraklarda ki canlı hayat olmayacaktı.  Yani yer yüzünün tavanı olmasaydı tabanı olmayacaktı. Onun için kozmologlar toprak değil, atmosfer arıyorlar. Atmosferi bulurlarsa bir gün içinde canlı hayatın, biyolojik hayatın olduğu toprağı da bulurlar. İşte bizim dikkatimizi buna çekiyor.

Ves sakfil merfu’ yükseltilmiş çatılmış göğü düşün. Allah’ın direksiz diktiği göğü. Direksiz, sütunsuz yarattığı bu muhteşem kubbeyi düşün. Bu kubbenin çapını düşünürsen, yeryüzünde Mimar Sinan’ın yaptığı, çattığı kubbenin hayranlık bırakıcı modelleri. Yine Ayasofya’ya insanların mimari şah eseri olarak bakmalarına sebep olan kubbe çapıyla kıyaslarsan hayran olunacak büyük mimarı, alemin, kainatın sanii hakikisini, ne büyük bir sanatkar olduğunu daha iyi anlarsın.

Vel bahril mescur kükreyen taşkın denizi düşün. Mescur; Alev almış anlamına da gelir, dolup taşmış anlamına da gelir, karışmış anlamına da gelir. İlki ayetin devamıyla alakalı. Ayetin devamı kıyametle, yani alev almış anlamının kıyametle ilişkisi açık. Ya tutuşmuş suların yandığı bir alemi düşünün bir felaketi düşünün. Bir felaket ki sular bile yanıyor, düşünün. Aslında bu suyun ana elementlerine ayrışması anlamına gelir.  Biliyorsunuz su Hidrojen ve oksijenden oluşur. Biri yanıcı diğeri de yakıcı iki gazın birleşiminden söndürücü bir madde çıkıyor ortaya. Buyurun. İşte bir mucize. Allah eğer bunu geriye  döndürürse yanıcı olan yanar, yakıcı olanda yakar. Su yanar ve yakar. Onun için söndürmez. Allah eşyayı eğer geldiği yere döndürürse, aslına rücu ettirirse eşya sizin için bir rahmet olmaktan bir hayat kaynağı olmaktan çıkar bir cehenneme dönüşür. Aslında burada zımnen söylediği de bu ayetin.

[Ek bilgi; (İlginç bir haber ve videolar.)

Bu su yanıyor, suyla sönmüyor.

Gölyaka’da Köprübaşı Ömerefendi Köyünde bulunan bir çiftlikte yer altından çıkan kaynak suyu yanıyor..(Devam ediyor)

            Video-1; Lenkeran - Azerbeycan

            Video-2; Yanan su

            Allahu alem..:) ]

Son ikisi, öncekiyle alakalı, yani sibakıyla alakalı, o da nedir Hz. Musa ve ona inen vahiyle alakalıdır. Dolup taşmış, Hz. Musa’nın peşinden gelen firavun böyle bir denizde boğuldu anlamına gelir zımnen. Ya da karışmış, önce ayrılmış sonra karıştı ve kavuştu ve boğdu. Bu iki anlamı da birden taşıyor, önceki ve sonrakiyle alakalı olarak.

 

7-) İnne azâbe Rabbike le vakı’;

Muhakkak ki Rabbinin azabı elbette gerçekleşecek olgudur! (A. Hulusi)

07 – Rabbinin azâbı olacak muhakkak. (Elmalı)

 

İnne azâbe Rabbike le vakı’ şüphe yok ki rabbinin azabı kesinlikle vuku bulacaktır.

 

8-) Ma lehu min dafi’;

Onu geri çevirecek güç yoktur! (A. Hulusi)

08 – Yoktur onu hiç bir defedecek. (Elmalı)

 

Ma lehu min dafi’ insan kendisini O’na karşı asla savunamayacaktır. Cübeyr Bin Mut’im Bedir esirleri konusunda konuşmak üzere Mekke’liler tarafından Mediney’e yollandım diyor. Geldiğimde peygamber ve ashabı namaz kılıyorlardı, mescide girdim peygamber tam bu ayetleri okumaya başladığında kalbim, yüreğim göğsümden fırlayacakmış gibi oldu. Adam hala müşrik. Biliyorsunuz Mekke fethinde imana kavuştu. Biliyorsunuz bu zat daha ilerde Hudeybiye anlaşmasını yapan müşrik diplomatik heyetinin reisi. Aynı zamanda Ebu Cendel’in de babası. İşte o anlatıyor; “Bu ayetleri işitince göğsümden kalbim fırlayacakmış gibi oldu.”

 

9-) Yevme temurus Semau mevra;

O süreçte semâ (bilinç) allak bullak (şaşkın) olur! (A. Hulusi)

09 -  O gün ki Sema bir çalkanış çalkanır. (Elmalı)

 

Yevme temurus Semau mevra gün gelir gök kubbe büyük bir çöküşle çöker.

 

10-) Ve tesiyrul cibalu seyra;

Dağlar (benlikler) yürür gider! (Rabbin Bakıy’dir!) (A. Hulusi)

10 – Dağlar da bir yürüyüş yürür. (Elmalı)

 

Ve tesiyrul cibalu seyra gün gelir dağlar dehşet bir yürüyüşle yürür. Bu tesiyru seyra,  temuru mevra: Bu bir kalıptır Arap dilinde. Fiillerin mastarla pekiştirilmesi mecazı nefyeder. Anlamı budur. Yani bunu mecaz anlama ey insanoğlu dağların yürüyüşünü mecaz anlama gerçekten yürüyecek bu anlama gelir.

 

11-) Feveylün yevmeizin lilmükezzibiyn;

O süreci yalanlayanların vay hâline! (A. Hulusi)

11 – Vay artık o gün o yalan diyenlere. (Elmalı)

 

Feveylün yevmeizin lilmükezzibiyn işte o gün yalanlayanların vay haline. Yine burada da bir dil katkısı var. Dinin anlama yan anlam katkısı. Zarfın takdimi yevmeizin burada zarf. Zarfın takdimi yan anlam olarak eğer öldüklerinde hala aynı haldeler ise. Değillerse problem yok anlamı katar. 

 

12-) Elleziyne hüm fiy havdın yel’abun;

Ki onlar (o yalanlayanlar şimdi) daldıkları (dünyalarındaki hayalî değerler) içinde oynamaktadırlar! (A. Hulusi)

12 – Ki onlar daldıkları bir batakta oynayıp duruyorlar. (Elmalı)

 

Elleziyne hüm fiy havdın yel’abun onlar ki daldıkları oyunda oynuyor olacaklar. Kıyamet koptuğunda, son saat geldiğinde onlar daldıkları havuzda oynuyor olacaklar. Aslında küçük kıyamet koptuğunda da herkesin küçük kıyameti ölümüdür. Kendi kıyametlerinde de havuzlarında oynarken yakalanacaklar.

 

13-) Yevme yudaune ila nari cehenneme daa;

O süreçte Cehennem Nârı’na karşı konulmaz şekilde sürüklenecekler! (A. Hulusi)

13 – O gün ki Cehenneme bir kakılış kakılacaklar. (Elmalı)

 

Yevme yudaune ila nari cehenneme daa onlar o gün karşı konulmaz bir güçle cehennem ateşine tıkılacaklar ve onlara şöyle denilecek;

 

14-) Hazihin narulletiy küntüm Biha tükezzibun;

“İşte bu, kendisini tekzip ettiğiniz o Nâr!” (denilir). (A. Hulusi)

14 – İşte diye: bu sizin o yalan deyip durduğunuz ateş. (Elmalı)

 

Hazihin narulletiy küntüm Biha tükezzibun evet, şöyle denilecek kendilerine; İşte bu sizin vaktiyle yalanlamış olduğunuz ateştir.

 

15-) Efe sıhrun hazâ em entum lâ tubsırun;

“Bu bir büyü mü, yoksa siz mi görmüyorsunuz?” (A. Hulusi)

15 – Buda mı sihir? Yoksa siz görmüyorsunuz? (Elmalı)

 

Efe sıhrun hazâ em entum lâ tubsırun onlarda diyecekler ki bu kara büyünün kabusu mu, yoksa görmek istemediğimiz bir hakikat mi. Evet, efe sihrun hazâ. Bu bir kabus mu, bu bir büyü mü, bu bir sihir mi diyecekler. Yoksa görmek istemediğimiz bir hakikat mi. Tıpkı dünyada duymak istemediğimiz gibi. Duyup da aldırmadığımız gibi. Ey insan ‘ala külli hal öleceksin, bir gün kendi kıyametin kopacak denilince; Hadi canım sende diye aldırmadığımız gibi burada da mı aldırmıyoruz. Bu itirafta bulunacaklar.

 

16-) Islevha fasbiru ev lâ tasbiru* sevaun aleyküm* innema tüczevne ma küntüm ta’melun;

“Yaşayın ateşte! Artık ister sabredin ister sabretmeyin; size fark etmez! Siz yaptıklarınızın sonuçlarını yaşamaktasınız!” (A. Hulusi)

16 – Yaslanın ona bakalım, ister sabredin, ister etmeyin, artık hepsi bir, hep yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz. (Elmalı)

 

Islevha fasbiru ev lâ tasbiru oraya yaslanın, orayı boylayın. Artık ister sabredin ister sabretmeyin. sevaun aleyküm hiçbir fark etmez. size ilişkin hüküm değişmez. Allah’ın verdiği karar değişmez, çünkü iş işten geçti, artık yararı yok. Yani iradeyi kullanmanız gereken yerde kullanmadınız ve artık eylemin insana yarar vereceği dünyayı, hayatı terk ettiniz. Hüküm değişmez. innema tüczevne ma küntüm ta’melun çünkü siz sadece yaptıklarınızın cezasını çekmektesiniz. Başka bir şeyin değil. yani size azabı bir başkası vermedi siz azabınızı kendiniz getirdiniz. Size bir başkası gazap etmedi, siz kendi kendinize ettiniz. Aslında belanızı kendi ellerinizle buldunuz.

 

17-) İnnel müttekıyne fiy cennatin ve na’ıym;

Muhakkak ki korunmuşlar, cennetler ve nimetler içindedirler. (A. Hulusi)

17 – Fakat korunan muttakiler Cennetler, nimetler içinde. (Elmalı)

 

İnnel müttekıyne fiy cennatin ve na’ıym fakat öte yandan sorumluluk bilinciyle yaşayanlar tanımsız cennetlerde ve tarifsiz nimetler içinde yüzecekler. Tanımsız ve tarifsiz diye çevirdim fiy cennatin ve na’ıym. İkisi de belirsiz formla gelmiş. “lam”ı tarifsiz. İşte bu tanımsız, tarifsiz nasıl tarif edeceksiniz.

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) öyle demiyor mu? Cennetlik mü’mini orada hangi göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini hiç kimse bilemez. Tasavvur ve tahayyül dahi edemez.

Efendimiz meşhur ve sahih bir hadiste; Orada Allah’ın hazırladığı ödülleri hiçbir göz görmedi, hiçbir kulak işitmedi, hiçbir akıl kavramadı demiyor muydu? İşte bu.

 

18-) Fakihiyne Bima atahüm Rabbuhüm* ve vekahüm Rabbuhüm azâbel cahıym;

Rablerinin kendilerinde açığa çıkardığı ile keyiflidirler! Rableri (Varlıklarını meydana getiren Esmâ özellikleri), onları Cahîm (cehennem)’in azabından korumuştur. (A. Hulusi)

18 – Rablerinin kendilerine verdiği ile zevk yab olmaktadırlar, rableri korumuştur da onları o Cahim azâbından. (Elmalı)

 

Fakihiyne Bima atahüm Rabbuhüm* ve vekahüm Rabbuhüm azâbel cahıym rablerinin kendilerine verdiği nimetlerle sevinip mutlu olacaklar. Ahiziyne.. (Zariyat/16) diye geçiyordu daha önce işlediğimiz bir ayette. Alıp mutlu olacaklar. Yani rablerinden razı olacaklar. İyi ki Allah’a adanmışız, ömrümüzü iyi ki Allah’lı geçirmişiz diyecekler. Allah’la girdiğimiz alış verişten karlı çıktık diyecekler.

Ve rableri onları gözleri yuvalarından fırlatacak dehşette bir ateşin azabından koruyacak.

 

19-) Külu veşrebu heniy’en Bima küntüm ta’melun;

“Yaptığınız fiillerin sonucu olarak oluşanları afiyetle yeyin, için!” (A. Hulusi)

19 – Yiyin için, afiyetler olsun çalıştığınız için. (Elmalı)

 

Külu veşrebu heniy’en Bima küntüm ta’melun ve onlara diyecek ki rableri; vaktiyle yapmış olduğunuz şeylere karşılık yiyin, için afiyet olsun. Külu veşrebu heniy’en Bima küntüm ta’melun yiyin için afiyet olsun diyecek.

 

20-) Muttekiiyne alâ sururin masfufetin, ve zevvecnahüm Bi hurin ıyn;

Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslananlar olarak… Onları (bilinçleri) Hur-i Iyn (her şeyi net, akı ak karayı kara gören özelliğe sahip bedenler) ile eşleştirdik. (Dişi huri kızı diye yorumlanan bu anlatımlar tümüyle diğer cennet yaşamı anlatımları gibi bir temsilî, sembolik anlatımdır. {“Meselül cennetilletiy” = CENNETİN TEMSİL (misal – benzetme) yollu anlatımı} 13.Ra’d: 35 ve 47.Muhammed: 15… {Sahih Hadis: Allâh buyurur ki; Sâlih kullarım için, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir aklın kavramadığı şeyler hazırladım! Buharî, Müslim ve Tırmızî} A.H.) (A. Hulusi)

20 – Dayanarak, sıra sıra dizilmiş alâ koltuklara, eş etmişizdir de kendilerine güzel iri gözlü hurîleri. (Elmalı)

 

Muttekiiyne alâ sururin masfufe sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak, yani onlara yaslanın, kaygı etmeyin. Artık bugün iş günü değil maaş günü. Ömrü işe çevirdiniz Allah’ta ahireti sizin için maaşa çevirdi. Mesai bitti, şimdi sefa sürün diyecek.

ve zevvecnahüm Bi hurin ıyn bir de cennette onları kusursuz bakışlı, güzel bakışlı, güzel gözlü. Güzel gözden kinaye eşine, sırf eşine bakan. Yani gözü dışarıda olmayan. Yani yüzünde göz izi, gözünde yüz izi olmayan bakışlı eşlerle evlendireceğiz.

Eşlerle diye çevirdim, dişilik ya da erkeklik, kadınlık ya da erkekliği vurgulamadım. Çünkü kelimenin kendisinde herhangi birine yaslayacak bir vurgu yok. Kelimenin kendisi her iki anlama birden geliyor. Hur; 3 kök anlama sahip. 1 – renk anlamına. 2 – Geri dönüş, ki Kur’an da bu anlamda kullanılır. İnnehu zanne en len yehure. (İnşikak/14) ayeti. Sanıyor ki bir daha hiç geri dönmeyecek, yani ölmeyecek, Allah’a kavuşmayacak, hesap vermeyecek. Ahirete inanmayan birinin hali tasvir ediliyor işte burada o manada kullanılır. 3 – Bir şeyin kendi ekseninde dönmesini ifade eder. Gözün dönmesi de bu mana da hur ile ifade edilir.

Kelime hem erkek, hem eril, hem dişil kullanıma sahip Çünkü hem havranın, hem ahverin çoğulu olabilir. Göze nispet edildiğinde ki burada göze nispet ediliyor. Terkip olarak Hurun, ‘ıynin terkibi geldiğinde Hur kelimesi göze nispet edilmiş olur. Göze nispet edildiğinde kusursuz göz, güzel bakış yani sevap bakış, yani eşler anlamında gündeme geldiğinde ise gözü dışarıda olmayan, gözü yalnız eşine dönük, Dünya güzellerini sıralasanız dünyada bir güzel vardır o da eşi. Eşlerin birbirine bakışı böyle olacak. Yani cennette göz de kusursuz olacak.

Cennette bakınız nikahlayacağız diyor. Yani aile oraya gidiyor, orada da sürüyor. Dolayısıyla nikahlanmanın özü aslında cennetten dünyaya esen bir efilti. Demek ki yer yüzünde evlilik olayı aslında cennettekinin bir kopyası. İnsanlar birbirinin başını didiklesin diye değil Allah bu müesseseyi, cennette ki o tanımsız hazzı yer yüzünde de koklasınlar diye vermiş. Orada da devam edeceğini öğreniyoruz nikahlanmanın, evlenmenin.

Bunun anlamı şu; Cennette evlilik dediğimiz hadise kusursuz bir mutluluğa dönüşecek Onun için birbirini seviyorsa eşler, bu sevgide samimi ise Allah yolunda koşarken de çift atlı bir araba gibi koşmanın gayretini güderler. Hayırda yarışırlar ve aynı akıbete kavuşmak için koşarlar. Bunu yaparlarsa eğer Allah bu dünyada da, öte alemde de onları ayırmayacaktır. Ayırmayacağını biraz ilerde gelecek ayet zaten söyleyecek.

Yine benim yaptığım bu yorumu Kasıratut tarf; cennette ki eşlerin bakışlarının birbirlerine odaklı olduğunu ifade eden bu ibareyi de teyit eder. Yani gözü dıarda olmayan eşlerden bahseder. Farklı bir ibare ana bunu destekler. Kur’an da bu terkip 4 yerde geçer. Hurun iyn. Dördü de ilginçtir ki Mekkidir. Hatta Mekke’nin aynı zaman diliminde inen surelerde yer alır.

Peki Medine’de yok mu? Bu terkip Medine de ki inen sureler hin kullanılmaz. Ya ne kullanılır? Bunun yerine azvecün mutatahhıratun terkibi gelir. tertemiz eşler. Bu terkip ahirette ödül ve cezada cinsiyet ayırımı yapılmayacağını ifade eden onu aşkın ayet ışığında anlaşılmak zorundadır.

 

21-) Velleziyne amenû vettebe’athüm zürriyyetühüm Bi iymanin elhakna Bihim zürriyyetehüm ve ma eletnahüm min amelihim min şey’* küllümriin Bima kesebe rehiyn;

İman edenler ve imanlı olarak kendilerine tâbi olan zürriyetleri var ya; onlara kendilerinden gelenleri de ekledik! Onların kazançlarından hiçbir şeyi de eksiltmedik… Her kişi yaptığının getirisine bağlıdır! (A. Hulusi)

21 – Ve İman edenleri ki zürriyetleri de iman ile arkalarından gelmiş, zürriyetlerini kendilerine ilhak etmişizdir, bununla beraber kendilerine amellerinden hiç bir şey eksiltmemişizdir, herkes kazancına bağlıdır. (Elmalı)

 

Velleziyne amenû vettebe’athüm zürriyyetühüm Bi iymanin kendileri iman eden ve soyları da bu soylu imanı izleyenlere gelince. Bakın: Bi hurin ıyn dedi, hemen arkasından ahirette aile ne olacak, yani cennetlik ailelerin durumu ne olacak sorusunun cevabına geçti, Kur’an da ki en açık cevap bu ayettir bu konuda. Velleziyne amenû vettebe’athüm zürriyyetühüm Bi iymanin

elhakna Bihim zürriyyetehüm biz onları soylarıyla bütünleştireceğiz. Buluşturacağız, birleştireceğiz. ve ma eletnahüm min amelihim min şey’ ve kendi eylemlerinin karşılığından da hiçbir şey eksiltilmeyecek.

Çok ilginç, çok manidar bir ayetle karşı karşıyayız, müjde bir ayetle. Aile reisleri, anneler, babalar ve evlatlar için bir müjde bu ayet. Çocuklar ebeveynlerinin iman yolunu izlerlerse. Tersi de geçerli diyor Ferra. Ebeveynler çocuklarının iman yolunu izlerlerse. Ama izlediler ve ahirette amellerinden dolayı farklı cennetlere düştüler. Birisi Firdevs cennetinde yüce cennette, öbürü ise ona göre daha aşağılarda. Makam aynı değil, ne olacak? Eğer akıbet cennetlik ise iş bitmiyor, makam aynı değil, kavuşamayacaklar. Hatta bu kapsama eşler de girer. Farklı ise ne olacak?

Evet, bu soruya verilmiş bir cevaptır bu ayet. Allah aile bireyleri arasında ki derece farkına bakmaksızın aşağıdakileri yüce olanın katında buluşturacak ve birleştirecek bu ayet onu diyor. 26. ayet gelecek anne babanın kaygısının evlatları üzerindeki kaygısının kabul olmuş bir dua yerine geçeceğini ve bunun illetini açıklıyor. Hikmetini, sebebini, gerekçesini açıklıyor. Yani aile bireyleri arasında ki imani, takipten doğan sinerjiyi açıklayan bir ayetle karşı karşıyayız. Eğer evlatlar baba ve annenin iman yolunu takip ederlerse amelleri baba ve annenin ameline eş olmasa da, tersi de geçerli baba ve anne evlatlarının iman yolunu takip ederlerse, amelleri arasında fark olsa da Allah aileyi orada ayırmayacak.

Peki bu; ve lâ teziru vaziretun vizre uhra. (Zümer/7) hiç kimse hiç kimsenin sorumluluğunu üstlenmez, ya da herkese kendi kazandığı vardır temel Kur’anî ilkelerle uyuşur mu? diye sorarsanız işte arkasından gelen ibare bunu söylüyor;

küllümriin Bima kesebe rehiyn ne ki herkesin akıbeti kendi kazandıklarına bağlıdır. İşte bu ayet. Peki o zaman herkes kendi kazandıklarıyla yaşayacaktır, herkesin kazandığı kendisinedir ilkesiyle uyuşur mu sorusuna ayetin son cümlesi cevap veriyor. Yani Allah’ın bu tasarrufu herkesin kazandığının kendine olduğu ilkesine aykırı anlaşılmamalıdır. Adeta Allah insanı kendisine borç vermiştir. küllümriin Bima kesebe rehiyn herkes kendisinin kazandıklarının rehinidir diyor, rehinesidir. Çok ilginç bir ibare. Önce bunu açıklayalım:

Allah Telâ insan, kendisine borç verilmiştir demek istiyor. İnsanı vermiştir ve insana zimmetlemiştir. İnsan buna karşılık rehindir. Kulluğuyla kendini kurtaracaktır. Ailenin buluşturulması herkesin kendi yaptığının karşılığını göreceği ilkesine aykırı anlaşılamaz. Bu aslında sadakayı cariye hadisiyle birlikte anlaşılmalıdır. Ne diyordu Efendimiz;

Herkesin amel defteri kapanır, 3 kişinin ki, kapanmaz. Hayırlı bir evlat bırakanın, hayırlı, faydalı bir ilim bırakanın, ve sadakayı cariye, yani eğitim kurumu, ibadet kurumu, insanların istifade ettiği, yararlandığı bir birim bırakanın, bir vakıf, bir köprü, bir çeşme, bir eser bırakanın, bir kitap bırakanın amel defteri kapanmaz. Yani onun hesabı açık olur, yaşayan ameldir o. Amel yaşar. Kendisi ölür, eylemi yaşar, davranışı yaşar. Hayatta ki davranışı, ölen failin hayatta ki fiilidir. Yani ölmüş gitmiş diyemezsiniz. Ölmüş gitmiş ama fiili yaşıyor, eylemi yaşıyor. İşte bu.

Düşünün bir evlat bırakmış geriye, kendinin iman yolu üzerinde evladın yaptığından onun hesabına pay gidiyor ve o bu paydan dolayı yüksek cennetlere tırmanıyor. Şimdi dolaylı olarak kendisinin makamı ahirette yükselirken o eylemi yapan ayrı mı kalsın. Değil mi? Yani kişinin yaptığı evladın yaptığı amelden anne baba istifade ederken, o amelin sahibi olan evladın aleyhine mi olsun bu durum. Yani evlat dünyada hayırlı amel işledikçe anne babayla evladın arası da açılıyor ahiretteki makam, derece.

Şimdi böyle mi olsun? Bu doğru olmaz böyle yorumlanması doğru olmaz. O zaman evladın yolladıkları evladın aleyhine olmamalı. İşte aslında olması gerekendir bu. Böyle anlarsak doğru anlamış oluruz.

[Ek bilgi; “Bu cümlenin zikredilmesi, zürriyetler açısından da önemlidir. Yani zürriyetlerin kurtuluşu ve atalarının derecelerine yükselişleri, kendilerinin hiç katkıları olmaksızın sırf babalarının kazançlarıyla değildir. Kendilerinin iman ederek onlara uymaları ve izlerinden gitmeleri kurtuluşlarının asıl sebebidir. Ataları fiilen sebep oldukları için evlatlarını cennette yanlarında görmekten mutlu olacaklar, evlatları da iman ile onlara tâbi oldukları için kendilerini kurtarmış ve Allah'ın lütuf ve kereminden babaları gibi istifade etmiş olacaklardır.

Demek ki evlatlar kendi fiilleri olmaksızın sırf babalarının ve dedelerinin yaptıklarıyla kendilerini kurtaramazlar. Ancak imanlı olarak çalıştıkları takdirde atalarının feyzinden de faydalanarak daha kolay bir şekilde yükselebilirler.

İşte Allah Teâlâ, müminlerin evlatlarını atalarına uymak suretiyle yükselmeğe sevk ederken, soy şerefine güvenerek tembellik etmemeleri için "Herkes kendi kazandığına bağlıdır." buyurmaktadır. Şu halde bu âyette, "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) âyetinin anlamını ortadan kaldıran bir mânâ bulunduğunu zannetmek doğru değildir. Bilâkis âyeti, anlamındadır.” (Elmalılı tefsiri)]

[Ek bilgi-2; “Evlat herhangi bir derecede olsa iman ve salih kimselere uyması sebebi ile kendini kurtarırsa elbette cennete onu aşağı mertebelerden yükseltmek, yüksek derecelerde baba ve dedeyi buluşturmak artık Allah'ın fazlı keremidir. Baba ve dedenin iyiliklerinin çocuklara yararı dokunabilir. Ama kendi kazançlarından dolayı, kendilerini cehenneme layık kılmışlarsa, baba ve dede hatırına, onların cennete konulması hiçbir surette mümkün değildir.

Bununla birlikte bu ayetten şu da anlaşılır: Aşağı derecede iyi çocukların yukarı derecedeki iyi babalarla buluşturulması, aslında o çocukların kazancının sonucu değil, babalarının kazancının sonucudur. Kendi amelleri ile bu nimete layık olanların gönlünü hoş etmek için çocukları onlarla buluşturulacaklardır.

Bu bakımdan Allah derecelerini düşürerek onları çocuklarının yanına göndermeyecek, aksine çocuklarından uzak kalış onların üzülmesine sebep olup onların üzerine Allah'ın nimetinin tamamlanmasında bir eksiklik kalmasın diye çocuklarının derecesi yükseltilerek onların yanına gönderilecektir. (Ebu’l Alâ Mevdudi- Tefhimu’l Kur’an)]

 

22-) Ve emdednahüm Bi fakihetin ve lahmin mimma yeştehun;

Onlara temenni ettikleri meyve (marifet türleri) ve etten (özelliklerini açığa çıkaracakları bedensel özelliklerden) bol bol verdik. (A. Hulusi)

22 – Birde onlara bir meyve ve içlerinin çekeceği bir et yetiştirmekteyizdir. (Elmalı)

 

Ve emdednahüm Bi fakihetin ve lahmin mimma yeştehun ve biz onlara meyve ve etin her türünü, canlarının çektiği her şeyi sunacağız.

 

23-) Yetenaze’une fiyha ke’sen lâ lağvun fiyha ve lâ te’siym;

Onda, sarhoşlatıp ne düşünüp söylediğini bilmez hâle getirmeyen içkiler kapışırlar! (A. Hulusi)

23 – Orada bir peymâne çekiştirirler ki ne bir saçmalama vardır onda ne bir günaha sokma. (Elmalı)

 

Yetenaze’une fiyha ke’sen lâ lağvun fiyha ve lâ te’siym orada birbirlerine içeni boş boğaz etmeyen ve günaha sokmayan dolu kadehler sunacaklar.

 

24-) Ve yetufu aleyhim ğılmanün lehüm keennehüm lü’lüün meknun;

Çevrelerinde gençlik dolu hizmetliler (enerjik kuvveler) koşuşur ki, sanki onlar saklı inci! (A. Hulusi)

24 – Pırıl pırıl da üzerlerine döner kendilerine mahsus hizmetçiler, sanki sedeflerinde saklı inciler. (Elmalı)

 

Ve yetufu aleyhim ğılmanün lehüm ve kendileri için hazırlanmış ebedi bir gençlik ve tazelik onları hiç terk etmeyecek. Yani ahirette, cennette ebedi kalmaktan kasıt açıklanıyor burada. Bunu ben böyle çevirmeyi tercih ettim ama klasik anlama meal şöyle de olabilir. Kendileri için hizmete amade gençler etraflarında fırıl fırıl dönecekler. Ğılman hem gençlik, hem gençler anlamına alınabilir. Ama yetufu aleyhim etrafında dönmeye kendisine dönüp dönüp gelmeye de delalet eder. Yani bir şey kendisine dönüp dönüp uğruyorsa ona da delalet eder. Onun için gençlik adeta onlara dönüp dönüp gelen bir şey olacak. Yani kendilerini hiç bırakmayacak anlamına gelebilir.

keennehüm lü’lüün meknun tıpkı kabuklarında saklanmış taze, pırıl pırıl inciler gibi.

 

25-) Ve akbele ba’duhüm alâ ba’din yetesaelun;

Birbirlerine dönüp geçmiş hâllerini konuşurlar. (A. Hulusi)

25 –      Ve bazısı bazısına dönmüş soruşuyorlardır. (Elmalı)

 

Ve akbele ba’duhüm alâ ba’din yetesaelun derken birbirlerine dönüp sorular soracaklar ve diyecekler ki;

 

26-) Kalu inna künna kablu fiy ehlina müşfikıyn;

Dediler ki: “Doğrusu biz daha önce ehlimiz içinde (korkudan) titreyenler idik.” (A. Hulusi)

26 – Demektedirler: evet biz bundan evvel ilimizde korkular içinde idik. (Elmalı)

 

Kalu inna künna kablu fiy ehlina müşfikıyn işte geldi 26. ayet, yukarıda ki 21. ayeti açıklayan bir ayet. Onun gerekçesi bu. Diyecekler ki vaktiyle bizler ailemiz hakkında endişeye kapılır, tir tir titrerdik. Yani o endişemizin şimdi kârını yiyoruz. Tir tir titrerdik. 21. ayette ifade edilen aile buluşmasının gerekçesidir bu. Han şu ayeti hatırlayalım, tahrim/6. ayetini;

Ya eyyühelleziyne amenû, ey iman edenler ku enfüseküm ve ehliyküm naren ve kudühenNasu velhıcarah. (Tahrim/6) ateşi, yakıtı taşlar ve insanlar olan ateşten kendinizi de koruyun ailenizi de koruyun.

İşte bu koruma, işte bu hassasiyetten dolayı yaşarken tir tir titreyenler, eşlerinin ya da çocuklarının manevi istikbali için titreyenlerin bu titremesi kabul olmuş bir duaya dönüşecek. Ve Allah onların bu dualarını boşa çıkarmayacak.

 

27-) FemennAllâhu aleyna ve vekana azâbessemum;

“Allâh bize lütfetti ve bizi (cehennem ateşi) Semum’un (insan bedeninin gözeneklerinden geçen zehirleyici dumansız ateş; mikrodalga radyasyon) azabından korudu!” (A. Hulusi)

27 – Bakınız Allah bize lütfetti ve bizleri o semûm azâbından korudu. (Elmalı)

 

FemennAllâhu aleyna ve vekana azâbessemum fakat Allah bize kerem etti de bizi zehir gibi içe işleyen yakıcı bir ateşin azabından korudu. Azâbessemum; Semum; Sem zehir demektir. Semum sam rüzgârına, asklında sam oradan gelir. değdiğini yakar, kavurur, kurutur. Azâbessemum zehir gibi içe işleyen bir alevli rüzgâr anlamına gelir.

 

28-) İnna künna min kablu ned’uh* inneHU “HU”vel Berrur Rahıym;

“Muhakkak ki biz bundan önce de O’na yöneliyorduk! Muhakkak ki O, Berr’dir, Rahıym’dir.” (A. Hulusi)

28 – Evet biz bundan evvel ona duâ ediyor korumasını istiyorduk, hakikat o öyle keremkâr öyle rahîm.

 

İnna künna min kablu ned’uh şüphesiz biz bundan önce de hep O’na dua eder, O’na yalvarır yakarırdık. inneHU “HU”vel Berrur Rahıym çünkü O, yani Allah, evet O’dur mutlak iyi olan, sonsuz merhamet sahibi olan. Mutlak iyi, el berru. Muhteşem bir esmadan, muhteşem bir isim. Mutlak iyi Allah’tır. Allah dışında iyi dediğiniz her iyi iyiliğini O’na borçludur. Onun için iyilikte aklınıza her ne mükemmellik geliyorsa onu Allah’a atfedeceksiniz, o zaman doğru yapmış oluruz.

 

29-) Fezekkir fema ente Bi nı’meti Rabbike Bi kahinin ve lâ mecnun;

(Rasûlüm) sen hatırlat! Rabbinin nimeti olarak, sen ne bir kâhin olarak açığa çıkarıldın ve ne de cin etkisi altında olan kişi! (A. Hulusi)

29 – O halde vaaz-u tezkire devam et, çünkü sen, rabbinin nimeti hakkı için, ne kâhinsin ne de mecnun. (Elmalı)

 

Fezekkir fema ente Bi nı’meti Rabbike Bi kahinin ve lâ mecnun imdi, ey peygamber sen ümit vermeyi sürdür. Nasihat etmeye devam et, uyar. Ne var ki rabbinin nimeti sayesinde senin bir kahin ve bir mecnun olmadığın o kadar açık ki asla ihtimal dahilinde bile değil. Bu bir kalıp aslında. Ma yı nafiyenin haberi eğer B ile gelirse imkan veya ihtimal yokluğuna delalet eder. Senin kahin ve mecnun, cinlenmiş olma ihtimalin yoktur. Zımnen şöyle anlıyorum ben bunu; elinde sihirli bir değnek yok, Öğüt alan alır, almayan da sonuçlarına katlanır.

 

30-) Em yekulune şa’ırun neterabbesu Bihi raybelmenun;

Yoksa: “Bir şairdir. Bekleyelim bakalım zaman içinde ne olur sonu” mu diyorlar! (A. Hulusi)

30 – Yoksa «bir şâir biz ona «reybul menun»u gözetiyoruz» mu diyorlar? (Elmalı)

 

Em yekulune şa’ırun neterabbesu Bihi raybelmenun yoksa (şimdi de) o bir şairdir feleğin sillesini yiyeceği zamanı bekleyin, kollayın bakalım. Ne zaman feleğin sillesini yiyecek  sabredin, bekleyin mi diyorlar. İnkârcı muhataplar helak ile korkutulduklarında  kendilerini hep böyle avutuyorlardı. Feleğin sillesini yakında yiyecek bekleyin diyorlardı.

 

31-) Kul terebbesu feinniy meakum minelmuterabbisıyn;

De ki: “Bekleyin bakalım! Muhakkak ki ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!” (A. Hulusi)

31 – De ki: gözetin çünkü ben de sizinle gözetenlerdenim. (Elmalı)

 

Kul terebbesu feinniy meakum minelmuterabbisıyn de ki sen de onlara; Siz bekleyin, unutmayın ki ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim. Zımnen siz benim başarısızlığımı bekleyin bakalım. Ama bende Allah’ın beni başarıya ulaştıracağını bekliyorum. O günü, o fetih gününü bekliyorum.

 

 32-) Em te’muruhüm ahlamuhüm Bihazâ em hüm kavmun tağun;

Onlara bunu akılları mı emrediyor; yoksa onlar küstah bir toplum mu? (A. Hulusi)

32 – Yoksa onlara bunu (bu tenakuzu) akılları mı emrediyor? Yoksa azgın bir kavım mıdırlar? (Elmalı)

 

Em te’muruhüm ahlamuhüm Bihazâ yoksa onları bu tavıra savruk akılları mı götürüyor. Yoksa onları savruk akılları mı böyle bir sonuca ulaştırıyor. Savruk akıl, girişte de bu ayete dikkat çekmiştim hatırlarsanız 32. ayete. Aslında Ahlam; Rağıp El Isfahan inin açıkladığına göre köken olarak o bu kelimeyi “hilm’e veriyor. Yumuşak huyluluğa, hoş görüye. O zaman mana şöyle olur. Yoksa onları bu tavra iten o engin hoş görüleri mi. Burada tabii ki bir parça ince bir ironi, ince bir istihza da görüyoruz.

Ama bu da sanki yabana atılmaz gibi geliyor. 30. ayeti hatırlayın. Hani diyorlardı ya feleğin sillesini yiyinceye kadar bırakın kendi haline. Yani, ne kadar da hoş görülüler. Sanki tükürük atmamışlar, taşlamamışlar,i hakaret etmemişler, sırtına işkembe koymamışlar, sanki onca eziyeti yapmamışlar, mü’minleri yurtlarından etmemişler, yuvalarından etmemişler, işkence etmemişler, Ammar’a, Zinnire’ye, Yasir’e, Sümeyye ye sanki, dünyayı başlarına dar getiren onlar değilmiş gibi şu tavırlarına bakın. Bırakında feleğin sillesini yesin derken iki yüzlülüklerine bak anlamına da gelebilir bu.

em hüm kavmun tağun sakın onlar isyanda sınır tanımayan azgın bir topluluk olmasınlar?

 

33-) Em yekulune tekavveleh* bel lâ yu’minun;

Yoksa “Onu uyduruyor” mu diyorlar? Hayır, onlar iman etmiyorlar! (A. Hulusi)

33 – Yoksa onu (o Kur’an ı) kendisi uydurmakta mı diyorlar? Hayır kendileri inanmazlar. (Elmalı)

 

Em yekulune tekavvelehu ya yoksa onlar; “onu kendi üretti, kendi söyledi” mi diyorlar. Kendi söylediğini Allah’a isnat etti mi diyorlar. Burada da yine bir hile yapıyorlar farkında mısınız. İnkarcıların ve münafıkların niteliğidir bu. Tam şeytani bir niteliktir. Nedir bu; Hesapta Allah’ı peygamberine karşı savunma perdesi altına sığınıp inkar ediyorlar. Allah’ı nasıl savunmuş görünüyorlar burada? Onu uydurup Allah’a isnat etti. Yani Allah’a da kötülük etti demeye getiriyorlar. Şeytanla benzerliği nerede? Adem’e secde etmem, edersem Allah’a ederim mantığından. Yani Allah’ın emrini çiğnerken Allah’ı kolluyormuş gibi yapmak, işte böyle bir şeytani mantık bu.

bel lâ yu’minun ama yoo! Dediklerine kendileri de inanmıyorlar. Yani onu uydurdu Allah’a isnat ediyorlar ama, onu; onun uydurması, söylemesi, yazması mümkin değil. Tarihsel olarak mümkin değil. Ondan bu güne kadar böyle sözler hiç sadır olmadı. Fiili olarak mümkin değil yazmayı okumayı bilmez. Sonuç olarak mümkin değil Kur’an bir insanın ortaya çıkarabileceği bir metin değil. Zaten bunu yapabilselerdi kendileri yapacaklardı.Onun için onlara meydan okuyor Kur’an ve diyor ki;

 

34-) Felye’tu Bi hadiysin mislihi in kânu sadikıyn;

Eğer sözlerinde sadıklarsa Onun benzeri bir söz getirsinler! (A. Hulusi)

34 – Haydi onun gibi bir söz getirsinler, doğru iseler. (Elmalı)

 

Felye’tu Bi hadiysin mislihi in kânu sadikıyn öyleyse haydi onun benzeri bir başka söz üretsinler bakalım, tabii ki dürüstlerse. Haydi, eğer dürüstseniz diyor onun benzeri bir başka söz üretin de görelim. Hadiys; olayları aktaran, haber veren söz demektir. Hadise de buradan gelir.

 

35-) Em huliku min ğayri şey’in em hümül halikun;

Yoksa onlar hiçbir etki olmadan mı yaratıldılar? Yoksa onlar mı yaratanlar? (A. Hulusi)

35 – Yoksa kendileri «lâşe»den mi yaratıldılar? Yoksa yaratan onlar mıdırlar? (Elmalı)

 

Em huliku min ğayri şey’in em hümül halikun ne yani onlar sebepsiz mi yaratıldılar. Allahuekber..! Sebepsiz, İlletsiz, hikmetsiz, amaçsız, gayesiz, anlamsız mı yaratıldılar. Ayete bakın. İşte bu ve devam ediyor; em hümül halikun yoksa kendilerini yaratan yine kendileri mi. Yani kendi kendilerini mi yarattılar. Bu ayet hem insan yaratılışının amaçsız ve anlamsız olduğu iddiasını reddediyor, hem de yaratıcı bir ilk özne olmaksızın kendi kendine yaratılma iddiasını reddediyor. Abes ve batıl değil, hikmet ve haktır insan, insanın yaratılışı.

Aslında anlamlılık yaratılmışların en büyük yasasıdır. Anlamsızlığın reddi yaratılışın en büyük yasasıdır. Onun için yaratılmış olup ta anlamsız olan hiçbir şey yoktur. Allah demek anlam denektir. Anlamsız bir varlık olduğuna inanmak, o varlığın Allah ile olan bağını inkar etmektir.

 

36-) Em haleküs Semavati vel Ard* bel lâ yukınun;

Yoksa semâları ve arzı onlar mı yarattılar? Hayır, onlar yakîn sahibi değildirler. (A. Hulusi)

36 – Yoksa Gökleri ve Yeri mi yarattılar? Hayır ikan ehli değiller. (Elmalı)

 

Em haleküs Semavati vel Ard ya yoksa gökleri ver yeri yaratan kendileri mi bel lâ yukınun hayır, asıl onlar inanmaya gönüllü değiller. Yani onların geçim etmeye gönlü yok anlaşılan. Onun içinde bahane bulup duruyorlar, mazeret uyduruyorlar, yatla yapıyorlar bir oraya bir oraya. İnanmaya gönüllü değiller ki. İnanmaya gönüllü olmayana mazeret çok olur demeye getiriyor ayetler.

 

37-) Em ‘ındehüm hazâinu Rabbike em hümülmusaytırun;

Yoksa Rabbinin hazineleri onların indînde mi? Yoksa onlar mı her şeye hükmedenler? (A. Hulusi)

37 – Yoksa rabbinin hazîneleri onların yanında mı? yoksa onlar mı istilâ etmişler? (Elmalı)

 

Em ‘ındehüm hazâinu Rabbik yoksa rabbinin hazineleri onların elinde mi em hümülmusaytırun yoksa onu zorla ele geçirip üstüne mi oturmuşlar, hüküm ver diyorlar, istediklerine çok verip istediklerine az mı veriyorlar. Öyle bir küstahlıkları vardı vahyin ilk muhataplarının. Yani içinde yüzdükleri o refahı kendilerinin yarattığını düşünüyorlardı. Böylesine bir Karun kompleksine kapılmıştılar, megalomaniye kapılmıştılar, tutulmuştular.

 

38-) Em lehüm süllemün yestemi’ûne fiyh* felyeti müstemiuhüm Bi sultanin mubiyn;

Yoksa onların tırmanıp (ilâhî sırları) dinledikleri bir merdiveni mi var? (Eğer öyleyse) onların dinleyenleri apaçık bir karşı konulmaz delil getirsinler. (A. Hulusi)

38 – Yoksa onlara mahsus bir merdiven var da ondan dinliyorlar mı? Öyle ise dinleyicileri beyan edecek bir bürhan getirsin. (Elmalı)

 

Em lehüm süllemün yestemi’ûne fiyh ne yani onların göklere uzanan merdiveni var da orada olup bitenimi dinliyorlar, kulak mı veriyorlar. Yani tamam onlar göklerin hazineleri bize ait diyemezler. Yoksa şunu mu diyorlar; Allah’ın kime ne yazdığını biz işittik, kulak verdik. Dolayısıyla oradan haberdarız mı diyorlar. Veyahut ta peygamberi reddettiklerine göre Allah’ın kimi peygamber seçtiğine onlar daha mı vakıf. Yani ilahi kelamın kaynağını mı dinliyorlar. Böyle bir güçleri mi var.

felyeti müstemiuhüm Bi sultanin mubiyn öyleyse haydi açık ve inandırıcı delillerle dinlediklerini getirsinler de görelim bakalım, varsa bir dinledikleri.  Aslında bu aynı zamanda cindarlık yapıp ta ben ötelerden görünmezlerden haberler alıyorum, bir şeyler dinliyorum diyenlere de bir cevap olsa gerek.

 

39-) Em lehül benatu ve lekümül benun;

Yoksa kız çocuklar O’na ait de oğullar sizin mi? (A. Hulusi)

39 – Yoksa kızlar ona oğullar size öyle mi?. (Elmalı)

 

Em lehül benatu ve lekümül benun ne yani oğullar onlara da kızlar Allah’a mı. Tam bir suçüstü, tam bir çelişki yakalama işte. Habil kompleksi bu. Siz kızı sevmiyorsunuz, oğul istiyorsunuz ama sevmediğinizi de Allah’a layık görüyorsunuz. Sizinki nasıl iş. Aslında sizin Allah inancınız da çok problemli. İşte burada suçüstü yakalanıyorsunuz. Sizin; Biz Allah’a inanıyoruz demeniz de aslında samimi değil. İnandığınız Allah’a sahip olduklarınızın sevmediğinizi veriyorsunuz. Bu tip ayetler kız erkek ayırımını da reddeden ayetlerdir aynı zamanda. Allah tasavvurunun nasıl yamulduğunu gösteriyor.

 

40-) Em tes’eluhüm ecren fehüm min mağremin müskalun;

Yoksa onlardan bir karşılık istiyorsun da, (bu yüzden) ağır bir borç yükü altına mı girmişler? (A. Hulusi)

40 – Yoksa kendilerinden bir ücret istiyorsun da cereme vermekten ezilmekteler mi? (Elmalı)

 

Em tes’eluhüm ecren fehüm min mağremin müskalun yoksa onlar senin kendilerini ağır bir yükümlülük altına sokacak bir bedel ödetmenden mi korkuyorlar, çekiniyorlar. Yani senin kendilerine ağır bir bedel ödeteceğinden mi çekiniyorlar. Çok ilginç, gerçekten tarihsel karşılığı olan bir ayet bu. Ne tarihseli, aynı zamanda bire bir bugün de yaşanan bir ayet tüm ayetler gibi.

Yine çelişki tabii ki, yine bir çelişkiyi ortaya seriyor Kur’an. Hem Allah’ın hazinelerinin sahibi gibi böbürleneceksiniz, hem de yeni davetin konforlarınızı bozacağından korkup davetçiyi kovalayacaksınız. Evet, kendilerini tehlikeye sokacağından korkuyorlardı. Nütref idiler onlar, refah içinde şımarmış kimselerdi. Onun için istikrara oynuyorlardı. Kendi içinde bulundukları küfür durumunun adını istikrar koymuşlardı. Aman istikrar bozulmasın diyorlardı ve Resulallah’a saldırırken de istikrar bozucu insan olarak saldırıyorlardı.

Neydi istikrar? Küfür istikrarı. Neydi istikrar? Haram istikrarı. Neydi istikrar? Zulüm istikrarı. Neydi istikrar? Onun bunun malını çalma ve çırpma istikrarı. Yani halksız kazanma ve bu kazançla böbürlenip başkaları üzerinde tahakküm oluşturma istikrarı. Onlar günahın istikrarını istediler. Haramın istikrarını istediler. Allah Resulü ise günahın, haramın ve küfrün istikrarını ve istikbarını bozmak için gönderildi.

Bugün de aynı baksanıza. Hakikatin istikrar adını koydukları çıkarlarını bozacağını düşünenler hakikate karşı al görmüş boğa gibi nasıl saldırırlar. Hiçbir fark yok mantıkta.

 

41-) Em ‘ındehümül ğaybu fehüm yektubun;

Yoksa gayb onların indînde de, (ne olacağını) onlar mı yazıyorlar? (A. Hulusi)

41 – Yoksa gayb onların yanında da onlar mı yazıyorlar? (Elmalı)

 

Em ‘ındehümül ğaybu fehüm yektubun ne yani idraki aşan hakikatlere vakıflar da onu kendileri mi kayıt altına alıyorlar. Kaderi, ölçüyü kendileri mi koyuyorlar, belirliyorlar şeklinde de anlayabiliriz.

 

42-) Em yuriydune keyda* felleziyne keferu hümül mekiydun;

Yoksa tuzak kurmak mı diliyorlar? O hakikat bilgisini inkâr edenler tuzağa düşenlerin ta kendileridir! (A. Hulusi)

42 – Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? fakat o küfredenler kendileri o tuzağa düşeceklerdir. (Elmalı)

 

Em yuriydune keyda onlar bir tuzak tasarlıyor olmasınlar sakın felleziyne keferu hümül mekiydun işte bu, Bakın ne diyor; Fakat kurdukları tuzağa düşecek olan yine o kafirlerin ta kendileridir. Ava gidiyorlar diyor zımnen, fakat avlanacaklar. Hakikati avlamaya giden herkes gibi, her yalan gibi onlar da avlanacaklar. Tarihte hakikati avlamak için yola çıkmış hiçbir yalan avlanmaktan kurtulamamıştır. Hakikate tuzak kuran mutlaka tuzağı kendisine döner.

 

43-) Em lehüm ilâhun ğayrullah* subhanAllâhi amma yüşrikûn;

Yoksa onların Allâh’ın gayrı tanrıları mı var? Subhan’dır Allâh, ortak koştuklarından! (A. Hulusi)

43 – Yoksa onların Allah dan başka bir ilâhları mı var? Allah onların koştukları şirklerden münezzehtir. (Elmalı)

 

Em lehüm ilâhun ğayrullah en nihayet, 15 tane “em” edatı var şu yarım sayfa da 15. si geldi. Onun için ben 15. “em” i ya yoksa diye çevirmedim, en nihayet diye çevirdim. En nihayet onların Allah’tan başka bir ilahı mı var. subhanAllâhi amma yüşrikûn sübhanAllah, aynen böyle de diyebiliriz. Ama açalım; Allah onların şirk koştukları her şeyden aşkın ve yücedir. Ne münasebet, zımnen böyle de anlaşılabilir. Ne münasebet, Allah onların şirklerinden berîdir.

 

44-) Ve in yerav kisfen mines Semai sakıtan yekulu sehabün merkum;

Eğer semâdan düşen bir parça görseler: “Üst üste yığılmış bulutlar” derler. (A. Hulusi)

44 – Hem onlar Semadan bir kıt’ayı düşerken görseler, teraküm etmiş bir bulut diyecekler. (Elmalı)

 

Ve in yerav kisfen mines Semai sakıtan yekulu sehabün merkum imdi eğer onlar gökten bir parçanın düştüğünü görseler, o bir bulut yığınından ibarettir derlerdi. İlginç, buna benzer bir olay hatırlıyor muyuz? Hatırlıyoruz, Ad kavminden hatırlıyoruz. Hani Ad kavmi anlatılırken Ahkaf suresinde, yanılmıyorsam 24. ayet olarak hatırlıyorum; Bela bulutunu gelirken görüyorlar Ad kavmi. Helaki hak etmiş bu azgın kavim. Çölde büyük bir medeniyet kurmuş bir kavim bu. İrem bağlarının sahipleri olduğu söylenir.

hazâ ‘âridun mümtıruna” (Ahkaf/24) diyorlar ayetin bize haber verdiğine göre. Bu bize su getiren, yağmur getiren mübarek bir bulut. Tuzak kuran, ava giden avlanır ya, belayı yağmur gibi görmek, tıpkı bu günahkarın günahı lezzet ve zevk olarak görmesine benzemez mi? Aslında önü benzeyenin sonu da benziyor. Bela bulutunu yağmur gibi görmek. Belki bela bulutu için dua etmek, sevinmek, belasına sevinmek. İlginç bir şey, belasını istemek. Bütün zımni anlamlar içinde bu.

 

45-) Fezerhüm hattâ yulaku yevmehümülleziy fiyhi yus’akun;

Bırak onları, dehşeti yaşayacakları (ölüm) günlerine kavuşuncaya kadar! (A. Hulusi)

45 – O halde bırak onları ta o çarpılacakları günlerine kadar. (Elmalı)

 

Fezerhüm hattâ yulaku yevmehümülleziy fiyhi yus’akun artık onları dehşetten kendilerini kaybedecekleri günle karşılaşıncaya kadar kendi hallerine bırak.

Fezerhüm; Nerede bu ibareyi gördünüzse, sen kendi gündemini takip et. Düşmanın senin gündemini belirlemesin. Gündemini onlar belirlemesin. İşine bak anlamlarını zımnen göreceğiz ve anlayacağız. Tabii bu aynı zamanda hepimize, tüm muhataplara. İşinize bakın, düşmanınız sizin gündeminiz olmasın, gündeminizi belirlemesin. Siz belirlediğiniz gündemi her türlü ayartmaya rağmen takip edin. Zımni anlamı böyledir, böyle anlayacağız.

 

46-) Yevme lâ yuğniy anhüm keydühüm şey’en ve lâ hüm yunsarun;

O gün ne tuzakları onlardan bir şey defeder ve ne de onlara yardım eden olur! (A. Hulusi)

46 – O gün ki hiç bir tedbirlerinin kendilerine zerrece faydası olmayacaktır ve hiç bir suretle kurtarılmayacaklardır. (Elmalı)

 

Yevme lâ yuğniy anhüm keydühüm şey’e o gün tuzakları kendilerine hiçbir yarar sağlamayacak. Tuzakları, Aslında en büyük tuzağı insanın zihni kendisine kurar. İnsanın zihninin kendisine kurduğu tuzaksa, insan için kurulmuş en dehşet tuzaktır.Kendi kurduğu tuzağa kişi, başkalarının kurduğu tuzaktan daha beter düşer. Çünkü kendi zihni kendisine tuzak kurarsa, başkalarının kurduğu tuzak gibi onu anlaması çok zor olur. Dışardan bakınca tuzağı anlayabilir. Fakat içerde ki tuzağı göremeyebilir. Onun için zihnimizin bize kuracağı ve kurduğu tuzaklardan Allah’a sığınacağız. Çünkü insan zihni kendi sahibine tuzak kurarsa, onu ona süsler, süslü gösterir. vezeyyenehu diyordu ya, tezyin eder onu, süslü gösterir.

Şeytanın işlerinden biridir bu. İnsana amelini, kötülüğünü süslü göstermek. Tıpkı zehiri kristal kadehle sunmak gibi bir şey. Tıpkı kalpazanlığı yapanların yaptıkları sahtekarlığı gizlemek için en ideal yalan uydurmaları, baskı kullanmaları, kağıt kullanmaları, mürekkep kullanmaları gibi değil mi? Kalpazanlık ne kadar rafine yapılırsa muhatap aldanmaya o kadar yatkın olur.

ve lâ hüm yunsarun ve kendilerine asla yardım ulaşmayacak.

 

47-) Ve inne lilleziyne zalemu azâben dune zâlike ve lakinne ekserehüm lâ ya’lemun;

Muhakkak ki o zâlim olanlara oradakinden önce de bir azap vardır! Ne var ki onların çoğunluğu bilmezler. (A. Hulusi)

47 – O zulmedenlere ondan beride de bir azâb vardır velâkin pek çokları bilmezler. (Elmalı)

 

Ve inne lilleziyne zalemu azâben dune zâlike ve lakinne ekserehüm lâ ya’lemun be elbet kendilerine yazık edenleri bu ahiret azabından daha yakın, ya da dun, daha aşağı derecede bir dünya azabına mahkum olmuşlardır. Fakat, ve lakinne ekserehüm lâ ya’lemun onların çoğu bunu kavrayamamaktadırlar.

Çok ilginç, gerçekten üzerinde fazla durulmaya değer bir ayet. Daha yakın daha aşağı bir azap. Dünya da her inkarın, her günahın sahibine ödettiği mutlaka bir bedel vardır. Yani inkar bedeli sadece ahirette ödetmeyecek, dünyada da ödetecek sahibine. En azından nedir bu? İnkarın dünyada sahibine ödettiği bedel, Allah’tan mahrum bir hayat yaşamak. Maneviyattan mahrum bir hayat yaşamak. Manevi lezzetlerden mahrum bir hayat yaşamak. Düşünsenize, ömür boyu bir mü’minin aldığı lezzeti alamayacak. Onun içinde o lezzeti günahların içinde arayacak. Düşünsenize sizin oruç tutarken aldığınız o derin hazzı bir ömür yaşayamayacak. Sizin iman etmekten aldığınız o hazzı yaşayamayacak. Onun da başına bela gelecek, sizin de. Fakat siz bela gelince Allah’a yaklaşacaksınız, o daha da uzaklaşacak. Ve sizin üzülürken dahi, içten içe bir neş’eyi yaşamanızı anlayamayacak. Kazandığınızın bir kısmını Allah yoluna vereceksiniz, o buna şaşıracak, fakat siz de ona şaşıracaksınız. Nasıl beceriyorsun diye. Ve siz onun size şaşırmasına şaşıracaksınız. İşte böyle.

 

48-) Vasbir lihükmi Rabbike feinneke Bi a’yunina ve sebbıh Bi Hamdi Rabbike hıyne tekum;

Rabbinin hükmüne sabret! Muhakkak ki sen gözetimimizlesin! (Gece) kalktığında Rabbinin Hamdi olarak tespih et. (A. Hulusi)

48 – Hem rabbinin hükmüne sabret çünkü sen bizim nezaretimiz altındasın, kalktığın sırada rabbine hamd ile tesbih eyle, geceden de. (Elmalı)

 

Vasbir lihükmi Rabbik imdi rabbinin hükmünü sabırla bekle, dirençle bekle, sonuna kadar bekle, acele etme. feinneke Bi a’yunina unutma ki sen bizim gözetimimiz, gözlemimiz altındasın. Çok güzel..! Bizim göz altımızda değilsin, gözetimimiz altındasın. Yani seni göz altına almadık, gözetimimiz altına aldık, seni gözetiyoruz. Olan biten her şey kontrolümüz altındadır anlamına geliyor. Tablonun tümünü görüyoruz, sen görmüyorsun ey peygamber. Ama Allah olarak ben görüyorum. Onun için parçada kötü görünen bütünde güzel durur. Parçada kötü gördüğüne aldırma. Bütün içinde güzel olduğuna kuşkun olmasın. Allah’a havale et. Unutma tablonun bütününü gören yegane varlık Allah’tır. Ona güven, gerisini merak etme.

ve sebbıh Bi Hamdi Rabbike hıyne tekum kalktığın zaman rabbinin yüceliğini hamd ile an.

 

49-) Ve minelleyli fesebbıhHU ve idbaren nücum;

Gecenin bir kısmında ve yıldızlar kaybolurken de (Rabbinin Hamdi olarak) O’nu tespih et!(A. Hulusi)

49 – Tesbih et ona hem de nücümün idbarı sıra.(Elmalı)

 

Ve minelleyli bir de geceleyin an fesebbıhHU ve idbaren nücum ve büyün yıldızların çekildiği vakit onun yüceliğini dillendir.

Muhammedi davetin şafağının yaklaştığını söyleyen ayet bu. Gecenin sonuna geliyoruz ey mü’minler, şafak sökecek hazırlanın, hazırlık yapın. Ne yapın? Geceyi diriltin, geceyi bir direnç olarak görün, geceyi değerlendirin. Neden? Uykusunu denetleyemeyen, yarın kucağına koşacak kitleleri ve coğrafyaları nasıl denetlesin. Kendinizi denetleyin, uykunuzu denetleyin, geceyi diriltin ki gündüzünüz dirilsin. Muhalefeti diriltin ki iktidarınız dirilsin. Yokluğu diriltin ki varlık dirilsin. Acı zamanları diriltin ki yarın sevinçli zamanlar gelecek, o da dirilsin. Yani uykunuzu denetleyin ki size koşan kitleleri de denetleyebilesiniz. Kendi kendinizi denetim altına alamıyorsanız, Allah başkalarını denetlesin diye sizi niçin göndersin. Başka coğrafyaları sizi,n avucunuza niçin versin.

[Ek bilgi; Kalkacağın zaman. Yani herhangi bir meclisten kalkarken (Allah'ı tesbih ve tahmid et). Ebû Dâvûd ve Nesâî'nin Sünen'leri ile diğer bazı hadis kitaplarında mevcut olan ve Ebû Berzetel-Eslemî (r.a)den gelen bir rivayette şöyle denilmektedir:

"Resullah (s.a.v) bir meclisten kalkacağı zaman "Ey Allah'ım seni her türlü noksan sıfattan tenzih eder ve sana hamd ederim. Senden başka ilâh olmadığına şehâdet eder, senden mağfiret diler ve (günahlarımdan dolayı) sana tevbe ederim." derdi. Konuyla ilgili soru sorulduğunda da "Bu, mecliste olanlar için keffârettir." demişti.

Bazıları da bunun namaza durulduğu zaman "Ey Allah'ım seni noksan sıfatlardan tenzih eder ve yalnız sana hamd ederim. Senin ismin ne yüce ve makamın ne uludur. Ve senden başka ilâh yoktur." duasının okunması hakkında rivayet edildiğini söylemişlerdir.

Âlimlerden bir kısmına göre de söz konusu âyetten maksat, yataktan kalkıp namaza durduğun vakit demektir. Buna göre âyete, "kalkacağın zaman" mânâsını vermek daha uygun olacaktır. Geceden de onu tesbih et. Yani gecenin bir kısmında da tesbih ederek O'na ibadet et. Hem de yıldızların batışında, batmaya yaklaştığı zaman, yani gecenin sonunda, sabah vakti. Allah Telâ’yı gece tespihten maksadın akşam ve yatsı namazları, yıldızların batışı sırasında tesbih etmekten kastın da, sabah namazı olduğu ileri sürülmüştür.

Hz. Ömer , Hz. Ali, Ebû Hureyre ve Hasan-i Basrî (r.a) de, gece tespihten maksadın, nafile ibadetler; yıldızların batışında tespihten maksadın da, sabah namazının iki rekat sünneti olduğunu söylemişlerdir.(Elmalı- tefsir)]

 

Sadakallahul aziym. Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Allah doğru söyledi. Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. NECM (01 – 62)(167)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin, amin, ya mu’iyn..!

Değerli Kur’an dostları. Büyük mutasavvıf İslam irfanını ilk kez kodifiye eden, tedrin eden ve ekolleştiren Haris Bin Esed El Muhasibi, Kur’an akıldır der. Kur’an a anlayarak yaklaşmayan akıldan mahrum kalmıştır. Yine aynı şahıs; Kur’an, senin gökyüzündeki ruhun, yer yüzünde ki bedenindir. Ona yaklaşır, onunla kucaklaşır, onu hayatına giyersen ruhuna ve bedenine birlikte sahip olmuş olursun. Kur’an sız kalmak; İz’ansız ve irfansız kalmak değil sadece, aynı zamanda akılsız kalmak anlamına geliyor. Rabbim bizi Kur’an sız bırakmasın.

Bugün Necm suresinin tefsirini yapacağız inşallah. Necm suresi adını ilk ayetinden alır. Keriym sahabe bu sureyi bu adla anmış. Demek ki daha sahabe döneminde sure adını bulmuş.

Sure Mekki bir sure, hatta Mekke döneminin 3 dilimlik zamanında ilk dilimine tekabül ediyor. Tüm iniş tertiplerinde Abese ve İhlas sureleri arasında yer almış. Buna göre yaklaşık bir tarih vermemiz gerekirse nübüvvetin 2 ile 4. yılları arasını verebiliriz. Tek celsede ya da peyderpey inmiş olması muhtemeldir. İniş sırası, nüzul sırası 23. sıraya tekabül eder.

İbn Abbas’ın nakline göre Allah Resulünün ilk defa müşriklere açıktan ilan ettiği sure Necm suresidir. Bunun anlamı; Bu sure İslam tarihinde, nübüvvet tarihinde, Muhammedî davet döneminde bir dönüm noktasıdır. Çünkü müşriklerin tanrılarının yerildiği, açıkça eleştirildiği Kur’an da nazil olan ilk sure bu suredir.

Müşrikler kendi tanrılarını açıkça eleştiren ve yeren bu sure ile karşılaştıklarında, daha önceleri Resulallah’ın davetine karşı ne icabet ediyorlar, ne de saldırganlaşıyorlardı. Ama bu sureden sonra artık tavır değiştirmeye karar verdiler ve Muhammedî davete saldırıya geçtiler. Onun için bu sure davet döneminde bir dönüm noktasını oluşturur.

Surenin konusuna gelince; Sureyi 3 bölümde değerlendirebiliriz konu itibarıyla.

1 – Vahye ve vahyin kaynağına atıf. Nebinin vahiy meleğiyle iki ayrı görüşmesini ayrıntılı bir biçimde ele alır bu sure. Hatta bu açıdan Kur’an da tek suredir. İsra/1. ayetini saymazsak vahiy meleğiyle, vahyin ilk muhatabı olan Allah Resulü arasında ki ilişkinin bu kadar ayrıntılı ve detaylı ele alındığı bir başka yer yoktur. 1 ile 18. ayetler bu konuya ayrılmış. Bu vahyi inkar edenleri ret, vahye iman edenleri ise teskin ve teşvik anlamına geliyordu.

2 – Surenin 2. bölümü Kureyş’in bozuk tanrı tasavvuruna ayrılmış. Aracı putların reddiyle ilgili bu bölüm, sahte tanrılara tapanların psikolojik tahlillerini, bir başka ifadesi ile psikanalizini yapar. Gerçekten de surenin 2. bölümünde zemin ve zamanla irtibatlı olmaksızın, tüm zemin ve tüm zamanlarda Allah’tan uzak düşen bir akıl, nasıl açmazlara saplanır. Soyut düşünme yeteneğini kaybeden bir akla nasıl sefalet arız olur. Biz bunun tipik bir örneğini görüyoruz bu bölümde. Ki 19 – 32. ayetler arası bu konuyu işler.

3 – Surenin 3. bölümü ise insanın ebedi istikbali ile alakalıdır. İnsan iradeli olarak yaptığı tüm fiillerinde ya ödülü ya da cezayı hak eder. Çünkü irade iç güdüye benzemez. İrade ile iç güdüyü ayıran şey, toprak olmakla olmamak arasında ki fark kadardır. İrade ile içgüdüyü ayıran şey, yok olmakla var olmak arasında ki farktır. İrade ile yapılan bir eylem mutlaka hesabı sorulacak bir eylemdir. Onun için Ahiret iradeye verilmiş bir ödüldür. Hatta cennetiyle cehennemiyle. Çünkü ahiretten bahsetmek öldükten sonra yaşamaktan bahsetmektir. Yani ölmemekten ölümsüzlükten bahsetmektir.

Dolayısıyla var olmak, var olmayı sürdürmek başlı başına yok olmak arasında bir ödüldür. Ondan sonra ödül ve ceza gelir. Cennet ve cehennem gelir. Onun için var olmak öldükten sonra da yaşamayı bir başka düzlemde sürdürmek; iradeye Allah’ın verdiği bizatihi bir ödüldür. Sure iradeye ve iradeli fiillere verilecek olan ödül ve ceza sahneleriyle son bulur. Ki 33 – 62. ayetler arası buna ayrılmıştır.

Tüm zamanlar ve tüm mekanlar için geçerli ilahi ölçü de işte bu son bölümde dile getirilir. O şudur;

Bismillah; Ella teziru vaziretün vizre uhra (38) Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a (39) hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenmez. Her insan için sadece ve sadece çabasının karşılığı vardır.

Bu ilahi sözlerin, bu gök ilkelerinin, bu evrensel prensiplerin sesi 1.400 yıl öteden bugüne yankılana yankılana devam etmektedir ve bundan böyle de yankılanacaktır. Bu kısa özetten sonra şimdi suremizi tefsire geçebiliriz.

[Ek bilgi; Bu sure deşu üç konu üzerinde durulmuştur;

1) İnandığınız din zanna dayanmaktadır. İlahlıkla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen, Lat, Uzza ve Menat gibi putlara tapıyorsunuz. Bunlar sadece sizlerin akide haline getirdiğiniz vehim ve arzularınızdır. Fakat bu büyük bir sapıklıktır. Çünkü "din" zan değil, hakikattır, dolayısıyla zanna değil ilme (vahye) dayanmalıdır.

2) Allah bu kainatın yegane sahibidir. Doğru yol üzerinde olanlar, ancak Allah'ın gösterdiği yolu izleyenlerdir. Bu yolun dışına çıkanlar ise sapıklardan başkası değildir.

3) Asırlar önce Hz. İbrahim'in ve Hz. Musa'nın sahifelerinde beyan olunan dinin temel prensipleri, şimdi tekrar beyan olunmaktadır. Yani, Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği din yeni bir din olmayıp, Allah'ın her dönemde gönderdiği dinin ta kendisidir. (Ebu’l Alâ Mevdudi – Tefhimu’l Kur’an)]

 

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, Rahiym olan. Özünde merhametli, işinde merhametli olan. Varlığa karşı rahiym, rahman, mü’minlere karşı özel bir merhametle rahiym olan. Rahmeti, merhameti, bağışı, affı bütün bir varlığı kuşatmış olan Allah adına. Neden? Çünkü vahiy bir gök sofrasıdır. Vahiy insanlığın önüne çıkarılmış bir gök sofrası olarak onun ebedi hayatta yaşaması için gerekli olan tüm manevi gıdalar bu sofrada bulunur. İnsan, Mahlukat aleminin en dikkate değer üyesi. Var oluş aslında merhametin bir eseri. Allah rahmetini varlığı var ederek gösterdi. İnsana irade vererek bu merhameti kat kat kıldı ve irade verdiği insana tenezzül buyurarak, nüzul ederek, yani vahyini gönderip konuşarak ona olan rahmetini perçinledi. Vahiy Allah’ın insana olan merhametinin çok özel bir ifadesidir. Onun için biz vahye BismillahirRahmanirRahıym diye başlarız.

 

1-) Ven necmi izâ heva;

Necm’e (bölüm bölüm açığa çıkararak tüm hakikati anlatana) yemin olsun ki, (A. Hulusi)

01 – O Necme kasem ederim indiği dem ki. (Elmalı)

 

2-) Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ;

Arkadaşınız ne saptı ne de azdı! (A. Hulusi)

 02 – Şaşırmadı sahibiniz azıtmadı da. (Elmalı)

 

3-) Ve ma yentıku anil heva;

(O), hevâsından (hayalî şeyleri) konuşmaz! (A. Hulusi)

03 – Ve hevadan söylemiyor. (Elmalı)

 

4-) İn huve illâ vahyun yuha;

O yalnızca vahyolunan bir vahiydir! (A. Hulusi)

04 – O sade bir vahiydir ancak vahyolunur. (Elmalı)

 

Ven necmi izâ heva. (1) Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ (2) Ve ma yentıku anil heva (3) İn huve illâ vahyun yuha (4) Vahyin aşamalı, parça parça, peyderpey inişini düşün. Ven necmi izâ heva Ven Necm; İlk anlamı yıldız. Fakat bu kelime aynı zamanda Kur’an ın parça parça inişini ifade eden temcin sözcüğünün de türetildiği kelime. Onun için parça parça inişi, peyderpey inişi, aşamalı olarak inişi ifade eder. Ki İbn. Abbas’tan büyük öğrencisi Mücahid’in nakline dayanır bizim tercihimiz. Yoksa ilk anlamıyla çevirirsek ayeti, göründüğü zaman yıldızı düşün anlamını verebiliriz.

Ma dalle sahıbuküm ve ma ğavâ arkadaşınız ne sapmıştır ne de kanmıştır. Yani o ne kendiliğinden yoldan çıkmıştır, ne de bir başkası onu yoldan çıkarmıştır. Eğer böyle düşünüyorsanız yanlış düşünüyorsunuz. Eğer böyle düşünüyorsanız yalnızca Allah Resulüne hakaret etmiş olmazsınız, Allah’a da hakaret etmiş olursunuz. Çünkü o elçidir. Elçinin onuru, onu gönderen kapının onurudur. Elçiye zeval olmaz. Siz elçiye eğer hakaret ederseniz, aslında bu elçiyi gönderene hakaret olarak anlaşılır. Hala aklınızı başınıza almayacak mısınız.

 

[Ek bilgi; Dikkat ederseniz burada; “arkadaşınız, sahibiniz” denmektedir. Elçimiz, Resûlümüz demiyor da Rabbimiz, arkadaşınız diyor. Sizin kendisini tanıdığınız, kendisiyle sohbet edip, arkadaşlık kurduğunuz, sizin lehinize hareket eden dostunuz deniyor.

Şu içinizde doğup büyüyen, çocukluğu, gençliği aranızda geçmiş, tüm geçmişini tanıdığınız, tüm hayatına muttali olduğunuz, hepinizin yakından bildiği arkadaşınız. Kırk yıllık geçmişiyle aklına, ahlâkına, eminliğine, dürüstlüğüne şahit olduğunuz, aleyhinde delil getirebileceğiniz bir tek falsosuna bile şahit olmadığınız, bir tek yüz kızartıcı suçuna muttali olmadığınız, tek bir yalanını yakalamadığınız, sizi asla aldatmamış, emânetlerinize zerre kadar hain davranmamış, Allah kullarını aldatmamış bir insanın, kırk yaşından sonra birden bire değişerek Allah’tan kendisine böyle bir vahiy gelmediği halde, Allah yeryüzünde kendisini sözcü seçmediği halde, Allah’a iftira ederek, Allah kullarını aldatarak; “bana vahiy geliyor” diye yalan söyleyip, insanları kandırmasını nasıl düşünebiliyorsunuz?

Nasıl diyebiliyorsunuz bunu tüm hayatını tanıdığınız emin bir kimseye? Kendisi asla sapmayan, insanları da saptırmaya çalışmayan, kendisi asla aldanmayan, sizi de asla aldatmaya çalışmayan arkadaşınız hakkında nasıl şüphe edebilirsiniz? diye Rabbimiz elçisinin doğruluğuna, hak yolda oluşuna şahadette bulunuyor. (Besâiru’l Kur’an- Ali Küçük)]

 

Ve ma yentıku anil heva O kendi keyfinden konuşmamaktadır. Yani ben size Allah’ın kelamını iletiyorum derken, bu kendi sözleri değil, Allah’ın ona indirdiği vahyidir. Bu ayetten yola çıkarak Resulallah’ın mübarek dudaklarından dökülen her cümleyi, her sözü vahiy ilan etmek elbette ki doğru değil. Çünkü en çok ben de sizin gibi bir insanım, bir beşerim sözcüğünü duyduğumuz zat Resulallah’tır. (Kul innema) ene beşerün mislüküm. (Hadis) Ki rabbimiz ona ben de sizin gibi bir insanım demesini mükerreren emrediyor. Bu ayette ifade buyrulan şey bizzat vahyin kendisidir.

İn huve illâ vahyun yuha işte bu ayette delilidir. Bu vahiy, bu Kur’an kendisine indirilmiş olan bir vahiyden ibarettir. Yani o ben konuşuyorum, benim sözümü dinleyin, bunları ben söylüyorum demiyor. Bunları Allah’tan aldım diyor. Allah’tan aldım diye size ilettikleri sadece vahiydir. Ama Allah’tan aldım demedikleri ise vahiy değildir. Bu zaten bu anlama gelir.

Muhtemelen nüzul sürecinde vahiy teriminin geçtiği ilk yer burası. İslam öncesinde bu kelime kullanılıyor mu? Evet, cahiliye de bu kelime kullanılıyor. Vahiy sözcüğü kullanılıyor. Fakat bu anlamda değil. Mesela dikili taş anıtlar için kullanılıyor. İki ana niteliği var kelimenin. Etimolojisinde, kök anlamında iki mana var. Birincisi sürat, ikincisi ise hıffet. Yani birincisi hızlılık, süratlilik ikincisi gizlilik, kapalılık, örtülülük. Bu kelime ile ifade edilen tüm versiyonlar bu iki ana anlamı taşımak durumunda. Bir mesajı dil dışı bir yolla muhatabına iletmeye vahiy diyoruz. Ki ilham, işaret, ima, ilka ve ihsas vahyin anlam alanına dahildir. Bir şeyi karşıdakine ima etmek, veya işaretle bildirmek dil dışı yöntemle, işaretle. Onu al oraya koy diyoruz mesela. Mesela sus diyoruz. Bunlarda dil dışı yöntemle bir manayı muhataba iletmek.

İlahi anlamların vasıtalı ya da vasıtasız vahyin ilk muhatabı olan peygamberin kalbine ilham ve ilka edilmesine ıstılahta vahiy denilir. Vahiy tüm süreçleriyle gerçek bir mucizedir. Akıl sır ermez bir mucizedir. Nasıllığını asla kavrayamaz insan. İşte o soruya ilişkin sınırlı bir bilgiyi Kur’an, vahiy, kendisi bu surede vermektedir. Aşkınla içkin arasında ki akıllar üstü ilişki ve iletişim biçimine tekabül eder. Gerçekten de insan aklı melek gibi madde üstü bir varlıkla, insan gibi maddi bir varlığın nasıl bir zeminde buluştuğunu, konuştuğunu, mesajın ilahi anlamıyla, mesajın lahuti başı ile, aşkın başıyla, içkin ayağının, yani kelimelerin nasıl birbirine kavuştuğunu, yani kelimelerin ruhu olan anlam ile kelimelerin cesedi olan harflerin birbirine nasıl ilka edildiğini, üflendiğini biz insanoğlu basit bir biçimde anlayamayız. Zaten bunu anlatan da yok. Bize ancak bunu ilahi bir vahiy anlatırdı. O da bize işte şu anda okuyacağımız ayetlerde gördüğümüz kadar anlattı. Şimdi biz bu mucizenin nasıl gerçekleştiğine  ilişkin üstü örtülü, mecazi bir dille, sembolik bir dille kısa bir anlatımını göreceğiz.

 

5-) ‘Allemehu şediydulkuva;

O’na kuvveleri şiddetli olan talim etti! (A. Hulusi)

05 – Talim etti ona kuvveleri şiddetli. (Elmalı)

 

‘Allemehu şediydulkuva onu melekeleri çok güçlü bir melek öğretti. Şediydulkuva. Kuva’yi meleke diye çevirdim. Melekeleri çok güçlü bir melek. Zaten melekle meleke aynı kökten. Onun için hep derim insanda iyilik haline gelmiş, oturmuş ahlakı hamideye, güzel ahlaka meleke denir. Aslında bu meleğin insanda ahlaka dönüşmesidir. Melek sizde oturdu da ahlaka dönüştü mü meleke olur.

 

6-) Zû mirretin, festeva;

O (kuvve) kendini fark ettirdi, böylece de istiva etti (böylece de vahye açık hâle geldi)! (A. Hulusi)

06 – Bir kuvvet sahibi, hemen duruklandı. (Elmalı)

 

Zû mirretin, festeva . Zü mirra; gerçekten çaplı bir kelime etkileyici ve tam donanımlı o melek, etkileyici, tam donanımlı. Aklı şaşırtan, aklı yaya bırakan. Mirra akıl manasına da geliyor, etki manasına da geliyor, güç manasına da, kuvvet manasına da geliyor. Bir çok anlamı var. etkileyici ve tam donanımlı bir melek. Festeva; derken o kendini olanca haşmetiyle gösterdi ve ortaya çıktı.

Vahiy meleği Cebrail’den söz ediliyor elbette. Efendimiz bir haberde onu 600 kanadıyla gördüm ufku kaplamıştı buyuruyor. Bu da tabii ki 600 kanat, yani durdum da teker teker saydım anlamına gelmiyor. Bu şu anlama geliyor; tariften acizim. İnsan gözünün, insan aklının, insan havsalasının almayacağı kadar muhteşem bir olay, bu anlama geliyor.

Bu son ayet Festeva, ikinci bir mana ile de çevrilebiliriz bunu. Tüm varlığıyla doğruldu, tüm varlığıyla kuşattı, tüm varlığıyla kapladı anlamına gelir. Bu ayetin bu bölümünün yani ikinci yarısının öznesi peygamberimiz de olabilir. O zaman öznesi peygamberimizse eğer o zaman peygamberimiz kalktı, doğruldu anlamına gelir. Ama tercihim bu değil benim tercihim tekvir/23. ayetine dayanıyor ki o da tercihimizi doğrular nitelikte.

 

7-) Ve huve Bil ufukıl a’lâ;

O, Ufuk-u Âlâ (tüm dışsallığı kaplamış – âfakta) olduğu hâlde! (A. Hulusi)

07 – Ve o en yüksek ufukta idi. (Elmalı)

 

Ve huve Bil ufukıl a’lâ önce en uzak ufukta belirmişti. Yani ufku kaplamıştı, ufku doldurmuştu. Tabir caizse yer gök bundan müteşekkil hale gelmişti.

 

8-) Sümme dena fetedella;

Sonra yaklaştı, tedelli etti (âfaktan enfüse dönüştü müşahedesi). (A. Hulusi)

08 – Sonra yaklaştı da tedellî (Tevazu)  etti. (Elmalı)

 

Sümme dena fetedella daha sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu.

 

9-) Fekâne kabe kavseyni ev edna;

İki yayın birleşimi (kab-ı kavseyn) veya Edna (daha da yakın) oldu! (A. Hulusi)

09 – «Kâbe kavseyni ev edna» oldu da. (Elmalı)

 

Fekâne kabe kavseyni ev edna o kadar sokuldu ki iki yay aralığı, hatta daha az bir mesafe kaldı arada. kabe kavseyni ev edna Arapların kullandığı bir deyim, gerçek bir deyim. Yakınlık ifade eder. Şöyle Türkçe de düşünüyorum bunun tam karşılığı şu deyim olsa gerek arasından su sızmamak. O kadar yakın kaldı, su sızmıyordu. kabe kavseyni ev edna iki yay aralığı kadar. Aslında kaab yayın elle tutulan kısmının kirişin ucuna ve diğer ucuna kadar olan mesafeye denir diyenler de var, Kaab; yayın kirişle arasında ki mesafeye.

Yay biliyorsunuz Tahtadan, ahşaptan kiriş ise deri ve bunun gibi şeylerden olur. İkisinin arasında ki mesafeye dendiğini söyleyenler de var ama doğrusu Kaab elle tutulan yerden bağlantı yerine kadar iki tane kaab ı olur. Peki neden bu deyim olmuş? Bu deyimin aslı şu; Güç birliği yapmak isteyen iki kabile reislerinin yaylarını bir araya getirirler, ikisiyle bir tek ok atarlardı. Eğer iki yayla bir ok atılırsa bu bir tür yemin anlamına gelirdi ve etrafa da şu duyuru anlamına gelirdi; Biz artık güç birliği yaptık, bizi kimse ayıramaz. yani biz bir kişi gibiyiz, biz ikimiz bir kişiyiz ya da biz iki kabile, tek kabileyiz. Birimizin dostu diğerimizin dostudur, birimizin düşmanı diğerimizin de düşmanıdır.

Buradan aynı zamanda şunu da çıkarmış oluyoruz; Resulallah’a düşman olan meleğe de düşman olur, Cebrail’e de düşman olur. Yani Kabe kavseyni ev edna; bu ikisi dostluklarını ilan etmiş, bunlara düşman olan, aslında Muhammed e düşman olan meleğe de düşman olur.

Tabii buradan zımnen neyi anlıyoruz? 19. ayette başlayacak olan ve putlarına bunlar meleklerin suretleri diye ibadet eden bölge müşriklerine bir mesaj veriliyor. Yani siz meleklerin suretlerine; Bunlar bizim putlarımız, tanrılarımız diye tapıyorsunuz ama meleğe düşmanlık yapıyorsunuz, hem de meleklerin en büyüğüne, Cebrail’e. Onun için Muhammed S.A. a düşmanlık Cebrail’e düşmanlık anlamına gelir ve suçüstü yakalanıyorsunuz, çelişki halindesiniz. Gibi bir ima da çıkıyor.

 

10-) Feevha ila ‘abdiHİ ma evha;

Böylece kuluna vahyettiğini vahyetti. (A. Hulusi)

10 – Verdi kuluna verdiği vahyi. (Elmalı)

 

Feevha ila ‘abdiHİ ma evha işte Allah’ın kuluna vahyettiğini böylece iletmiş oldu, vahyetmiş oldu.

Feevha ila ‘abdiHİ O’nun kuluna iletti. Ma evha onun vahy etti. Yani bir vahy eden var, bir vahy edilen var, bir de onun vah yettiği var. 3 ara kademe. Vahy eden Allah, vahy edilen Cibril, onun vah yettiği Allah resulü. Onun için burada iki vahiy geçiyor. Feevha ‘ila abdiHİ, ‘abdiHİ onun kulu, yani Allah resulüne vahy etti, bildirdi buda bildirme manasına, ma evha Allah’ın vahy ettiği. Burada da vahiy manasına alırsak daha doğru anlamış oluruz.

 

11-) Ma kezebel fuadu ma rea;

FUAD (Kalbindeki nöronların beyinde açtığı gerçeklikle bütünleşti dıştan gelen bilgi) yalanlamadı (inkâr etmedi) gördüğünü! (A. Hulusi)

11 – Gözün gördüğünü kalb tekzip etmedi. (Elmalı)

 

Ma kezebel fuadu ma rea gördüğünü gönül yalanlamadı. Gerçekten insanın tüylerini diken diken eden bir ayet. Bir müşahede bu, bir mucize bu. Aklın havsalanın ötesinde bir mucize. Aklın derecesine ve derekesine ancak bu kadar indiriliyor. Gördüğünü gönül yalanlamadı. Şöyle de çevirebiliriz bu ayeti gözün gördüğünü gönül yalanlamadı. Böyle de çevirebiliriz. Gözüyle gördü gönlü yalanlamadı. Veya gönlüyle gördü gözü yalanlamadı. Böyle de anlayabiliriz.

17. ayete dayanarak tabii gözü işin içine katabiliriz. Çünkü 17. ayette işin içinde. O zaman gönül de burada işin içinde. Neyle gördü? Gönlüyle gördü, gözü ile görmüş gibi oldu. sanırım böyle anlarsak doğru anlarız. Gönüyle görmek gözü ile görmekten çok daha derin bir görme. Aslında gören göz değil, bakan göz. Gören gönüldür, Akleden kalptir. Onun için görme eylemi beynin içinde gerçekleşir. Gözün arkasında geçekleşir. Onun için göz sadece bir araçtır ve gönül kör olursa göz ne kadar açık olursa olsun görmez. feinneha lâ ta’mel ebsaru ve lâkin ta’mel kulubülletiy fiyssudur. (Hac/46)  gözler kör olmaz asıl kör olan sadırlardaki, göğüslerdeki gözdür, yani kalp gözüdür.

 

12-) Efe tumarunehu alâ ma yera;

Gördüğü hakkında O’nunla tartışıyor musunuz? (A. Hulusi)

12 – Şimdi siz ona o görüşüne karşı mücadele mi ediyorsunuz? (Elmalı)

 

Efe tumarunehu alâ ma yera şimdi siz ne yani,hemzeyi istifamiyeyi böyle çevirirsek sanırım daha uygun olur. Ne yani şimdi siz ne gördüğü hususunda onunla tartışacak mısınız. Yani neyi nasıl gördüğü hususunda onunla polemiğe mi gireceksiniz. Polemiğe girseniz ne çıkar. Gören o, gösteren Allah, görünen melek ve siz bunu tam kavrayamazsınız. İçinizde bu müşahedeyi yaşayan başka biri yok ki onunla tartışsın. Bu akıl sır ermez bir müşahede. Bu imana konu olan bir müşahede. İman edersiniz, tıpkı sıddıyk Ebu Bekir gibi. O söylüyorsa doğrudur.

 

13-) Ve lekad reahu nezleten uhra;

Andolsun ki Onu bir daha gördü (hakikatin bilincine inişiyle fark edilmesinde). (A. Hulusi)

13 – Kasem olsun ki o onu bir deha da inişinde gördü. (Elmalı)

 

Ve lekad reahu nezleten uhra doğrusu onu bir kez daha görmüştü. Bakın burada ikinci olaya geçti. Yani bu ayetlerin indiği ortamda gerçekleşen bir görme buraya kadar. Ama buradan sonrası 18. ayete kadar da daha önce gerçekleşmiş olan bir görme. Çünkü nezleten uhra, bir başka inişten söz ediyor. Onun için 1 – 18. ayetler arasında vahiy meleğiyle tek bir buluşmadan değil 2 buluşmadan söz ediliyor. Biri kadiym, biri de yeni. İki buluşmadan. Şimdi o kadiym buluşmayı naklediyor bundan sonraki ayetler.

 

14-) ‘Inde SidretilMünteha;

Sidret-ül Münteha (şuur olarak sonsuz yaşam hissedişi) indînde. (A. Hulusi)

14 – Sidrei müntehanın yanında. (Elmalı)

 

‘Inde SidretilMünteha en sonuncu sidre ağacının yanında. Arabistan kirazı ya da Arabistan hurması, veya bir tür Arabistan ağacı, çöl ağacı. Ki kaynaklar çok farklı farklı tasvir ediyorlar bu ağacı. Ki bizde katran, sedir ağacı diye meşhur olmuş. Yani adını oradan almış ama hiç şüphesiz Kur’an da nakledilen o sedir ağacı değil. Biz de biliyorsunuz toros sedirleri çok yiğit, yüce ve haşmetiyle meşhurdur. Himalaya sedirleri de öyle. Ama burada bahsedilen sedir, yani sidre ağacının çok daha farklı bir çöl ağacı. Gölgesi büyük, gerçekten yoğunluklu, uzun ömürlü yine haşmetli bir çöl ağacı olduğunu düşünmemiz gerekecek. Hurma da diyebiliriz buna bazı müfessirlerin dediği gibi.

Ama burada asıl el münteha dan söz edilmesi ilginç ve üzerinde durulması gereken de o. Sidretil münteha; Son sidre ağacı. Yani eşyanın ufku, el münteha, son, bitiş noktası, eşyanın bittiği yer. Yani maddi dünyanın bitip manevi dünyanın başladığı yer. Onun için burada ağaç bir sembol. Tıpkı Hz. Musa’ya ağaçtan konuşulması gibi. Adeta vahiy söz konusu olduğunda ağaçtan söz ediliyor ..fiyl buk’atil (Kasas/30) Ama burada el münteha üzerinde durmamız gerekiyor. O eşyanın bittiği, sanki bu maddi varlığın bitip manevi varlığın başladığı. Fizik dünyanın bitip metafizik dünyanın başladığı bir sınır gibi. İki ayrı düzlemin sınırı gibi görünüyor. Ötesi adeta cennetin yanı. Adeta arka planda cennet var. Adeta dünyanın bitip ahiretin başladığı, ki hemen bir sonraki ayet zaten bunu ifade ediyor.

 

15-) ‘Indeha Cennetül Me’va;

Cennet-ül Me’va da Onun (Sidret-ül Münteha’nın) indînde yaşanır! (A. Hulusi)

15 – Ki Cennetül’ me’vâ onun yanında. (Elmalı)

 

‘Indeha Cennetül Me’va me’va cennetinin yanında. Burada ki cennetül me’va, yani dünyadaki bahçelerden bir bahçeyi anlamayın, vaad edilen cennet. Ebedi gireceğiniz, vaad edilen cennet. Vaad edilen cennetin yanında. Ben bunu yanında diye çevirmek yerine, ‘indeha aynı zamanda sanki fonda cennet görüntüsü var. Bu çok özel, mucizevi müşahede de Allah resulüne fonda bir şeyler de gösteriliyor. Onun için Mirac hadislerinde bana cennet ve cehennem arz olundu buyuruyordu efendimiz. İşte ‘indeha cennetül me’va; fonda cennet eşliğinde tam orada buluştu.

 

16-) İz yağşes sidrete ma yağşâ;

O an ki, Sidre’yi (varlığını) bürüyen (hakikat nûru) bürüyordu (beden hissi kaybolmuş bir hâlde)! (A. Hulusi)

16 – O dem ki o Sidreyi bürüyen bürüyordu. (Elmalı)

 

İz yağşes sidrete ma yağşâ kaplayan o şey sidreyi boydan boya kaplamış ve kuşatmıştı. Çepeçevre kuşatmıştı. Kuşattığında, zaman zarfıyla gelmiş İz, kuşattığı zaman.

Dilin, sözün tükendiği nokta burası işte. Ma yağşa, İz sidrete ma yağşâ. Orada ki “ma” bilinçli bir müphemliği ifade eder. Bilinçli bir müphemlik, neden? Çünkü insanoğlunun sözü tükeniyor. Söz tükeniyor, kelime yetmiyor. Olayın azameti karşısında söz dağarcığı bitiyor. Çünkü nihayetinde vahyin ilahi anlamları, insanın konuştuğu kelimelerin içine, kalbine iniyor. Ve insan zihni orada artık duruyor. İşte İz yağşe sidrate ma yağşâ bu. Orada ki “ma” bilinçli bir müphemliği, yani ey insanoğlu söz bitti. Sidreyi kaplayan kaplamıştı. O kaplayan ne? Onu anlayamazsın. Onu kavrayamazsın o orayı kuşattı ama sen onu kuşatamazsın. O orayı kapladı ama sen onu kaplayamazsın.

 

17-) Ma zâğal basaru ve ma tağâ;

Görüşü ne kaydı (gayrı kavramına); ne de haddi aştı (ne de hakikati müşahededen dolayı tanrılık davasına düşüp, Firavunlaştı.)! (A. Hulusi)

17 – Göz, ne şaştı ne aştı. (Elmalı)

 

Ma zâğal basaru ve ma tağâ göz ne şaştı ve kamaştı, ne de haddi aştı. İfade de ki vuruculuğa bakınız. Göz ne şaştı ve kamaştı, ne de haddi aştı.

 

18-) Lekad rea min âyâti Rabbihil kübra;

Andolsun ki, Rabbinin (Hakikatini var kılan Esmâ özelliklerinin) işaretlerinden en büyüğünü gördü! (A. Hulusi)

18 – Vallahi gördü rabbinin âyâtından en büyüğünü gördü. (Elmalı)

 

Lekad rea min âyâti Rabbihil Kübra hakikaten de o rabbinin en büyük ayetlerinden bazılarını, en büyük sembollerinden bir kısmını görmüş oldu.. Bir benzeri İsra suresinde yer alır bu ayetin. Subhanelleziy esra Bi abdiHİ leylen minel Mescidil Harami ilel Mescidil Aksalleziy barekna havlehu linüriyehu min âyâtina. (İsra/1) Evet, Min âyâti, O’nun ayetlerinden bir kısmını. Hepsini değil, altı çizilmesi gereken nokta burası. Yani O’nun mucizelerinin tamamını değil bir kısmını gördü.

Razi; Allah’ı değil raa rabbeh değil Min âyâti rabbih, rabbinin ayetlerini gördü şeklinde açıyor bu ibareyi. Rabbini gördü ile rabbinin ayetlerini gördü çok farklı şeyler diyor. Onun için bazı müfessirlerin rabbini gördü diye algılamasını adeta metne zorla ve sonradan giydirilmiş bir algılama olarak görüyor.

Efendimiz mirac hadisinde, daha doğrusu hadislerinden birinde öyle buyuruyor. “Öyle bir yere vardım ki kalemlerin cızırtısını işitiyordum ötelerden gelen.” Bu aslında maddi ve fiziki dünyanın bitip metafizik dünyanın başladığı sınır. Yani meleğin bile bir adım atarsam yanarım dediği bir sınır beklide bilmiyoruz.

Hatta bu hadislerde Resulallah’ın ondan ötesinde Burak’a binip ötelere aldığını dile getirilir. Şah Veliyullah Dihlevi, Resulallah’ın miracta Burak’a bindiğini, binişini çok güzel biçimde te’vil eder. Der ki; Yani Burak bir hayvan olarak temsil edilir. Nefsi hayvaninin sırtına bindi, ona galip geldi ve onu aşarak nefsi ruhani ile mevlaya yüceldi. Yani kendi potansiyelinin sınırına nefsi ruhani ile yüceldi. Anlamını verir. Ki gerçekten hoş bir anlam.

 

19-) Efe raeytümüllate vel ‘uzza;

Gördünüz mü Lat’ı, Uzza’yı? (A. Hulusi)

19 – Siz de gördünüz değil mi Lât-ü Uzzayı? (Elmalı)

 

Efe raeytümüllate vel ‘uzza peki, hiç düşündünüz mü lât ve Uzza’yı? Bu ikisi Kureyş’in iki ünlü putu. Yani 3 tane ünlü büyük putu var Kureyşin, ki çok putları var da. Mesela İs’af, Naile Merve ve sefadaki putlar. Onlar burada sayılmıyor. Ama 3 büyük putu var Kureyş’in lat, menat ve uzza. İşte ikisi bu.

 

20-) Ve menates salisetel uhra;

Diğer üçüncüleri Menat’ı (böyle bir mi’râc yaşatabilirler mi)? (A. Hulusi)

20 – Üçüncü olarak da menatı uhrayı? (Elmalı)

 

Ve menates salisetel uhra ve sonuncusunu. Hani şu üçüncüleri olan Menat’a (neden dişi isimler taktığınızı) hiç düşündünüz mü?

Tarihçiler bu ayetlerle ilgili şöyle bir olay anlatırlar. Meşhur adıyla garanik olayı diye bilinen olay. Kureyş baskıları, Müslümanlar üzerinde çok tırmanır, ayyuka çıkar. İşkenceler, eziyetler, yıldırmalar, hakaretler o kadar yükselir ki bu baskılar, Müslümanların bir kısmı artık baskıya dayanamaz, özellikle zayıf ve korumasız Müslümanlar ve Resulallah’ın da izni ile bu insanlar Habeşistan’a hicret ederler. Tarihlerde bu hicret kayıtlıdır.

Fakat 2 ay sonra Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan bir kısmı Mekke’ye geri döner. Bu geri dönüşün sebebi nedir sorusuna cevap sadedinde tarihçilerin itibar ettiği fakat muhaddislerin ve müfessirlerin uydurma ve yalan olarak tespit ettiği şu olay anlatılır. İki ay sonra Müslümanlardan bir kısmının, Habeş Muhacirlerinden bir kısmının dönüşü gerekçesi olarak.

Allah Resulü Kureyş’in baskılarından çok yılmıştı. Onların ilahi davete icabet etmemesi onu çok üzüyordu ve onların ilahi davete kulak vermesini temenni etti. Bu temenni ile Allah’tan bir bahane yaratmasını temenni etti, çok arzu etmişti. Yani bir bahane olsun da onlar tıkadıkları kulaklarını açsınlar bir kez dinleyebilsinler bu vahyi. Böyle bir temennisi oldu. Bu temenni şöyle bir icabetle sanki kabul olmuş bir duaya dönüştü.

Şeytan onun diline bu ayetleri tam okuduğu sırada bir iki cümle attı, bıraktı. Onlar tilkel garanikül ülâ, yani bu sayılan putlar, lat, menat, uzza. Bunlar yüce kullardır. Ve inne şefa’tehünne letürca. Bunların hiç şüphe yok ki şefaaleri umulur. Şeytan bu cümleleri Resulallah’ın bu ayetleri okurken diline bıraktı.

Resulallah secdeye vardı, onun secdeye vardığını gören müşrikler de secdeye kapandılar ve bunu duyan Habeş Müslümanları işte bu nedenle 2 ay sonra Mekke’de barış oldu, artık Kureyş direnişini kaldırdı. Artık eziyetini kaldırdı, vazgeçti haberini alarak Mekke’ye döndüler. Gibi bir gerekçe ürettiler.

Bir kez İbn. İshak, İbn. Huzeyme’nin de isabetle ifade ettiği gibi bu zındıkların açık bir uydurmasıdır. Ki daha sonra bir çok müfessir de bunun uydurma olduğunun üzerine basa basa dile getirmişler, çünkü sahih bir isnadı yok. Sahih bir kaynağı yok. Ama bizce de uydurmadır, sahih bir isnadının olmaması yanında iki tane kapı gibi akli delili vardır bunun.

Birincisi Necm suresinin Habeş hicretinden önce inmiş olduğu yorumuna dayanır bu olay, bu uydurma Oysa bu kesinlikle doğru olamaz Necm suresi bu olaydan yani Habeşistan hicretinden sonra inmiş olamaz. Neden? Çünkü Mekke putlarının ilk bahsedildiği sure, ilk yerildiği sure bu sure. Mekke putları yerilmeden önce zaten Mekke’liler Müslümanlara baskı yapmıyorlardı. Kureyş Müslümanlara baskı yapmıyordu. Yani sadece dinlemiyorlar, kulaklarını tıkıyorlar ve aldırmıyorlardı. Baskı onların putlarını yerince geldi ve putlarının yerildiği ilk ayetler de bu surede yer aldı. Dolayısıyla nasıl Habeş hicretinden sonra inmiş olabilir bu sure. Zaten baskı ilk bu sure ile başlamış olmalı ve baskı başlamadan da hicret olmaz. Çünkü baskı görmeden Müslümanların Habeşistana, yurtlarını yuvalarını terk ederek hicret ettiklerini düşünmek abes. Bu bir.

İkincisi Hz. Peygamber bu olayın 20. ayette ifadesini bulan putları ısrarla ve açıkça eleştiri ayetleri ortadayken Hz. Peygamber bu sureyi okurken nerede secde etmiş olabilir. Secde ayeti bu surenin son ayetidir. Yani 62. ayet. Resulallah secde etti, müşrikler de secde ettiler. Hikaye bu. Peki de peygamberimiz surenin ortasında secde etmiş olamaz. Çünkü adeti gereği secde ayetinden sonra secde ediyor. Secde ayeti ise surenin en sonunda. Surenin en sonuna kadar peygamberimizi dinledilerse bu durumda putları yeren ayetleri de dinlemiş olmaları lazım. Birazdan onların tefsirine geleceğiz. Onlar putlarını yerden yere vuran bu ayetleri dinleye dinleye, anlaya anlaya nasıl oldu da secde etiler. Bu çelişki teşkil etmez mi? İkincisi de bu. Bu iki delil ile akli delil ile bu olayın kesinlikle uydurma bir olay olduğu açıktır.

[Ek bilgi; Zaten bu surenin 3. ayeti Peygamberin kendi heva ve hayalinden konuşamayacağı açıkça açıklanıyor. Ayetleri değiştirmek, eklemek, eksiltmek şeytanın gücü mesabesinde olan bir şey değil.]

 

21-) Elekümüzzekeru ve lehül ünsâ;

Erkek sizin, dişi O’nun mu? (A. Hulusi)

21 – Size erkek ona dişi öyle mi? (Elmalı)

 

Elekümüzzekeru ve lehül ünsâ erkekler size, kızlar O’na öyle mi?

 

22-) Tilke izen kısmetun dıyza;

Öyle ise bu insafsız paylaşmadır! (A. Hulusi)

22 – Bu öyle ise çok hayıflı bir taksim. (Elmalı)

 

Tilke izen kısmetun dıyza o halde ne berbat bir taksimat bu. Müşrikler taptıkları putlara Allah’ın kızları derlerdi. Çünkü ilginçtir putların üçü de dişi. İsimleri de bunu ele veriyor zaten. lat; dişi ismi. Menat; dişi ismi. Uzza; Azyz in dişi olanıdır. Eazzin dişil olanıdır. İsmi taftilin dişil olanına uzza denir. lat ve menat onlarda dişilik zaten kelimenin içinde var. Dolayısıyla üçü de dişi, dişi suretinde resmedilmiş. Neden dişi derseniz? Melekler dişidir de ondan diyorlar. Sanki melekleri görmüş gibi, meleklerin cinsiyeti varmış gibi, tespit etmişler gibi. Niye? Buradan yola çıkarak Allah’a da cinsiyet atfediyorlar. Allah’ta erkek olmuş oluyor. (Haşa) Ve melekler Allah’ın kızlarıdır diyorlar. Daha doğrusu Lat, Menat, Uzza meleklerdir, Allah’ın kızlarıdır. Allah’ın kızları demeleri Allah’ın evladı anlamına değil (haşa) Allah’ın haremi anlamına (Haşa). Hatta diyorlar ki yazı falanla, kışı falancayla geçirir. Yazı Lat ve Menat’la, kışı Uzza ile geçirir (Haşa).

Peki buradan nereye varıyorlar? Bunlar Allah’ın haremiyse, Allah’ın kızlarıysa etrafında ki dönen Allah’ın gönlünü eğliyorlar demektir. Biz bunların gönlünü edersek onlar da Allah’ın gönlünü ederler. Dolayısıyla buna da şefaat adını veriyorlar. İşte böyle bir akıl yürütme, böyle bir sapma özü itibarıyla öyle bir noktadan başlayıp öyle bir noktaya getiriyorlar ki işi ve bu ayetler aslında müşriklerin Allah inancında ne kadar sahte, ne kadar iki yüzlü ve ne kadar suçüstü yakalandıklarını gösteriyor. Bu bir suç üstüdür gerçekten.

 

23-) İn hiye illâ esmaun semmeytumuha entum ve abâuküm ma enzelAllâhu Biha min sultan* in yettebiune illazzane ve ma tehvel enfüs* ve lekad caehüm min Rabbihimül hüda;

Onlar ancak sizin ve atalarınızın isimlendirdiği, Allâh’ın hiçbir delil inzâl etmediği (arkası – müsemması olmayan yalnızca) isimlerden ibarettirler! Onlar, ancak zanna ve nefslerin hoşlandığı kuruntulara uyarlar… Andolsun ki kendilerine Rablerinden hakikat ilmi gelmiştir! (A. Hulusi)

23 – Onlar hiç bir şey değil sırf sizin ve babalarınızın taktığınız kuru isimler, Allah onlara öyle bir saltanat indirmedi, yalnız zanna ve nefislerin sevdasına tabi’ oluyorlar, halbuki rablerinden kendilerine doğru yolu gösteren, geldi. (Elmalı)

 

İn hiye illâ esmaun semmeytumuha entum ve abâuküm bunlar sadece sizin ve atalarınızın uydurduğu isimlerden ibarettir. ma enzelAllâhu Biha min sultan Allah bunlara hiçbir yetki ve otorite devretmemiştir. Yani bunların böyle bir otoritesi ve yetkisi yoktur.ç Size yardım ve şefaat etme otoritesi yoktur. Allah bunlara vermeden siz nasıl Allah adına Allah’tan alıp ta onlara verirsiniz.

Her tür şirk aslında tanrı atamaktır. Düşünün kul tanrısını atar mı? eğer biri birini atayacaksa tanrı kulu atar. Ama her tür şirkin özünde affedilemeyecek kadar büyük bir günah olmasının sebebi kulun tanrı atamaya kalkması, kulun tanrıyı dizayn etmeye kalkması. Kulun; tanrının ne yapacağını emretmeye, söylemeye kalkmasıdır. Ki bundan daha büyük küstahlık olur mu? Haddini bilmezlik olur mu? Onun için her şirk haddini bilmezliktir.

in yettebiune illazzane ve ma tehvel enfüs onlar sadece kuruntu ve nefsani arzularının peşinden gidiyorlar. Heva ve heveslerinin peşine takılıyorlar. ve lekad caehüm min Rabbihimül hüda oysa ki rablerinden kendilerine ideal bir doğru yol rehberliği gelmiş bulunuyor. Ama onlar bu rehberliğe uymuyorlar.

 

24-) Em lil’ İnsani ma temenna;

Yoksa insanın her dilediği olacak diye bir kural mı var? (A. Hulusi)

24 – Yoksa var mı insana her kurduğu huyla. (Elmalı)

 

Em lil’ İnsani ma temenna yoksa insan hakikatin kendi, arzu ve isteğine tabi olduğunu mu sanıyor?

Bazı müfessirler bu ayeti Hz. Nebiye hitap ettiğini düşünmüşler. Onun içinde, yani peygamber temenni etmesiyle olacağını mı sanıyor. Orada, hani hikayede temenni etti, ama Allah bu temennisinin doğru olmadığını böyle izah etti şeklinde anlaşılırsa böyle. Fakat bu anlayışı yanlış olduğunu düşünüyorum, çünkü lil’ insan açıkça Em lil’ İnsani ma temenna insan neyi temenni ederse o olur mu zannediyorlar.

Burada açıkça şunu söylüyor; Hakikat sizin temenninize göre mi belirlenir. Yani hakikati siz mi belirlersiniz. Sizin arzu ve isteğiniz hakikat üzerinde kalıcı bir etki bırakır mı? Siz öyle olmasını istediğiniz için gerçek öyle olur mu. Öyle olsaydı 6.5 milyar gerçek çıkmaz mıydı ortaya. Öyle olsaydı doğru diye neye diyebilirdik. Hak ve batıl, doğru ve yanlış, iyi ve kötü olur muydu öyle olsaydı. Yani insanın temennisine göre değişseydi o zaman üzerinde direnebileceğimiz bir temel, bir esas, bir ilke, bir iman olur muydu. İşte bence asıl söylediği bu.

 

25-) FeLillâhil ahıretu vel ula;

Allâh (Esmâ’sının özelliklerinin açığa çıkması) içindir sonsuz gelecek yaşam da dünya da! (A. Hulusi)

25 – Fakat Allah’ındır Âhiret ve olâ. (Elmalı)

 

FeLillâhil ahıretu vel ula fakat ahirette dünya da Allah’a aittir.

 

26-) Ve kem min melekin fiys Semavati lâ tuğniy şefa’atuhüm şey’en illâ min ba’di en ye’zenAllâhu li men yeşau ve yerda;

Semâlarda nice melek vardır ki, Allâh’ın dilediği ve razı olduğu için verdiği izin dışında, onların şefaati hiçbir fayda vermez! (A. Hulusi)

26 – Göklerde nice Melâike vardır da Allah dileyip razı olduğuna izin vermezden evvel şefaatleri hiç bir şey’e yaramaz. (Elmalı)

 

Ve kem min melekin fiys Semavat her ne kadar gökteki meleklerin sayısı çoksa da lâ tuğniy şefa’atuhüm şey’en illâ min ba’di en ye’zenAllâhu li men yeşau ve yerda Allah’ın dilediği ve razı olduğu kimseler için verdiği şefaat izni olmadıkça onların şefaati hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Burada Allah’ın verdiği şefaat izninden kasıt; şefaat edenlerle değil, kime şefaat edileceği ile alakalı bir izindir. Kur’an ın ilgili diğer ayetlerinin de ispat ettiği gibi. Bu çerçeve de düşündüğümüzde şefaat Allah’ın affettiği müjdesini biri eliyle affettiği kuluna vermesidir. Burada aslında iki kişi onore edilmiş olur; bir af müjdesini iletme görevi ile görevlendirilen, yani ödülü tevdi etmesi istenen kişi onore edilmiş olur. İkincisi ödülün bizzat verildiği kişi. İşte ilahi şefaat bundan başka bir şey değildir.

 

27-) İnnelleziyne lâ yu’minune Bil ahıreti leyusemmunel Melaikete tesmiyetel ünsâ;

Muhakkak ki sonsuz geleceklerine iman etmeyenler, melekleri elbette dişi olarak tanımlarlar. (A. Hulusi)

27 – Evet Âhirete imanı olmayanlar Melâikeye dişi adı takıp duruyorlar. (Elmalı)

 

İnnelleziyne lâ yu’minune Bil ahıreti leyusemmunel Melaikete tesmiyetel ünsâ elbet ahirete inanmayan kimseler melekleri dişi isimlerle adlandırırlar. Yalnız bunlar adlandırır. Müşrik Mekke toplumunda meleklerin şefaatine inanan bir kesim vardı ve buradan yola çıkarak şunu düşünebiliriz, hatta şuna inanabiliriz. Ahirete de inanıyorlardı bu kesim. Buna rağmen onlar ahireti inkar eden ve dehri olarak adlandırılan Mekke’nin bir avuç reisinin düştüğü duruma düşüyorlar. Mekke’nin bir avuç reisi dehri idiler, yani bugünkü anlamıyla ateist idiler. Hiçbir şeye inanmıyorlardı. Onlar zamana inanıyorlardı. Zamanın döngüsüdür bu diyorlardı. Zaman bizi getiri, götürür. İşte materyalizm. Onların bir kısmı Yemen kökenli bir materyalizmi, bir kısmı da İran, Hire kökenli bir materyalizmi savunuyordu.

İşte onlarla ahirete inanan geniş yığınlar aynı göze de buluştular. Neydi bu? Hesaptan kaçmak, sorumsuzluk, yani meleklerin şefaatine inanan o geniş kitle en sonunda hiçbir şeye inanmayan o dehrilerle aynı gözede buluştular, ikisi de sorumsuzluk gözesinde buluştular. Hesabı vermek istenmiyorlardı. Onun için bir kısmı tümden inkar ediyor, bir kısmı ise putları aracı koyarak bunların gönlünü edersek bunlar da Allah’ın gönlünü eder gibi bakıyorlardı olaya haşa.

 

28-) Ve ma lehüm Bihi min ‘ılm* in yettebiune illezzann* ve innezzanne lâ yuğniy minel Hakkı şey’a;

Oysa bu hususta onların bir ilmi (delilleri) yoktur… Onlar ancak zanna uyuyorlar! Muhakkak ki zan, gerçeği yansıtmaz! (A. Hulusi)

28 – Mamafih ona dair bir bilgileri olduğundan değil sırf zanna tabi’ oluyorlar, halbuki zan haktan hiç bir şey’i muğnî olmaz. (Elmalı)

 

Ve ma lehüm Bihi min ‘ılm ama onların bu konuda hiçbir bilgisi bulunmamaktadır. in yettebiune illezzann sadece zannın peşine düşmektedirler. ve innezzanne lâ yuğniy minel Hakkı şey’a ama şu bir gerçek ki zan asla gerçeğin yerini tutamaz. Allah gibi aşkın, melek gibi gaybi varlıklar hakkında spekülasyon insanın sapmasından başka ne getirir. Allah gibi aşkın bir varlık, Melekler gibi gaybi bir varlık ancak zanla değil, ilahi bir beyana dayanarak iman edin. Yani siz Allah’ı nasıl biliyorsunuz, Alla size kendisini nasıl tanıtırsa. Eğer Allah’ın kendisi hakkında ki o bilgi sizin de elinizde varsa o zaman siz Allah oldunuz demektir haşa. Onun için biz Allah’ı kendi bildirdiği gibi biliriz. Onun zatı hakkında verdiği bilgi bizim Allah hakkında ki bilgimizdir. Onun ötesinde spekülasyon yapmayız Allah hakkında zan insanı batıla sürükler.

 

29-) Fea’rıd an men tevella an zikriNA ve lem yurid illel hayâted dünya;

Bizim zikrimize (hatırlattığımız hakikate) sırtını dönen ve dünya hayatının zevklerinden başka bir şey istemeyenden yüz çevir! (A. Hulusi)

29 – O halde bakma sen o bizim zikrimizden yüz çevirip de Dünya hayattan ötesini istemeyen kimselere. (Elmalı)

 

Fea’rıd an men tevella an zikriNA ve lem yurid illel hayâted dünya şu halde artık sen de vahyimizden yüz çevirerek bize sırt dönen ve tek arzusu bu dünya hayatının geçici zevkleri olan kimseleri ciddiye alma. Fea’rıd; aslında onlar senin gündemini tayin etmesin. Onlara takılma, onları ciddiye alma. Onlara sırt dön, onlardan bir şey umma anlamını verebiliriz. Neden? Çünkü onlar hayatı ciddiye almadılar. Hayatı ciddiye almamalarının sebebi tek dünyalı oluşlarıdır bakınız. Hayatı o kadar ciddiye alır gibi göründüler ki ahireti unuttular. Ahireti olmayan bir hayatın dünyası yoktur. Çünkü anlamı yoktur.

Eşya çift kutupludur, tüm mahlukat çift kutupludur. Hayatta çift kutupludur. Hayatı Allah yaratmıştır, Allah’ın yarattığı hayatta çift kutupludur. Eğer hayatı tek kutuplu olarak görüyorsanız hayat tanrı diyorsunuz demektir. Çok ilginç bir nokta aslında. Çünkü ne ki tek; o Allah’tır. Allah dışında tüm mahlukat çift kutupludur. Eğer sizi hayata da tek kutuplu olarak bakıyorsanız, hayat kendi kendisini yarattı diyorsunuz demektir. Allah yaratmış olsaydı çift kutuplu olurdu. Ahiret bu kutbun öteki kutbudur işte. Onun için ahireti inkar edenler hayatın; Allah’ın müdahil olmadığı bir alan olduğunu düşünenlerdir.

 

30-) Zâlike mebleğuhüm minel ‘ılm* inne Rabbeke HUve a’lemu Bi men dalle an sebiliHİ ve HUve a’lemu Bi menihteda;

Bilgilerinin onları ulaştıracağı son nokta işte budur (dünya zevkleriyle yaşayıp vefat etmek, başkasını düşünemezler)! Muhakkak ki Rabbin “HÛ” yolundan sapanı daha iyi bilir! “HÛ” daha iyi bilir hakikate ereni! (A. Hulusi)

30 – İşte odur onların ilimden irebildikleri gaye, şüphesiz ki rabbin, odur en bilen yolundan sapanı, hem de odur en bilen hidayeti tutanı. (Elmalı)

 

Zâlike mebleğuhüm minel ‘ılm onların bilgi ufku da işe bu kadardır. Ne kadar harika değil mi? Yani tek dünyalıların bilgi ufku da işe bu kadar, dünya ile sınırlı. Dünyevileşmiş bir kafanın bilgisi de bu aşağı hayatla sınırlı bir bilgidir değil mi? Dünya aslında edna dır. En aşağı hayat. Hayat mertebeleri basamak basamak, en aşağı hayat bu dünya hayatıdır. Onun için dünya ile sınırlı bir bakış açısının bilgisi de bu dünya ile sınırlı en aşağı bilgi türüdür. Fiziği aşmaz, metafiziğe ulaşmaz yani soyut düşünceden mahrum bir bilgi türüdür. Onun içinde sadece gördüğüne inanır veya inandığını da görür sadece o kadar. Onun dışında bir şey yok.

inne Rabbeke HUve a’lemu Bi men dalle an sebiliHİ ve HUve a’lemu Bi menihteda elbet senin rabbin kendi yolundan kimin saptığını en iyi bilendir. Kimin doğru yola yöneldiğini de en iyi bilendir.

 

31-) Ve Lillâhi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ardı liyecziyelleziyne esau Bima ‘amilu ve yecziyelleziyne ahsenu Bil Hüsna;

Semâlarda her ne varsa ve arzda her ne varsa Allâh (Esmâ’sının işaret ettiği özelliklerin açığa çıkması) içindir! (Bu) kötü fiilleri açığa çıkaranlara yaptıklarının sonuçlarını yaşatması, güzel davrananları da en güzeli ile cezalandırması içindir! (A. Hulusi)

31 – Hem bütün Göklerdeki ve Yerdeki hep Allah’ındır akıbet kötülük yapanları yaptıklarıyla cezalandıracak, güzellik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandıracak. (Elmalı)

 

Ve Lillâhi ma fiys Semavati ve ma fiyl Ard göklerde ve yerde ve varsa hepsi Allah’a aittir. liyecziyelleziyne esau Bima ‘amilu akıbet o, kötülük yapanları yaptıklarıyla cezalandıracaktır. Zımnen kötülük yapanları yaptıkları kötülük kadarıyla cezalandıracaktır fazlasıyla değil. ve yecziyelleziyne ahsenu Bil Hüsna iyilik yapanları ise çok daha güzeliyle ödüllendirecektir.

Kötülükler yalnızca kendisi kadar karşılık alır ama iyiliklere gelince onlar çok fazlasıyla, yine Kur’an ın ifadesiyle li yecziyehümullâhu ahsene ma kânu ya’melun (Tevbe/121) Allah onları yaptıklarının en iyisiyle ödüllendirecek buyuruyor. Yaptıklarının en iyisiyle ödüllendirilmek onun için biz ibadetleri tekrar ederiz. Namazı, orucu tekrar ederiz. Haccı, sadakayı, zekatı tekrar ederiz. Emri bir ma’rufu, cehdi cihadı, ilmi tekrar ederiz. Neden? Çünkü gümüş namazda kalmak istemeyiz, altın namazı bulmak isteriz. Altında kalmak istemeyiz platin namaza ulaşmak isteriz, oradan elmas namaza ulaşmak isteriz. Neden? Çünkü içinde bir tane elmas namaz olursa en iyisiyle ödüllendirecek. Diğerlerini de elmas namaz hizasına yazacak onun için.

 

32-) Elleziyne yectenibune kebairel’ ismi velfevahışe illel lemem* inne Rabbeke Vasi’ul Mağfireti, HUve a’lemu Bi küm iz enşeeküm minel Ardı ve iz entum ecinnetun fiy butuni ümmehatiküm* fela tüzekkû enfüseküm* HUve a’lemu Bi menitteka;

Onlar ki, büyük suçlardan (şirk, iftira, öldürmek vb. gibi) ve fevahişten (zina vb. gibi) uzak dururlar; beşeriyetin sonucu ufak suçlar dışında… Muhakkak ki Rabbinin mağfireti geniştir! O varlığınızı Esmâ’sıyla oluşturan olarak sizi daha iyi bilir; arzdan (bedeniniz) sizi inşa ettiğinde ve analarınızın karınlarında ceninler hâlindeyken! O hâlde nefslerinizi (benliğinizi) temize çıkarmaya çalışmayın! O, korunanın kim olduğunu (Esmâ’sıyla yaratanı olarak) bilendir! (A. Hulusi)

32 – Onlar ki günahın büyüklerinden: vebalden, fuhşiyyattan kaçınırlar, ancak ufak tefek kusur başka, şüphesiz ki rabbin geniş mağfiretlidir, hem sizin her hallerinize alemdir, sizi Arzdan inşa ettiği sıra ve sizler analarınızın karınlarında cenînler iken, şimdi nefislerinizi tezkiyeye kalkışmayın odur en bilen muttaki olanı. (Elmalı)

 

Elleziyne yectenibune kebairel’ ismi velfevahışe illel lemem* inne Rabbeke Vasi’ul Mağfirah büyük günahlardan ve ahlaksızca, hayasızca fiillerden kaçınanlara gelince. Ufak tefek kusurlar işleseler de kesin olarak bilsinler ki senin rabbin engin ve sınırsız bir bağış sahibidir. Kusursuz ve hatasız kul olmaz. İnsan kusurludur. Rabbimiz de insandan kusursuzluk beklemiyor, illel lemem o. Yani kusur, hata işlerler. Ama büyüklerinden kaçınırlarsa Allah küçüklerini bağışlayacaktır. Melek değil, rabbimiz insan istiyor.

 

[Ek bilgi-1; Büyük günahın neler olduğu hususunda İslâm âlimlerinin şöyle bir ölçüsü vardır. "Allah'ın yasakladığı her şey (günah) büyüktür." (Ebü’l Leys Semerkandi- Tefsiru’l Kur’an)]

 

[Ek bilgi-2; Mesruk, Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Göz­lerin zinası bakmak, ellerin zinası tutmak, ayakların zinası yürümektir. Bu­nu doğrulayan yahut yalanlayan ise feredir. Eğer bu gerçekleşirse zina olur, bu gerçekleşmezse bunlar lemem (küçük günahlar, kusurlar) olur. (el Camiu li Ahkamil Kuran – Kurtubi)]

 

HUve a’lemu Bi küm iz enşeeküm minel Ardı ve iz entum ecinnetun fiy butuni ümmehatiküm neden mi işte cevabı. O yeryüzü toprağından sizi var ederken de, annelerinizin karınlarında cenin halindeyken de sizinle ilgili her şeyi bilir. Yani sizin zaaflı olduğunuzu, zayıf olduğunuzu, yetersiz olduğunuzu, kendi kendinize yetmediğinizi, ancak Allahlı olunca ayakta kalabileceğinizi, Allah desteğini çekince burnunuzun üzerine sürüneceğinizi çok iyi bilir.

Onun için de kusurlu, hatalı olmanızı rahmetinden mahrumiyet olarak değerlendirmez. Sizi rahmetine muhatap kılmak ister. Yeter ki bu konuda bir irade beyanında bulunun. Yeter ki bu konuda adım atın. Yeter ki bu konuda onun yasakladığı o büyük günahlardan kaçının. Onun dışında kalan küçükleri, hataları, kusurları, bilerek bilmeyerek işlediğiniz o hataları o engin rahmet denizinde sizi yıkayarak arındırır. Bunu bilin yani.

fela tüzekkû enfüseküm peki, ne ister sizden? Sizden bir melek muamelesi, melekmiş gibi yapmanızı istemez. Ya ne ister? Şu halde kendinizi yunmuş yıkanmış görmeyin. Kendinizi tezkiye etmeyin. Yani ben pırıl pırılım iddiasında bulunmayın. Yusuf gibi olun. Belki bir başka yaklaşımla, ifade ile, çünkü bu ifade Yusuf’a değil de Züleyha’ya da atfedilebilir.

Ve ma uberriu nefsiy. (Yusuf/53) ben nefsimi temize çıkarmam, tebriye etmem innen nefse leemmaretun Bissui. Çünkü insan benliği kötüyü emreder. Yani insan benliğinde bir zaaf noktası, negatif bir potansiyel var. Bu negatif potansiyel niye var? Aslında insana irade verilirken insana eğer seçme yeteneği verilmişse birden fazla seçenekte verilmelidir ki irade boşa gitmesin. Eğer seçeneğiniz yoksa irade neye yarayabilir, ne işe yarayacak. Onun için insanda pozitif kutup olduğu gibi negatif kutupta var. Negatif kutbun olması aslında insanın bir zaafı değil iradenin kullanılması için şarttır.

HUve a’lemu Bi menitteka kimin takvaya uygun davrandığını en iyi bilen odur. Kendinizi temize çıkarmayın. Temizlerin bunun için çaba harcaması temizliğinin delaleti olarak yeter. Yani temizlenmeye çalışın, arınmaya çalışın Allah’ın rahmet denizinin oluğunun altına başınızı tutun, yüreğinizi göz yaşınızla yıkayın, rabbinizin eşiğine başınızı koyun ve ya rabbi ben sana muhtacım, sen sana yetersin, ben bana yetmem, sen bana da yetersin de. Allah’a muhtaç olduğunuzu asla unutmayın. Allah sizden bunu istiyor. Ben pırıl pırılım, ben tertemizim demek aslında benim, senin rahmetine ihtiyacım yok demekle aynı kapıya çıkar.

 

33-) Eferaeytelleziy tevella;

Yüz çevirip geri döneni gördün mü? (A. Hulusi)

33 – Şimdi gördün a? o çevrileni. (Elmalı)

 

Eferaeytelleziy tevella ey insan görmez misin bize sırt çevireni.

 

34-) Ve a’ta kaliylen ve ekda;

Az (bir şey) verip, (sonra vermeyi – infakı kesip) sımsıkı tutanı! (A. Hulusi)

34 – Ve biraz verip de dayatıvereni. (Elmalı)

 

Ve a’ta kaliylen ve ekda azıcık verip ardından keseni.

Bu ayetlerle ilgili şöyle bir nüzul sebebi anlatılır. Velid Bin Muğire bir gün Resulallah’ın okuduğu Kur’an dan etkilenir. Etkilendiğini gören arkadaşı der ki; Görüyorum ki çok etkilenmişsin. “Evet, çünkü ya ölümden sonra bir hayat varsa diye düşünüyorum. Ya varsa? O zaman yandık demektir” der. Velid Bin Muğire’nin etkilendiğini gören bu arkadaşı der ki “Varsa eğer gel seninle bir pazarlık yapalım. Sen bana şu kadar ödeme yap ben senin günahlarını satın alayım. Yani senin çekeceğini ben çekeyim. Olur derler ve anlaşırlar. Velid bin Muğire bir parça öder o gün ondan sonra söz verdiği miktarın geri kalanını ödemez. Yan onun inkarında da samimi olmadığı ortaya çıkar. Yani iş bedel ödemeye gelince ona da yanaşmaz.

Burada ki Ve a’ta kaliylen ve ekda azıcık verip ardından keseni bununla ilişkilendirirler. Ama doğrusu bu ayetler zaman ve zeminler üstü ayetlerdir. Allah’a inancında samimi olmayan Allah için verirken de eli titrer, veremez. Çünkü Allah’a güvenemez. Onun içinde arkasını keser. Belki bu böylesine genel bir durumu izah içindir.

 

[Ek bilgi: Bu âyet-i kerîmenin iniş sebebi şudur:

Hz. Osman (r.a) malını çokça Allah yoluna infâk etti. Bunu gören Velîd bin Utbe dedi ki: "Sen malını çarçur ediyorsun, Yarın muhtaç duruma düşeceksin. Harcama."

Hz. Osman (r.a): "Benim günahım çoktur. Bu sarfımla günahlarıma keffâreti düşünüyorum," dedi.

Velîd dedi ki: "O malının bir kısmını bana ver. Ben de senin günah yükünü üzerime alayım. Onun günahı benim omuzum da olsun. Sen de bu yükten kurtulursun," dedi.

Bunun üzerine Osman bin Af-fan (r.a) ona istediği kadar malından verdi, Hak Teâlâ bu yanlış alış-verişi düzeltmek için bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Ebü’l Leys Semerkandi- Tefsiru’l Kur’an)]

 

35-) E’ındehu ılmul ğaybi fehuve yera;

Gaybın ilmi onun indînde de, o mu görüyor? (A. Hulusi)

35 – Gayb ilmi yanında da artık görüyor mu? (Elmalı)

 

E’ındehu ılmul ğaybi fehuve yera şimdi o gaybın bilgisine sahip olduğunu, onu gözlemlediğini mi iddia ediyor.

 

36-) Em lem yünebbe’ Bima fiy suhufi Musa;

Yoksa Musa’nın sayfalarında olanlar (bilgiler – hükümler) haber verilmedi mi? (A. Hulusi)

36 – Yoksa haber mi verilmedi Musâ’nın suhufundaki. (Elmalı)

 

Em lem yünebbe’ Bima fiy suhufi Musa yoksa ona bildirilmedi mi Musa’ya gelen vahiyde nelerin yer aldığı.

 

37-) Ve İbrahiymelleziy veffa;

O çok vefalı İbrahim (-in sayfalarında olanlar)? (A. Hulusi)

37 – Ve çok vefakâr olan İbrahim’in kindeki. (Elmalı)

 

Ve İbrahiymelleziy veffa dahası aynı şeylerin vefa sahibi İbrahim’in vahyinde de olduğu ona bildirilmedi mi? Nedir bu? İşte şu;

 

38-) Ella teziru vaziretün vizre uhra;

Hiçbir günahkâr bir başkasının günahını yüklenmez! (A. Hulusi)

38 – Ki doğrusu bir vizir çeken başkasının vizrini çekecek değil. (Elmalı)

 

Ella teziru vaziretün vizre uhra kesinlikle hiç kimse bir başkasının yükünü yüklenemez. Bir başkasının sorumluluğunu taşıyamaz. Herkes kendi sorumluluğunu taşır. Nasıl?

 

39-) Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a;

İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır! (A. Hulusi)

39 – Doğrusu insanın sa’yinden başkası kendinin değil. (Elmalı)

 

Ve en leyse lil İnsani illâ ma se’a ve insan başkasının değil sadece kendi çabasının karşılığını görecektir. Burada dikkat buyurun lil mü’miniyn değil, lil İnsanî. İnsan için çabasının karşılığı vardır. Mü’min ya da değil, insan çabasının karşılığını görecektir. Dolayısıyla hiç kimsenin yaptığı zayi olmayacaktır, açıktır. Çünkü;

Femen ya’mel miskale zerretin hayren yerah.

Ve men ya’mel miskale zerretin şerren yerah. (Zilzal/7-8) kim zerre miktar bir hayır işlerse onu görür. Yani onun üstü örtülmez, o zayi olmaz.

 

[Ek bilgi; Horasan Valisi Abdullah bin Tahir, büyük alim Hüseyin bin Fadl'dan Necm Suresi'ndeki 39. ayet ile el-Bakara Suresi'ndeki 261. ayetin zahirde birbirleriyle çeliştiği hususunu sordu. Hüseyin: «Adalet noktasından bakılırsa kişi ne yapmışsa onun için o vardır. Fakat fazilet noktasından bakılırsa Allah dilediğini ona verir» de­di. Bunun üzerine Vali, Hüseyin'in başından Öptü ve takdir etti. (Büyük Kur’an tefsiri- İbn Kesir)]

 

40-) Ve enne sa’yehu sevfe yura;

Onun çalışmasının sonucu da yakında görülecektir! (A. Hulusi)

40 – Ve elbette sa’yi yarın görülecek. (Elmalı)

 

Ve enne sa’yehu sevfe yura ve elbet onun çabası günü geldiğinde kesinlikle gözler önüne serilecektir. Yani burada sevfe yura, aynen Ve men ya’mel miskale zerretin şerren yerah (Zilzal/8) de olduğu gibi oradaki yerah ile yura adeta aynı yere atış yapıyorlar. Görülecektir ya da görecektir, onu görür, veya görülecektir burada olduğu gibi mechul fiil. Yani görmesi; karşılığını görmesi mi, yoksa zayi olmaması, Daha doğrusu üstüne yatılmaması, hiçbir şeyin üstünün karartılmaması anlamında mı.

Çağımızın kadın müfessirlerinden Aişe Abdurrahman bu ikinci anlamda olduğunu söylüyor. Görür ve Allah’ın rahmetini de böyle izah ediyor. Görür ama Allah rahmetiyle muamele eder. Yani zerre kadar şerri yazılır, fakat Allah onun cezasını vermek yerine affeder. Bu manada alıyor ki hoş bir yaklaşım.

 

41-) Sümme yüczahul cezael evfa;

Sonra ona tastamam (yaptıklarının) sonuçları yaşatılacaktır! (A. Hulusi)

41 – Sonra ona en değerli mükâfat verilecek. (Elmalı)

 

Sümme yüczahul cezael evfa sonunda o yaptıklarına karşılık eksiksiz ödüllendirilecektir.

 

42-) Ve enne ila Rabbikel münteha;

Muhakkak ki gidişin sonu rabbinedir! (A. Hulusi)

42 – Ve elbette nihayet rabbine gidilecek. (Elmalı)

 

Ve enne ila Rabbikel münteha en nihayet var oluşun son en son sınırı rabbine ait bir bilgidir. Başta O vardı, en sonra da yine O kalacaktır.

Küllü men ‘aleyha fan,

Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm. (Rahman/26-27) her şey fanidir, fani olacaktır, geriye kalan sadece Celal ve ikram sahibi rabbinin zatıdır.

 

43-) Ve ennehu HUve adhake ve ebkâ;

Muhakkak ki “HÛ”dur, güldüren de ağlatan da! (A. Hulusi)

43 – Hakikat odur güldüren ağlatan. (Elmalı)

 

Ve ennehu HUve adhake ve ebkâ ve elbet ağlatan da O’dur güldüren de O. Yani insan psikolojisi Allah’ın müdahalesine açıktır. Afak ve enfüs Allah’ın müdahalesine açıktır. O enfüste de, yani iç dünyanızda da müdahil olandır. Allah iç dünyanızı da boş vermez. Onun için ne ağlamanızı, ne gülmenizi Allah’tan bağımsız anlamlandırmaya kalkmayın. Ağlattıysa bir hikmeti vardır, güldürdüyse arkasında ne var ona bakın.

 

44-) Ve ennehu HUve emate ve ahyâ;

Muhakkak ki “HÛ”dur, ölümü tattıran da (ilimle) dirilten (bâ’s eden) de! (A. Hulusi

44 – Hakikat odur öldüren, dirilten. (Elmalı))

 

Ve ennehu HUve emate ve ahyâ dahası O elbet öldürendir ve diriltendir. Öldüren de O’dur, dirilten de O’dur. Allah hayatın her iki yüzüne de müdahildir. Hayat anlamını ölümle bulur. Ölüm ötesi olmasaydı ölüm öncesi hiçbir anlama sahip olmazdı. Onun için hayatı ve ölümü yarattı. Yarattı ki insan azmasın, yaptıklarının hesabını versin, iradesinin bedelini ödesin diye.

 

45-) Ve ennehu halekaz zevceyniz zekere vel ünsâ;

Muhakkak ki “HÛ”, iki cinsi erkek ve dişi yaratan. (A. Hulusi)

45 – Hakikat odur erkeği dişiyi iki eş yaratan. (Elmalı)

 

Ve ennehu halekaz zevceyniz zekere vel ünsâ işte geldi, yine erkek ve dişi çiftleri yaratan da kesinlikle O’dur. Mahlukatın zıt kutupluluğuna bir delalettir bu ayet. Çift kutuplulardan birinde yer alan mahluktur, yaratılmıştır, Ona, yaratana ait bir sıfat verilemez. Onun içinde melekler de yaratılmıştır. Siz eğer görünmez varlıklara tapmaya kalkarsanız, onlara tanrı sıfatı vermeye kalkarsanız mahluka halık sıfatı vermeye kalkarsınız ki hem onlara dişilik erkeklik atfedersiniz, hem de onlara tanrı sıfatı verirsiniz sizinki nasıl bir çelişki diyor. Zımnen.

 

46-) Min nutfetin izâ tümna;

Sperm olarak atıldığında (Rahime)! (A. Hulusi)

46 – Bir nutfeden ekildiği zaman. (Elmalı)

 

Min nutfetin izâ tümna rahme atıldığı zaman bir meni damlasından.

 

47-) Ve enne aleyhin neş’etel uhra;

Muhakkak ki neş’e-i uhrâ (ikinci yaşam) O’nadır! (A. Hulusi)

47 – Şüphesiz ona aittir neş’eti uhrâ da. (Elmalı)

 

Ve enne aleyhin neş’etel uhra ve elbet öteki hayatı yaratmak ta O’na düşer. Bir önceki ayetle birlikte almalı. 45 ile 46. ayeti. Ve ennehu halekaz zevceyniz zekere vel ünsâ (45) Min nutfetin izâ tümna (46) erkek ve dişi çiftleri yaratan da kesinlikle O’dur, rahme atıldığı zaman bir meni damlasından yaratan O’dur manasına.

Ve enne aleyhin neş’etel uhra ve elbet öteki hayatı yaratmakta yine O’na düşer.

 

48-) Ve ennehu HUve ağnâ ve aknâ;

Muhakkak ki “HÛ”dur, ganî eden de fakir kılan da. (A. Hulusi)

48 – Hakikat zengin eden, sermaye veren o. (Elmalı)

 

Ve ennehu HUve ağnâ ve aknâ yine elbet zengin eden de O’dur, Mal mülk veren de diye çevirmişler ama akna kelimesi zıddı işaret etmesi gerekir. Ağna zengin eden, akna fakir eden gibi bir anlama sahip olması lazım. Fakat bu kelimenin kökeninde bu anlam var mı? Mekais sahibi bu kelimenin kökeninde ki bu anlamı kanâl diye göstermiş. Yani bizde kanal manasına gelen el kanâl. Suyu sınırlayarak, kontrol ederek bir yere sokmak. Burada da aslında zengin eden ve sınırlandıran, sınırlı veren, kısarak veren anlamına gelse gerektir ki Şevkâni de bu anlama dikkat çekmiş isabetli olarak.

Aslında bu Kur’an da ki yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir. (Şûra/12) rızkı genişletir ve sınırlandırır. Ama Kur’an ın hiçbir yerinde rızkı keser yok. Yok çünkü Allah’ın rızkı kesmesi demek varlığını yok etmesi demek. Var olmak bile rızıktır. Onun için Fakir Allah’ın rızkını kestiği kimse değil sınırlandırdığı kimsedir. Nefes bir rızıktır, her nefes. Yaşadığı her an bir rızıktır. Çalışan beyni bir rızıktır, atan kalbi bir rızıktır, var oluşu bir rızıktır. Onun için Allah rızkını kestiğini yok eder, yok olur.

 

49-) Ve ennehu HUve Rabbuş şı’ra;

Muhakkak ki “HÛ”dur, Rabbüş Şi’ra (Sirius yıldızının Rabbi)! (A. Hulusi)

49 – Ve hakikat Şi’ranın rabbi o. (Elmalı)

 

Ve ennehu HUve Rabbuş şı’ra ve şira yıldızının rabbi de kesinlikle O’dur. Neden Şİra yıldızının rabbi O’dur? Şans ve uğur kaynağı olarak bilirlerdi cahiliye Arapları şira yıldızını. Bahtımız karardı ya da açıldı dediklerinde bu yıldıza bakarak böyle bir fal açarlardı. Bu sirius yıldızı olarak niteleniyor. Yaratılanı değil yaratana kulluk edin mesajı bu mesaj. Yani siz parmağın gösterdiği yere bakacağınız yere parmağa bakıyorsunuz. Parmak ayı gösterirken aya bakarlar parmağa değil. Yani sizi Allah, mahlukatın starı yaptı insanoğlunu, siz ise göğün starına tapıyorsunuz. Bu nasıl iş, bu nasıl nankörlük. Yani yıldızların da starı sizsiniz. Çünkü o sizin için yaratıldı. Fakat siz tuttunuz sizin için yaratılana tapmaya başladınız. İnsanoğlu böyle Allah’a sırt dönerse yapmayacağı ahmaklık yoktur.

 

[Ek bilgi; Ayetlerde söz edilen ve adına and edilen yıldız Sirius Yıldızıdır. Sirius galaksimizdeki, dünyamızdan en parlak görünen yıldızdır.

Tabii ki, koca galakside çok daha parlak yıldızlar vardır fakat bizim bulunduğumuz konumdan en parlak görünen yıldız odur. Sirius, eski mitlere ve inançlara göre, Dünya'ya gelen eski Tanrıların kendi dünyalarının bulunduğu noktanın, bu boyuttaki izdüşümlerinden birinin koordinatlarındadır.

Tabii, antik tanrılar sadece Sirius'tan veya bir başka yıldızdan gelmediler ya da eğer geldilerse onlar tanrıydılar da denemez. Sadece Sirius madde ötesi boyuttaki yıldızın izdüşümündedir diyoruz.

Bu yüzden de dünyada değişik zamanlarda, değişik yerlerde Sirius'u çok ciddiye alan bir çok kült kurulmuştur. Eski Mısırlılar için de Sirius çok önemli bir yıldızdı. Hatta Keops Piramitinin, kral odasındaki üst çıkış koridorunun direk olarak Sirius'u gözlemleyecek açıda yapıldığı söylenir. (Ata Nirun-Bülent Kısa)]

 

50-) Ve enneHU ehleke ‘Adenil ula;

Muhakkak ki “HÛ”dur, önceki Ad’ı helâk eden. (A. Hulusi)

50 – Ve fil’vakı’ o helâk etti evvelki Âdı. (Elmalı)

 

Ve enneHU ehleke ‘Adenil ula ve elbet O helak etmiştir kadiym Ad kavmini.

 

51-) Ve Semude fema ebka;

Semud’u da… (Öyle ki) geriye (onlardan kimse) bırakmadı! (A. Hulusi)

51 – Ve Semûd’u da hiç bırakmadı. (Elmalı)

 

Ve Semude fema ebka ve Semud’u da helak etmiştir. Geriye onlardan hiçbir şey kalmamıştır. Ad ve Semud birlikte gelir farkında mısınız neden? Çünkü Ad uygarlığı çöle yapmıştı, muhteşem bir irem bağları, irem uygarlığı, fakat helak oldu. gitti geriye kalan bakiyesi bu sefer kayalara yaptılar medaini salihe. Çöle yaptık yıkıldı, kayalara yaparsak yıkılmaz. Yani ahlaklarında ve davranışlarında ve sapık inançlarında aramadılar da kusuru yapı malzemesinde aradılar. Orada da helak oldular.

 

52-) Ve kavme Nuhın min kabl* innehüm kânu hüm azleme ve etğa;

Daha önce de Nuh kavmini… Muhakkak ki onlar, evet onlar daha zâlim ve nefsanî yaşamda daha beterdiler. (A. Hulusi)

52 – Daha evvel de Nuh’un kavmini, çünkü bunlar pek zâlim, pek azgındılar. (Elmalı)

 

Ve kavme Nuhın min kabl tıpkı daha önceki Nuh kavmi gibi innehüm kânu hüm azleme ve etğa çünkü onlar zulümde ve azgınlıkta ileri gitmişlerdi.

 

53-) Vel mü’tefikete ehva;

Mü’tefikat’ı (helâk olmuş şehirleri; Sodom ve Gomore’yi) yerin dibine batırdı! (A. Hulusi)

53 – Mü’tefikeyi de Haviyeye attı. (Elmalı)

 

Vel mü’tefikete ehva tıpkı altı üstüne getirilen diğer toplumlar gibi.

 

54-) Feğaşşâha ma ğaşşâ;

Böylece bürüdü onları, bürüdükleriyle (suçlarının karşılığı olarak)! (A. Hulusi)

54 – Sardırttı da onlara o sardırdığını. (Elmalı)

 

Feğaşşâha ma ğaşşâ derken kuşatan şey onları çepeçevre kuşattı ve tarihe gömdü.

 

55-) Fe Bi eyyi alai Rabbike tetemara;

Şimdi Rabbinin nimetlerinin hangisinden kuşku duyarsın! (A. Hulusi)

55 – Şimdi rabbinin hangi eltafına şekkedersin? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbike tetemara şu halde ey insan rabbinin hangi nimetinden dolayı hesaba çekileceğinden şüphe edersin, kuşku duyarsın.Yani Sümme le tüs’elünne yevmeizin ‘anin na’ıym. (Tekasür/8) verilen her nimetten o gün hesaba çekileceksiniz

 

56-) Hazâ neziyrun minen nüzüril ula;

İşte bu da önceki uyarıcılar gibi bir uyarıcıdır! (A. Hulusi)

56 – Bu işte o evvelki inzarlardan bir inzar. (Elmalı)

 

Hazâ neziyrun minen nüzüril ula işte bu önceki uyarıların nevinden, cinsinden bir uyarıdır.

 

57-) Ezifetil azifetü;

O yaklaşan (ölüm) yaklaştı! (A. Hulusi)

57 – Yaklaştı yaklaşıcı. (Elmalı)

 

Ezifetil azifetü dehşet anı yaklaştıkça yaklaşıyor. Bu son saat ama Isfahani bunu insanın ölümü olarak açıklıyor, mümkindir.

 

58-) Leyse leha min dûnillâhi kaşifetün;

Onu Allâh dûnunda (ölüm sıkıntısını) açacak biri yoktur. (A. Hulusi)

58 – Yoktur ona Allah dan başka açıcı. (Elmalı)

 

Leyse leha min dûnillâhi kaşifetün Allah’tan başka kimse onun perdesini aralayamaz o dehşet anının.

 

59-) Efemin hazel hadiysi ta’cebun;

Şimdi siz bu olayı (ölümle başlayan ölümsüz hayatı) acayip mi buluyorsunuz? (A. Hulusi)

59 – Şimdi siz bu kelâma mı teaccüb ediyorsunuz. (Elmalı)

 

Efemin hazel hadiysi ta’cebun ne yani siz bu kaçınılmaz olayın haberini tuhaf mı karşılıyorsunuz, garibinize mi gitti, tuhafınıza mı gitti.

 

60-) Ve tadhakûne ve lâ tebkûn;

Gülüyorsunuz, ağlamıyorsunuz! (A. Hulusi)

60 – ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz? (Elmalı)

 

Ve tadhakûne ve lâ tebkûn ve dahi ağlanacak halinize gülüyorsunuz ha? Ağlamak yerine gülüyorsunuz ağlanacak halinize.

 

61-) Ve entum samidun;

Siz keyfinize bakıp oyalanıyorsunuz! (A. Hulusi)

61 – Siz mi kafa tutuyorsunuz hey gafiller? (Elmalı)

 

Ve entum samidun üstelik bir de kafa tutuyorsunuz ha?

 

62-) Fescudu Lillâhi va’budu;

Secde edin (Esmâ’sıyla hakikatiniz olan) Allâh’a (indîndeki “yok”luğunuzu fark edin) ve kulluğunuza devam edin. (62. âyet secde âyetidir.) (A. Hulusi)

 

62 – Haydi secdeye kapanın ve kulluk edin.

Fescudu Lillâhi va’budu artık bırakın bu tafra satmaları, bırakın bu yamuk tavırları da Allah’ın buyruğuna teslim olun, O’nun önünde yerlere kapanın ve yalnızca O’na kulluk edin.

Ya rab, İman ile yaşat, iman ile öldür, cennet ile ebediyen yüzümüzü güldür, rızanı buldur, sana karşı kafa tutan küstahlardan etme bizi. Amin..!

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. KAMER SURESİ (01 – 55)(168)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Elhamdülillâhi Rabbil Âlemîn, Vessalâtü vesselâmü ‘alâ Muhammedin ve ‘ala ‘alihi, ve eshabihi ve ‘etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin.

Değerli Kur’an dostları bugün Kamer suresinin tefsirine gireceğiz. Mushafta 54. sırada yer alan kamer suresi adını ilk ayetinden alır. Kamer ay anlamına gelir. Tirmizi bu adla anar sureyi. Fakat Buhari de sure ilk ayetin ilk kelimeleriyle, yani Ikterabetis sa’ah şeklinde geçer. Demek ki surenin adı ilk yüzyıllarda henüz netlik kazanmamıştır.

Surenin iniş zamanına gelince, sure tamamı Mekke’de inmiş. Resulallah 45. ayetini Bedir’de okuduğu için bazı otoriteler bu ayetin Medine de indiğini söylemişlerse de bu bir yanlış anlamadan kaynaklanıyor. Efendimiz Kur’an dan çok önceleri inen ayetleri çok daha sonraki yıllarda olan bir olay üzerine okuyabiliyor. Bu o ayetin okunduğu zamanda indiği anlamına elbette gelmiyor.

İlk iniş sıralamalarında yani tertiplerde Tarık – Sad sureleri arasına yerleştirilmiş. Kendince özgün bir nüzül tertibi usulü ortaya koyan çağdaş ilim adamlarından Müh. Mehdi Bazergân’a göre Zariyat – Kalem sureleri arasına yerleşir sure. Surenin başı bir önceki surenin sonunun devamı mahiyetinde. Bu da gösteriyor ki sure iniş zamanı olarak Mekke’de, peygamberliğin 4. yılında inmiş olmalı. Muhteva bu görüşümüzü teyit ediyor. Bu surenin inişiyle ilgili bir de nakledilen hadis var Hz. Aişe’den.

Hz. Aişe der ki; Kamer suresi Muhammed‘e nazil olduğunda ben oyun oynayan yeni yetme bir kızdım. Tabii bu haber Ki Buhari naklediyor bunu, eğer sahih sayılırsa Hz. Aişe’nin yaşı konusunda siyerlerde yer alan bütün rivayetler yeniden gözden geçirilmek durumundadır. Eğer nübüvvetin 4. yılında inen bir sure hakkında Hz. Aişe bu sure indiğinde ben yeni yetme bir kız çocuğuydum diyorsa O zaman Resulallah’la evlendiği yaş 9 dan çok çok daha ileri olmak durumundadır.

Surenin konusunu 3 e ayırabiliriz;

1 – Bu bölüm 1 – 8. ayetler arası oluşturur ki yaklaşan kıyametten söz eder.

2. Bölüm 6 – 42. ayetler arası Nuh AS. ve onun kavmi, Ad kavmi, Semud kavmi, Lût kavmi ve Firavunun akıbetlerini dile getirir. Helak süreçlerini ele alır. Özellikle helak edilen kavimlerin peygamberlerine vurgu yapmaktan daha çok, helak ediliş süreçlerine vurgu yapar. Çünkü bu kıssalar Kur’an ın birçok yerinde ele alınırlar. Fakat ele alındığı hemen her yerde aynı vurgularla değil farklı vurgularla ele alınırlar. Onun için bişr tekrar değildirler.

Mesela Lût kıssasının Kur’an da 5 – 6 yerde geçmiş olması, 5 – 6 kez tekrar sayılmamalıdır. Bir yerde bu kıssanın kahramanlarına atıfla vurgu ile geçer. Lût AS. ve onun iman ailesine. Bir yerde bu kıssanın helak olan Lût kavmine vurgu yaptığını görürüz. Bir başka yerde bu kıssanın helak olan kavmin helak oluş nedenine, ahlaksızlığına özel vurgu yaptığını görürüz. Bir başka yerde bu kıssa üzerinden ilk muhataplara açıkça öğüt verildiğini görürüz. Yani farklı vurgulara sahip olduğunu söylemeliyim.

Surenin en sık tekrarlanan ayetleri de bu kıssalar sırasında nakledilir. Ki 4 kez tekrarlanan şu ayette olduğu gibi; Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir (17-22-32-40) doğrusu biz bu Kur’an ı öğüt alacak olanlar için, ders alacak olanlar için, anlayacak ve kavrayacak olanlar için kolay kıldık. Yani kolay anlaşılır, kolay öğrenilir, kolay okunur, kolay ezberlenir ve kolay aktarılır ve dahası kolay yaşanır kıldık, kolaylaştırdık. Fehel min müddekir. Hala ders alacak yok mu? Yok mu ders alan birileri. Çıksın ortaya. Yani biz Kur’an ı bunca kolaylaştırmamıza rağmen eğer muhatap ders almıyorsa o zaman problem onda demektir. Kur’an a inmemiş gibi, nazil olmamış gibi, yer yüzünü aydınlatmamış gibi, insanlığın önüne bir sofra gibi açılmamış gibi muamele etmek Kur’an a da, Allah’a da hakarete yeltenmektir.

3 – Surenin bu bölümü mucizevi bir ihbar ile başlar. Mekke putperest direnişinin  kırılacağını haber verir. Bu gerçekten de önceden haber vermedir, bir ihbardır, bir mucizedir. Düşünün daha peygamberliğin 4. yılında ondan tam 11 yıl sonra gerçekleşecek olan zaferi müjdelemektedir.

Varlık ilahi bir plan üzere yaratılmıştır. Surede bu planı dile getiren gerçekten essadın’ı camii ağyarını mani muhteşem bir ayet yer alır. Allah’ın her bir şeyi bir ölçü ile yarattığı ifade edilir. Yani asli ifadesiyle kaderle, kadere iman, ölçüye imandır. Allah tesadüfen iş yapmaz, ölçüsüz iş yapmaz. O ayete gelince neden böyle bir ayet, neden bu bağlamda sorularının cevabını elbette vermeye çalışacağız. Ama hemen söyleyelim ki burada geçişi kendi küfrünü, kendi inkarını, ya da toplumsal inkarı bir kader olarak algılayan ve bunu bir mazeret olarak ileri sürecek olanlara, böylesine Allah’a iftira sadedinde bir mazeret beyan etmeye kalkmayın. İnsanın tercihine kalan şeylerde kader iradedir. Allah sizin seçiminize kalan şeylerde kaderiniz olarak iradeyi kader kılmıştır. Onu kullanmıyorsanız kaderinize karşı geliyorsunuz demektir vurgusunu taşır. Bu özetten sonra suremizin tefsirine geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

1-) Ikterabetis sa’atu venşakkal Kamer;

Yaklaştı o saat ve Kamer (Ay) yarıldı! (A. Hulusi)

01 – Yaklaştı Saat, yarıldı Kamer. (Elmalı)

 

Ikterabetis sa’atu venşakkal Kamer son saat yaklaşacak ve ay yarılacak. Ya da bir başka yoruma göre son saat yaklaşmıştır, ay yarılmıştır.

Kur’an da son saatle ilgili ayetler mazi kipiyle geçer, geçmiş zaman kipi kullanılır. Bunun bir çok örneği var. Bunun nedeni gelecekte olması muhakkak ve mutlak olan son saatin kesin gerçekliğini ifadedir. Yani bu konuda kimse tereddüt etmesin, oldu bilsin. Hani bizde konuşurken olmuş bil, gelmiş bil deriz ya, Kur’an son saatle ilgili bizim konuşurken kıyamet diye telaffuz ettiğimiz ama doğrusu son saat olan varlığın yer yüzünün insanlığın son saatiyle ilgili, sonuyla ilgili haberleri geçmiş zaman kipiyle iletir Kur’an. Bunun sebebi mutlaka olacağına delalet eder.

Alternatif anlam ise hemen tüm müfessirlerin tercihi olan ve bazı sahabelerden nakledilen ayın yarılması mucizesine delalet eder, dayanır.

Ayın yarılması mucizesi bize kadar gelen rivayetlerin toplamından özetleyecek olursak şöyle gerçekleşmiştir. Efendimiz AS. Mekke’ye kendine indirilen vahyi tebliğ ettiğinde Mekke ondan bu vahyi Allah’tan aldığına dair bir belge ister, bir mucize ister. Efendimiz bu talep karşısında bir gece dolunay halinde ki aya parmağını yönelterek ayı şöyle ortasından parmağıyla işaret ederek keser. Ay o anda bölge insanına bir parçası bir dağın bir tarafında, diğer parçası da dağın öbür tarafında olarak görülür.

Bu nasıl gerçekleşmiştir sorusuna otoritelerimiz farklı yorumlarla cevap verirler. Hatta Enes Bin Malik’ten gelen bir yoruma göre öyle göründü der. Yani buna göre ay ikiye bölünmüş değildi, fakat görenlere öyle gösterildi. Mucizevi bir müdahaleyle onlar öyle gördüler şeklinde. Daha sahabeden başlamak üzere bunun farklı yorumları yapılır.

Söz konusu rivayetler aslında Ankebut/50-51, İsra/59. ayetleri ışığında anlaşılmalıdır. Bu rivayetlere yönelik bir takım metin ve senet eleştirileri yapılmıştır. Onun içindir ki ulema tarafından bu mesele imana müteallik bir mesele olarak görülmemiş. Çünkü bu mesele de otoritelerin farklı yorumları olduğu ifade edilmiştir.

Mesela bu farklı yorumlardan ikisini yapan tabiinden Hasan el Basri ve Ata dır. Bu iki tabiin otoritesi bu ayette geçen olacak olayın geçmişte olmuş bir hadise değil, gelecekte kıyamet alameti olarak, son saat alameti olarak gerçekleşecek bir olay olduğu yorumunu yaparlar.

Demek ki daha o dönemden itibaren bu ayetlerin geçmişte gerçekleşmiş bir bölünmeyi mi, parçalanmayı mı, yoksa gelecekte son saat işareti olan bir parçalanmayı mı ifade ettiği daha tabiin döneminden itibaren yoruma konu olmuştur.

Ayet kozmik sistemin oluşumu sırasında ayın yer yüzünden kopmasına da yorumlanabilir. Hatta daha farklı yorumlar da yapılabilir. Fakat bizim tercihimiz bu surenin giriş kısmının bir bütün teşkil ettiği yönünde ve bu bütününde son saate yönelik bir uyarı olduğu yönündedir.

 

[Ek bilgi-1 ; Ayın Yarılması (Şakkul Kamer) diye bir mucize var mıdır ?

Kamer surcsinin bu ilk ayeti, yani “ay yarıldı” ifadesi esasen Kur’an’daki benzerlerinden birisidir. Bil­hassa kıyamet sahnelerim tasvir eden, ahiret ahvalin­den bahseden surelerde ve ayetlerde, bu şekilde “gök yarıldı” “yer yarıldı” gibi deyimler kullanılmıştır. Biz şimdi bu ayetlerden bazılarını okuyucunun dikkatine sunacağız:

l- “O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde yarılıp melekler bölük bölük indirilirler.”(Furkan/25)

2 – “Gök yarılıp da erimiş yar gibi kıpkırmızı bir gül olduğu zaman”(Rahman/37)

3 – “Gök de yarılmış, çatlamıştır.” (Hakka/16)

4 – “Gök yarıldığı zaman“(İnşikak/1)

Bu ayetlerin hepsinde de “yarılma” olarak tercü­me edilen fiiller ş-a-k-k-a fiilinin türevleridir ve hepsi de mazî sîgasıyla kullanılmıştır. Yani hepsi de gele­cekte, kıyametin kopması anında vuku bulacak hadise­leri bildirmesine rağmen, hep mazi (geçmiş) sigasıyla anlatılmıştır. Ama bu ayetler nasıl “yarılacak”, (“o gün) yarılır” gibi tercüme ediliyorsa, Kamer suresinin ilk ayetinin de bu şekilde tercüme edilmesi olanaksız değildir ve tercüme edilmese de biz o anlama geldiğini bilmeliyiz.

5- “Bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer varılacak, dağlar yıkılıp dağılacaktır. (10) Bu ayet, Hıristiyanların “Rahman çocuk edindi” diye iftira etmeleri üzerine inmiştir.

6 – “Sonra toprağı bir yarışla yardık.“(Abese/26)

7 – “O gün yer yarılır, onlar kabirlerinden dışarı çıkarlar…(Kaf/44)

8- “…öylesi (taşlar)da var ki çatlar da onlardan su fışkırır.”

Yukarıda dediğimiz gibi, bizzat ‘ş-a-k-k-a” türev­li fiillerin kullanıldığı bu ayetlerin dışında), anlam ola­rak yine aynı, yani “yarılma” olayından bahseden, değişik kelime ve fiiller Kur’an’ın Mekki ayctlerinde kullanılmaktadır.

“Yer yarıldığı (zaman) (İnşikak/3); Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar sallanıp yürütüldüğünde, denizler kaynatıldığında”(Tekvir/5-6) gibi ayetler sözünü ettiğimiz tasvir ayetlerinden sadece bir kaçıdır.

Kur’an-ı Kerim’de gelecekle il­gili haberlerin geçmiş (mazî) sigasiyle bildirilmesidir. Buna Nahl suresinin l. ayetini örnek vermektedir sayın Süleyman Ateş.

Kur’an-ı Kerim, Peygamberimize, bilinen anlam­da herhangi bir mucizenin verildiğini bildirmez. Bila­kis Peygamberimize mucize verilmediğini -gerekçeleriyle- ifade eder.

Kur’an İsra suresinin 90-95. ayetlerinde, müşrik­lerin, Allah Resulünden mucize istediklerini fakat bu isteklerinin verilmediğini açık açık bildirmektedir.

Bu ayetlerde müşriklerin Hz. Peygamberden, (a) yerden bir kaynak fışkırtmasını, (b) yahut hurma ve üzümler­den oluşan bir bahçe edinmesini, (c) yahut üzerlerine gökten parçalar yağdırmasını, (d) Allah’ı ve melekleri şahitler getirmesini, (e) yahut altından bir ev edinmesi­ni, (f) veya göğe çıkmasını, gökten bir kitap getirmesini talep ettiklerini, aksi taktirde O’na inanmayacaklarını söylediklerini bildirmektedir. (İsra/90-93) Netice itibariyle bu saçma isteklerinden hiç birisi onlar için yerine geti­rilmemiştir.

Aynı olguya değinen bir ayet de şudur: “Eğer kendilerine bir mucize ge­lirse ona mutlaka inanacaklarına dair olanca güçle­riyle Allah adına and içtiler. De ki, Mucizeler ancak Allah tarafındandır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?(Enam/109)

İbni Mes’ud’un dışındaki ravilerin çoğunluğu hicrete beş sene kala, yani ay yarılmasının -sözde- vuku’u yılı çelik-çomakta, oyunda-eğleşte çocuklardır. Üstelik içlerinden bazıları henüz doğma­mıştır. Acaba Resulallah’ın yanından hiç ayrılmayan arkadaşları, niçin bu olayı görmemişler ya da görmüşlerse rivayet etmemişler de, bu üç beş tane küçük yaştaki çocuk görmüştür? Olayın taşradan, bağdan bahçe­den gelenden v.s. hiç anlatılmamaktadır. Diğer yandan yine İbni Abbas’dan “ay yarıldı” ayetinin Resulallah zamanında ay tutulması olayı üzerine indiği de rivayet edilmiştir. Yani rivayetler arasında çelişki ve tutarsızlık alenen göze çarpmaktadır. (Ali Aksoy)]

 

[Ek bilgi 2 ; Şakku'l-kamer olayı

Kureyş Kabilesi'nin ileri gelen müşrik­leri bir araya toplanmışlar ve Allah Resûlünden, peygamberliğini ispatlaya­cak bir mucize istemeye karar vermiş­lerdi. Hep birlikte O'nun bulunduğu ye­re doğru ilerlerken gecenin ilk saatleri yaşanıyor ve Efendimiz (sav) parıl parıl parlayan ay ışığı altında Hazret-i Ali, Huzeyfe İbn-i Yemân, Abdullah Ibn-i Mes'ud, Cübeyr ibn-i Mut'im ve Abdullah İbn-i Ömer gibi büyük saha­belerle sohbet ediyordu.(1)

O nur hal­kasını çevreleyen müşriklerin mucize görme konusundaki ısrarları had safha­ya varıp sabır sınırlarını zorladığında, Fahr-i Kâinat Efendimiz (sav) yerin­den doğruldu ve mübarek elini, gökyü­zünde bir altın tabak gibi ışıldayan Ay'a doğru celâlle kaldırdı.

Yaratıldığı günden beri vazifesinden şaşmamış olan Ay, hürmetine koca bir kâinatın yaratıldığı O Zatın (sav) bu işaretiyle bir anda ikiye ayrılmış ve gerideki Mina Dağı, Ay'ın iki parçası arasında kalarak muh­teşem ve tüyler ürpertici bir manzara teşkil etmişti.

Efendimiz (sav) etrafındaki saha­belerine "Şahit olun, şahit olun" diye tekrarlarken, Kureyş kâfirleri şaşkınlık­la birbirine bakmıyor ve "Bize büyü yaptı" diyorlardı.

Ay'ın görülmesi için yeterli olan şartlar, Arap yarımada­sının dışında en iyi Hindistan'da ger­çekleşmiş ve Dhar şehri kralı Raja Bjoh ve raiyeti tarafından bütün teferruatıyla takîp edilmişti.(2) Chamai Nehri kıyı­sındaki sarayının balkonundan Ay'ın ikiye ayrıldığını gören kral, önce dünya­nın sonunun geldiğini zannederek bü­yük bir korkuya kapılmış, daha sonra da bunun Arabistan'da zuhur ettiğini duyduğu Peygamber'in bir mucizesi olabileceğini tahmin ederek vezirini Mekke'ye göndermişti. Raja'nın veziri Efendimizle (sav) görüşme şerefine erişmiş ve Şakk-ı Kamer O'nun muci­zesi olduğunu anlayarak İslâmiyeti seç­mişti.

Şakku'l-Kamer Mucizesi, sadece Raja ve saraydakiler tarafından görülmemiş. Hindistan halkı tarafından da seyredilmişti. Mucizenin gerçekleştiği tarih, da­ha sonra bir başlangıç yılı olarak kabul edildi ve bazı eserler üzerine işlendi. Hatta bu ülkede ele geçirilen bir hey­kelde: ''Ay'ın ikiye yarıldığı senede ya­pılmıştır." ifadesi bulunuyordu. Bu du­rum bazı müfessirler tarafından sıkça nakledilmiş ve çok önemli bir delil ola­rak gösterilmiştir.

(1) Tecrîd-i Sarih Tercümesi, İst.1945, IX/367,372 ….(devam ediyor)]

.

.

Allahu alem..!

 

2-) Ve in yerav ayeten yu’ridu ve yekulu sıhrun müstemirr;

Eğer bir mucize görseler yüz çevirir ve: “Olağan bir sihirdir” derler! (A. Hulusi)

02 – Hâlâ bir âyet görseler yüz çevirip derler: müstemir (Süregelen) bir sihir. (Elmalı)

 

Ve in yerav ayeten yu’ridu ve yekulu sıhrun müstemirr ama eğer onlar bu konuda mucizevi bir işaret görseler, sırtlarını dönüp bu sürekli gerçekleşen bir sihirdir, bir büyüdür, bir göz yanılmasıdır derler. Müşrikler vahiy mucizesine hep sihir olarak baktılar. İlginçtir, onlar Resulallah’ın vahiy getirmesine ya da Resulallah’ın ilettiği vahyin bu içerikle gelmesine, insanoğlunun asla bilemeyeceği bir takım alemlerden haber vermesine, ya da insanoğlunun bu kadar ayrıntılı bilemeyeceği, çünkü yazılı bir belge gelmediği için malumat sahibi olamayacağı geçmiş zamanlar, insanlığın ilk yaratılış zamanları, hatta varlığın ilk yaratılış anları konusunda haber vermesine mucize olarak bakamayınca sihir olarak baktılar.

Bu gerçekten ilginçtir. Müşrikler sihir sözcüğünü söylediğinde biz hemen vahiy dışı bir şey arıyoruz. Oysa açıkça müşrikler Zuhruf/30. Ahkaf/7 ayetlerinde bizatihi bu vahyi sihir olarak nitelemişlerdir. Onun için bu ayette sihir olarak niteledikleri şeyin yine bu vahiy ve bu vahyin haber verdiği insan bilgisini aşan gerçekler olması kuvvetle muhtemeldir.

İnkarcı akıl, garip bir akıl. Hakikate sihir der, sihre iman eder. İnkarcı akıl garip dedim ya hurafeye iman edilecek bir şey gibi bakar, hakikate de hurafe damgasını vurur. Söyler misiniz bugün aynı aklın tezahürünü görmüyor musunuz. Bir takım rakamlara uğur ya da uğursuzluk yükleyip onu kendisine özne kılan, rengi atan, hatta o rakam çıkmışsa o koltuğa oturmayan, o rakam çıkmışsa o otel odasına yerleşmeyen, o uçağa binmeyen bir takım batıl inançlılar gerçekten Hakk imana batıl inanç damgası vurmakta. O kadar da cesaretliler ki,

Öyledir bu iş. Eğer hakikate sırt dönerseniz batıla yüz dönersiniz. Yani sırtının hakka geliyorsa yüzünüz batıla gelir. bu böyledir. Eğer ters dönerek bakarsanız, eğer kantarın topuzunu kaçırırsanız, eğer yalana gerçek muamelesi yaparsanız doğal olarak gerçeğe yalan diyeceksinizdir. İşte müşrikler de bunu söylüyorlar.

 

3-) Ve kezzebu vettebe’u ehvaehüm ve küllü emrin müstekırr;

Yalanladılar ve hevâlarına (nefslerine hoş gelen şeylere, sonu boş arzularına) tâbi oldular! (Oysa) her hükmün gereği açığa çıkacaktır! (A. Hulusi)

03 – Yalan dediler, hevâlarına uydular, halbuki her emir müstekır (yerini bulmak). (Elmalı)

 

Ve kezzebu vettebe’u ehvaehüm zaten hep yalanlıyorlar ve her daim ön yargılarını izliyorlar. Keyfi yargılarına tabi oluyorlar. Ehvaehüm, keyfi yargılarına. Ben ön yargı diye anlamayı daha açıklayıcı buluyorum. Bu ibare 2. ayette inkar edilen mucizenin vahiy mucizesi olduğu yorumumu destekleyen bir ibare. Çünkü vahye tabi olmayan hevasına tabi olacaktır. Hevasına tabi olmak aslında egosuna, nefsine, benliğine, şeytanına tabi olmaktır.

Eğer mutlak hakikatin izini izlemezseniz, izini izleyeceğiniz bir zaman tedarik edersiniz. Bunu bulmakta zorlanmazsınız. Onun için Allah insanı kul olma kıvamında yaratmıştır. Mutlaka kul olur, ama kime? Eğer kul olması gerekene kul olmazsa kul olmak için en olur olmaz şeyleri tanrılaştırır. En olmaz şeyleri tanrılaştırmakta insanın üzerine yoktur. Bir Allah’a kul olmayı reddeden, binlerce tanrı peydah edebilir. Onun içinde hakikate sırtını dönen hevasını, arzusunu, hevesini, ön yargısını izleyecektir, başka ne yapacaktır.

ve küllü emrin müstekırr ne ki her şeyin gerçek yüzü sonunda ortaya çıkar. Her şey; Bu ibare birkaç şekilde çevrilebilir. Her şey gerçek yüzüyle en sonunda zuhur eder, oturur, istikrar bulur. Yani tüm yanılsamalar, tüm yanılgılar, tüm yanlışlar, insanın hevasını izlemesi, insanın halüsinasyonlarını izlemesi, insanın bir takım sahte öncülerin arkasına gitmesi, bir gün gelir ortaya çıkar, gerçek kendini dayatır ve artık o hale gelir ki gerçekten başkasını kabul edecek durumda olmazsınız. Yani gerçek kendisini öyle dayatır ki, siz yalanı savunamaz olursunuz. Artık onu yalanlama bahaneniz kalmaz. Gerçek, ben gerçeğim diye bağırır.

Peki bu durumda imanın bir yararı olur mu? Hiçbir yararı olmaz. Çünkü iman güvenmektir. Siz güvenilmesi gereken zamanda Allah’a güvenmediniz. Ama gerçek size kendisin dayattığın da kabul ettiniz. Bu iradenizle kabule benzemez. Onun için bunun için yararı yoktur. Onun için ödülü de olmayacaktır.

 

4-) Ve lekad caehüm minel enbai ma fiyhi müzdecer;

Andolsun ki onlara içinde vazgeçirici özellik ihtiva eden haberlerden gelmiştir. (A. Hulusi)

04 – Celâlim hakkı için onlara kıssalardan öyleleri de geldi ki onlarda zecredecek (Önemli) haberler var. (Elmalı)

 

Ve lekad caehüm minel enbai ma fiyhi müzdecer doğrusu onlara kendilerine gerçeği dayatan, müzdecer, zecreden, gerçeği kendilerine zorla dayatan. Şöyle de diyebilir miyiz; Gözlerine hakikati sokan içeriğe sahip bir haber gelmiştir. Böyle bir haberdir bu vahiy. Gözlere hakikati sokuyor, daha ne yapsın. Açık açık söylüyor. Çevirip çevirip söylüyor. Önden arkaya arkadan öne. Bir cennete pencere açıyor, bir cehenneme. Bir kalıcıya, bir geçiciye çeviriyor insanın bakışını. Bir dünyaya bir ahirete çeviriyor. Bir tarihe, bir geleceğe çeviriyor. Daha ne yapsın. Yani her türlü, akılın her türlü haline hitap ediyor Kur’an. Her türlü akla hitap ediyor Kur’an. Basit akla, mürekkep akla, süper akla, dahi akla, hepsine hitap ediyor daha ne yapsın. Yani gerçeği açıklanabilecek tüm versiyonlarıyla açıklıyor ve gözler önüne seriyor. Ki insanoğlunun bahanesi kalmasın. Allah’ım ben anlamadım benim zeka seviyem düşüktü, benim seviyemi aştı. Veya benim seviyem çok yüksekti bana ulaşamadı diyemez insanoğlu. Vahiy her zekaya mutlaka bir biçimde ulaşır.

Tabii ki bu gerçek, hayat ve insan gerçeği, hayatın çift yüzü gerçeği. İnsanın da çift yüzü gerçeği. Yaratılmış hiçbir şey tek yüzlü değil. Yaratılmış hiçbir şey tek kutuplu değil bu manada. Her şey çift her şey zıddıyla kaim. Bir dünya varsa mutlaka bir uhra da olmalı. Bir bura varsa mutlaka bir ötede olmalı. O zaman ötesiz bir bura tasavvuru aslında hayatı ıskalamaktır. Vahyin amacı bize bu hakikati bildirmektedir. Yani ötesiz bir dünya, ahiret siz bir dünya tasavvuru, dünyasızlıktır aynı zamanda. Hayatı ıskalamaktır. Ruhsuz bir ceset nedir ki, leş. Ruhsuz bir ceset nedir işte o. ahretsiz bir dünyada o. Dünyaya anlamını veren ahirettir. Cesede değerini veren ruhtur.

 

5-) Hikmetun bâliğatun fema tuğnin nüzür;

Hikmeti bâliğa (amacı tam açıklayan hikmetli anlatım) verilmiştir! Ne var ki uyarmalar (anlayışı kıtlara) fayda vermiyor! (A. Hulusi)

05 – Bir hikmeti baliga(Üstün) fakat inzarlar fayda vermiyor. (Elmalı)

 

Hikmetun bâliğatun vahyin değerini devam ettiriyor, değerinden söz etmeyi. Hedefe tam ulaştıracak çapta bir hikmet. Hikmetun bâliğatun. Öyle bir hikmet ki insanı hedefine ulaştırır. İnsan bir yolcu, hedefe ulaşmak için yolcunun pusulası, haritası olmaz olmak gerek. Pusulasız ve haritasız bu hayat okyanusunda bu gemi nereye çarpar, nerede parçalanır, çünkü bu okyanusta fırtına eksik olmaz. İşte vahiy pusulayı, vahiy haritayı temsil eder. Vahiy bir ışıktır, bu yolda göz yetmez, göze ışık gerek görmesi için. Eğer yolcuysanız, yolculuğunun bilincindeyseniz, yola revan olmuşsanız, bir menziliniz varsa mutlaka bir yol haritasına da ihtiyacınız var demektir. İşte Hikmetun baliğatun bu. maksimum yararı olan bir harita.

fema tuğnin nüzür fakat bu uyarının da hiçbir yararı olmadı. Yani, aslında uyarının kerameti yetmiyor. Uyarılanın istikameti de gerekiyor. Onun için uyarı ne kadar yüksek olursa olsun, ne kadar değerli olursa olsun, ne kadar tiz olursa olsun uyarılan bir kulak taşımıyorsa o sesi duyacak, bir göz taşımıyorsa  o ışığı görecek, bir akıl taşımıyorsa o manayı alacak, bir kalp taşımıyorsa o hakikati duyacak uyarı, varlığın en yüksek uyarısı da olsa kâr etmiyor. Burada da o söyleniyor.

 

6-) Fetevelle anhüm* yevme yed’ud dâ’ı ila şey’in nükür;

O hâlde onlardan yüz çevir! O çağırıcının çok dehşetli, korkunç olaya çağırdığı süreçte. (A. Hulusi)

06 – Sen de onlardan yüz çevir, o gün ki çağırıcı görülmedik müthiş bir şey’e çağırır. (Elmalı)

 

Fetevelle anhüm Peki böyle birilerine ne yapmak gerekir. Uyarı kâr etmiyor Summun bükmün umyün fehüm lâ yerci’ûn. (Bakara/18) yani sağır, dilsiz, kör, yüreğinin gözü kör, Yüreğinin kulağı sağır. Yüreğinin dili yok. Dönemez. Peki ne yapmalı? Alın geldi, bakınız harika bir taktik. Fetevelle anhüm artık sen de onlardan yüz çevir. Madem uyarı kâr etmiyor, maden söz dinlemiyorlar varlığın en büyük sesine dahi kulakları tıkalı, kendi gündemini takip et. Bunun altında bu mesaj vardır. Senin gündemini düşmanın belirlemesin, işine bak.

Fetevelle anhüm. Senin işin var, işine bak. Yola revan ol, yola devam et. Eğer kapıyı vurdun, kapı açılmıyorsa vurulacak çok kapı var, devam et. Eğer yüreğinin gözü kör, yüreğinin kulağı sağır, yüreği yoksa, yüreği olanlara eriş. İşine bak, gündemini takip et, onlara kilitlenme ve onlar seni umutsuz kılmasın. Onlardan müteşekkil değil, onlar ölmüş olanlar. Hakikat lügatında onların karşılığı ölüdür. Ölüleri diriltemezsin. Sen ölmemiş olanlara, veya hastalanmış olanları ara. Git bul, onlara vahyin şifasını dağıt.

[Ek bilgi; GAZALİ’DEN DÖRT NASİHAT

Elinden geldiği kadar hiçbir kimse ile herhangi bir mesele hususunda münazaraya girişme. Cahil insanların kalpleri hastadır. Eğer hastalık ilerlemiş müzminleşmiş halde ise onu tedavi ettirmeye boşuna uğraşma. Yok yere yorulmaktan başka bir şey yapmış olmazsın. Cehalet hastalığı da dört türlüdür.

a) Bir kişi her ne ki sorar, her neye ki itiraz ederse hep kini ve hasedi sebebiyledir. Sorusuna açık net de cevap versen sana olan kin ve nefretini arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Bunlara karşı tutulacak en iyi yol, onların sorularına cevap vermemektir.

b) İkincisi ahmaklıktan doğan hastalıktır. Bunlar kısa bir süre ilim tahsilinde bulunur, Akli ve şer’i bilimlerden birkaç mesele öğrenir, sonra gider büyük alimlere mesele sorar itirazlarda bulunur. Yine bu tip hastalığa tutulanların sorularını da cevaplandırmakla meşgul olunmaması gerekir.

c) Üçüncü tip cahiller irşat edilmek aydınlatılmak isterler. Bu maksatla sorar itiraz eder. Büyüklerin sözlerinden bir şey anlayamaz. Sorularını istifade etmek gayesiyle sorar. Fakat ne yazık ki anlayış kabiliyetleri noksandır. Bu tip kimselere de cevap vermekle meşgul olmak münasip değildir.

d) Dördüncü ve tedavi edilebilir cehalet hastaları ise kişi akıllıdır. Anlayışlıdır. Aynı zaman da irşat edilmeyi ve aydınlatılmayı da ister. Haset, öfke şehvet ve mal, makam sevgisine mağlup olmaz. Daima doğru yolu arar. Sorularını da bu amaçla sorar. İşte bu vasıftaki hastalık tedavi edilebilir. Meşgul olmak caizdir ve gereklidir. (İ.Gazali-Eyyühel Veled)]

yevme yed’ud dâ’ı ila şey’in nükür davetçinin, kimsenin asla tasavvur edemeyeceği o şeye çağıracağın gün, yani ila şey’in nükür; böyle çevirebildim. Kimsenin asla tasavvur edemeyeceği o şey ne? O tarif edilemez, tasavvur edilemez bir gün o. Hangi gün? Kıyamet günü, hesap günü. İşte ona çağıracağı gün;

 

7-) Huşşe’an ebsaruhüm yahrucune minel ecdasi keennehüm ceradun münteşir;

Gözleri dehşetten önlerine eğik hâlde, sanki yayılan çekirge sürüsü misali, cedeslerinden (kozalarından) çıkıyorlar. (A. Hulusi)

07 – Gözleri düşkün düşkün kabirlerden çıkarlar, sanki çıvgın çekirgeler. (Elmalı)

 

Huşşe’an ebsaruhüm yahrucune minel ecdasi keennehüm ceradun münteşir ayete bakın ayete dostlar, Onlar yılgın ve bitkin, gözleri akmış, boyunları bükülmüş gözlerle, savrulmuş çekirge sürüleri gibi yattıkları yerden kalkacaklar. Neden? Hani Buhari’nin naklettiği bir hadis var ya; Hayat ırmağının kenarında yerden biter gibi bitecekler diyordu ya hadiste. Hayat ırmağının kenarında. Neden Huşşe’an ebsaruhüm; boyunları bükük bitkin bir halde. Adeta artık hiçbir şeyin yarar vermeyeceğini anlamış olmanın ıstırabını ta yüreklerinde duyarak.

Neden böyle bir tasvir yapıyor ayet. Suçlu ruhlar mahkemeyi tutuklu beklerler. Çünkü suç delilleri sabittir. Büyük mahkemeyi beklerken onlar için kabir hufratün min huferin niran (Hadis) cehennem çukurlarından bir çukura dönüşmüştür. O ruhun mekanı bir ceza evine bir zindana dönüşmüştür. Eğer beraet delilleri sabit olsaydı ravdatün min riyazıl cenneh cennet bahçelerinden bir bahçe gibi olacaktı. Özgür bekleyecekti mahkeme gününü, zincirsiz bekleyecekti. Yani tutuksuz yargılanacaktı. Ama suç delilleri sabit olunca yargı gününe kadar tutuklu kaldı. Bu da onu bitirdi. Çünkü; El intizar eşeddü minen-nâr (Hadis) suçlunun beklemesi ateşten daha şiddetlidir, ateşten daha ağır yakar. Beklemek böyle bir şeydir. Onun için ayeti kerimede cehennemin bekçilerine diyor söyle de rabbine işimizi bitirsin diyecek, yalvaracak. Rabbine söyle işimizi bitirsin. Ama işi bitmeyecek. Allah korusun, rabbim hepimizi muhafaza kılsın.

[Ek bilgi; YENİLEN.

"Esmâ ül Hüsnâ"dan "El HASİYB" ismini hatırlayın.

İşte "Esmâ mertebesi"nde var olan bu ismin işaret ettiği özellik, tüm "çok boyutlu tek kare"lerin, birbirinin sonucu olarak oluşmasını ve dolayısıyla birbirini izleyen bir seyir takip etmesini sağlayan, yani "sebep-sonuç" dediğimiz ilişkiyi doğuran temel özelliktir. Mikrodan makroya her birim ve yapı bir sonraki anda, bir önceki anda kendisinden açığa çıkanın sonuçlarını yaşar!.. Bugünün,dünün sonucudur! İster beğen, ister beğenme, istersen de pişman ol!

Bu durum da, her an yeni bir "şan"da oluş olarak anlatılır ki aslında "küll" denen "tümel"in, TEKİL bir varoluş dönüşümünden başka bir şey değildir. (Bunu hissedebilmek için, seyredebilmek için eskilerin tâbiriyle "kalp gözüyle", önce mekânsız ve şekilsiz görme özelliği açığa çıkmalıdır.)

Bu isimlerin işaret ettiği TEK'teki özellikleri, beşerin dünyasındaki olay ve ölçülerle değerlendirmek çok büyük bir gaflet olup; sonuçta bilinci bir "tanrı-ilâh" anlayışına hapseder!

Seriy'ul Hisab" (hesabı anında gören) mecazı, toplumların şartlandırıldığı beşerî mânâda karşılıklı bir "hesaba çekme" olayına değil, TEK'in Evrensel Sistemi'nin işleyiş mekanizmasındaki bir özelliğe işaret eder; tıpkı Esmâ'dan her bir isim gibi!.. Devamı (A. Hulusi)]

 

8-) Muhtı’ıyne ileddâ’i, yekulul kafirune hazâ yevmun ‘asir;

Çağırıcıya süratle koşan Hakikat bilgisini inkâr edenler: “Bu şiddetli bir gündür!” derler. (A. Hulusi)

08 – Gibi çağırana koşarak, der ki kâfirler: bu pek zorlu bir gündür. (Elmalı)

 

Muhtı’ıyne ileddâ’i, yekulul kafirune hazâ yevmun ‘asir davetçiye doğru, çağıran sese doğru panik içinde seğirtecekler, koşacaklar ve o inkar edenler diyecekler ki bu zor gün. Evet, yevmün ‘asır bu dehşet bir gün, bu zor bir gün.

Mü’min/18 ayetinde de ..yevmel azifeh.. (Mü’min/18) geçiyor ya. Dehşetin dehşeti bir gün. Yani insanın dumanının tepesinden çıktığı, insanın hücrelerine kadar eridiği bir gün. Yüreklerin, sahibini boğarcasına gırtlağa dayanacağı dehşet günü diyor Mü’min/18 ayeti. Tasviri böyle yapıyor. Yüreklerin gırtlağa dayanacağı, boğulurcasına sahibini yüreği kendisini boğacağı dehşet bir gün. Kıyamet günü böyle resmediliyor Kur’an da.

 

9-) Kezzebet kablehüm kavmu Nuhın fekezzebu abdeNA ve kalu mecnunun vezdücir;

Onlardan önce Nuh’un kavmi de yalanlamıştı. Kulumuzu yalanladılar ve: “Cinlenmiştir” dediler; (görevinden) engellediler. (A. Hulusi)

09 – Onlardan evvel Nuh kavmi tekzip etti yalancı dediler o kulumuza, mecnun dediler, çok incittiler. (Elmalı)

 

Kezzebet kablehüm kavmu Nuh şimdi geçmiş toplumlardan örnekler sunuyor. Kur’an tarihe bir pencere açtı, tarih imanımızın içine giriyor. Bu tarih Allah’a sırt dönenlerin tarihi. Bu tarih Allah ile arasını açanların tarihi. Bu tarih kendine yabancılaşan, rabbine yabancılaşan ve bu yabancılaşmanın bedelini çok ağır ödeyenlerin tarihi. Neymiş rabbe yabancılaşmak, neymiş kendine yabancılaşmak neymiş Allah ile irtibatı koparmanın bedeli. İşte şimdi o kıssalara giriyoruz, 1. kıssa Nuh kıssası.

Kezzebet kablehüm kavmu Nuh onlardan önce de Nuh kavmi yalanlamıştı. Yani küfür orijinal değildir. Kısaca söylediği bu. Siz orijinal bir şey yapmıyorsunuz küfretmekle. Matah bir şey olduğunu düşünüyorsanız, değilsiniz. Eğer küfürde öncü olduğunuzu düşünüyorsanız yine değilsiniz. Yani siz hiçbir şey değilsiniz, karanlıkta bile bir şey değilsiniz. Negatifte bile bir şey değilsiniz. Sizden de öncüler var küfürde. Bakın onlar nereye gitmiş.;

fekezzebu abdeNA ve kalu mecnunun vezdücir abdeNA diyor dikkat buyurun. Kulumuz. Zımnen bize kulluk edenin Mevla’sı biz oluruz. Yani o benim kulum, çünkü sadece beni rab edindi. Dercesine. Yani benim kulumu tufandan ben kurtarırım. Benim kulumun Mevla’sı ben olurum. Yer gök tufan olsa kulumun kılına dokundurtmam. İşte bu, Allah sevdiği kuluna nasıl yeri göğü hizmet ettirir onun kıssasıdır Nuh kıssası.

fekezzebu abdeNA ve kalu mecnunun vezdücir kulumuzu yalanladılar. Hem kulumuzu yalanladılar, hem de dönüp o bir delidir dediler. Ama sonunda ne oldu? vezdücir engellendiler. Yani küfr ettiler, yalanladılar, ellerinden geleni ardlarına koymadılar, fakat yinede engellendiler. Yani Allah’a gönüllü teslim olmadılar, Allah onları gönülsüz teslim aldı. Allah’a gönüllü teslim olsalardı bunun adı iman olacaktı. Gönülsüz teslim alınınca inkar oldu. Allah’a gönüllü teslim olsalardı akıbetleri cennet olacaktı. Allah gönülsüz teslim alınca akıbetleri cehennem oldu. Fakat değişen bir şey olmadı. Yani Allah yine teslim aldı. Kaçmak mümkin mi? eynel mefer nereye kaçmalı Allah’tan kaçmak mümkün mü? Allah’tan taşra bir yol var mı? hani Seyrani’mizi Tanzimat padişahı AbdülMecid; Tanzimata karşı eleştiri yönelttiği için “seni Halep’e sürgün ettim.” Deyince şu cevabı vermiş ya Seyrani;

Bozmak mümkin ise aklın bikrini

Boz da bakir iken bul gönder beni.

Yani ben insanım, düşünmek Allah’ın bana verdiği bir yetenek. Aklımın bekaretini bozamazsın. Yani ben düşünürüm, düşündüğümü de söylerim. Bunu yapabilirsen yap. Hakkın mekanından özge bir mekan bulmak mümkün ise bul gönder beni. Beni nereye süreceksin Halep’e, Fizana, Yemen’e sür. Ora da hakkın mekanı. Eğer beni sürgün etmek istiyorsan gerçekten, Allah’a ait olmayan bir mekan bul. Gittiğim yerde Allah varsa problem yok. İşte bu, işte böyle.

 

10-) Fede’a Rabbehu enniy mağlubun fentasır;

Nihayet (Nuh da) Rabbine: “Gerçek ki ben mağlup oldum; bana yardım et” diye dua etti. (A. Hulusi)

10 – O da nihayet rabbine duâ etti, ben dedi, mağlûbum, hemen nusretini ver. (Elmalı)

 

Fede’a Rabbehu enniy mağlubun fentasır Allahu ekber.! Allah’ın peygamberine bakın “Bittim ya rabbi” diyor. Bittim. Her peygamberin bittim dediği bir yer var. Öyledir. İşte Nuh’ peygamberin bittim noktası bu ayet. Ve derken o rabbine ellerini kaldırdı yalvararak dedi ki; “elbet ben bittim ya rabbi. enniy mağlubun ben bittim, ben mağlup oldum. Aslında mağlup olmadı. Fakat kendi bittiğini Allah ona gösterdi. Allah’ın sünneti bu. Neden bittiğini gösterir? Bittiğini göstermese insana arkadan gelen zaferi kendisine mal eder. Onun için sünneti bu. Adeti bu Allah’ın. Bittim dedirtir. Çünkü insanın gücü sınırlıdır. Peygamber de olsa insanın gücü sınırlıdır. Ve öyle diyor Allah’ın yüce peygamberi, o ulu nebi; enniy mağlubun ben bittim ya rabbi. Fentasır, sen yet ya rabbi. Sen yardıma gel ya rabbi. Yardımıma koş yarabbi. İmdat ya rabbi.

Bitmek ve yetmek işte bütün mesele. Kulun gücü bitince Allah’ın yardımı başlar. Hz. Nuh’un yakarışını hatırlıyoruz Nuh suresinden. Ve kale Nuhun Nuh dedi ki; Nuh şöyle yalvardı.Rabbi lâ tezer ‘alel Ardı minelkafiriyne deyyara. (Nuh/26) Rabbim, yer yüzünde bunlardan bir tane bırakma. Buraya gelmiş..! Neden Kur’an da Nuh peygamberin bin yıldan 50 sene eksiğiyle tebliğ ettiği dile getirilir?

Aslında bunun mecazi karşılığı şudur; Ey muhatap bir insanın yaşayabileceği en son süreyi getir gözünün önüne Nuh ondan birazı hariç o sürenin tamamını tebliğ etti, ama yinede bu adamlara kâr etmedi. Taşa söz geçti de bunlara geçmedi. İşte bunun karşısında Nuh’a da böyle demek düştü. Rabbi lâ tezer ‘alel Ardı minelkafiriyne deyyara nasıl canı yanmışsa mübarek peygamberin;

İnneKE in tezerhüm yudıllu ‘ıbadeKE ve lâ yelidû illâ faciren keffara. (Nuh/27) eğer onlardan yer yüzünde  bir tane damızlık bırakırsan o da kafir doğuracak başka bir şey değil diyor. Allahuekber..! Bu da bir hikmet, ilahi bir hikmet. İlginç bir kıssa gerçekten de. Bize çok şey öğretiyor aslında. Tıkanma noktası, işte buraya gelme, yoksa bir peygamber kolay kolay, düşünebiliyor musunuz bir tarlayı bir ömür, Kur’an bunun adına 950 demiyor tabii, binden 50 eksik diyor. O farklı şeyler çünkü. Öyle diyor. Yani ömrünüzü tüketeceksiniz uğruna ama tarla size ektiğiniz hiçbir tohumu geri vermeyecek. Usanmayacaksınız, taşını ayıklayacaksınız, tezeğini kıracaksınız, bir daha süreceksiniz, sırtınızda su taşıyacaksınız, dağ bayır aşıracaksınız, avuçlarınızla tırnaklarınızla kazacaksınız, kanlarınızla sulayacaksınız ama tarla vermem de vermem diyecek. İşte bu, manzara bu.

Allah resulünün bittim noktasını biliyorsunuz değil mi? Taif dönüşü. Hani taife gitmişti, bir umut diye gitmişti, Mekke onu kovmuştu. Artık Mekke hayatına kastediyordu. Taife vardığında taşlarla karşılandı, tükürüklerle karşılandı, küfür ve hakaretlerle karşılandı alemlere rahmet Hz. Muhammed S.A.S. O insanlık ufku

Taif’in dışında bugün hala üzüm bağıdır. Ben henüz gideli, göreli 1 yıl geçmedi üzerinden Efendimizin misafir olduğu bağın oturduğu yerine bir mescit yapılmış Addas mescidi. Bugün metruk, bugün boynu bükük tel örgüler içine alınmış, mescidin minaresinin bir kısmı yıkılmış, hatta kurşunlanmış dehşet bir mahzuniyet gördüm ben Addas mescidinde. Ama oralar hala dağlık, hala  bağlar duruyor.

Geldi, Ninova’lı Addas efendisinin bağını işliyordu. Efendimizi garip olarak orada kan revan içinde görünce yanına geldi durumu sordu. Efendimiz ona ayetleri tebliğ etti. Gözleri ışıldadı Addas’ın. Bize kadar gelen rivayetler diyor ki, Allah resulünün elinin tozlarını temizledi Addas. Ondan sonra dudaklarına götürdü o eli öptü. Ondan sonra Allah’ın Resulünün yüzünde ki kanları temizledi, dudaklarını alnına götürdü, öptü. Ondan sonra Resulallah’ın ayaklarını. Ayağı kan revan olmuştu, elleriyle yıkadı, dudaklarını oraya götürdü ve öptü. Allah resulü orada ona dua etmişti.

Ve döndü Mekke’ye giremedi. Tam bittim noktası ve o vadide yaşlı gözlerle Mekke’ye yönelip ellerini açtı; İlahi dedi eş’kû dâ’fe kuvvetiy Allah’ım gücümün tükendiğini sana şikayet ediyorum ve kîllete hiletiy Kuvvetimin azaldığını sana şikayet ediyorum ve hevâniy alennâs insanlardan bıkıp usandığımı sana şikayet ediyorum. İlahi, rabbi, ya rabbül müstad’âfiyn Yâ Erhamerrahimiyn, ya Ekrame’l-ekramîn ey merhametlilerin merhametlisi, ey ezilenlerin rabbi, ey benim rabbim ve min entekileniy beni kimlerin eline bıraktın İn lem tekûn gadbane aleyye, felâ ubâliy eğer bana gazap etmedin, bana kızmadın bana gücenmedinse bu çektiğim hiçbir şeye aldırmıyorum dedi arkasından. Ve farklı bir rivayette şu ilaveye rastlıyoruz: lem tekilûniy ila nefsiy tarfe’tai Allah’ım beni bir göz açıp kapayıncaya kadar kendi nefsimin eline bırakma. Yani benden ellerini çekme benim elimi bırakma ya rabbi isterse bir göz açıp kapayıncaya kadar.

Bu dua göklerin kapısına ulaşacaktı. Bu dua tarihin seyrini değiştirecekti. Bu duayı bekliyordu rabbimiz. Aslında bittim demesini bekliyordu. Bir peygamber dua eder bittim der tufan gelir. Ama alemlere rahmet olan peygamber bittim der, Medine geldi. Hicret geldi işte göklerin kapısı böyle açıldı ve artık ondan sonra yükselen zaman başladı ve acının yerini müjdeler, zaferler aldı.

[Ek bilgi; DUANIN ORİJİNAL HALİ

“Allâhumme ileyke eş’kû dâ’fe kuvvetiy ve kîllete hiletiy ve hevâniy alennâs; Yâ Erhamerrahimiyn, ente Rabbül müstad’âfiyn; ente erhamu biy min entekileniy ilâ aduvvin bağiydin yetecehhemuniy, ev ilâ sadıykın karîbin mellektehu emrî. İn lem tekûn gadbane aleyye, felâ ubâliy, gayre enne âfiyeteke ev seûliy. Euzü binûri vechikellezi eşrekat lehu zulûmatu ve salâha aleyhi emriddünya vel âhıreti en yenzile bi gadabüke ev yehılle aleyye sehatük; ve lekel utba hatta terda ve lâ havle velâ kuvvete illâ bike.”

"Allahım, kuvvetimin yetersiz kaldığını, çaresiz olduğumu, halk nazarında hor hakîr hâle düştüğümü görüyorsun. Ya erhamer rahimiyn, zayıf görülüp ezilenlerin Rabbi sensin. Kötü huylu ve kötü tavırlı yabancı düşmanın eline beni terk etmeyecek, hattâ himayemi ellerine verdiğin akrabadan bir dosta bile beni bırakmayacak kadar Rahimsin.

Allah’ım, bana karşı gazablı değilsen; çektiğim eziyet ve belâlara hiç aldırış etmem. Ancak şu da var ki, koruma sahan bunları da çektirmeyecek kadar geniştir. Allah’ım, gazabına maruz kalmaktan, yahut rızasızlığından, senin bütün zulmeti parıl parıl aydınlatan, dünya ve âhiret hallerinin yegâne selâmete çıkartıcısı olan NUR’u Vechine sığınırım. Allah’ım rızan olasıya senden affını diliyorum. Havl ve kuvvet ancak seninledir." (A. Hulusi Dua ve zikir.)]

Hz. Nuh daha farklı bir misyon gerçekleştiriyordu. Hz. Peygamber daha farklı bir misyon. Aslında her peygamber farklı bir hayat durumuna cevaptı. Her peygamberin içinde olduğu ortam hayatta karşılaşacağımız farklı bir duruma çözüm getiriyordu. Nuh peygamber karada gemi yapmayı temsil ediyordu.

Karada gemi yapmak, nasıl bir şey karada gemi yapmak? Deniz yok, gemi yap. Ama deniz yok, sen gemi yap, eğer mesajına lebbeyk diyecek bir kulak bulamamışsan, ömrünü bu mesaj uğruna vermişsen, elinden geleni yapmış bitirmişsen, ardına koymamışsan, bittim ya rabbi diyorsan gemi yap. Bil ki çağının Nuh’usun, tufan var, gemi yap. Peki gemi yapayım ama ya deniz yoksa gemi ne işe yarar mı dediniz, sen gemi yap, deniz ayağına gelir. işte böyle, haydi okuyalım.

 

11-) Fefetahnâ ebvabes Semai Bimain munhemir;

Biz de kuvvetle dökülen bir su ile semânın kapılarını açtık! (A. Hulusi)

11 – Bunun üzerine Göğün kapılarını açtık dökülen bir su ile şakır şakır. (Elmalı)

 

Fefetahnâ ebvabes Semai Bimain munhemir biz de bardaktan boşalırcasına dökülen bir su ile semanın kapılarını ardına kadar açtık. İşte deniz, gerçekten bittim dersen ve bitersen Allah yardımına gelir. Gök ve yer yardımına gelir. Sen gemini yap, denizi ben getiririm der ve deniz sana gelir, sen denize gidemezsen. Burada olduğu gibi.

 

12-) Ve feccernel Arda ‘uyunen feltekal mâu alâ emrin kad kudir;

Arzı da kaynaklarıyla fışkırttık da takdir edilmiş hükümle sular (birbirine) kavuştu! (A. Hulusi)

12 – Yeri de fışkırttık kaynaklar halinde, derken su birleşti bir emr üzerine ki olmuştu öyle mukadder. (Elmalı)

 

Ve feccernel Arda ‘uyunen ve toprağı fışkıran pınarlara çevirdik. feltekal mâu alâ emrin kad kudir ve kararlaştırılmış bir görevi gerçekleştirmek üzere sular kavuştu, birleşti. Yerin ve göğün suları birleşti, yani ey Nuh gemin vardı denizin yoktu, al deniz de benden olsun dedi Allah ve deniz de oldu.

[Ek bilgi; SÜMERLER'İN TUFAN MENKIBESİ (KESİN BİLGİ)

Bir defa Sümer’lere ait Tufan menkıbesi, Nuh'un gemisinin Cudi yöresinde olduğunu ispatlar. Bu belge, çivi yazısı ile yazılmıştır. Kesin olarak Sümerce yazıldığı bilinen metin Kuran üslubuna benzemektedir. Belki de bu metin Nuh'a indirilen ayetlerdir.

Jeolojik araştırmalar da tufanın Cizre'de olduğunu gösteriyor. Bölgede duvar gibi bir doğal baraj yıkılıyor ve tufan oluyor. Bölgede, Nuh'un çocuklarının adıyla anılan köyler var, yatırlar var, efsaneler, halen yaşatılan gelenekler var.

Gemiden çıkan 80 kişi Kuran'da Semanin diye geçiyor. Cizre'de Semanin köyü var! Dicle'nin batısında Nuh'un oğlunun adını taşıyan Yafes (Kasandela) köyü var.

Bir banyo küvetinin içine su doldurun, içine de tümsekler yerleştirin ve bir maket gemi koyun. Suyu boşaltın, göreceksiniz ki, gemi tümseklerden birinin üzerine değil, dibe oturmuştur. Nuh'un gemisi de Cudi dağının dibine oturmuştur. Orası da Cizre civarında bir yerdir.

Kuran'da 'Sizi bereketli bir toprağa indireceğim' diyor. Dağın tepesinde bereketli toprak olur mu? 'Güvercin gönderdim, ağzında zeytin dalı ile geldi' diyor. Soğuk dağ ikliminde, Ağrı ve çevresinde zeytin olur mu? (Prof Mümin Köksoy) http://politika.dumlupinar.edu.tr/yayinlar-B/yay-b3.htm]

 

13-) Ve hamelnahu alâ zâti elvahın ve düsür;

Onu (Nuh’u) tahta ve çivilerle oluşmuş (tekne) ile taşıdık. (A. Hulusi)

13 – Onu ise taşıdık elvahlı (Levha) ve kenetli bir hamule (yük) üzerinde ki akar. (Elmalı)

 

Ve hamelnahu alâ zâti elvahın ve düsür ama onu malzemesi ahşap ve çivi olan bir gemi ile taşımıştık.

İlginç geminin sıfatları zikrediliyor, ahşap ve çivi. Neden acaba? Sanırım benim yorumum şu; Nuh’u kurtaran gemi değildi,Derme çatma bir gemi ile o tufanın içinden çıkamazdı. Nuh’u Allah kurtardı gemi değil. Onun için tahtaya ve çiviye bakmayın. Yani parmak ayı gösterirken parmağa bakmayın, aya bakın Tahta ve çiviye teşekküre kalkmayın. Nuh’u kurtaran tahta ve çivi değildi, Allah’tı. Ben bu nükteyi okuyorum bu ayette.

 

14-) Tecriy Bi a’yuniNA* cezaen limen kâne küfir;

(Tekne) gözetimimizde akıp gidiyordu. Nankörlük edilene (Nuh’a) bir ceza olmak üzere! (A. Hulusi)

14 – Nezaretimizle giderdi o nankörlük edilen zata bir mükâfat olarak. (Elmalı)

 

Tecriy Bi a’yuniNA* cezaen limen kâne küfir o gemi gözetimimiz altında yol aldı Bu nankörlük yapılan Nuh’a verilmiş bir ödüldü, bir bedeldi. Yani siz Allah için yola çıkın, Allah için hizmetinizi yapın, eğer size nankörlük yapılıyor, kıymetiniz bilinmiyorsa korkmayın, Allah kıymetinizi bilir, ödülünüzü de verir. İşte örneği budur. Diyor ayet.

 

[Ek bilgi; İlginç bir görüş; Hz. NUH'UN GEMİSİ BUHAR KAZANLIMIYDI?

Hz. Nuh'un bir oğlunun dışında bütün aile fertlerini ve az da kavminden kendisine iman etmiş olanları, gerek insanlar, gerek diğer hayvanlar için gerekli olan yiyecekleri dahi yüklenerek, dağlar gibi dalgalar içinde akıp giden bir geminin harikulade bir gemi olması ve bunun basit bir yelkenli gemi gibi düşünülmemesi gerekiyor. "O devirde böyle bir gemi yapılabilir miydi?" sorusuna karşılık, "Öyle fırtınalı ve dalgalı bir tufanda bu kadar yükü küçük bir yelkenli taşıyabilir mi?" sorusuyla cevap vermek gerekirDevamı]

 

 

15-) Ve lekad teraknâha ayeten fehel min müddekir;

Andolsun ki onu (tekneyi insanlar için) bir işaret olarak (geride) bıraktık! Düşünen yok mu? (A. Hulusi)

15 – Celâlim hakkı için bıraktık ta onu bir âyet olarak, fakat düşünen mi var? (Elmalı)

 

Ve lekad teraknâha ayeten fehel min müddekir doğrusu biz bunu bir ibret belgesi olarak bıraktık. Yok mudur ibret alan, ders alan. Bunu dediği ne? Ve lekad teraknâha, “h” zamiri ne?Gemi diye düşünmüş bazı otoritelerimiz. Tevrat’ta yer alan kıssaya bakarak. Onun için bazı ehli kitap, unsurlar gelip ağrı dağında Nuh’un gemi kalıntılarını arıyorlar. Fakat ben bu “ha” nın gemiye tahsis edileceği konusunda herhangi bir bilgiye sahip değilim,i belgeye de sahip değilim. Bu kıssaya da girebilir. Yani biz bu kıssayı bir belge olarak bıraktık.

Bunun anlamı ne? Bunun anlamı yer yüzü çapında yapılmış bir araştırmanın sonuçları. Sri Lanka’dan Avustralya Aborjinlerine ve Guatemala yerlileri gibi kapalı havza toplumlarına kadar yer yüzünün tüm toplumlarının tek ortak efsanesi var. Tufan. Tamam anladık, orta doğu toplumlarında bu kıssa efsaneleşmiş, nesilden nesile gelmiş. Ama bir ada toplumu olan ve bu yüzyılda keşfedilmiş olan Aborjinler de ne geziyor. Okyanusta küçücük bir ada halkı olan Sri Lanka, eski ismi ile Seylan’da ne geziyor. Dünyadaki  tüm kapalı açık toplumların ortak tek efsanesi tufan efsanesidir. Elbette tufan bir efsane değildir. Nuh kıssası bir efsane değildir. Fakat bu toplumlarda birbirine yakın ya da uzak bir biçimde böyle bir efsane anlatıla gelmiş. Hepsinin kökeninde işte bu hakikat yatıyor. Kur’an ın bize haber verdiği Nuh tufanı olayı. Biz bunu geleceğe bir belge olarak bıraktık diyor rabbimiz, ki, bence belge, insanlığın ortak hafızasında yer etmiş olan bu belgedir.

[Ek bilgi. Tufan hakkında detaylı bilgi Yer bilimlerinin katkısıyla NUH TUFANI VE SÜMERLERİN KÖKENİ/ Prof. Dr. Mümin Köksoy]

 

16-) Fekeyfe kâne azâbiy ve nüzür;

Benim azabım ve uyarmalarım bak nasıl oldu! (A. Hulusi)

16 – Ki nasıl azâbım ve inzarlarım? (Elmalı)

 

Fekeyfe kâne azâbiy ve nüzür nitekim uyarımın dinlenilmemesi halinde azabım nasıl olurmuş gördüler.

 

17-) Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir;

Andolsun ki Kurân’ı kolaylaştırdık, hakikatin hatırlanması ve tefekkürü için! Düşünen yok mu? (A. Hulusi)

17 – Şanım namına Kur’an ı müyesser de kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var? (Elmalı)

 

Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir ve doğrusu biz bu Kur’an ı ders alınsın diye kolaylaştırdık, hala yok mudur ders alan. Hani ders alanlar nerde, Vahiy düşünenlere inmiştir dostlar, düşünenler ders alırlar. İbret almak için kafayı kullanmak lazım. Onun için ibret akıl sahipleri için kullanılan bir kelimedir. Akılsızlar için ibret kullanılmaz. likavmin yetefekkerun. (Caziye/13 diyor Kur’an düşünen bir topluma. Kendini ithaf ediyor düşünen bir topluma ve Haris el Muhasibi’nin dediği gibi “Akıl Kur’an dır, Kur’an akıldır.”

Hz. Ömer öyle diyor; “Sizi birinin Kur’an okuması gece gündüz Kur’an okuması aldatmasın diyor. Çünkü Kur’an dillerimizle söylediğimiz bir şeydir. Siz asıl onunla kim amel ediyor, onu kim hayatına koyuyor ona bakın” diyor. Abdullah bin Ömer (R.A.) diyor ki, Ben öyle insanlar görüyorum ki bugün iman verilmeden önce kendisine Kur’an verilmiş. Yani Kur’an a gönlü yatmamış, kalıbı basmamış ama, Kur’an ı ezberlemiş. Baştan başlıyor, sondan çıkıyor ezbere fakat onun emirlerini ve yasaklarından hiç haberi yok. Bunu daha sahabe söylüyor.

Lütfen dikkat yine şeyhülislam lakaplı büyük alim Fudaly bin Iyaz diyor ki; Kur’an sadece ve sadece amel edilmek için indi, yaşanmak için indi. Fakat insanlar tuttu onu okumayı amele dönüştürdü. Yani Kur’an kendisiyle amel edilsin diye indi, insanlar ise onu kırata amel edindi. İşte böyle, onun için bu ayette bu surede 4 kez geçen Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir (17-22-32-40) üzerinde tekrar tekrar durmak ve düşünmek gerekiyor.

 

18-) Kezzebet ‘Adun fekeyfe kâne azâbiy ve nüzür;

Ad da yalanladı! (Peki) benim azabım ve uyarmalarım nasıl oldu? (A. Hulusi)

18 – Tekzip etti de Âd nasıl oldu azâbım ve inzarlarım? (Elmalı)

 

Kezzebet ‘Adun fekeyfe kâne azâbiy ve nüzür Ad kavmi de yalanlamıştı, fakat uyarının dinlenilmemesi halinde azabım nasıl olurmuş gördüler. Yani ilahi uyarı dinlenilmeyince azab nasıl olurmuş onlar da gördü.

 

19-) İnna erselna aleyhim riyhan sarsaren fiy yevmi nahsin müstemirr;

Muhakkak ki biz onların üzerine, uğursuz bir gün içinde sürekli helâk edici bir kasırga irsâl ettik. (A. Hulusi)

19 – çünkü salıverdik üzerlerine müstemir, nuhusetli bir günde bir soğuk rüzgâr ki sarsar. (Elmalı)

 

İnna erselna aleyhim riyhan sarsaren fiy yevmi nahsin müstemirr elbet biz de onların üzerine kapkara bir günde, berbat bir günde, bahtsız bir günde gürültülü bir kasırga gönderdik.

 

20-) Tenzi’un Nase, keennehüm a’cazu nahlin munka’ır;

İnsanları, sanki sökülmüş hurma kütükleri gibi koparıp atıyordu. (A. Hulusi)

20 – İnsanları kökünden devrilen hurma kütükleri gibi yolar. (Elmalı)

 

Tenzi’un Nase, keennehüm a’cazu nahlin munka’ır insanları öyle savuruyordu ki bu kasırga, insanlar sanki hurma kütükleri gibi yere serildiler. Hadramevt. Ahkaf; Bugün Yemen sınırları içinde kalan okyanusa paralel bir bölge ölüm yeşili yani. Kum tepelerinin altında ölü bir medeniyet. Belki de ismini buradan alıyor. Küstahlaşan her medeniyetin akıbeti budur. Onlarda 12 – 17 m kumun altına gömüldüler bu yüzyılda kalıntıları ancak bulunabildi, uzaydan tespit edilebildi.

Ad Semud Kur’an da hep bir arada gelir. Nerede anılmışsa beraber anılırlar. Bunun sebebi sadece Ad’dan geriye kalan kabilelerin kuzeye doğru göç etmeleri ve yeni bir medeniyet kurmaları değil. Semud, Ad’ın bakiyesi idi. Asıl bunun sebebi bu iki kavmin kendilerine gelen belayı algılama biçimleri. Ad çölde bir uygarlık yeşertti. Muhteşem bir uygarlık İreme zâtil ‘ımâd. (Fecr/7) sütunlar sahibi irem bu uygarlığın merkezi olduğu söylenir.

[Ek bilgi; Ad-Semud kavmi hakkında geniş bilgi.

İngiliz araştırmacı Thomas’ın yazdıklarını inceleyen Clapp de, kitapta bahsedilen bu kayıp şehrin varlığına inanmıştı. Çok vakit kaybetmeden , Ubar ‘da kazı çalışmalarına başladı.Clapp, Ubar ‘ın varlığını kanıtlamak için, iki ayrı yola başvurdu. Önce bedeviler tarafından, var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA ‘ya başvurarak, bu bölgenin resimlerinin, uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Uzun bir uğraşıdan sonra, yetkilileri, bu bölgenin resimlerinin çekilmesi için ikna etmeyi başardı. (Ergun)]

Ama ne oldu? Küstahlaştılar ve Allah helak etti. Onlar helaki malzemeye buldular. Kafa yapılarına değil de malzemeye suçu buldular. Çölde yapı yaparsan, uygarlık kurarsan işte böyle olur dediler. Gel gidelim bu sefer kayaya kuralım. Geldiler medaini salihe ve o kayalar hala bugün ayaktadır. Kayalardan apartmanlar, o günün en sağlam, hani altı kaya gibi, üstü kaya falan. Pazarlasalar herhalde böyle pazarlarlardı. Yani hiçbir deprem etki edemez. Kayaları oydular. Mantıkları yanlıştı, davranışlarını düşünmediler fakat malzemeye suç buldular. Orada da yakaladı onları. Küstahlaşınca geldi bela orada da vurdu. Yani kayada da bulur sizi, sadece kumda değil. İşte bunun için Ad ve Semud hep beraber gelir.

 

21-) Fe keyfe kâne azâbiy ve nüzür;

Benim azabım ve uyarmalarım bak nasıl oldu! (A. Hulusi)

21 – Bak nasılmış azâbım ve inzarlarım? (Elmalı)

 

Fe keyfe kâne azâbiy ve nüzür fakat uyarımın dinlenilmemesi halinde azabım nasıl olurmuş gördüler.

 

22-) Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir;

Andolsun ki Kurân’ı kolaylaştırdık hakikatin hatırlanması ve tefekkürü için! Düşünen yok mu? (A. Hulusi)

22 – Şanım namına Kur’an ı müyesser de kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var? (Elmalı)

 

e lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir ve doğrusu biz bu Kur’an ı anlamak isteyenler için kolaylaştırdık, yok mu öğüt alan. Hala öğüt işte bu Malzemeye bulmayın, küstahlaşan her medeniyet mahvolur. Mantığa ve akla bakın. Nasıl düşündüğünüze daha doğrusu Allah ile ilişkinizi gözden geçirin.

 

23-) Kezzebet Semudu Bin nüzür;

Semud da uyarıcıları yalanladı. (A. Hulusi)

23 – Semûd o inzarları tekzip ettiler. (Elmalı)

 

Kezzebet Semudu Bin nüzür Semud’da bütün uyarıları yalanladı.

 

24-) Fe kalu ebeşeran minna vahıden nettebi’uhu, inna izen lefiy dalâlin ve su’ur;

Dediler ki: “Bizden bir beşere mi tâbi olacağız? O takdirde muhakkak ki inancımızdan sapıp ahmaklık içinde kalırız.” (A. Hulusi)

24 – Şöyle dediler: içimizden bir beşere mi tabi’ olacağız? Şüphesiz biz o vakit şaşkınlık içinde kalır ateşlere yanarız. (Elmalı)

 

Fe kalu ebeşeran minna vahıden nettebi’uh ve dediler ki ne yani içimizden bula bula bir ölümlüye mi tabi olacağız, uyacağız. Melek peygamber istiyorlar. Meleklerin ve gizli güçlerin sembolü olduğuna inandıkları putları ve totemlerine bir meşrulaştırma çıkaracaklar oradan. Ama asıl bilinçlerinin gerisinde melek peygamber gelirse biz meleği üretemeyiz diyerek vahyin peşine düşmemenin mazeretini bulacaklar.

inna izen lefiy dalâlin ve su’ur bu takdirde biz dediler sapıtmış ve çıldırmış oluruz. Yani bize ahmak derler, çılgın derler, deli derler, sapık derler. Görüyor musunuz sapıklar başkalarını sapıklıkla suçluyorlar.

 

25-) EulkıyezZikru aleyhi min beynina bel huve kezzâbun eşir;

“Zikir (hakikat ilmini hatırlatıcı) aramızdan Ona mı ilka olundu? Bilakis O küstah bir yalancıdır!” (A. Hulusi)

25 – O zikir aramızdan ona mı bırakıyorlar? Belki o bir şımarık yalancıdır. (Elmalı)

 

EulkıyezZikru aleyhi min beynina bel huve kezzâbun eşir aramızdan bir tek ona mı indirildi vahiy. Hayır aksine o yalanda sınır tanımayan biri dediler.

 

26-) Seya’lemune ğaden menil kezzâbul eşir;

Yarın kimin küstah bir yalancı olduğunu bilecekler! (A. Hulusi)

26 – İleride bilecekler o şımarık yalancı kimdir? (Elmalı)

 

Seya’lemune ğaden menil kezzâbul eşir Allah’ta (dedi ki) yarın kim yalanda sınır tanımayan biriymiş, yalanda sınır tanımayan mağrurmuş yarın göstereceğim dedi, yani bu söylediğiniz kimmiş herkes görecek.

 

27-) İnna mursilun nâkati fitneten lehüm fertakıbhüm vastabir;

Muhakkak ki biz, onlara bir sınav objesi olarak dişi deve irsâl ettik… Artık onları gözetle ve sabret. (A. Hulusi)

27 – İşte biz onlara bir fitne olmak üzere o Nâkayı (o dişi deveyi) salıyoruz. Onun için gözet onları ve sabırlı ol. (Elmalı)

 

İnna mursilun nâkati fitneten lehüm fertakıbhüm vastabir unutma ki ey Salih biz bu dişi deveyi onları sınamak için göndermiş bulunuyoruz. Artık onları gözetle ve sabret. Sınama vesilesi işte. Allah Resulüne gösterdiği rüyayı da sınama vesilesi kıldığını buyurmuştu. İsra/60 ayetinde. Yine Zakkumu sınama vesilesi kıldığını buyurmuştu Saffat/63. ayetinde. Yine 19 rakamını;  ‘Aleyha tis’ate ‘aşer. (Müddesir/30) üzerinde 19 vardır ayetinde ki 19 rakamını sınama vesilesi kıldığını ifade buyurmuştu. Ayette. Yine Harut ve Marut’u sınama vesilesi kıldığını buyurmuştu Bakara/102 ayetinde. Yani Kur’an da böyle sınama vesileleri var. İşte bu da o sınama vesilelerinden bir tanesi.

 

28-) Ve nebbi’hüm ennel mae kısmetun beynehüm* küllü şirbin muhtedar;

Onlara haber ver ki, su aralarında paylaştırılmıştır… Her kısım sudan, nöbetleşe payını alsın. (A. Hulusi)

28 – Hem haber ver onlara ki su aralarında nevbetle taksim ve her su alış huzur iledir. (Elmalı)

 

Ve nebbi’hüm ennel mae kısmetun beynehüm* küllü şirbin muhtedar ve onlara ey salih suyun aralarında taksim edildiğini haber ver. Her sulama nöbetleşe olacaktır de. nâkatAllâh. (Şems/13) Kur’an da geçtiği şekliyle Allah’ın devesi diyor Kur’an. Bu ardullah gibi, Allah’ın arzı, Beytullah gibi Allah’ın evi gibi bir kullanım. Kamu malı bu deve, sahipsiz yani.

Müşriklerin benzer bir uygulamaları vardı. Onun için ilk muhatapları da uyaran bir ayet bu kıssa böyle. Müşrikler mesela üst üste 5 batım doğuran deveyi kutsal addederler salarlardı. Mesela üst üste iki kere ikiz doğuran deveyi kutsal atfederler salarlardı. Peki salınan deve ne olur? Ne ot verirler, ne su verirler, ne bakarlar, ne çekerler, yarasına bakmazlar. O Allah’ın devesi.

Aslında hayvana eziyet ederlerdi, hayvana işkence ederler, yani onu yarı tanrı haline getirirler tıpkı Budizm’in ineği gibi. Oysa hayvan develiğe çoktan razıdır, ama bunlar razı değildir. İşte bir varlığı amacı dışında kullanınca nasıl şaklabanlıklar oluşuyor, aslında onun ilginç bir öyküsüdür bu. Maide/103. ayetine bakarsanız orada görürsünüz müşriklerin bu uyarısını. Hayvanları batıl inançlara alet ederek kullanımdan alıkoyma geleneği bu.

 

29-) Fenadev sahıbehüm feteata feakar;

Arkadaşlarına seslenip çağırdılar. Onlar da payını aldı, deveyi de vahşi şekilde boğazladılar! (A. Hulusi)

29 – Bunun üzerine sahiplerine bağırdılar o da silâha sarıldı da ayaklarını çırptı. (Elmalı)

 

Fenadev sahıbehüm feteata feakar derken onlar çete başı olan arkadaşlarını çağırdılar kafa kafaya verip görüştüler ve en sonunda o arkadaşları hunharca, işkenceyle deveyi boğazladılar, işkence ederek. Agara bu, bacaklarını kırıp işkence etmek manasına gelir. Bir hayvana yapılan işkence deyip geçmeyin diyor Kur’an. Koca bir kavim sahipsiz bir hayvana yapılan işkence sonucunda bardağı taşıran damla oldu yani. İşte böyle bir kıssa bu.

 

30-) Fekeyfe kâne azâbiy ve nüzür;

Benim azabım ve uyarmalarım bak nasıl oldu! (A. Hulusi)

30 – Fakat bak nasıl oldu azâbım ve inzarlarım. (Elmalı)

 

Fekeyfe kâne azâbiy ve nüzür fakat uyarılarımın dinlenilmemesi halinde azabımın nasıl olduğunu hiç hesaba katmadılar.

 

31-) İnna erselna aleyhim sayhaten vahıdeten fekânu keheşiymil muhtazır; elbet biz de onlara tek bir bela sayhası, tek bir bela çığlığı gönderdik. Sonunda çürüyüp un ufak olmuş ağaç kırıntısına, talaş parçasına döndüler. Nasıl bir belaysa talaş oldular diyor. Yani torf oldular, ağaç kırıntısı, süprüntüsü oldular.

 

32-) Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir;

Andolsun ki Kurân’ı kolaylaştırdık, hakikatin hatırlanması ve tefekkürü için! Buna göre bir düşünen yok mu? (A. Hulusi)

32 – Şanım namına Kur’an ı müyesser de kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var? (Elmalı)

 

Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir ve doğrusu biz bu Kur’an ı ders alınsın diye kolaylaştırdık, yok mudur ibret alan ders alan. Ders neydi bu kıssada? İddialı bir uygarlık sonunu bir deve bile getirebilir. Yani tıpkı Nemrud’un bir sinek getirmişse, başını göklerde zannedip de şu dağları ben yarattım havalarına giren ve insanlara zulmeden bir uygarlığın sonunu bir deve bile getirebilir. Onun için zalimler mutlaka bir biçimde cezalarını bulurlar hem de hiç ummadıkları küçük gördükleri bir şeyin elinden bulabilirler, dikkat edin ders budur burada.

 

33-) Kezzebet kavmu Lutın Bin nüzür;

Lût kavmi de uyarıcıları yalanladı. (A. Hulusi)

33 – Lût’un kavmi o inzarlara yalan dediler. (Elmalı)

 

Kezzebet kavmu Lutın Bin nüzür Lût kavmi de bütün uyarıları yalanlamıştı.

 

34-) İnna erselna aleyhim hasıben illâ ale Lut*necceynahüm Bi sehar;

Muhakkak ki biz onlara taşlar fırlatan kasırga irsâl ettik… Lût’un ailesi müstesna. Onları seherde kurtardık. (A. Hulusi)

34 – Biz gönderdik üzerlerine taşlar yağdıran, yalnız Lût’un ailesini necata çıkardık bir seher. (Elmalı)

 

İnna erselna aleyhim hasıben illâ ale Lut*necceynahüm Bi sehar elbet biz de onları bir bela fırtınasına maruz bıraktık ve seher vakti sadece Lût’un iman ailesini kurtardık. İman ailesi, karısı bu aileye dahil olmamıştı. Onun içinde helak edildi. Hud/81, Neml/57. ayette ifade edildiği gibi.

 

35-) Nı’meten min ‘ındiNA* kezâlike necziy men şeker;

İndîmizden bir nimet olmak üzere. Şükredeni işte böyle cezalandırırız! (A. Hulusi)

35 – Tarafımızdan bir nimet olarak, işte şükredeni böyle karşılarız. (Elmalı)

 

Nı’meten min ‘ındiNA* kezâlike necziy men şeker katımızdan bir nimet olarak bunu yaptık. Şükredenleri biz işte böyle ödüllendiririz.

 

36-) Ve lekad enzerehüm batşetena fetemarev Bin nüzür;

Andolsun ki (Lût) onları şiddetle yakalamamız konusunda uyardı da, onlar uyarıcıları kuşkuyla karşıladılar! (A. Hulusi)

36 – Celâlim hakkı için satvetimizin şiddetini kendilerine ihtar da etmiş idi, fakat o ihtarları cidal ile karşıladılar. (Elmalı)

 

Ve lekad enzerehüm batşetena fetemarev Bin nüzür doğrusu Lût bizim yakalama gücümüze karşı onları uyarmıştı. Allah yakalar demişti. Kaçamazsınız, Allah’ı atlatamazsınız demişti. Fakat onlar buna hep kuşkuyla, tereddütle yaklaştılar.

 

37-) Ve lekad raveduhu an dayfihi fetamesna a’yunehüm fezûku azâbiy ve nüzür;

Andolsun ki Onun (Lût’un) konuklarından (şehvetle) zevk almak istediler de bu yüzden (görüşlerini) tam bir körlüğe soktuk! “Şimdi tadın azabımı ve uyarmalarımı!” (A. Hulusi)

37 – Ve onun misafirlerinden kâm almağa kalkıştılar, biz de gözlerini siliverdik de tadın bakalım dedik azâbımı ve inzarlarımı? (Elmalı)

 

Ve lekad raveduhu an dayfihi dahası arzularını onun misafirinden gidermeye, çirkin arzularını, şehvetlerini onun misafirlerin sırtından gidermeye kalktılar. fetamesna a’yunehüm fezûku azâbiy ve nüzür bunun üzerine biz de gözlerini kör ettik. Tamesna ‘ala a’yunihim. Evet veya tamesna a’yunehüm gözlerini kör ettik, gözlerine perde çektik. Aslında gözlerini ne kör etti? Şehvet. Şehvetleri başına vurunca gözleri görmez oldu, hakikati görmez oldu. Madem uyarımı göz ardı ettiniz o halde azabımı tadın dedik.

 

38-) Ve lekad sabbehahüm bükreten azâbun müstekırr;

Andolsun ki yerini bulmuş azap onlara sabahleyin bastırdı. (A. Hulusi)

 38 – Ve Celâlim hakkı için bastırıverdi kendilerini bir sabah bir azâbı müstekır. (Elmalı)

 

Ve lekad sabbehahüm bükreten azâbun müstekırr mamafih sabahleyin erkenden kalıcı izler bırakan bir azap onları geldi çepeçevre kuşattı. Müstakirr; Kalıcı izler diye çevirdim. Lût gölünün kuzey ucuna lisan denir. Bugün Lut gölünün kuzey ucu lisan, derinliği 40 m. Suyun altındadır. Fakat Lisan’ın bittiği yer bıçakla baştan sona enine kesilmiş gibi, tam bıçakla kesilmiş bir dilim gibi derinlik 40 m. Den 400 m. ye düşer. İlginçtir, dehşettir. Yani bela ben buradayım der orada. O helak olan kavimler o 40 m.  Derinliğin içindedir. Ora dışarıda imiş, beladan sonra suyun içine. Şu anda Lut gölünde böcek dahi yaşamaz. Bir su düşünün ki içinde bir tek bitki bitmiyor, bir tek böcek yaşamıyor. Öyle bir su. Bunlar hep ibret aslında.

 

39-) Fezûku azâbiy ve nüzür;

Şimdi tadın azabımı ve uyarmalarımı! (A. Hulusi)

39 – Tadın bakalım azâbımı ve inzarlarımı. (Elmalı)

 

Fezûku azâbiy ve nüzür sonunda uyarımın dinlenilmemesi halinde azabım nasıl olurmuş gördüler.

 

40-) Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir;

Andolsun ki Kurân’ı kolaylaştırdık, hakikatin hatırlanması ve tefekkürü için! Buna göre bir düşünen yok mu? (A. Hulusi)

40 – Şanım namına Kur’an ı müyesser de kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var? (Elmalı)

 

Ve lekad yessernel Kur’âne lizZikri fehel min müddekir biz işte Kur’an ı anlamak isteyenler için, anlaşılması için böyle kolaylaştırdık. Yok mudur öğüt alan. Ders ne? Öğüt ne burada? Ahlaki çürüme, çöküşü kaçınılmaz kılar. Yozlaşmaya karşı mücadele edenler de mutlaka seçilip ayrılırlar. Öğüt bu.

 

41-) Ve lekad cae ale fir’avnen nüzür;

Andolsun ki Firavun ailesine de uyarıcılar geldi. (A. Hulusi)

41 – Şanım Hakk için ali Firavuna da geldi inzar edici Peygamberler. (Elmalı)

 

Ve lekad cae ale fir’avnen nüzür doğrusu Firavun yandaşlarına da bu uyarılar gelmişti.

 

42-) Kezzebu Bi âyâtiNA kulliha feehaznâhüm ahze ‘Aziyzin Muktedir;

İşaretlerimizin hepsini yalanladılar! Biz de onları karşı konulmaz kudretle yakaladık! (A. Hulusi)

42 – Âyetlerimizin hepsini tekzip ettiler biz de onları öyle bir tutuşla alıverdik ki muktedir bir azîze öyle yaraşır. (Elmalı)

 

Kezzebu Bi âyâtiNA kulliha feehaznâhüm ahze ‘Aziyzin Muktedir bütün ayetlerimizi yalanladılar, bunun üzerine biz de her şeye gücü yeten yüce bir güç sahibi nasıl çekip alırsa işte öylece çekip aldık.

 

43-) Ekuffaruküm hayrun min ülaiküm em leküm beraetün fiyz zubur;

Sizin hakikat bilgisini inkâr edenleriniz bunlardan daha mı hayırlıdır? Yoksa zeburlarda (hikmetli bilgilerde) sizin için bir kurtuluş müjdesi mi var? (A. Hulusi)

43 – Sizin kâfirleriniz onlardan hayırlımı? Yoksa sizin için kitaplarda bir berâat mı var? (Elmalı)

 

Ekuffaruküm hayrun min ülaiküm Evet, soru ilginç, ne yani diyor şimdi sizin kafirleriniz bu kafirlerden daha mı değerli. Yani Allah sizin kafirlerinize torpil mi geçecek (haşa) Bu kafirlere böyle ceza verirken sizin kafirlerinizin küfrünü görmezden mi gelecek? em leküm beraetün fiyz zubur yoksa silinmez sayfalarda dokunulmaz olduğunuz mu kayıtlı. Ne ilginç hitaplar, azarlar bunlar. Evet, yani bizim dokunulmazlığımız var, veya biz Allah’a yakınız biz peygamberin torunlarıyız, veya biz şuyuz, biz buyuz. biz şuna şu kadar hizmet ettik, biz İslam’a bu kadar hizmet ettik, yani caka satmak başkalarının ameliyle caka satacak herkese veya biz İbrahim’in torunlarıyız. Ki müşrikler öyle diyorlardı. Biz Hayrullah’ın torunlarıyız. O Allah’ın dostuydu, Allah dostunun torunlarına öyle yapmaz. İşte ona bir cevap, o bakışa bir cevap. Allah nezdinde hatırlı kafir yoktur. Aslında kısaca söylediği bu.

 

44-) Em yekulune nahnu cemiy’un müntesır;

Yoksa: “Biz yardımlaşan (yenilmez) topluluğuz” mu diyorlar? (A. Hulusi)

44 – Yoksa biz yardımlaşır bir cemiyetiz mi diyorlar? (Elmalı)

 

Em yekulune nahnu cemiy’un müntesır yoksa biz örgütlü gücüz, galip geliriz mi diyorlar. Örgütlü küfür eğer galip geleceğini düşünüyorsa Firavuna baksın. Yer yüzünün en örgütlü küfürü o idi, o bile galip gelemedi.

 

45-) Seyuhzemul cem’u ve yuvelluned dübür;

Yakında o topluluk (Bedir’de) yenilecek ve arkalarını dönüp kaçacaklar! (A. Hulusi)

45 – Her halde o cemiyet bozulacak ve arkalarını dönüp gidecekler. (Elmalı)

 

Seyuhzemul cem’u ve yuvelluned dübür gün gelecek, birlikleri yenilip dağılacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.

İşte bu bir mucize. Bu mucize bu ayetin inişinden tam 10 yıl sonra gerçekleşti. Medine’de Bedir’de. Allah Resulü Bedir öncesi top yekun dua ettirmişti. Ve ellerini açmış, başını secdeden uzun süre kaldırmamış, ondan sonra da ellerini açmış. Allahümme in tühlik hazikil ashabeh la tubed fil ard. Allah’ım şu bir avuç insanı da eğer helak edersen, edilmesine izin verirsen sana kulluk eden kalmayacak, demişti ve arkasından Bedir zaferi gürleyip geldi ve işte arkasından da bu ayeti okudu.

 

46-) Belis sa’atu mev’ıduhüm ves sa’atu edha ve emerr;

Hayır, onların azapla buluşma zamanı O Saat’tir (ölüm)! O saat, (savaş yenilgisinden) daha şiddetli ve daha acıdır. (A. Hulusi)

46 – Daha doğrusu onların asıl mev’ıdi (vaad edilen) saattir ve o saat daha acı ve daha belâ ve beterdir. (Elmalı)

 

Belis sa’atu mev’ıduhüm ves sa’atu edha ve emerr ne var ki onların asıl randevuları son saattir ve o son saat en dehşetli, en acı bir an olacaktır. Yani onlar asıl belayı son saatte bulacaklar, beklesinler. Asıl ahirette cezalandırılacaklar.

 

47-) İnnel mucrimiyne fiy dalâlin ve su’ur;

Muhakkak ki suçlular bir sapma ve ahmaklık içindedirler. (A. Hulusi)

47 – Muhakkak ki mücrimler şaşkınlık ve çılgınlıklar içindedirler. (Elmalı)

 

İnnel mucrimiyne fiy dalâlin ve su’ur çünkü günahı hayat tarzı edinmiş, sapıtmış ve çıldırmış olmalılar.

 

48-) Yevme yushabune fiyn nari alâ vucuhihim* zûku messe sekar;

O süreçte yüzleri üzere ateşte sürüklenirler! “Sakar’ın (cehennemin) yakışını tadın!” (denilir). (A. Hulusi)

48 – O gün ki yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler tadın ne imiş diye messi Sakar. (Elmalı)

 

Yevme yushabune fiyn nari alâ vucuhihim* zûku messe sekar o gün yüzü koyun ateşe sürüklenecekler ve denilecek ki tadın bakalım değdiğinin fiyakasını bozan cehennemin okşayışına. Zûku messe sekar; okşamak, tatmak. İlginç. Aslında bir nükte var gibi geliyor bana. Kısa vadeli hazzı hayat tarzı edinenleri, ahirette bekleyecek şey de budur. Cehennem ateşi okşayacak.

 

 49-) İnna külle şey’in halaknâhu Bi kader;

Muhakkak ki biz her şeyi kaderiyle (yazılı – programlanmış) yarattık! (A. Hulusi)

49 – Haberiniz olsun ki biz her şey’i bir kaderle yaratmışızdır. (Elmalı)

 

İnna külle şey’in halaknâhu Bi kader şüphe yok ki her şeyin ölçüsünü yaratan biziz. İşte berceste ayet bu. Kader; ölçü ile yaratılıştır. Amaçlı ve anlamlılıktır. İradi eylemlerde kader iradenin kendisidir. Müşrikler kafir oluşlarını kadere bağlıyorlardı ve diyorlardı ki ..lev şaAllâhu ma eşrekna.. (En’am/148) eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık. Allah’a iftira ediyorlardı. Allah ise insana iradeyi kader kıldığını zımnen ifade ediyor.

 

50-) Ve ma emruna illâ vahıdetun kelemhın Bil basar;

Emrimiz (hüküm ve oluş) tektir; göz kırpması gibidir (Allâh’a göre “AN” içinde olmuştur)! (A. Hulusi)

50 – Emrimiz de başka değil birdir, bir lemhi basar gibidir. (Elmalı)

 

Ve ma emruna illâ vahıdetun kelemhın Bil basar bizim emrimiz ise sadece göz açıp kapamak gibi bir anlık iştir. Allah’ın dilemesiyle yapması arasında zaman farkı yoktur. Allah her şeyi ölçülü yaratmayı kendi dilemiş ve kendine ilke edinmiştir. olayısıyla tekamül yasası Allah için bir mecburiyet değildir, bir ilkedir. Değilse;

izâ erade şey’en en yekule lehu kün feyekûn. (Yasin/82) bir şeyin olmasını istediği zaman ol der, o da hemen oluverir. Bu bağlamda Allah’ın bir toplumu isterse anında yok edeceğini, fakat bunu bir yasaya bağladığını ifade etmek için bu bağlamda gelmiştir bu ayetler. Helak sürecinin sonucunda.

 

51-) Ve lekad ehlekna eşya’akum fehel min muddekir;

Andolsun ki sizin benzerlerinizi helâk ettik. Bunu bir düşünen yok mu? (A. Hulusi)

51 – Celâlim hakkı için emsalinizi hep helâk da ettik fakat hani düşünen? (Elmalı)

 

Ve lekad ehlekna eşya’akum fehel min muddekir nitekim geçmişte sizin gibi toplumları yok ettik, hala yok mudur ders alan.

 

52-) Ve küllü şey’in fealuhu fiyz zubur;

İşledikleri her şeyin bilgisi zeburlardadır (hikmet dolu bilgi metinlerinde). (A. Hulusi)

52 – Bununla beraber işledikleri her şey defterlerdedir. (Elmalı)

 

Ve küllü şey’in fealuhu fiyz zubur ve yaptıkları her şey korunaklı sayfalarda bir bir kayıt altına alınmış, asla es geçilmemiş, unutulmamıştır.

 

53-) Ve küllü sağıyrin ve kebiyrin mustetar;

Küçük – büyük hepsi satır satırdır! (A. Hulusi)

53 – Ve küçük büyük hepsi satra (satır) geçmiştir. (Elmalı)

 

Ve küllü sağıyrin ve kebiyrin mustetar küçük olsun, büyük olsun, her ne yapmışlarsa satırlara geçmiştir. İlahi hesabın ıskalamayacağına atıf.

 

54-) İnnel müttekıyne fiy cennatin ve neher;

Muhakkak ki korunanlar cennetlerde ve nehir kıyılarındadırlar. (A. Hulusi)

54 – Şüphesiz muttakiler Cennetlerde nur içinde. (Elmalı)

 

İnnel müttekıyne fiy cennatin ve neher ne var ki sorumluluğunun bilincinde olanlar cennetlerde ve ırmaklar arasında mest olacaklar. Ve neher ifadesini Zemahşeri ve ona bakarak bazı müfessirler akı almaz bir ışık tayfı içinde yüzecekler şeklinde anlamışlar.

 

55-) Fiy mak’adi sıdkın ‘ınde Meliykin Muktedir;

Melik-i Muktedir’in kuvveleriyle hakikati yaşam boyutundadırlar!(A. Hulusi)

55 – Sadakat meclisinde, kudretine nihayet olmayan bir şehinşahın huzuru kibriyasında.(Elmalı)

 

Fiy mak’adi sıdkın ‘ınde Meliykin Muktedir muhteşem, sadakat tahtında. Sonsuz hükümranlık ve iktidar sahibinin yüce huzurunda.

Rabbim ebedi alemde sadakat tahtına layık olanlardan kıl bizi. İhanet gayyasına yuvarlananlardan kılma.

Amin, vel Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn.

Hamd, alemlerin rabbi olan Allah’a aittir.


İslamoğlu Tef. Ders. RAHMAN (01 – 78)(169)

$
0
0

231

 

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin.

Değerli Kur’an dostları bugün dersimize Rahman suresi ile giriyoruz. Rahman suresi mushafta 55. sırada yer alan sure. Adını ilk ayetinden alıyor. Sonsuz rahmet sahibi manasına geliyor. Kur’an da Allah’ın isimlerinden biri ile başlayan tek sure. Sure tümüyle Furkan/60. ayetinde yer alan Rahman da kimmiş, Rahman da neyin nesiymiş sorusuna müşriklerin bu inkarcı yaklaşımına bir cevap içeriyor. İki sure arasında ki tek bağ bu değil. Bu surenin 19-20. ayetleri ile, yine Furkan/53. arasında ilginç açık bir bağ daha var. Hz. Esma’dan gelen bir rivayette Hicr/94. ayetine atıf yapılır. Bu atıf rivayetiyle birlikte düşündüğümüzde Rahman suresi Hicr suresinden sonra inmiş olmalıdır sonucuna varıyoruz.

Yine İbn. Abbas bu sureyi Şehr (İnşirah) suresi ile asr suresi arasına yerleştirir. Ki takriben Kur’an ın iniş sıralamasında 13. sıraya düşer. Ancak en makul sıralama Furkan – Fatır arasına yerleştiren sıralamadır ki İbn. Aşur’un tercihi de bu. Bu durumda sureyi iniş sıralamasında 43. sıraya yerleştirebiliriz.

İbn. Mes’ud (r.a.) bu sure indiğinde sahabe arasında kim çıkıp ta Kâbe’nin önünde bunu, müşriklerin yüzüne beraber okuyacak sorusuna ben cevabını verir ve ısrarlı talepleri üzerine talebi kabul edilerek gönderilir. İbn. Mes’ud kindar bakışlar önünde bu sureyi, bu iç sesi insanın yüreğini havalandıran, gerçekten muhteşem bir iç sese, armoniye sahip olan bu sureyi müşriklerin gözleri önünde okur ve tabii ki ağır bir biçimde hırpalanır, dayak yer.

Onun bu durumunu görüp acıyan arkadaşlarına müşrikler hakkında söylediği şu söz gerçekten manidardır. Daha önce hiç onları bu kadar zayıf, bu kadar zavallı bir halde görmemiştim. İşte mü’mince bakış.

Rahman suresi, bütün bu rivayetler ve yaklaşımlar ışığında nübüvvetin 5. yılına yerleştirilebilir. Konusu itibarıyla sure Allah’ın merhametinden söz eder. Hayranlık verici bir belagate, iç sese sahip. Allah’ın insana olan sevgi, şefkat ve merhameti sure boyunca bir dip akıntısı gibi çağlar. Varlığın çift kutuplu doğasına hemen her pasajda, hatta her ayet çiftinde atıf yapılır. Allah’ın hayata her an müdahil olduğunu ifade eden o muhteşem cümle bu surede gelir. külle yevmin HUve fiy şe’n (29) bununla Allah’ın müdahil olmadığı bir hayat tasavvurlarının tamamı şiddetle reddedilir ve tokat gibi bir cevap verilir. Allah’ın müdahil olmadığı hiçbir hayat alanı yoktur.

31 kez bu surede Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban ayeti yankılanır. Bu muhteşem yankı insanın ta yüreğinde sesini bulur. O halde rabbinizin nimetlerinden hangisini inkar edebilirsiniz. O halde rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz. İnsanoğlunun buna vereceği cevap yoktur. sükûttan başka hiç birini, çünkü bırakın yalanlamayı, saymaya kalksa Ve in te’uddu nı’metAllâhi lâ tuhsuha.. (Nahl/18) asla beceremez. Bu 31 ayet nakarat değildir. Birbirinin aynı vurguya da sahip değildir. Her biri adeta özel bir vurgudur kendisinden bir önce sayılan dolaylı ya da dolaysız nimete atıf içerir. Bu kısa girişten sonra surenin tefsirine geçebiliriz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

1-) Er Rahmân;

Rahmân (El Esmâ ül Hüsnâ ile işaret edilen tüm özelliklerin sahibi), (A. Hulusi)

01 – Rahmân. (Elmalı)

 

2-) Allemel Kur’ân;

Talim etti Kurân’ı (Esmâ mertebesindeki özellikleri oluşturdu). (A. Hulusi)

02 – Öğretti Kur’an ı. (Elmalı)

 

3-) Halekal İnsân;

Halketti İNSAN’ı, (A. Hulusi)

03 – Yarattı insanı. (Elmalı)

 

4-) Allemehül beyân;

Öğretti ona beyanı (Esmâ özelliklerini insanda açığa çıkardı); (Hz. Âli’nin deyişiyle “‘İnsan’, konuşan Kur’ân” oldu.) (A. Hulusi)

04 – Belletti ona o güzel beyânı. (Elmalı)

 

Er Rahmân (1) Allemel Kur’ân (2) Halekal İnsân (3) Allemehül beyân (4) Adeta bire soru işareti var zımni olarak. Yani Rahman; Rahman da kim diye mi soruyorsunuz. Furkan/60. a bir atıf içerdiğini girişte söylemiştim. Onlar, müşrikler rahman ismini duyduklarında adeta kırmızı görmüş gibi bir hal oluyorlardı. Saldırganlaşıyorlardı ve bu ismi asla kabul etmiyorlardı. Oysa ki Rahman, rahmetle dolu, merhametle dolu, özü itibarıyla şefkat, merhamet ve sevginin kaynağı demekti.

Peki böyle bir isme neden itiraz ederlerdi müşrikler? Bu itirazın en tipik örneğini Hudeybiye de görüyoruz. Hudeybiye ye müşrik diplomatik heyetinin başında gelen Süheyl Bin Amr, Allah Resulünün Hz. Ali’ye; “Yaz ya Ali BismillahirRahmanirRahıym demesi üzerine,”Rahman da neymiş, Bismik Allahümme yaz” diye itirazda bulunuyordu. Hoş onun söylediğinde de bir problem yok, Allah’ın adıyla yaz alternatifini getiriyor. Fakat işin ilginç tarafı Rahman’ı inkar etmesi.

Neden? Bunun temelinde iki sebep yatar.

1 – Yanlış bilgi. Bölge müşrikleri Rahman ismini Yemen’lilerin iki tanrısından birinin adı olarak sanıyorlar, öyle biliyorlardı. Oysa ki Yemen de tek tanrılı inanç, yani büyük oranda Hıristiyan ve Yahudiler yaşıyordu. Onlar içinde Rahman Allah’ın bir sıfatıydı.

2 – Daha önemlisi, asıl sebep ise Allah’ın hayatlarına müdahil olmasını inkar ediyorlardı. Bu surede onların bu inkarı baştan sona reddedilecektir. Onlar Allah’ın rahmet vasfıyla dahi olsa insan hayatına müdahalesini inkar ediyorlar, istemiyorlardı. Uzak bir Allah’ı seviyorlardı. Yakın olanı sevmiyorlardı. Çünkü uzak olursa hayatlarına doğrudan müdahil olmayacak, putlarına da bir yer açılmış olacaktı. Uzak olursa aracılar koyma ihtiyacı hissedeceklerdi. Koydukları aracılar özne değil nesne tanrılar olduğu için ensesine tokat vurabilecekleri tanrılar olduğu için hoşlarına gidiyordu. Çünkü tanrıları onlara değil, onlar tanrılarına emredebiliyor, onları istedikleri yere yerleştiriyor. Onları istedikleri yere koyuyor, onları uslu uslu durmalarını öğütlüyor, hatta acıkınca yiyorlardı, böyle bir tanrıyı seviyorlardı.

Onlara şah damarından daha yakın olan, insanın her çağrısına cevap veren, insanı her an koruyup gözeten, kollayan, bakan besleyen, büyüten ve insanın tüm adımlarını yazan ve insanı daima merhametiyle kuşatan, sevgisiyle sarıp sarmalayan yakın, çok yakın bir Allah inancını istemiyorlardı.

İşte onun için Rahman da kimmiş diyorlardı ki Er Rahman; Rahman mı? O da kim mi? O rahmetin kaynağı, O şu varlık aleminde ki tüm şefkat ve merhametin menbaı; Allemel Kur’ân Kur’an ı öğreten. Halekal İnsân insanı yaratan Allemehül beyân ve yarattığı insana kendini ifade etmeyi öğretendir. Tabii ki bunlar hep fiil, fiili mazi. Yani Kur’an ı öğretti, insanı yarattı, yarattığı insana kendini ifade etme kabiliyeti verdi, yeteneği verdi.

Kur’an ı öğreten, insanı yaratandır. Bu ilk 4 ayetten, özellikle 2 – 3 – 4. ayetlerden hemen çıkaracağımız ilk sonuç bu. Kur’an ı öğreten, insanı yaratandır. İnsanı yaratanın Allah olduğuna inanıp da, Kur’an ı öğretenin Allah olduğuna inanmamak çelişkidir. Daha doğrusu, insanı yaratan Allah’ın insan için bir hayat düsturu, bir yol haritası, bir kılavuz, bir prospektüs, bir kullanım kılavuzu vermemiş olmasını düşünmek mümkin mi? İnsanı yaratacak, bir şah eser yaratacak, özene bezene yaratacak ve yarattığı şah eseri kaldırıp sokağa atacak ve dönüp bir daha bakmayacak. Onun sonsuz mutluluğu için yol göstermeyecek, onunla bir daha ilgilenmeyecek..! Bu akla mantığa sığar mı? Bu seliym bir aklın kabul edebileceği bir şey mi? Yarattığı şah eserle ilgilenmesinden daha doğal ne olabilir.

Allah insanı yarattı, kendisi için yarattı. Alemi yarattı, insan için yarattı. Yarattığı alem için bir düzen koyan Allah, kendisi için yarattığı insana bir düzen koymasın mı? Koymasın mı? koyamasın mı. Koyamayacaksa eğer o Allah olamaz. Yani eğer gücü yetmiyorsa (haşa) koymamışsa eğer o zaman insanın şah eser olması nerde kaldı. O zaman onun merhamet ve şefkatiyle insanı kucaklayıp, sarıp sarmalaması kabul edilmiyor demektir. Yani Allah’ın insana olan merhametini reddetmek, insanın insana yapacağı en büyük zulüm değil midir?

İşte Er Rahman; O sonsuz rahmet kaynağı Allemel Kur’ân, Halekal İnsân, Allemehül beyân Kur’an ı öğretti, insanı yarattı, yarattığı insana beyanı verdi. Kendini ifade etme yeteneği verdi.

Yaratma iki talim arasında geliyor, 2 ve 4. ayetler. Talim, öğretme. Yaratma ise ikisinin arasında yer alıyor, Halekal İnsân. Yani zımnen söylenen şu; İnsan ancak öğretim ve eğitimle insan olur. Yoksa, bunun haddi zatında daha temelde, daha farklı ifadesi şu. İnsan doğulmaz, insan olunur.  Onun için talim ve terbiye insan eğitim ve öğretimle insan olur. Allah’ın terbiyesiyle insan olur. Yoksa insan beşer doğar. Onun için 2. ve 4. ayetler öğretmekle ilgili. 3. ayet ise yaratılmak. Yani 2 parantez arasına alınmış insan.

Eğitim ve öğretimin temeli nedir sorusuna cevap var bu ilk satırda. Er Rahman, işte cevap bu. Eğitim ve öğretimin temeli sevgi ve şefkattir. Sevgi ve şefkatin olmadığı bir yerde talim ve terbiye, eğitim ve öğretim olmaz.

Ta’lim, anlamın tasavvuru için benliğin tahriki diye tarif edilir. Ta’lim Anlamın tasavvuru için benliğin harekete geçirilmesi, yani tasavvurun inşası bizim ifademizle. Tasavvurun inşası. Nasıl yapıyor bunu, ölüm, hayat. Kâr zarar, Hakk batıl, iyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış, geçici kalıcı, başarı başarısızlık, büyük küçük, yüce alçak. Yani hayatımızı üzerine inşa ettiğimiz ne kadar temel kavram varsa içerisini boşaltıp kendisi dolduruyor. Çünkü biz insanlar bu kavramlarla düşünür, bu kavramlarla duyar, bu kavramlarla algılar, bu kavramlarla yaşar, bu kavramlarla barışır, bu kavramlarla savaşır, bu kavramlarla ölür. Bizim hayatımızın ekseni bu kavramlardır. Eğer bu kavramlar yanlış yüklenirse biz yanlış yaşarız, yanlış ölürüz, yanlış dururuz, yanlış vururuz, yanlış barışır, yanlış savaşırız. Eğer bu kavramlar doğru inşa edilirse doğru yaşarız, doğru ölürüz, doğru savaşırız, doğru barışırız, doğru kazanırız, doğru harcarız.

Görüyorsunuz kavramlar önemli ve bu kavramları kim inşa etmişse o kişinin rabbi odur. Eğer hayati kavramlarınızı Allah inşa etmişse rabbiniz Allah olur. Eğer başkaları inşa etmişse rabbiniz o olacaktır.

Beyan; Kendini ifade etme yeteneği. Allah’ın insana verdiği en büyük yetenek. Akıl yeteneği bunun bir boyutu, irade bunun bir boyutu, iz’an ve irfan bunun bir boyutu, düşünme melekesi bunun bir boyutu, hatta hafıza bunun bir boyutu. Mel insan levlel lisan illa behimetün muhmeletun. Öyle diyordu ya şair. Eğer lisan olmasaydı, dil olmasaydı, mantuk olmasaydı, o mantuğu dile getiren mantık olmasaydı. Düşünce olmasaydı insan ihmal edilmiş bir canlıdan başka neydi ki, ne olabilirdi ki, hiçbir şey. Ancak mantık ve o mantığın ifadesi olan mantuk, dil sayesinde insan, insan olmayı beceriyor, çünkü kendini ifade ediyor. Bu surede kendini ifade edebilen insanın haddi zatında doğru ifade etmesi için zihniyeti inşa ediliyor. Tasavvuru, aklı, şahsiyeti ve hayatı inşa ediliyor.

Vahyin gayesi de zaten bu değil midir, vahiy ilahi bir inşa projesidir. Vahiy tilavet edilmek için değil yaşanmak için indirilmiştir. Vahiy hayatın ta kendisidir. Vahiy Allah’ın, hayatın ta ortasına müdahalesidir. Onun için bu müdahaleyi biz zihniyeti, aklı, tasavvuru inşa biçiminde bu surenin her ayetinde bir dip akıntısı gibi görüyoruz.

 

5-) Eş Şemsu velKameru Bi husban;

Güneş (kavrayış) ve Ay (duygu – hissediş) (Bi-) hesap iledir (mertebelerledir). (A. Hulusi)

05 – Güneş ve Ay hesaplı. (Elmalı)

 

Eş Şemsu velKameru Bi husban güneşi ve ayı mükemmel bir hesapla, sapmaz, şaşmaz, çok ince ve hassas bir hesapla yörüngelerinde hareket ettiren O’dur. Veya şöyle de çevirebilirim bu ayeti. Zamanı tayin için bir ölçü kılan O’dur, güneşin ve ayın. Kur’an ın ibret ve davet sisteminde güneş ve ay birbirinin iki ucudur, yani iki çifti, karşıtı temsil ederler Kur’an ın davet sisteminde. Gecenin ayeti aydır, gündüzün ayeti güneştir. Ayın ışığı Kur’an da Nûr olarak, güneşin ışığı dav’ (ziyanın çoğulu) olarak geçer. Yani ışıkları bile aynı kelimeyle anılmaz. Biri ışığını ödünç alır, diğeri ışığını kendisinden verir. Bunu bile Kur’an ifade ederken farklı kavramlar kullanır.

Kozmik düzene atıf var bu ayette. İnsan için yaratmıştır Allah Güneşi ve ayı. Çünkü bu misafirhanenin lambalarıdır. Biri gece lambasıdır, biri gündüz. Bu lambaları koyan Allah, insan önünü görsün diye koymuştur. Bu lambalar için bile bir yasa koysun da, bu lambaları kendisi için yarattığı insan için bir yasa koymasın mı. Onu başıboş mu bıraksın, onunla ilgili hiçbir rehberlik yapmasın, onu görmezden mi gelsin. İşte soru bu ve bu ayetin buraya yerleştirilmiş olmasının hikmeti de bu. Güneş ve ay bile bir hesaba göre dönerken ey insanoğlu sen hesapsız mı yaşayacaksın hayatı. Yani ipsiz ve sapsız mı olacaksın, başıboş mu bırakılacaksın, saldım çayıra mı demesini bekliyorsun Allah’ın seni. Yoksa Allah’ın sana sahip çıkmasından hoşnut olmadın mı.

Eğer Allah sana sahip çıkıyorsa bu rahmetinin bir ifadesidir. Öp ve tepene koy, başının üstünde taşı. Rabbim şükrederim de. Senin sonsuz nimetinin üstüne bir nimette bu oldu de. Borcum daha da arttı de. Aslında bize söylemek istediği şey bu ayetin.

 

{Atlanan ayetler(6-7).

6-) VenNecmu veşŞeceru yescudan;

Necm (yıldız – fikirler) ve ağaç (beden) secdededirler (Esmâ indînde “yokluk” hâlindedirler). (A. Hulusi)

06 – Çemen, ağaç secdedan. (Elmalı)

Nebat ve Ağacın Secdesi

Bunların secde etmelerinin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, biraz önce de söylediğimiz gibi, “onların gölgeleri secde ediyorlar” manasınadır.

b) Bu ikisi Allah’a boyun eğerler. Dolayısıyla hep yerden bitip çıkıyorlar. Allah’ın izniyle bu çıkışa ve boyun eğişe devam ediyorlar. Böylece de Cenâb-ı Hak, güneşi ve ayı dairevî bir şekilde hareket etmeye, bu bitkileri de, yukarıya doğru, dikey harekete memur kılmıştır.

Bu sebeple de bitkinin hep yerinde duruşu, secdeye teşbih edilmiştir. Çünkü secdede olan, sabit ve hareketsizdir.

c) Her ne kadar gözle görülmese de, bu bitkiler, gerçekten secde ederler ve bu tıpkı, anlaşılamasa bile, her birinin Allah’ı teşbih edişleri gibidir. Nitekim Hak Teâlâ, “Her şey Allah’ı teşbih eder. Fakat siz onların teşbihini anlayamazsınız” (İsra, 44) buyurmuştur.

d) Secde, alnı yere koymak, yahut da başın yere doğru olması demektir. Gövdeli ve gövdesiz bitkilerin başları da gerçekte yere doğru, ayakları ise, göğe doğrudur. Çünkü canlıların, gıdalarını almaları başları sayesinde olur. Bitkilerin ise gıdaları almaları kökleri sayesinde olur. Bir de baş olmadan hayat olmaz. Bitkilerin de köklerine bir arıza girdiğinde, taptaze olarak ayakta kalmazlar. Ama dalları ve tepeleri kesildiğinde, hayatiyetlerini sürdürebilirler. İşte bundan ötürü dallara, “ağacın başlan” denmiştir. Çünkü insandaki baş, en üstte olandır. İşte bundan ötürü bitkilerin de üst taraflarına baş denmiştir. Bunu iyice anladığına göre, gövdeli ve gövdesiz bitkilerin başlan, hep yere doğrudurlar. O halde bunların secde edişleri, hakikî manada değil, bir teşbih olacaktır. (Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb)

 

7-) VesSemae rafe’aha ve veda’al miyzan;

Semâyı (bilinci; Levvâme mertebesinden Mardiye mertebesine kadar) yükseltmiş ve mîzanı (vahdet – kesret değerlerini dengeli yaşama özelliğini) yerleştirmiştir. (A. Hulusi)

07 Bak şu güzel semaya verdi ona irtifa’ vaaz eyleyip mizânı. (Elmalı)

 

«Gökyüzünü O yükseltti ve mîzânı (ölçü-tartıyı) koydu. Sakın tartıda hakkı, insafı aşmayın.»

Yedinci âyetle, Allah’ın varlığına ve birliğine delâlet eden dördüncü belge işlenirken «mîzân» kavramına yer verilmektedir. Fezanın bir bakıma rakama sığmayacak büyüklüğü ve ondaki cisimlerin birbirinden uzak tu­tulması; sistemlerin oluşturulmasının muhakkak ki çok hassas bir mîzana göre sağlandığını göstermektedir.

Mîzân, ismi alet olup «terazi» anlamına geldiği gibi, denklem, denge, adalet ve düzen mânalarında da kullanıldığı vâkidir.

Bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz : Fezada yer alan, dünya dahil bü­tün yıldız ve sistemlerin kendi hareketlerinde, yer çekim ve merkezkaç ka­nunlarıyla mutlak bir denge hâkimdir. Aynı zamanda her yıldız ve sistemde yer alan şeyler arasında da bir denge ve hassas bir düzenleme söz ko­nusudur.

Dünyanın belli bir süratle kendi ekseni ve güneş etrafında elips çize­rek sürdürdüğü hareketi, her bakımdan dengeli ve düzenlidir. Nitekim «elipssin tarifi yapılırken bu tür dengeye işaretle şöyle denilmiştir: «Öyle kapalı bir eğri ki bütün noktalarının ‘odak’ denilen iki ayrı noktaya olan uzaklıklarının toplamı birbirine denktir.»

Yeryüzünün kuruluş ve yayılışında da bu denge kanunu hâkimdir. An­cak zaman zaman insanların bilgisizce müdahalesi bu dengeyi bozmakta­dır. Meselâ ormanlar hem bol oksijen verip sağlık kazandırır, hem havanın tozunu ve kirliliğini toplar, hem yağmur yağmasını sağlar, hem birçok can­lılara barınak hizmeti verir.

Ağaçları plânsız, programsız ve bilgisizce kestiğimiz takdirde bu den­ge bozulur ve zincirleme birçok dengelerin de bozulmasına neden olur. Önce kuraklık başlar, toprak kayması meydana gelir.

Denizleri kirletmek ve barındırdığı canlıları bilgisizce avlamak ayrı bir dengesizlik doğurur.

Kur’an bu hususu biraz daha açıklayarak Rûm Sûresi 41. âyette şöy­le buyurmaktadır: «İnsanların elleriyle işledikleri (bilgisizce) işlerden, fe­nalıklardan dolayı karada ve denizde fesat (dengesizlik ve düzensizlik) or­taya çıktı..»

Onun için konumuzu oluşturan sekizinci âyette, insanlara seslenilerek şu uyarı yapılmaktadır: «Sakın mîzânda (ölçü, tartı, denge ve düzende) hakkı, insafı aşmayın.»

Ayrıca âyette, göklerde mîzân, yani denge ve düzen kurulduğu gibi, yerde de mîzan kurulmuştur. Artık siz de hem denge ve düzeni koruyun, hem de alım-satımda bulunurken teraziyi, tartıyı doğru ve âdil kullanın, hususu da kısaca belirtilerek uyarıda bulunulmaktadır. (İlmin Işığında Asrın Kuran Tefsiri Celal Yıldırım)

[Ek bilgi; Bilindiği üzeregök kütlelerinin birbirinden olan uzaklığı, onların dengesinin esasını teşkil eder. Kütleler birbirlerinden ne kadar uzaksa birbirleri üzerindeki çekim güçleri de o derece zayıf olur.ç Birbirlerine yakın oldukları ölçüde biri birini öteki üzerinde ki etkisi fazla olur. Nitekim(astronomik anlamda) yere yakın olan ay, çekim kanunuyla denizlerde ki suyu etkiler. Med cezir de bundan ileri gelir. Şayet iki gök cismi gereğinden çok birbirine yaklaşsaydı çarpışma kaçınılmaz olurdu. Karışıklığın olmaması için bir emre boyun eğmek vazgeçilmez bir şarttır. (Maurıce Bucaılle – Kur’an ve bilim)]}

 

8-) Ella tatğav fiyl miyzan;

Ki o mîzanda haksızlık etmeyesiniz (dengede biri ağır basarak diğerinden mahrum kalmayasınız). (A. Hulusi)

08 -  Ki taşmayın mizanda. (Elmalı)

 

Ella tatğav fiyl miyzan ki siz ey insanlar dengeyi bozup ölçüyü kaçırmayın. Yani Allah bir denge koydu her şeye, sizin içinize de koydu, sizin içinde koydu. Akıl dengesi, düşünce dengesi, duygu dengesi, eylem dengesi. Bu dengeyi bozmayın. Bu dengeyi bozmak nedir biliyor musunuz? Güneşin ölçüsü kaçarsa ona kıyamet diyoruz. Kozmik kıyamet. Sizin de ölçünüz kaçarsa bu da insanın kıyameti olur. Kendi kıyametinizi kendi ellerinizle koparmayın.

 

9-) Ve ekıymulvezne Bil kıstı ve lâ tuhsirul miyzan;

Değerlendirmeyi (Ulûhiyet hükümlerine göre) adaletle yaşayın ve mîzanı dengelemede yanlış yaparak hüsranı yaşamayın! (A. Hulusi)

09 – Ve doğru tutun adaletle tartıyı da aksatmayın mizanı. (Elmalı)

 

Ve ekıymulvezne Bil kıstı ve lâ tuhsirul miyzan yine istikamet ve adaletle ölçüp biçin. Ölçüp biçme işini istikametli ve adaletli yapın. Ölçme değerlendirme yaparken asla haksızlık yapmayın ve lâ tuhsirul miyzan. Yani; Mizan terazi demek. Aslında sadece katı şeyleri, cisimleri ölçüp tartan şeyler değil teraziler aynı zamanda soyut hükümler verirken de akıl terazisini kullanırız. Akıl terazisinde de hata yaparız. Ölçüp tartarken, değerlendirirken, kıymet hükmü verirken eğer akıl terazimiz doğru ölçmezse, doğru tartmazsa ne yaparız? Büyüğe küçük, küçüğe büyük. İyiye kötü, kötüye iyi, hakka batıl, batıla Hakk muamelesi yaparız. Kâra zarar, zarara kâr deriz. İşte Kur’an bunu demememiz için akıl terazimizin ayarını yapar. Kur’an ın insan aklını, tasavvurunu, şahsiyetini inşasının amacı budur ve burada da bu vurgulanmıştır.

Kozmos – Kaos. Birbirinin zıddı değil mi? Kozmos kainatta ki düzen. Kaos ise bu düzenin bozulması. Tıpkı bunun gibi insanın iç dünyasında da bir kozmos ve kaos var. Kozmosa karşılık düşen adalet, kaosa karşılık düşense zulümdür. Denge, dengesizlik. Bu her şey için böyledir. Ekolojik denge, ekonomik denge, psikolojik denge, toplumsal denge, hayat dengesi. Bunlardan hangisi bozulursa insanoğluna büyük problem olarak yansır ve insan mutluluğunu kendi elleriyle asar.

 

10-) Vel Arda veda’aha lil enam;

Arz (Beden) ki, mahlûkatı (mikro evreni) onda oluşturdu! (A. Hulusi)

10 – Arza da bir tevazu’ verdi berayı enam. (Elmalı)

 

Vel Arda veda’aha lil enam yine O yer yüzünü insanların ayağı altına özenle, özene bezene döşemiş sermiştir.

 

11-) Fiyha fakihetün vennahlu zâtul ekmam;

Bir meyve (insan) var onda (arzda); tomurcuklu (açılıma hazır) hurma ağacı (beyin)! (A. Hulusi)

11 – Onda bir meyve, ve ikmaliyle duran nahli benam. (Elmalı)

 

Fiyha fakihetün vennahlu zâtul ekmam yine orada envai çeşit meyveler, salkım saçak hurma ağaçları vardır. Aslında Kur’an da bu örnek sık verilir ama bu surede daha sık veriliyor. Meyve. Yer yüzünü döşemekle kalmadı Allah. Sadece döşese iyi. Yani sizin için olmazsa olmaz bir misafirhane yaptı. Ama misafirhaneyi yapıp bırakmadı, sizin için zaruretleri koydu, onun yanına ihtiyaçlarınızı da koydu. Onun yanına bununla da yetinmedi Allah’ın insanoğluna, sevgi ve şefkatine bakın ki güzellik ihtiyacınızı, estetik ihtiyacınızı da karşıladı.

İşte ağaç örneği budur. Ağaçlar zaruri yattan olan oksijen üretirler. Bu muhteşem işlemi yapan ağaçlar aynı zamanda meyveleri ile bitkiler bizi beslerler. Soframıza ekmek olarak gelir buğday, meyve olarak gelir. Karbon hidratlar olarak gelir. Ama aynı zamanda dolaylı olarak et olarak gelir. Yani et meyvedir, dolaylı bir meyvedir. Bununla da yetinmezler. Bitkiler dünyası güzellik ihtiyacımıza da cevap verirler. Çiçek olurlar, gül olurlar ve burcu burcu kokularıyla, can alıcı renkleriyle dünyamızı güzelleştirirler. Yani rabbimiz sizi yaratıp atmadım sizin her türlü ihtiyacınızı da gözettim imasında bulunuyor.

 

12-) Velhabbu zül asfi verreyhan;

Filizlenmiş tohumlar (uç vermiş hakikat fikirleri) ve hoş kokulu bitkiler (insanî hakikatin getirisi davranışlar) var. (A. Hulusi)

12 – Ve o çimli dâneler ve o hoşbu’ reyhan. (Elmalı)

 

Velhabbu zül asfi verreyhan işte geldi ve filizlenen danelerle, başaklarla, hoş kokulu çiçekler verdi. İşte geldi! Sadece zaruret olan ekmeğinizi vermedi, aynı zamanda estetik ihtiyacınız olan, güzellik ihtiyacınız olan hoş kokulu çiçekleri de verdi. Nimetler gerdanlık gibi. İnsanoğlu gerdan, yer yüzünün göz bebeği. Bu gözbebeği gerdana dizilmiş birer gerdanlık. İnsanoğluna söylenen şu; Gerdanlıklar gerdanlar içindir, ey insanoğlu gerdanları gerdanlığa kurban etme. Yani sen Allah’a kurban ol, Allah’a adan adanacaksan. Allah diğer nimetleri sana kurban etti. Seni ise kendisine ayırdı. Sen gerdansın, gerdan gerdanlığa kurban olmaz. Değerini bil, kıymetini bil.

 

13-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

13 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini inkar eder, hangisini yalanlarsınız. Küma; ikil zamiri, tensiye zamiri neyi ifade eder sorusu müfessirler tarafından farklı farklı yorumlar olmuş.

1 – Kadim müfessirlerin çoğunluğu bu ikili zamirin, tensiye zamirinin insan ve cinlere gittiğini söylerler. Fakat bu yüz yılın din müfessirlerinden İbn. Aşur Kur’an cinlere değil, insana nazil olmuştur diyerek bu görüşün isabetli olmadığını söyler.

2 -  İkinci görüş; Bu ikili zamir, tensiye zamiri iman ve küfre gider derler. Yani ey iman eden ve inkar eden insan o halde rabbinizin hangi bir nimetini inkar edersiniz, yalan sayabilirsiniz. Yani tamam iman eden etti, ama ey inkar eden insan sen inkarcısın ama Allah’ı inkar ederken sana verdiği nimetleri kullanarak inkar ediyorsun. Allah’ı inkar ettiğin dilin bile Allah’a ait. O halde bu nankörlük niye. Bu ikili zamirin küfür ve imana delalet ettiğini söylerler ki iki denizin kavuşmasından söz eden 19- 20. ayetler buna gönderme yapar gibidir.

3. Üçüncü görüş, ki bu bendeniz böyle düşünüyorum; Varlığın çift kutupluluğuna delalet eder. Bu Küma ikili zamiri. Ey çift kutuplu varlıklar yaratılmış olmanın temel yasasıdır çift kutupluluk. Yaratılmış hiçbir şey yoktur ki tek kutuplu olsun, tek olmak Allah’a mahsustur. Yaratılmış her şey zıddıyla kaimdir. Onun için ey zıddıyla kaim olan mahlukat anlamına gelir. Görünen iradeli varlıklar, görünmeyen iradeli varlıklar. Ya da insanın görünen boyutu, görünmeyen boyutu. Her iki boyutuyla birlikte insanın görünen nimetleri, görünmeyen nimetleri. İnsanın bedeni için var edilen nimetler, ruhu için var edilen. İnsanın aklı için var edilen nimetler, midesi için var edilen nimetler. Vahiy gibi insanın aklı için indirilen nimetler, meyve gibi, sebze gibi, ekmek gibi, et gibi insanın midesi için indirilen nimetler. Yani her ikisine de muhatap olan insan. O halde rabbinizin hangi bir nimetini inkar edersin, yalanlarsın. Yani manevi nimetini mi, maddi, nimetini mi. Kalbine indirdiği vahyi mi, bedenin için yarattığı şu bin bir türlü nimetleri mi, hangisini inkar edersin.

4 – Dördüncü bir görüşte bunun te’kit, te’yit ve tekrar olduğu görüşüdür ki Razi’nin görüşüdür bu. Yani iki kez Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini yalan sayarsınız, o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini yalan sayarsınız şeklinde iki kez tekrara delalet ettiği görüşü var.

[Ek bilgi; 5 - Ayrıca belâ ve musibetleri kaldıran, rahatlık veren keyfiyete de denir. Sık sık bu âyet-i kerîme tekrar edilerek. (Ebü’l Leys Semerkandi-Tefsir-ül Kur’an)]

 

14-) Halekal’İnsane min salsalin kelfahhar;

Yarattı insanı (bedenini) pişmiş kuru balçıktan (elementler). (A. Hulusi)

14 – Fağfur gibi bir salsâldan insanı yarattı. (Elmalı)

 

Halekal’İnsane min salsalin kelfahhar o insanı sanki ateşte pişirilmiş gibi kurutulmuş çamurdan yarattı.

 

15-) Ve halekalCanne min maricin min nar;

Cann’ı (cin sınıfını – görünmez varlıkları) da dumansız ateşten (radyasyon – ışınsal enerji – elektromanyetik dalga bedenli) yarattı. (A. Hulusi)

15 – Bir maric ateşten de o cannı yarattı. (Elmalı)

 

Ve halekalCanne min maricin min nar görülmeyen varlıkları da, çözülmesi zor ateş türü bir karışımdan yarattı. Kavranması, anlaşılması, çözülmesi zor, ateş türü bir karışımdan yarattı.

Yer yüzünün insandan önceki iradeli varlığı cinlerdir. Biz bunu Kur’an dan öğrenmiş oluyoruz. Hicr suresinde bu açıkça yer alıyor. Cinler yer yüzünde insandan önce iradeyi temsil ediyorlardı, seçmeyi temsil ediyorlardı. Yani insanın selefi onlar, insan ise onların halefidir. Belki halifeyi bu çerçeve de anlamakta mümkündür. Yer yüzünün yaratılış aşamalarından ateş topu haline ve soğumuş haline ayrı ayrı bir atıf olarak anlaşılabilir bu hikaye. Ateş topu haline bir atıftır, yani yer yüzünün ateş topu zamanlarında yer yüzünü Allah iradesiz varlıklardan noksan bırakmadı, soğumuş zamanında da insanla iradeli varlıklardan mahrum bırakmadı. Onun için bu ikisine arka arkaya yer yüzünün yaratılış aşamasına iki aşamasına ve bu iki yaratılış aşamasında ki iki ayrı iradeli varlığa birer atıf olma ihtimali mümkindir.

Basit bir hammadde den mucizevi bir varlık çıkarmak zımnen ayetlerin söylediği bu. İrade nimetini inkar nankörlüktür diyor. Allah basit bir varlıktan muhteşem bir varlık var etti, insan gibi ve irade verdi. İşte bu nimetin şükrünü istiyor ve diyor ki;

 

16-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

16 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban bu basit özden iki muhteşem inşa yaptı. Birisi beden, ceset, diğeri ruh. Dolayısıyla hangi birini yalanlayabilirsiniz. Bunlardan hangisini yalanlayabilirsiniz. Bu basit temelden, bu karmaşık ve muhteşem şah eseri yaratan Allah’ın hakkını nasıl ödeyebilirsiniz.

 

17-) Rabbulmeşrikayni ve Rabbulmağribeyn;

İki doğuş yerinin (dünya ve ölüm ötesi yaşam boyutu) Rabbidir ve iki batış yerinin (dünya ve kabir âlemi) Rabbidir. (A. Hulusi)

17 – Hem iki Meşrikın rabbi hem iki Mağribin rabbi. (Elmalı)

 

Rabbulmeşrikayni ve Rabbulmağribeyn O iki doğunun da rabbidir, iki batının da rabbi. Gün doğumunun ve gün batımının iki uç noktası arasına delalet eder. bu iki doğu ve iki batı. Zımnen söylediği şudur ayetin Allah kainatın sanîi, Banîi ve kayyumudur, ayakta tutanıdır. Dolayısıyla sen varsan Allah’ın merhameti sayesinde varsın, bunu nasıl inkar edebilirsin.

[Ek bilgi; "Meşrikeyn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı) ifadesiyle, kış ve yaz mevsimlerinin en kısa ve en uzun günleri kastediliyor olabilir. Ya da yeryüzünün yarı küresidir.

Kış mevsiminin kısa günlerinde güneş, en dar açıdan doğar ve batar, yaz mevsiminin en uzun günlerinde güneş en geniş açıdan doğar ve batar. En uzun ve en kısa iki gün arasındaki günlerde güneşin doğuş ve batışı her gün farklı açılarda olur. Nitekim başka bir ayette (Meariç: 40) "Doğuların ve Batıların Rabbi" ifadesi kullanılmıştır.

Ayrıca güneş bir yarı kürede doğarken, diğer bir yarı kürede batar. Bu şekilde düşünürsek, yeryüzünün iki doğusu ve iki batısı olmuş olur. "Doğuların ve batıların Rabbi" ifadesi de birkaç anlama gelebilir,

1) Güneş Allah'ın emriyle doğar ve batar, ayrıca bu, her gün farklı açılarda vuku bulur.

2) Yeryüzünün de güneşin de sahibi O'dur. Çünkü bunların ayrı ayrı sahipleri olsaydı, bu kadar uyum içinde bulunamazlardı.

3) Doğunun ve batının ve ikisinin arasındaki her şeyin sahibi Allah'tır. Tüm bunları yaratmak ve güneş ve yeryüzünün hikmete dayalı nizamını kurmak O'na aittir. (Ebü’l Alâ Mevdudi-Tefhim-ül Kuran)]

 

18-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

18 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz.

 

19-) Meracelbahreyni yeltekıyan;

Salmıştır (melekiyet ve hayvaniyet; şuur ve bilinç) iki denizi; kavuşup kucaklaşıyorlar. (A. Hulusi)

19 – Salmış iki deryayı demâdem çatışırlar. (Elmalı)

 

20-) Beynehüma berzahun lâ yebğıyan;

Aralarında bir berzah var, birbirinin sınırını aşamıyorlar (ikisi de kendi boyutunda gereğini yaşıyor). (A. Hulusi)

20 – Beyinlerinde bir berzah bagy eylemezler bir ân. (Elmalı)

 

Meracelbahreyni yeltekıyan (19) Beynehüma berzahun lâ yebğıyan O iki denizi saldı ama ikisi birbirine kavuşsunlar diye saldı. Fakat aralarında aşamayacakları da bir engel koydu. İki denizi bir birine saldı ki kavuşsunlar. Ama Meracelbahreyni yeltekıyan, Beynehüma berzahun lâ yebğıyan ikisi arasında aşılmaz bir duvar var.

 

21-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

21 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini inkar edebilirsiniz.

Burada açıkça söylenen şey bir yasaya delalet ediyor ki o zaten bugün artık bilinen bir yasa. Nedir? Bazı boğazlarda açık denizler ve kapalı denizlerin kavuştuğu yerlerde su olduğu halde su birbirine girmiyor. Bir miktar öteden alınan su örneği ile öbüründen alınan su örneğinin elementer yapısı farklı, kimyasal yapısı farklı. Çok ilginç. Yani sanki arada bir duvar var, görünen bir şey yok. Fakat birbirinden ayrı duruyor. Bunu, bu fiziki mucizeye bir işaret var.

Hatta ilginçtir çağımızın merhum büyük bilim adamlarından Fransız mühtedisi bir gün Kaptan (Jagues) Cousteau da Kur’an ın bu mucizesini aktarır. Maurice Bucaille. Fransız muhtedisi Müslüman. Arkadaşı olan Kaptan Cousteau’ya Kur’an da ki bu ayeti aktardığında Cousteau; “Bunu Kur’an mı söylüyor?” Der. “Bunu 1400 yıl evvel mi söylemiş, biz bunu yeni keşfettik.” Diyerek hayretini ifade eder.

[Ek bilgi; Büyük denizlerin birleşim noktalarında meydana gelen doğal bir engel, bu denizlerin özelliklerinin birbirine geçmesini önlemektedir. Mesela Akdeniz’in kendine özgü bitki örtüsü ve hayvanları, Atlas okyanusunun da yine kendine özgü bir ortamı vardır. Atlas okyanusunda ki bazı hayvanlar, Akdeniz’de yaşayamadığı gibi, Akdeniz de ki bazı hayvanlar da Atlas okyanusunda yaşayamaz. Eğer bu denizlerin suları birbirine karışmış olsaydı hiç birinin ortamı diğerinden farklı olmayacaktı.

İşte aradaki doğal engel denizlerin özelliklerini korumakta birinin özelliğinin diğerine geçmesine engel olmaktadır. (Prof. Dr. Süleyman Ateş- Yüce Kur’an ın çağdaş tefsiri)]

Ama bence bu ayetlerde daha derin bir şey söyleniyor, daha derin bir ahlaki ve insani karşılığı var. Ne bu karşılık? İman ve küfür. İki deniz, iki ayrı inanç, iki ayrı bakış açısı, iki ayrı hayat tarzı adeta Mekke’de ki Müslümanlara bir teselli bu. Siz küfür denizi içindesiniz, fakat karışmıyorsunuz. Allah sanki aranızda bir duvar var gibi sizin imanınızı koruyor. Mekke’de ki ortamın bir ifadesi aslında. Karıştırmıyor sizi, sizin imanınızı görünmez duvarlarla koruyor.

..sedden ve min halfihim sedden feağşeynahüm fehüm lâ yubsırun. (Yasin/9) adeta yasinde ki bu ayete bir gönderme. Önlerinde bir set, arkalarında bir set var, göremezler, göremiyorlar. Dolayısıyla görünmez duvarlarla Allah kendisine iman edenleri koruma altına alıyor. Sanki böyle bir ima var gibi geliyor bana.

 

22-) Yahrucu minhümellü’lüü velmercan;

Çıkıyor onlardan inci ve mercan (çeşitli özellikler). (A. Hulusi)

22 – Çıkar onlardan inci ile mercan. (Elmalı)

 

Yahrucu minhümellü’lüü velmercan (sonraki ayetle birlikte)

 

23-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

23 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Yahrucu minhümellü’lüü velmercan (22) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o ikisinden irili ufaklı inciler çıkar. Mercan Arap dilinde bizde ki şu anda mercan resiflerine verilen isim olmaktan daha çok, büyük inciye verilen isim olarak şöhret bulmuş. Onun için irili ufaklı inciler diye çevirdim. O halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edersiniz.

Önceki yorumumun bir devamı sadedinde. Küfür perdesinin altında inciler gizlenir. O küfür denizinde bakarsın öyle inciler yatar ki can alıcı inciler. Sen o incileri ara, o incilere dua et. Ki Resulallah mesajı almıştı. “İki Ömer’den birini ya rabbi” diyordu. Biri Ebu Cehil, biri Ömer Bin Hattab. İki Ömer’den birini. Küfür denizinde ki incilere göz dikmişti Resulallah. Gözü incilerdeydi. Çünkü küfür perdesinin altında gizleniyordu. Tıpkı midye kabuğunun içinde gizlenen inci tanesi gibi.

Yine Resulallah; “İnsanlar madenler gibidir” diyordu. Ennasü meadiynü hıyarhüm fiyl cehliyye fe hıyarühüm fiyl İslâm. Cahiliye de değerli olanı İslam da da değerli olur. Yani madeni değerliyse eğer. Küfür denizinin içinde, üstü küfür örtüsüyle örtülmüş olsa dahi o örtüyü açtığınızda, onu keşfettiğinizde, kabuğu kırdığınızda, ortaya çıkardığınızda, gerdana dizdiğinizde o işlevini yapar. İncidir o. İmanda da üstün olur. Biz Resulallah’ın bu sözleriyle bu ayetleri yan yana getirdiğimizde gerçekten müthiş bir okuma görüyoruz.

Yine Buhari’nin naklettiği beni çok etkileyen bir başka hadis var. İnsanlar develer gibidir bazen yüzü bir arada bulunur da binecek bir tane bulamayabilirsin diyordu. İşte bütün bunları yan yana dizip bu ayetlerin söylediğinin ötesinde söylemek istediğini daha derin anlayabiliriz.

En azılı kafirin en derinlerinde fıtrat incisi yatar onun için%100 kafir bir insan yoktur. İçinin en derinlerinde bir tarafı Müslüman’dır, en azından fıtrat. Siz oraya hitap etmeye, oraya ulaşmaya, onu oradan diriltmeye, onu orasından yakalamaya bakın. Onun orasını muhatap alıp, onun orasını sevmeye ve onun orasından sarsmaya dikkat edin. Unutmayın Fıtrat Mü’mindir. Siz o fıtrat incisi için küfür kabuğunu yarmak zorundasınız. Eğer küfür kabuğunu atar, fıtrat incisine ulaşırsanız o inci de size müteşekkir kalacaktır.

 

24-) Ve lehulcevarilmünşeatu fiylbahri kel’a'lam;

O’nundur, denizde (Hakikat ilminde) inşa olunmuş, dağlar gibi (oluşturulmuş benliklerle yaşamda) akıp giden gemiler (bedenler)! (A. Hulusi)

24 – Hem onun denizde akıp giden o münşeâti alem nişan. (Elmalı)

 

Ve lehulcevarilmünşeatu fiylbahri kel’a'lam yüce dağlar gibi denizde hızla akıp giden koca gemiler O’nun yasalarına tabidir.

 

25-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

25 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde ey görünen ve görünmeyen varlık çiftleri, ey iradeli varlık çiftleri rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlayabilirsiniz.

Tatlı- tuzlu tüm suların yasası Allah tarafından konulmuştur. Bu ayet çiftini böyle açıklaya biliriz. Zımnen Allah’ın iradesi İman küfür gibi her türlü hayatın içinde ki durumların üstünde ve ötesinde, tüm tavır alışların üstünde ve ötesinde tecelli eder.

Su akıllıdır, ben bu ayeti biraz da böyle anlıyorum. Su mucizedir. Su akıllıdır. Gerçekten de son yılların en tipik araştırmasıydı Japon bilim adamının su molekülleri üzerine yaptığı araştırma. Su molekülleri üzerine yaptığı araştırmada çok özel bir yöntemle moleküllerin fotoğrafını çekmişti bu bilim adamı. Moleküllerin yanında sevgiden, Allah’tan söz edildiğinde moleküller muhteşem bir düzene giriyor, kozmos oluşturuyor, harikulade  şekillere giriyor, ama şeytandan söz edildiğinde, küfredildiğinde bu düzen bozuluyor, kaosa giriyor, çok kötü bir biçim alıyordu ve her ikisinin de fotoğraflamayı başarmıştı bu bilim adamı. Adeta 2/3 su olan insanın moleküllerinin Allah deyince, iman deyince,cennet deyince, yani besmeleli bir insanın moleküllerinin nasıl güldüğünü, nasıl muhteşem güzellikler sergilediğini gösterir gibiydi. Gerçekten de ilginç bir sonuçtu. Onun için su akıllıdır, su mucizedir ve suya dikkat çekiyor. Rabbinizin hangi bir nimetini inkar edersiniz uyarısıyla.

[Ek bilgi; Su Mucizesi]

 

26-) Küllü men ‘aleyha fan;

Arzda (bedensel yaşamda) kim varsa hepsi fânidir (her bedendeki nefs – bilinç ölümü tadar). (A. Hulusi)

26 – Üzerindeki her kes fanî. (Elmalı)

 

Küllü men ‘aleyha fan Oradaki her varlık fanidir. Yani yer yüzünde ki. Hatta şu alemde ki her canlı, hatta şu alemin kendisi fanidir, yok olacaktır.

 

27-) Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm;

Zül’Celâli vel’İkrâm Rabbinin vechidir (Esmâ mânâları) Bakıy olan! (A. Hulusi)

27 – Bakı o Rabbinin yüzü o zülcelâli vel’ikram. (Elmalı)

 

Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm baki kalacak olan sadece celal ve ikram sahibi, azamet ve ihtişam sahibi rabbinin zatıdır.

küllü şey’in halikün illâ vecheH. (Kasas/88) bu da başka bir ayet O’nun zatı dışında her şey helak olacaktır, yok olacaktır diyor. Çift kutupluluk yaratılmışlığın esasıdır. Yaratılmışlıksa ebedi olmamanın illetidir. Ne ki yaratılmıştır, o ebedi değildir. Onun için burada insana söylenen çok derin bir öğüt var. Ey mahluk, ey yaratılmış olan insan Halîkla ayaklaşma, yaratanla ayaklaşmaya kalkma. Yaratanla yarışmaya kalkma. Kaybedeceğin bir yarıştır bu. Haddini bil. Haddini bilirsen değerini de bilirsin, değerini bil. Eşyaya kul olma, Allah’a isyan etme. Kul olacaksan Allah yeter. Allah’a kul ol ki hakkını tam veren tek kapı odur. Senin kulluk bedelini eksiksiz ödeyecek tek hazine O’na aittir. Kula kul olur, eşyaya kul olursan ucuza gidersin ey insan. Zımnen söylenen bu.

Celal ve ikram sıfatları geçiyor. Aslında kahır ve lütuf sıfatları. Surenin tamamına yayılmış olan çift kutupluluk burada da gözüküyor. Allah’ın sıfatlarının birbirini dengelediği bu çifte sıfatla bize hakikati duyuruyor ayet.

 

28-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

28 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlayabilirsiniz, inkar edebilirsiniz. Yani Celal sıfatıyla, Cemal sıfatıyla tecelli eden Celal sıfatıyla tecelli edip suçluyu cezalandıran, Cemal sıfatıyla tecelli edip sevap işleyeni ödüllendiren Allah’ın her iki tecellisi de nimettir. Her iki tecellisi de şükredilmesi gereken nimettir. Hangi birinin hakkını ödeyebilirsiniz.

 

29-) Yes’eluhu men fiysSemavati vel’Ard* külle yevmin HUve fiy şe’n;

Semâlarda ve arzda ne varsa O’ndan talep eder; “HÛ” her “AN” yeni iştedir! (A. Hulusi)

29 – Ondan dilenir göklerde hem yerde olan «kulle yevmin huve fi şe’n».(Elmalı)

 

Yes’eluhu men fiysSemavati vel’Ard göklerde ve yerde bulunan her varlık O’na muhtaçtır. Lafzen O’ndan ister, O’na yalvarıp yakarır. Varlık kategorileri İslam’da üçtür; Vacip varlık, mümkin varlık, muhal varlık. Vacip varlık Allah’tır. mümkin varlık; varlığı kendiliğinden olmayıp bir başkasına borçlu olan varlıktır ki tüm mahlukattır. Allah’a borçludur. O ol der olur, öl der ölür. Muhal varlık ise farzı muhaldir, aslında yokluktur. O varlığı anlamamız için farzı muhal olarak konmuş bir kategoridir.

Rolünü seni yaratan yazar. Bu ayetlerin söylediği zımni olarak bu. Allah’tan rol çalmaya kalkma ey insanoğlu, Allah senin rolünü yazmıştır, Allah’tan rol çalmaya kalkma, yani tanrılığa kalkışma. Bu rol çalmaktır. Allah’a ait rolü çalma. Bunu beceremezsin. En iyisi sen, seni yaratanın senin için yazdığı rolü oyna bu senin için mutluluk vesilesidir. Bunu yapmayıp ta eğer Allah’tan rol çalmaya kalkarsan haddini aşmış olursun. Ayetin söylediği hakikat bu.

külle yevmin HUve fiy şe’n her an hayata ve varlığa müdahildir. Hayata ve varlığa dair her işe müdahildir. Allah’ın müdahil olmadığı her tür alan tasavvuru reddediliyor. Aslında vahyin ilk inkarcılarından bu güne kadar Allah’ın hayatın bazı alanlarına müdahil olmadığına inanan, ya da müdahil olmasından hoşlanmayan zümreler hep olmuştur.

Bugün bu akımların varlığı bir moda dır. Seküler akımlar aslında işte bunu temsil ederler. Allah’ın hayata müdahil olmasından hoşlanmazlar. Allah’ın göklerin ilahı olmasına bir itirazları yoktur. Ama yer yüzüne müdahalesi insanın hayatına müdahalesi, insan hayatının içine müdahalesi onları hoşnut etmemekte, onlar bundan hoşlanmamaktadırlar. Fakat onlar hoşlanmasalar da Allah hayata müdahildir. Çünkü;

Ve “HU”velleziy fiys Semâi ilâhun ve fiyl Ardı ilâh. (Zuhruf/84) açıktır O göklerde de ilahtır, yerde de ilahtır diyen Kur’an dır. Kafirler istemese de Allah hayata müdahildir. Müdahale etmeye devam edecektir. Onun müdahalesini reddetmek, O’nun müdahalesini ortadan kaldırmaz. Olsa olsa kişiyi nankör yapar, inkarcı yapar, kör yapar.

[Ek bilgi; YERİNDE BİR CEVAP

Ünlü Rus kozmonot Gagarin uzaya gider, gelir ve “Ben uzayda çok dolaştım ama Allah’ı göremedim” der. Necip Fazıl da buna cevap mahiyetinde “Bre ahmak! Allah’ın bir balon gibi uzayda dolaştığını sana kim söyledi” der. (F. Harpçı)]

 

30-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

30 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini inkar edebilirsiniz. Yani Allah’ın hayata müdahalesi rahmettir, nimettir, devlettir. Ya Allah’sız bir hayata mahkum olsaydınız asıl felaket bu olurdu. Nankörlük etmeyin, Allah’ın hayata müdahil olmasını bir nimet olarak görün.

 

31-) Senefruğu leküm eyyühessekalân;          

Yarın sizinle kalacağız (hesap için) ey suç yüklü ins ve cin topluluğu! (A. Hulusi)

31 – Yarın size kalacağınız ey sekalân! (Elmalı)

 

Senefruğu leküm eyyühessekalân ey ağır bir yükün altına giren çift, size ayıracak zamanımız da olacak. Aslında burada bir nükte var. Bu nükte hemen yukarıda külle yevmin HUve fiy şe’n vardı ya O her an iş başındadır, lafzen bu manaya gelen ayet, eğer O’nun her an işi varsa bizimle ilgilenecek zamanı yok diyecek şaklabanlara cevap bu ayette. Sizinle de ilgilenecek zamanımız olacak. Yani siz atlatacağınızı sanmayın Allah’ı. Onun için sizinle ilgilenecek bir zamanımız olacak.

Ağır yük, ayette geçen; sekalân irade emanetine bir atıf aslında Ahzab/72. ayetinde ki  irade emanetine. Eyyüh Dikkat buyurursanız Arapça bilenleriniz hemen göreceklerdir, oradaki zamir tekildir. Tıpkı 39. ayette ki zenbihi de ki zamire gibi. Bu tekil zamir ayette ikil zamir olmasına rağmen neden tekil gelmiştir sorusu önemli bir sorudur. İns, cin çiftini hakikatin iki farklı yüzü gibi algılamamıza izin veren bir zamir bu. Adeta böyle bir düşünceye de geçit verir. Onun için bu iki zamiri Küma zamiriyle insanın görünen ve görünmeyen boyutuyla hakikatin iki yüzüne hitap eden ayetler olduğu sonucuna varabiliriz.

 

32-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

32 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan?

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlayabilirsiniz. Yani size irade verdi, sizi denetledi, sizi başıboş bırakmadı. Yani irade vermekle kalmadı, bir de iradenizin doğruyu seçmesi için sizi doğruya yönlendirdi. Nübüvvet verdi, onunla da kalmadı vahiy indirdi. Daha ne yapsın. Hangi birini yalanlarsınız.

 

33-) Ya ma’şerel cinni vel’insi inisteta’tüm en tenfüzû min aktaris Semavati vel’Ardı fenfüzû* lâ tenfizûne illâ Bisultan;

Ey cin ve ins topluluğu! Semâlar ve arzın aktarından (bedenlerinizin çekim gücünden) çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, hadi çıkın gidin (bedensiz yaşayın)! Kudretiniz olmadıkça (kudret sıfatı sizde açığa çıkmadıkça) geçip gidemezsiniz! (A. Hulusi)

33 – Ey cinn-ü insin mahşeri! Gücünüz yeterse geçin gidin aktarı Arz-u Semadan, geçemezsiniz olmazsa ferman. (Elmalı)

 

Ya ma’şerel cinni vel’insi inisteta’tüm en tenfüzû min aktaris Semavati vel’Ardı fenfüzû siz ey görünmez ve görünür varlık çifti eğer göklerin ve yerin sınırlarını geçmeniz mümkinse, geçmeye gücünüz yetiyorsa hadi buyurun geçin. lâ tenfizûne illâ Bisultan fakat bunu ancak O’nun bahşettiği bir güç sayesinde yapabilirsiniz, yoksa geçemezsiniz. Ancak O’nun bahşettiği güçle geçebilirsiniz. Yani onun desteğiyle aşıyorsunuz göklere koyduğu sınırları, atmosferin dışına bu sayede çıkıyor, uzayı bu sayede dolaşıyorsunuz şeklinde de anlayabiliriz. Nankörlük etmeyin Allah eğer bu yasaları koymasaydı siz aşamazdınız.

[Ek bilgi; UZAYIN FETHİ VE KUR’AN   

Kur’an ın üç ayeti iyice dikkat çekici niteliktedir. Bu alanda gerçekleştirecekleri hususu hiçte kapalı olmayan bir tarzda açıklar. Öbür iki ayette Allah Mekke müşriklerine hitap ederek göğe çıkmaları halinde ne derece şaşıracaklarını bildirirken onlar üzerinde etkisi olmayacak bir hipoteze işarette bulunur.

1 – Birinci ayet (Rahman/33) ayetidir.

“Ey cinler ve insanlar topluluğu göklerin ve yerin (bucaklarından geçip) öteki bölgelerine girmeye gücünüz yeterse geçip girin. Ancak bir kudretle geçebilirsiniz.”

Burada verilen meal bazı açıklamaları gerektirir.

a) Fransızcada ki “si” kelimesi dilimize bağlı bir şartı ifade ettiği gibi aynı zamanda gerçekleştirilebilir bir faraziyeye (varsayım) veya gerçekleştirilemeyen bir faraziyeye bağlı olan bir şartı da ifade eder. Arap dilidaha açık bir şekilde incelikleriyle belirtmeye elverişlidir. İhtimali bildirmek için “iza”, gerçekleştirilebilir bir faraziyeyi anlatmak için ise “in”. Gerçekleştirilemeyecek bir faraziyeyi belirtmek için ise “lev” olmak üzere üç ayrı şart edatı vardır. İncelenen ayet “in” ile ifade edilen gerçekleştirilebilecek bir faraziyenin söz konusu olduğunu göz önünde bulundurur.

Demek ki Kur’an burada müşahhas bir gerçekleştirmenin maddeten mümkün olduğunu bildirmektedir. Arapçada ki bu ayrım bazılarının haksız olarak bu ayeti sırf mistik bir tarzda yorumlamalarını konu dışı bırakır.

b)Allah görünmez varlıklara (cinn) ve insanlara (ins) hitap etmektedir. Yoksa varlık bakımından mecazi muhataplara değil.

c)”Geçip öteki bölgelere gitmek” min edatı ile gelen nafaza fiilinin tercümesidir. Bu fiil Kazimirski sözlüğüne göre; “Geçip gitmek”, “bir yandan öte yana geçmek” ve “bir şeyin öbür ucundan çıkmak” (mesela bir taraftan girip öte taraftan çıkan ok hakkında kullanılır.) gibi anlamlara gelir.

Demek ki bu kelime sözü geçen bölgelere derin bir nüfuzu ve onların öteki ucundan çıkışı bildirmektedir.

d) Bu teşebbüsü gerçekleştirecek insanların sahip olacakları gücün (Sultan), Kadîr-i Mutlak tarafından verilen bir güç olduğu anlaşılıyor. (Bu ayetten sonra gelen ayet Allah’ın nimetlerini itiraf etmeye davet eder ki, surenin tamamının konusu da budur.)

2 – Öteki iki ayet Hicr suresinin 14 ve 15. ayetleridir. (devam ediyor) Maurıce Bucaılle- KURAN VE BİLİM)]

 

34-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

34 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz.

 

35-) Yurselu ‘aleyküma şüvazun min narin ve nuhasün fela tentesıran;

İkinizin de üzerine Nâr’dan alev ve duman (bilinç bulanıklığı) irsâl edilir de başarılı olamazsınız! (A. Hulusi)

35 – Salınır üstünüze ateşten bir yalın, bir zehir duman, kurtulamazsınız deseniz de el’aman. (Elmalı)

 

Yurselu ‘aleyküma şüvazun min narin ve nuhasün fela tentesıran sizin üzerinize dumanıyla boğup aleviyle yakan bir ateş topu gönderilir ve hiçbir yardım da alamazsınız. Alamazdınız, eğer O istemeseydi sizin aşmanızı.

 

36-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

36 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban  o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalan sayarsınız. Yani siz eğer fezaları dolaşıyorsanız ve orada ki olup biten o bütün gök taşlarından korunuyorsanız bu da rabbinizin koyduğu yasalar sayesinde. Rabbiniz Atmosfer gibi bir zırhı, yer yüzü gibi bir misafirhaneye giydirmeseydi uzaydan korkunç bir yaylım ateşine tutulur, yer yüzünde tek bir canlı kalmazdı. Bunun şükrünü nasıl unutursunuz.

 

37-) Feizen şakkatis Semau fekânet verdeten keddihan;

(Ölüm esnasında) semâ (benlik bilinci) parçalanarak yanık yağ rengi alıp, gül misali (hakikat müşahede edildiğinde)! (A. Hulusi)

37 – Gök bir yarılıp oluverdi mi bir gül, yağ gibi eriyen, kızaran yanan. (Elmalı)

 

Feizen şakkatis Semau fekânet verdeten keddihan derken gök yarılınca sanki göz alıcı kırmızılıkta açılmış bir gül gibi olduğu görülür.

Nasa nın internet sitesinde aynen bu ayette tasvir edilen hakikati beyan eden bir fotoğraf görmüştüm. Oradan alınma bu fotoğraf yayınlandığında gerçekten de bu ayetle birebir örtüşen bir hakikati faş ediyordu. Bilmediğimiz, belki de bilemeyeceğimiz kozmik bir hakikate atıf yapıyordur, ben sadece çağrışım yaptığı için nasanın fotoğrafına atıf yaptım.

 

38-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

38 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız.

 

39-) Feyevmeizin lâ yüs’elu an zenbihi insün vela cann;

İşte o süreçte ne ins ne de cin türü suçundan sorulmaz (doğal olarak yaptıklarının sonuçlarını yaşamaya başlarlar)! (A. Hulusi)

39 – O gün sorulmaz cürümünden artık ne bir insan ne de bir cânn. (Elmalı)

 

Feyevmeizin lâ yüs’elu an zenbihi insün vela cann o gün ne insanlar, ne cinler hiç birine günahları hakkında sorulmaya gerek kalmaz. Sorulmaz, çünkü buna gerek kalmaz. Neden? Hemen 41. ayette nedeni gelecek. Yu’reful mücrimune Bi siymahüm çünkü günahkarlar yüzlerinden tanınacaklar. Onun içinde sorguya çekilmeye gerek kalmayacak

 

40-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

40 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız. Hemen şu soruyu sorabilirsiniz; Burada nimet hangisi? Burada bir nimet yok ki. İnsan olsun görünen, görünmeyen varlık olsun her biri sorguya bile gerek kalmaz cümlesinde nimet nerede diyorsanız nimet büyük. Çünkü ya yaşla kuruyu karıştırsaydı, ya suçluyla suçsuzu karıştırsaydı, ya kurunun yanında yaşı da yaksaydı. Onun için bu nimetin de şükründen aciziz. Bu nimette Allah’ın büyük nimeti. Günahın içinde bizi duvarlarla koruyan Allah bize bir nimet verdiği gibi, günahkarların içinde yaşadığımız halde bizi de onlarla toptan muamele yapmaması da ayrı bir nimet.

 

41-) Yu’reful mücrimune Bi siymahüm feyü’hazü Binnevasıy vel’akdam;

Suçlular sîmalarından (huylarının oluşturduğu görünümden) tanınırlar da; alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar. (A. Hulusi)

41 – Tanınır da mücrimler simalarından tutulur Perçemleriyle ayaklarından. (Elmalı)

 

Yu’reful mücrimune Bi siymahüm günahkarlar alametlerinden tanınırlar feyü’hazü Binnevasıy vel’akdam yaka paça yakalanıp atılırlar. Zımnen testiyi kıranla suyu getiren bir değil. Rabbin bu ikisini ayırır, bu da rabbinin nimetidir. Yani adalet büyük nimettir buna da şükredin.

 

42-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

42 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini inkar edebilirsiniz.

 

43-) Hazihi cehennemülletiy yükezzibu Bihel mücrimun;

İşte bu, suçluların kendisini yalanladığı cehennemdir! (A. Hulusi)

43 – İşte bu, mücrimlerin yalan dedikleri Cehennem. (Elmalı)

 

Hazihi cehennemülletiy yükezzibu Bihel mücrimun işte bu günahkarların yalanlamış oldukları cehennemdir.

 

44-) Yetufune beyneha ve beyne hamiymin ân;

Onunla (cehennemî kayıtlarla) kaynar su (şartlanmalarının getirdiği yakıcı değer yargıları) arasında dönüp dururlar. (A. Hulusi)

44 – Olacaklar bununla bir kızgın hamîmin arasında pûyan. (Elmalı)

 

Yetufune beyneha ve beyne hamiymin ân onlar cehennemle yürek dağlayan bir umutsuzluk arasında mekik dokuyacaklar. Yani cehennemin ateşi mi ağır, yoksa pişmanlığın yürek yangını mı. Hani küma zamiri vardı ya, adeta hem fiili yangına, fiziki yangına, hem de manevi yürek yangınına bir delalet aslında. İki yangından hangisi daha çok yakıyormuş. Yürek yangını sanırım diğer yangından daha büyük olacak.

 

45-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

45 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini inkar edebilirsiniz.

 

46-) Ve limen hafe mekame Rabbihi cennetan;

Rabbinin makamından korkan kimse için iki cennet (fiil ve hissediş – mânâ cennetleri) vardır. (A. Hulusi)

46 – Rabbinin makamından korkan kimseye iki Cennet raygân. (Elmalı)

 

Ve limen hafe mekame Rabbihi Cennetan rabbinin mutla otoritesinden korkup sakınanlar için çifte cennet vardır. Hani insanın görünen ve görünmeyen boyutuna şükretmesi, Allah’ın görünen ve görünmeyen boyuta verdiği nimetleri bilmesi isteniyor ya. Eğer görünen ve görünmeyen boyuta indirilen nimetlerin şükrü eda edilirse çifte cennet var. Biri bedene, biri ruha dercesine adeta. Ki bu bana değil Elmalılıya ait bir yorum. Tam da biri cismani diğeri ruhani olmak üzere iki cennet cümlesinin sahibi odur.

Rabbin makamından çekinen biri olmak, bu korku sevgiyi kaybetme korkusu. Evet, limen hafe mekame Rabbi bu korku öyle yılandan aslandan korkuya benzemez. Bu korku korkuların en yücesi. Sevgilerin bile üstünde ki bir korku bu. Sevgiyi kaybetme korkusu. Allah’tan mahrum kalma korkusu. Ben Allah’sız ne yaparım korkusu. Rabbim ellerimi bırakırsan ben ayakta duramam korkusu.

Hz. Ebu Bekir işte bu korkunun tecessüm ettiği şahsiyetlerden biriydi. Bir gün bu ayetler hatırına geldi, cennet ve cehennem gözünün önünden şerit gibi aktı, “Keşke bir ot olsaydım da hayvanlar yayılsa ve yok olsaydım.” Diye hıçkırmaya başladı. İbn. Ebi Hakim Ata dan naklediyor bu rivayeti.

Yine bu korkunun, bu muhteşem sezgiyi kaybetme korkusunun o dönemde yaşanmış bir başka örneğine daha rastlıyoruz. Beyhaki, Hasan Basri’den naklediyor.  Hz. Ömer döneminde kara sevdaya yakalanmış bir genç vardı. Bir ömür sevdiğinin peşinde koşmuş, fakat kavuşamamıştı ki, bir gün hayatını uğruna koyduğu sevdiğine kavuştu. Fakat içine Allah korkusu düştü, el uzatamadı. Elini çekti büyük bir sayha bir çığlık koy vererek oraya bayıldı. Evine getirdiler baş ucunda ki amcasına ayılınca; “Ömer’e git, Halifeye git Allah benim için ne hazırlamış onu sor” dedi. Amcası başucundan ayrılırken bir sayha daha koy verdi ve teslim-i ruh etti.

Haber Hz. Ömer’e geldiğinde bu ayeti okuyan Hz. Ömer; Ve limen hafe mekame Rabbihi cennetan vallahi onun için iki cennet var. Demişti.

 

47-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

47 – Şimdi rabbinizin hangi eltâfına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlarsınız.

 

48-) Zevata efnan;

(İki cennet de) çeşitli dallara (yaşam özelliklerine) sahiptir. (A. Hulusi)

48 – Var her birinde envai bostan, envai ağsan. (Elmalı)

 

Zevata efnan çeşit çeşit, rengârenk cennetler bunlar. Yani bu cennetlerde öylesine bir bezeme, öylesine bir rengârenk güzellikler var ki saymakla bitmez.

 

49-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

49 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz.

 

50-) Fiyhima ‘aynâni tecriyan;

İkisinde de iki kaynak akıp gider!

50 – Onlarda iki kaynak olur revan. (Elmalı)

 

Fiyhima ‘aynâni tecriyan o çifte cennetlerden iki su akacak. İki su, ‘ayn aslında Arap dilinde etimolojik manası kaynağıyla hedefi arasında yol olan her şeye denir. Onun için göze de ‘ayn denmiş. Hatta casusa da ‘ayn denir. Hedefiyle kaynak arasında yol olmuştur çünkü. Aldığı haberi efendisine götürmüştür. Onun için hedefle kaynak arasında yol olan her şey ‘ayn dır. Yani bu noktada ‘ayn hatırlatılınca göz, gönülle görülen arasında bir yoldur. Onun için eğer gönüle taşımıyorsa görüleni o yol kapalı demektir ve haddi zatında ağlayan göz gönle taşıdığının bir eserini vermiş olur gördüğünün. Göz yaşı bu yolun açık olduğunu göstergesidir aynı zamanda. Ve işte kaynağından çağlayan sulara atıf adeta göz yaşına bir atıf gibidir.

 

51-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

51 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlayabilirsiniz.

 

52-) Fiyhima min külli fakihetin zevcan;

(O cennetlerin) ikisinde de her meyveden (marifetten) iki tür (zâhirî ve bâtınî olarak) vardır! (A. Hulusi)

52 – Onlarda her meyveden çifte çifte hân. (Elmalı)

 

Fiyhima min külli fakihetin zevcan o çifte cennetlerde her üründen ikişer ikişer çıkacak. Yani cennetler çift, ürünler çift olacak. Çünkü maddi ve manevi hayatınla birlikte, sen de çifte kulluk yaptığın için çifte kulluğuna çifte ödül olacak.

 

 53-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

53 – Şimdi rabbinizin hangi eltâfına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban O halde rabbinizin hangi bir nimetini yalanlayabilirsiniz.

 

54-) Müttekiiyne alâ furuşin betainuha min istebrak* ve cenel cenneteyni dan;

Astarları atlastan döşeklere yaslanırlar… İki cennetin meyvelerinin toplanması çok kolaylıkladır! (A. Hulusi)

54 – Dayanmışlar öyle mefruşata kim astarları istebraktan, her iki Cennetin derimi de yakından. (Elmalı)

 

Müttekiiyne alâ furuşin betainuha min istebrak onlar çözgü ve atkısı, düşey ve yatay ipleri dahi ipekten mamul atlas halılar üzerine uzanacaklar. Betainuha lafzan halının karnı demek. Bat; karın. Fakat halının karnı olmayacağı için bunu astar diye de çevirmek doğru değil, düşey ve yatay ipleri bile ipekse gerisini sen düşün, gerisini sen hesap et anlamı var gibi geliyor bana. Kalıcı ve kusursuz güzelliğin üretildiği merkeze bir atıf aslında. Çünkü cennet hakkında söylenen her şey insan havsalasını, aklını aşar. Bu cennet adına ne aklımıza geliyorsa mükemmel olduğunun bir ifadesidir. Eksiksiz, güzelliğin mükemmel tasviridir cennet. Cennet tasavvurumuz asla aklımızın havsalamızın alacağı bir şey değildir. Secde/17. ayetinde ifade edildiği gibi;

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) O gün cennette insanı hangi göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini hiç kimse asla bilemez, tahayyül dahi edemez. Evet, hiç kimse tahayyül dahi edemez, tasavvur dahi edemez. Cennet insan aklının kavrayamayacağı güzelliğin üretildiği merkezdir.

ve cenel cenneteyni dan o çifte cennetlerin muhteşem ürünleri çok yakınlarında olacak, hemen el uzattıklarında alacak kadar yakın. Yani her nimet ve lezzetin bir zahmeti var. Yemenin bile bir zahmeti var. Ama cennette olmayacak. Sen onun ayağına gitmeyeceksin o senin ayağına gelecek.

 

55-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

55 – Şimdi rabbinizin hangi eltâfına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlayabilirsiniz.

 

56-) Fiyhinne kasıratuttarfi, lem yatmishünne insün kablehüm ve lâ cann;

Onlarda eşlerinden başkasını görmeyenler (yapılar) vardır ki, daha önce kendilerini ne ins ne de cann (cin türü) dokunup (beşerî – şeytanî fikir ve duygularla) kirletmiştir! (A. Hulusi)

56 – O Cennetlerde öyle kasıratüttarf dilberler, ki dokunmamıştır onlara onlardan evvel İns-ü Cânn. (Elmalı) (Elmalı)

 

Fiyhinne kasıratuttarfi, lem yatmishünne insün kablehüm ve lâ cann bu cennetlerde daha önce ne insanların ne de cinlerin asla ellerinin değmediği, gözü dışarıda olmayan eşler bulunacak. Lafzen bakışını kontrol eden eşler. Kasıratuttarf; zımnen gözü dışarıda olmayan, iffet ve hayati salih eşler. Bu eşler herhangi bir cinse indirgenemez. Gözü birbirinin üzerinde eşler. Hani o hoş dizelerde var ya? Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yarim. Diyen dizeler. Yüzünde göz izi olmayan gözünde yüz izi olmayan eşler. Dünyayı versen eşinden başkasına bakmayacak eşler. Ruhu bakir ve bakire eşler. Burada söylenen o. Ruhuna dek bakir ve bakire.

 

57-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

57 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalan sayarsınız.

 

58-) Keennehünnel yakutü velmercan;

Onlar sanki yakut ve mercandırlar. (A. Hulusi)

58 – Sanırsın onları yâkut-ü mercan. (Elmalı)

 

Keennehünnel yakutü velmercan sanki o eşleri inci ve yakut gibi birbirine yakışan güzellikte olacak. Biri karada gizlenen, diğeri denizde gizlenen. Yakut ve inci. Biri karada gizlenir diğeri denizde gizlenir. Yani Allah zaruriyatı, haciyatı verdi tahsiliyatı da veriyor. Güzellikleri ve estetik ihtiyacını da karşılar insanın. O halde böyle bir Allah’a ne yapmak lazım;

 

59-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

59 – Şimdi rabbinizin hangi eltâfına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangisini inkar edebilirsiniz.

 

60-) Hel cezaul ıhsani illel ıhsan;

İhsanın (Hakk’ı görürcesine kulluğun) cezası sadece ihsan değil midir? (A. Hulusi)

60 – İhsânın cezâsı elbette ihsân. (Elmalı)

 

Hel cezaul ıhsani illel ıhsan iyiliğin iyilikten başka bir karşılığı olabilir mi? İşte bu, iyiliğin iyilikten başka bir karşılığı olabilir mi.

 

61-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

61 – Şimdi rabbinizin hangi eltâfına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlayabilirsiniz. İyiliğin iyilikten başka bir karşılığı olabilir mi diyor, arkasından rabbinizin nimetlerinden. Ya Rabbi, ben iyilik yaptım, dolayısıyla cenneti de hak ettim mi diyorsunuz. Hayır asla, cennet bir bedel değildir. Çünkü siz, sahip olduğunuz her şeyi Allah’tan kredi olarak aldınız. Borcunuzu ödeyemezsiniz ki ekstrasını alabilesiniz. Siz önce borcunuzu ödeyin. Her nefesinizi Allah’a borçlusunuz. İki gözle doğmak sizin hakkınız değildi, Allah size lûtfetti. Bir akılla doğmak hakkınız değildi, lütfetti. Siz önce bunların borcunu ödeyin. O halde cennet bedel değildir, cennet ödüldür. sevaben min indillâh. (A. İmran/195) Allah’tan bir ödül. Ödüllerin en güzeli O’nun katında. Onun için kulun, kulluğa borcuna karşılıktır, cennet bir ödüldür.

 

62-) Ve min dûnihima cennetan;

İki cennet dûnunda iki cennet daha vardır. (A. Hulusi)

62 – Ötelerinden de diğer Cennetan. (Elmalı)

 

Ve min dûnihima cennetan o cennet çiftinin berisinde daha başka çifte cennetler de bulunacak, yani orada kalmayacak onun berisinde onun altında daha başka cennetler de bulunacak.

 

63-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

63 – Şimdi rabbinizin hangi eltâfına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edebilirsiniz.

 

64-) Mudhâmmetan;

Yemyeşildirler! (A. Hulusi)

64 – Yağız yeşil ne dilsıtan. (Elmalı)

 

Mudhâmmetan uzayıp giden göz alıcı çifte yeşillikler, göz alabildiğine yeşillikler. Yeşil; tazelik ve canlılığın simgesi. Zımnen cennet, sonsuz ve noksansız baharın adıdır deniliyor bu ayette.

 

65-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

65 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edebilirsiniz.

 

66-) Fiyhima aynâni naddâhatân;

İkisinde de durmadan fışkıran iki kaynak (Rabbanî tecelliler)! (A. Hulusi)

66 – Bunlar da püsküren çifte şadravan. (Elmalı)

 

Fiyhima aynâni naddâhatân bu cennet çiftinde billurdan sular fışkırtan iki fıskiye olacak. Dünyada bir çağlayan görseniz, şelale görseniz içiniz gidiyor seyrederken. Ya cennette bir ırmağın yerden göğe doğru aktığını görseniz? Tasavvur etmek bile mümkin değil. Onun için cennet insan aklınca kavranabilecek bir şey değil. Cennet güzelliğin üretildiği merkezdir.

 

67-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

67 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban sözün bittiği yerdir, o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edebilirsiniz.

 

68-) Fiyhima fakihetun ve nahlun ve rumman;

İkisinde de meyve, hurma (Hakkanî vasıfların açığa çıktığı şuuru temsilen) ve nar (tek bilincin tasarruf ettiği çok beden yaşamını temsilen)! (A. Hulusi)

68 – Bunlarda bir meyve, bir başka hurma, bir başka rumman. (Elmalı)

 

Fiyhima fakihetun ve nahlun ve rumman bu çifte cennette en mükemmel haliyle meyveler, hurma ve çekirdeksiz nar bulunacak. Rumman; çekirdeksiz nar. Neden? Cennet nimetleri dünyada ki kopyalarının mükemmel asıllarıdır da  ondan. Hani Bakara/25. ayetinde ifade buyruluyordu; küllemâ ruziku minhâ min semeratin rızka. (Bakara/25)ne zaman cennet nimetleri önlerine getirilse ve sunulsa, kalû hâzelleziy ruzıknâ min kabl. Derler ki bu daha önce yediğimiz bir şeyi hatırlatıyor bize. Ama rabbimiz ve utû Bihî müteşabiha. Onu hiç yemediniz sadece size benzer göründü buyuruyor. Onun için cennet mükemmelliğin adıdır. Cennet kusursuzluğun adıdır.

Hadiste öyle deniliyor ya; Cennet vaadini Resulallah Allah’ın lisanından şöyle okuyor; ‘adet tü li’ ibadi’s salihîyne mâ lâ ‘aynün ra’ed salih kullarım için öyle bir cennet hazırladım ki hiçbir göz daha önce benzerini görmedi. Velâ üzünün semi’at hiçbir kulak işitmedi. Ve lâ hatara ‘alâ kalb-i beşerin. ve hiçbir insanın aklına öylesi gelemez, tasavvur dahi edemez. Haddi zatında Secde/17 nin  Resulallah dilinde bir karşılığıdır, tefsiridir bu hadis.

 

69-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

69 – Şimdi rabbinizin hangi eltâfına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban O halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edebilirsiniz.

 

70-) Fiyhinne hayratun hısan;

(O cennetlerin) içlerinde en muhteşem, en güzeller. (A. Hulusi)

70 – İçlerinde dilber, hayırlı hûbân. (Elmalı)

 

Fiyhinne hayratun hısan orada her şeyin en mükemmeli, en güzeli olacak. İşte bu, başka söze hacet yok. Cennet her şeyin en güzelinin, en mükemmelinin, en kusursuzunun üretildiği, güzelliğin madenidir. Cennetü adn var ya odur işte.

 

71-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

71 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban O halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlarsınız.

 

72-) Hûrun maksuratün fiylhıyam;

Yalnız eşlerine hasredilmiş huriler (Hakkanî vasıfları açığa çıkaran bilinçlerin tüm istek ve arzularını yerine getirecek kapasite ve olanaklarla oluşturulmuş eşler – bedenler. Bakınız 13.Ra’d: 35, 47.Muhammed: 15)! (A. Hulusi)

72 – Cibinliklerde mestur, mahsus hûriyan. (Elmalı)

 

Hûrun maksuratün fiylhıyam gözü gönlü eşine dönük pırıl pırıl eşler, çardaklarda kalacak.

Muhtemelen Kur’an da geçtiği ilk yer burası Hûr kelimesinin. Ki 4 yerde geçer Kur’an da, geçtiği 4 yerde Mekki surelerdedir ve birbirine yakın zamanlarda nazil olmuştur. Üç anlama gelir. 1 – Renk, 2 – geri dönüş, 3 – Bir şeyin kendi etrafında dönmesi. Onun için gözü gönlü eşine dönük diye çevirdim bu anlamlara istinaden. Kelime erkeği de dişiyi de ifade eder. Çünkü Ahve in de çoğuludur, havra nın da çoğuludur ki biri dişi, diğeri erildir. Onun için bu kelimeye dayanarak dişilik ya da erillik iddiası yapılamaz. Medeni ayetlerde bu kelimenin yerini bambaşka bir şey alır. O da tertemiz eşler; ezvacün mutahharatün. Ki A. İmran/15. ayeti, Enbiya/2. ayeti gibi ayetlerde bu yer alır.

Maksurat, gözü gönlü eşline dönük, yani gözü dışarıda olmayan anlamına gelir ki daha önce benzer bir ifadeyi görmüştük. Yüzünde göz izi olmayan, gözünde yüz izi olmayan, sadece bedeni değil, ruhu ve aklı bakir ve bakire eşler. Yani imanla cennete giren eşler birbirlerine böyle sunulacaklar ahirette. Rabbimizin verdiği müjde bu.

 

73-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

73 – Şimdi rabbinizin hangi eltâfına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlarsınız.

 

74-) Lem yatmishünne insün kablehüm ve lâ cann;

Daha önce onlara ne ins ne de cann (cin) dokunup (beşerî – şeytanî fikir ve duygularla) kirletmiştir! (A. Hulusi)

74 – Dokunmamıştır onlara onlardan evvel İns-ü Cann. (Elmalı)

 

Lem yatmishünne insün kablehüm ve lâ cann daha önce görünür görünmez hiçbir varlığın dokunmadığı eşler.

 

75-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

75 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan? (Elmalı)

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban  o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini yalanlarsınız.

 

76-) Müttekiiyne ‘alâ refrefin hudrin ve ‘abkariyyin hısan;

Yeşil refrefe ve harikulâde güzel işlemeli parlak döşeklere yaslanırlar. (A. Hulusi)

76 – Kurulmuşlar yeşil refref ve güzel abkarîler üzere şadan. (Elmalı)

 

Müttekiiyne ‘alâ refrefin hudrin ve ‘abkariyyin hısan onlar tarifsiz yemyeşil örtüler ve baş döndürücü güzellikte sergiler üzerinde uzanacaklar. Aslında efsanevi diye çevirmem daha uygun olurdu ‘abkariyn i. Efsanevi sergiler üzerinde. Bu sergiler cennetin çayır çimenlerimidir, yoksa bambaşka şeyler midir onu bilemem.

 

77-) Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban;

Hakikat böyle iken, Rabbinizin (varlığınızı oluşturan Esmâ özelliklerinin – şuur ve bedeninizin) nimetlerinin hangi birini sayarsınız yalan? (A. Hulusi)

77 – Şimdi rabbinizin hangi eltafına dersiniz yalan?

 

Fe Bi eyyi alai Rabbiküma tükezziban o halde rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkar edebilirsiniz. Hiç birini inkar edemeyiz ya rabbi..! Hepsine iman eder, teşekkür etmeye çalışır, ama şükründen de aciz olduğumuzu biliriz ya rabbi. Bırak inkarı saymaya kalksak baş edemeyeceğimizi biliriz ya rabbi. En güzel teşekkürün sana şükürden aciz olduğunu bilmek olduğunu da biliriz ya rabbi. İtiraf ederiz.

 

78-) Tebarekesmu Rabbike ZiylCelâli vel’İkrâm;

Zül’Celâli vel’İkrâm Rabbinin ismi ne mübarek – ne yücedir! (A. Hulusi)

78 – Yüce çok yüce rabbinin adı onun o celâl, onun o ikram. (Elmalı)

 

Tebarekesmu Rabbike (Zülcelâli) ZiylCelâli vel’İkrâm iki kıratı vardır ikisi de okunur. Azamet ve ihtişam sahibi rabbin şanı pek yücedir, pek büyüktür. Azamet ve ihtişam sahibi olan rabbimizin yüce şanını yüceliğine layık bir biçimde anıyor, O’nun büyük nimetlerine şükreden, şükretmeye çalışan, nankörlük yapmayan kullarından kılmasını niyaz ediyoruz.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. VAKIA (01 – 96)(170)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin. Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve lâ tüassir, Rabbi temmim bil hayr.

Değerli Kur’an dostları bugün tefsir dersimize vakıa suresiyle devam ediyoruz. Vakıa suresi adını ilk ayetinden alır. Bu surenin adını efendimiz (A.S.) koydular. Vakıa olay demek, durum anlamına geliyor, olay, vuku bulmuş olay, veya vuku bulacak olay. Surenin bilinen tek ismi bu.

Surenin iniş zamanına gelince, Mekkidir. Bunda herhangi bir itilaf yoktur. Hem muhteva açısından hem de belağat açısından bu zaten görülüyor. Mekke dönemini 3 dilimlik bir sürece ayırırsak, bu 3 dilime ayırdığımız Mekke döneminin 2. dilimine tekabül eder. Bu surenin hangi dönemde indiğini ele veren gerçekten etkili bir rivayette var elimizde.

Bir gün Hz. Ebu Bekir Allah resulünün saçlarının hızla ağardığını fark edince le gad şipte ya Resulallah? Ya Resulallah çabuk ihtiyarladın, saçlarını ağarttın der. Allah Resulü de cevaben; “Saçlarımı Hud, vakıa, mürselât, ‘Amme yetesâelun (Nebe/1), İzeşŞemsü küvviret. (Tekvin/1) sureleri ağarttı buyurur. Bu sayılan sureler arasında Vakıa da vardır.

Demek ki Allah Resulünün vahiy ile ilişkisi öylesine tabir caizse ecnebi ifadeyle interaktif, karşılıklı, canlı, aktüel bir ilişki ki, efendimiz vahiy tarafından inşa olunuyor. Bu inşa oluş sırasında elbette ki ağırlık hissediliyor. Zaten vahiy ağır bir söz. kavlen sekıyla. (Müzemmil/5) ağır bir kelam, ağır bir söz, değerli bir söz. Onun içinde iniş üssü olan Allah Resulünün yüreği vahiy ile inşa olurken, Allah Resulünün dışına da yansıyor, saçına da yansıyor, sakalına da yansıyor ve işte bu hali ifade ediyor biraz önce naklettiğim haber.

Surenin konusu, sureyi özellikli kılan muhteva da. Kur’an ın fihristi niteliğinde. Onun için surenin Allah Resulü tarafından sık sık okunduğu rivayetleri vardır hatta her geçe okuduğuna dair bir takım rivayetler bulunmakta.

Bu aslında surenin konusuyla alakalı bir şeydir. Konusuna bakarak Resulallah’ın verdiği önemin sebebini anlayabiliriz. ResulAllah’ı inşa ettiğini söyledim. Çünkü Kur’an da, Kur’an isminin keriym sıfatıyla, keriym niteliği ile nitelendiği tek ayet;  İnneHU leKur’ânun Keriym (77) bu surede bulunmakta. Fark etmiş olduğunuz gibi Keriym vasfı da aslında özne, ismi fail, hem de mübalağa ile ismi fail. Aşırı özne. Ne demek aşırı özne? Ben seni fail olarak inşa edeceğim. Ben seni değiştireceğim. Ben Kur’an ım, Kur’an muhatabını inşa eder, ben de seni inşa edeceğim. Zımnen budur aslında. Kur’an ın sıfatlarının ismi fail, hem de mübalağa ile ismi fail olması. İşte o ayet bu surede geçiyor.

Mesrûk,(Mesrûk Bin El-Ecda) ki yanlış hatırlamıyorsam tabiin, yani 2. neslin zahitlerindendir. Züht’üyle meşhurdur, ilmiyle irfanıyla meşhurdur. Öyle der. Kim öncekilerle sonrakilerin, cennetliklerle cehennemliklerin, dünya ehli ile ahiret ehlinin haberini bir arada okumak, görmek, duymak, anlamak istiyorsak vakıa suresini okusun. Gerçekten de vakıa suresini özel kılan sebeplerden biri bu muhteva. Adeta Kur’an ın bir özeti niteliğinde. Kur’an sanki sıkıştırılmış, konular itibarıyla vakıa suresinin içine konmuş. Nitekim her surede bu özellik bir parça bulunur. Hatta hatta şunu bile söyleyenler çıkmış otoritelerimiz arasından; Tüm Kur’an, Kur’an ın her ayetinde görünür. Kur’an ın her ayeti tüm Kur’an ı temsil eder. Ama vakıa suresi bu temsil özelliği itibarıyla diğer surelerin içinden seçilip daha çok ortaya çıkan bir sure.

Son saat uyarısıyla başlar sure. Sadece misafirin değil, misafirhanenin de geçici olduğunu dile getirir. Yani sadece Allah’ın şerefli konuğu olarak yer yüzünde misafir ettiği insan geçici değildir. İnsanı misafir eden yer yüzü de geçicidir. Bunun da bir ölümü vardır. Buna son saat diyor Kur’an. İşte ondan haber vererek başlar sure.

Hayat iyilerle kötüler arasında bir yarıştır, bir mücadeledir. Ve hemen ardından iyiler ve kötülerin yarışı dile getirilir. Bu yarışta öne gidenler, geride kalanlar, ortada olanlar, Bu yarışta Sabikun diye müjdelenip öncülük yapanlar ve ashabül meymene (8) diye müjdelenip onların vagonu olan, onların izinden gelenler. Bir de ashabül meş’eme (9) diye yerilenler, uğursuzlar. Şeref ve izzet yoksulları. Allah’ın kendilerine açtığı krediği har vurup harman savuran ve Allah ile sözleşmesine ihanet edenler. İşte onlardan söz eder sure.

Daha sonra ödül ve cezaya getirir sözü. Değil midir ki değerli Kur’an dostları eğer bir imtihan varsa ortada mutlaka ödül ve ceza da olmalı. Eğer ödül ve ceza olmayacaksa, suyu getirenle testiyi kıran bir tutulacaksa su getirmenin gerekçesi ne ola ki, niçin su getirsinler ki, herkes testi kırar. Eğer iyilerle kötüler aynı akıbeti paylaşacaklarsa, iyi olmanın gerekçesi kalır mı? iyi olmak ödülü hak etmeli. Kötü olmanın da bir cezası olmalı. İşte söz oraya gelir ve inkârın temelinde ne sebep yatıyor? İnkârın, aslında inkâr arızi bir durum, daimi olan imandır, asli olan imandır, fer’i olan inkârdır. Çünkü iman özü itibarıyla var olanın açığa çıkması. İnkâr ise yok olanın iddia edilmesidir, karanlığa benzer, iman ise ışığa benzer. Işığın kaynağı olur, karanlığın kaynağı olmaz. İnkar karanlığa benzer, ışığın yokluğu halidir. Aslında karanlık bizatihi var değildir, bir şey değildir, ışığın yokluğu halidir. İnkâr da böyle negatif bir şeydir. Aslında olması gerekenin olmadığı zaman ortaya çıkan durumdur, arızidir. İşte oraya getirir ve inkârın temelinde şükürsüzlük. Şükürsüzlüğün de temelinde kadir kıymet bilmezlik, değer bilmezlik vardır der 57 ve 74. ayetleri arasında.

Vahyi yalanlamaksa en büyük kıymet bilmezliktir. Çünkü vahiy insanın önüne Allah’ın açtığı bir gök sofrasıdır. Bu sofradan yemeyen, bu sofraya sırtını dönen, bu sofraya iltifat etmeyen aslında ruhunu açlıktan öldürmüş demektir. İşte bunların, aslında yaşamıyor gibi yaşadıklarını, dik süründüklerini, ve Allah’ın kendilerine açtığı o büyük krediyi, o muhteşem imkânı elleriyle yok ettiklerini dile getirir sure.

Ve en sonunda yalandan beslenenlere dikkat çeker. Lütfen dikkat buyurun, yalandan beslenmek Ve tec’âlune rizkaküm enneküm tükezzibun (82)ve siz yalanlamanızı rızkınız haline getiriyorsunuz, yani yalandan besleniyorsunuz. İşte bu dikkat çekici ifadelerin arkasından sure insan dan Allah adına, Allah adıyla hareket etmesini ister. Fessebbih Bismi Rabbikel ‘Azıym (96)ey insanoğlu artık sen sadece rabbin adına, rabbin adıyla hareket et. Aziym olan, muazzam olan, muhteşem olan, mükemmel olan, sonsuz ve mutlak olan rabbin adına hareket et diyerek son bulur. Bu kısa girişten, bu kısa özetten, mukaddimeden sonra şimdi surenin vakıa suresinin tefsirine geçebiliriz.

[Ek bilgi; FAKİRLİK DOKUNMAZ.

İbn. Mes’ud (ra) anlatıyor; Resulallaha.s.v. şöyle söyledi; Kim her gece Vakıa suresini okursa ona fakirlik gelmez.(Kütübü sitte-808)]

 

BismillahirRahmanirRahıym

1-) İzâ vekâ’atil vâkı’atü;

O gerçek (ölümü tadarak başlayan ikinci hayat) vuku bulduğunda. (A. Hulusi)

01 –      Koptu mu o Vakıa bir. (Elmalı)

 

İzâ vekâ’atil vâkı’ah (Sonraki ayete bitişik)

 

2-) Leyse livak’atiha kâzibeh;

Artık onun gerçekliğini yalanlayacak olmaz! (A. Hulusi)

02 – Olmaz vakıasına yalan diyen dil. (Elmalı)

 

İzâ vekâ’atil vâkı’atü (1) Leyse livak’atiha kâzibeh gerçekleşmesi kesin olan gün gelip gerçekleştiği zaman. Vakı’ah, Leyse livak’atiha kâzibeh kimse kalmayacaktır onu yalanlayan.

Nedir gerçekleşmesi kesin olan gün? Son saat, yani misafirhanenin de bir ömrü vardır. Sadece misafirin değil. Misafirhane de bir gün gelip ölecektir. Misafir hanenin ölümüne Kur’an son saat diyor. sa’ah. İşte o gün geldiğinde kimse yalanlayamayacak.

Neden yalanlayamayacak? Çünkü gayb yakıyn olacak. Nasıl yalanlasın ki. Göz göre göre yalanlanır mı? Yaşayarak yalanlanır mı? o zaman işte iman etmenin bir değeri kalmayacak. O zaman inanmanın herhangi bir anlamı olmayacak.

Buradan neyi anlıyoruz? Elleziyne yu’minûne Bil ğayb..(Bakara/3) Bakara suresinin girişinde; Onlar ki gayba iman ederler. Yani görmeden inanırlar. Neden görmeden inanırlar? Zaten iman böyle bir şey. Görseniz inanmaktan söz edilebilir mi orada. İman ahlaken güvenmek demek. Neden görmeden inanırlar? Çünkü Allah’ın doğru söylediğine iman etmişlerdir. Sadakallahül azıym Aziym olan Allah doğru söyledi, doğru söylemiştir. Başkasını düşünmek mümkin mi. Onun için iman zaten gayba imandır özü itibariyle. Eğer o gayb gerçekleşmişse artık orada imandan söz edilemez.

İşte burada da ahirete, yani sona, bu ahirete hem dünyanın sonu son saat olarak, hem de ondan sonraki yeni hayatın başlangıcı, kıyameh, yeniden kalkış ve ondan sonra gelen Ba’sü ba’del mevt, yeniden diriliş, ondan sonra gelen hesap günü ve ondan sonra gelen ödül ve ceza cennet ve cehennem hepsi girer. Gerçekleştikten sonra inanmak herhangi bir değer ifade etmiyor. Çünkü yarar taşımıyor. İnanmak bizatihi yarar taşıdığı için emredilmiştir. İnanmamız istenmiştir. İnanmanın yarar taşımadığı durum artık gözünüzle görüp, halinizle yaşadığınız durumdur bunun bir yararı yoktur. İnanmanın yararı dünyada dır, bu hayattadır.

Biz bu hayatta inandığımızda ahlaki değer üretiyoruz. Ahirette inandığımız şeyler bir bir zaten görünecek. Perde kaldırılacak. İş perde kaldırılmadan perdenin arkasında kilere iman ettim, ametü diyebilmek. Hatta öyle amentü diyebilmek ki sevgili seyyidina Ali R.a. ın ifadesiyle perde kaldırılsaydı yakıynim artmazdı diyor. Yani iman ettiğim şeyler şu anda bana bir bir gösterilse imanımda hiçbir şey değişmez. Bu kadar inandım.

Zaten ihsan da bu değil mi? Allah Resulü ihsanı nasıl tanımlıyordu? Mel ihsan diye sorulunca; en ta’büdallahe keenneke terahü Allah’a; O’nu görüyormuş gibi ibadet etmendir, kulluk etmendir fein lemtekün terâhü ve innehû yerâke her ne kadar sen O’nu görmüyor isen de O seni kesin görüyor. İşte bu. Görür gibi inanmak.

 

3-) Hafıdatün Râfi’atün;

(Kimini) alçaltıcıdır, (kimini) yükselticidir! (A. Hulusi)

03 – İndirir bindirir. (Elmalı)

 

Hafıdatün Râfi’ah o dur bazılarını alçaltan, bazılarını da yükselten. Zımnen herkes gerçek değeriyle o gün ortaya çıkacak. Yani dünyada kendisini yüksek satanlar, yüce konumları aralarında paylaştıran, aslında alçak olduğu halde yüce yerleri aralarında kapışanlar, ahirette layık oldukları yere indirilecek. Veya son saatte. İşte o zaman herkes gerçek yerini bulacak. Değerli olanlar değersiz gibi, değersiz olanlar da değerli gibi görünüyor bazen dünyada. İnsanlar değeri takas ettikleri zaman, bakış açılarını yamulttukları, amuda kalkarak eşyayı ve varlığı okudukları zaman her şeyi ters görebiliyorlar. Ama Allah bir gün gelecek, her şeye gerçek değerini gösterecek. İşte o zaman yer yüzünde değerli gibi kendisini satan bir çoklarının aslında alçağın da alçağı. Yer yüzünde bazılarının sırf maddi açıdan baktıkları için değerini fark etmedikleri değerli insanların da gerçek değerini ortaya koyacak ahiret. Ahiret her şeyin gerçek değeri ile ortaya çıktığı, veya değersizin de değersizliği ile ortaya çıktığı gerçek bir durumdur.

[Ek bilgi; Bir mesel ÖYLE DEĞİL..!

Kendince çok bilgin ve İslam’ı çok iyi anlayan ve geniş çevresine oldukça çok faydalı (!?) bilgiler hayatı boyunca sunan bir kişi, bir gün ansızın ölümü tadıverir.

Ölürken: "Hayatım saadet içinde geçti, insanlara çok faydalı oldum.. beni kesin cennet, hem de ne cennet bekliyor" diye düşünür.

Lakin bir müddet sonra ahirette durumu umduğu gibi olmaz. Buna çok şaşırır. münker nekir ile konuşur, derler ki:

"İyi ama öyle değil işte. çok bilmek değil, çok paylaşmak değil, riya, benlik, tamah, hayal, zandan uzak durmak idi senin hedefin. Sana söylemediler mi: "Ene cennete" giremez diye?

Demiş: "Ama ben hep olabildiğince vermeye çalıştım..! Sayemde çok kişiler hidayete erdi, en azından vesile oldum !!"

Derler: "Karşılığını manevi, benlik olarak bekledin ama. RİYA bu..! Benlik bu, şirk bu, ölü bir toprak gibi olacaktın, sadece Dostun ALLAH olacak idi, halk değil. Bunu dünyada anlamadın, tabii şimdi hiç anlayamazsın, uzun konu, şimdi ne desek boş. Boş girdin dünyaya, boş geldin, çok yazık oldu..!" (Okyanusum.com dan)]

 

4-) İzâ rüccetil’Ardu recca;

Arz (beden) şiddetli bir sarsılışla sarsıldığında, (A. Hulusi)

04 – Yer bir sarsılış sarsıldığı. (Elmalı)

 

İzâ rüccetil’Ardu recca yer dehşetli bir sarsılışla sarsıldığı zaman.

 

5-) Ve büssetilcibalü bessa;

Dağlar (bedendeki organlar) hurdahaş edildiğinde, (A. Hulusi)

05 – Dağlar bir serpiliş serpildiği. (Elmalı)

 

Ve büssetilcibalü bessa dağlar paramparça olup böyle korkunç bir yarılışla hallaç pamuğu gibi atıldığında,

 

6-) Fekânet hebâen münbessâ;

(Nihayet) dağılmış toz olduğunda. (A. Hulusi)

06 – Hepsi dağılıp berhavâ bir hebâ olduğu. (Elmalı)

 

Fekânet hebâen münbessâ toz zerrecikleri halinde diyor. Öyle ki paramparça olup toz zerrecikleri halinde atıldığında.

 

7-) Ve küntüm ezvâcen selâseh;

Siz üç cinse ayrıldığınızda: (A. Hulusi)

07 – Siz de üç sınıf olduğunuz zaman. (Elmalı)

 

Ve küntüm ezvâcen selâseh sizler 3 kesime ayrılacaksınız. 3 bölüğe, 3 kısma, 3 gruba. Nedir onlar?

 

8-) Feashabül meymeneti mâ ashabül meymeneh;

Ashab-ı Meymene (uğurlular-mutlular, sağcılar, Hakk’ı bulmada isâbet etmişler), ne ashab-ı meymenedir! (A. Hulusi)

08 – Ki sağda «Ashabı meymene»: Ne «Ashabı-meymene!». (Elmalı)

 

Feashabül meymeneti mâ ashabül meymeneh bu 1. grup. 1- Bahtiyar kampa dahil olan bir kesim olacak mâ ashabül meymeneh ama ne bahtiyarlık. Biz bunu meymene hem şeref ve onur manasına gelen “yüm” den hem de yine aynı kök, aynı zamanda bereket manasına da gelir. Bereket sahibi mübarek insanlar olacak amma ne bereket. Veya şerefli ve onurlu insanların ait olduğu bir kamp olacak, ama ne şeref, ama ne onur manasını da verebiliriz.

 

9-) Ve ashabül meş’emeti mâ ashabül meş’emeh;

Ashab-ı Meş’eme (uğursuzlar-mutsuzlar, solcular, Hak’tan kozalı yaşamışlar), ne ashab-ı meş’emedir! (A. Hulusi)

09 – Solda «Ashabı meş’eme»: Ne «Ashabı -meş’eme!» (Elmalı)

 

Ve ashabül meş’emeti mâ ashabül meş’emeh ikinciler de bunlar, bir de bedbaht kampa dahil olan bir kesim olacak mâ ashabül meş’emeh ama ne bedbahtlık. Meş’eme Şu’um kökünden türetilmiş Şu’um aslında uğursuzluk anlamına da gelir, alçaklık anlamına gelir, onursuzluk anlamına gelir. Yani uğursuzların kampına dahil olan bir kesim olacak. Ama ne uğursuzlar. Onursuzların kampına dahil olan bir kesim olacak ama ne onursuzluk bu. Neden onursuz? Çünkü şerefin kaynağı Allah’tır. Allah’a sırt dönmüş olan, şerefe yüzünü dönmüş olmaz. Allah’a sırtını dönen şereften ve onurdan mahrum kalırda ondan. Bu da ikinci kesim. İyiler ve kötüler. Kısaca böyle de anlayabiliriz. Bir iyilerin kampı olacak, onlara dahil olanlar. Bir de kötüler kampı olacak onlara dahil olanlar. 3. bir kesim daha var ama.

 

10-) Ves sabikunes sabikun;

Es Sâbikun (yakîn ile öne geçenler), sabikundur; (A. Hulusi)

10 – İlerde sabikun, işte o sabikun. (Elmalı)

 

Ves sabikunes sabikun bir de yarışta öne geçip arayı açanlar olacak. Yarışta öne geçenler, ilginçtir iyiler ve kötüler ayrıldıktan sonra iyiler de kendi içlerinde ikiye ayrılıyor iyilerin lokomotif olanları, iyiler vagon olanlar. İyilikte öne geçenler ve onların izini izleyenler, ardından gelenler.

Aslında böyle bir tasnifi yapmasının temelinde şu yatıyor; Yarışın, iyi olmanın sonu yoktur. Ben iyi oldum, bu yeter. İyilerin kampına dahil oldum bu yeter demeyin, iyiliğin sonu yok. İyilikte yarışın. ..festebikul hayrat. (bakara/148) hayırlarda yarışın diyordu ya Kur’an. İyilikte yarışın. Yani ben iyiler kampındayım ya bana bu yetmez mi demeyin. İyilerin önünde olmaya, iyiler arasında lokomotif olmaya gayret edin. Vagon olmakla yetinmeyin. İyilerin izlediği biri olun, sadece iyileri izlemekle yetinmeyin, sizden sonra iyilerin de izleyeceği biri haline gelin. Burada böyle bir imayı görebiliriz.

 

11-) Ülâikel mukarrebun;

İşte onlar mukarrebûn’dur (Kurbiyet mertebesini yaşayanlar). (A. Hulusi)

11- Onlar mukarrebundur. (Elmalı)

 

Ülâikel mukarrebun işte onlardır Allah’a yakınlık sağlayanlar. Mukarrabun, Sıratalleziyne en’amte aleyhim (Fatiha/7) Hani fatiha da okuyoruz ya. Kimin yoluna ilet bizi? Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet. Kim bunlar diye sual ettiğimizde Nisa/69. ayetinde bunların sıfatlarını buluyoruz. Nebiler, peygamberler, sıddıyklar, yani dürüstler, doğrular, Allah’a sözlerinde sadık olanlar, şehiydler, imanına hayatını şahit kılanlar, dahası imanına canını şahit kılanlar. İmanına parasını şahit kılanlar, imanına ilmini şahit kılanlar. İmanına sahip olduğu değerleri şahit kılanlar. Ne varsa. şehit olmak için bu manada sadece ölmek gerekmiyor. Aslında şehit olmanın kaçınılmaz şartı Allah yolunda yaşamaktır. Allah yolunda yaşayanlar, yaşadıkları yolda da ölürler. Onun için imana sahici bir şahit getirenler. Allah’ın kabul edebileceği bir şahit gösterenler. Ya rabbi ben Mü’minim demek iddiadır. İddianızı ispat ediyorsanız şehiydsiniz. Şahit gösteriyorsanız. İşte şehiydler onlar, şüheda onlar.

Ve 4. salihiyn; İyi olmuş, iyiliği hayat tarzı haline getirmiş, iyiliği bir isim olarak almamış sadece, iyiliği hayatına yedirmiş. İyiler kampında olmuş ve iyi olmayı hesaplı bir ahlakla değil, hapsi bir ahlakla yaşamış olanlar. Yani baştan ayağa serapa iyilik kesilmiş olanlar. Kötü düşünmeyenler, kötülük yapmak elinden gelmeyenler. Zihni, akli, kalbi, fiili, fikri, hissi, lafzi her türlü iyiliğe öncülük edenler ve iyiliğin kaynağı haline gelenler. İşte onlar salihıyn. Ülâikel mukarrebun onlar Allah’a yakın olanlar.

 

12-) Fiy cennatin na’ıym;

Nimet cennetlerindedirler. (A. Hulusi)

12 – Onlar naıym Cennetlerindedirler. (Elmalı)

 

Fiy cennatin na’ıym işte bu sayılan, bunlar, özellikle Allah’a yakın olanlar, mukarrabun olanlar. Yani bir yerde Kurban da aynı kökten ya, Kurban; Fu’lan vezninden, taşıdığı anlamın tüm olumlu boyutlarıyla dolu olanlar manasına gelir. Allah’a her tür yakınlık, yani her türlü yakınlık dedimse elbette bu yakınlık asla cismani, beşeri, fiziki bir yakınlık değil. Ama akli yakınlık, kalbi yakınlık. Yani bu manada Allah’ın denetimi altında olmak demektir yakınlık. Çünkü birinin size şah damarınızdan yakın olduğuna iman ederseniz, O’ndan bir şey kaçıramayacağınıza da iman etmiş olursunuz. Ve işte o zaman siz sizi unutursunuz da Allah sizi unutmaz. O zaman siz sizden saklarsınız da Allah’tan saklayamazsınız. İşte böylesine bir yakınlık.

Bunlar için ne var? Fiy cennatin na’ıym sonsuz nimetlerle dolu has bahçelerde yerleşecek olanlar bunlardır.

[Ek bilgi; Bir Hikaye.

Velîlerden İbrahim b. Edhem, bir gün hamama gitmek istedi. Hamamcı ona "Paran varsa girersin. Paran yoksa giremezsin," dedi. İbrahim b. Edhem (k.s) bunu işitince ağlamaya başladı. Hamamcı, "Ey derviş, paran yoksa girebilirsin. Niçin bunun için ağlıyorsun ki!" deyince, İbrahim1 b. Edhem dedi ki:

"- Ey karındaşım! Ben bunun İçin ağlamıyorum. Sen bir (şeytan evi) olan hamama parasız sokmuyorsun. Yarın Rahman olan Allah, (rahmet evi) olan cennete amelsiz sokar mı, alır mı? Sen iyi, güzel İşleri, amelleri çoğaltmaya bak. Yarın ancak onunla cennete girebilirsin, ey azizim" dedi. (Ebu l-Leys Semerkandi, Tefsiru l Kur an)]

 

13-) Sülletün minel’evveliyn;

Çoğunluğu önceki (devir)lerdendir. (A. Hulusi)

13 – Bir çok evvelînden. (Elmalı)

 

Sülletün minel’evveliyn. (Sonraki ayetle birleşti)

 

14-) Ve kaliylün minel’ahıriyn;

Azınlığı sonrakilerdendir. (A. Hulusi)

14 – Biraz da âhirînden. (Elmalı)

 

Sülletün minel’evveliyne (13) Ve kaliylün minel’ahıriyn bir çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden olacak. Ne demek bu? İlerde gelecek Sülletün minel’evveliyne (39) Ve sülletün minel’ahıriyn (40) ama orada farklı bir vurgu var, burada ise daha farklı. Bir çoğu öncekilerden, birazı da sonrakilerden olacak. Buradan şunu anlıyoruz, bir ihbar bu, gaybtan haber, gelecekten bir haber bu aslında. Lokomotif şahsiyetler zaman ilerledikçe azalacak. Yani iyiliğin izini takip edenler hep olacak. Öncekilerden de sonrakilerden de.

Fakat izi takip edilecek iyiler, yani öncü iyiler gittikçe azalacak. Daha çoğu geçmişte kalacak. Onun için mü’min geçmişe sırtını dönerek iyi olamaz. Mü’min iyinin geçmeyeceğini bilendir. İyinin modasının olmadığını, iyiliğin moda olmadığını, dolayısıyla da geçmeyeceğini, zamanının geçmeyeceğini bilendir. İyilik dünya tarihinin insanın önüne getirip bıraktığı bir miras. Onun içinde iyilerin yolunda yürümek budur. Bu anlamda Sülletün minel’evveliyne (13) Ve kaliylün minel’ahıriyn bir ihbardır, gelecekten haber ki lokomotif iyiler gittikçe azalacak. Vagon iyiler çok olsa da her dönemde, izi izlenecek olanlar azalacak manasına gelir. Tabii buradan şunu da belki çıkarabiliriz; Ahlak seviyesi giderek düşecek. Ki modern aklın gelişme mitine aykırı bir bakış açısı bu. Kur’an doğrusal bir tarih anlayışını işte böyle reddediyor.

Nedir doğrusal tarih anlayışı; En son gelen en ileridir, en iyidir. Dolayısıyla kim ne kadar geç gelmişse o kadar iyidir. Bu modern batının sapık aklıdır ve bu yanlıştır. Nietzsche’nin dediği gibi; İnsanlık sofrasına en son geleceksiniz en baş köşeye kurulacaksınız ha? Reva mı bu? Alemin uyanığı siz misiniz diyordu. İnsanlığın sofrasına en son gelin, en baş köşeye kurulun. Bırakın da insanlığın sofrasına önce gelmiş büyükler baş köşeyi kapsınlar. Siz haddinizi bilin ve yerinize oturun. Yani sonradan gelen boş kalan yere oturur. Dolayısıyla İslam’ın zaman anlayışını da veren bir ibare bu.

[Ek bilgi; ÖNCEKİLER SONRAKİLER.

Bu öncekiler ve sonrakiler ta’bîri üzerinde üç görüş vardır: Taberî’hin tercih ettiği görüşe göre öncekiler, daha önce geçen ümmetlerdir. Sabıkların bir cemâati onlardan, birazı da sonrakilerden, yani son gelen Muhammed ümmetindendir. Dünyâ yaratılalıdan beri gelip geçen bütün insanlarla kar­şılaştırılınca Muhammed ümmeti için “biraz” denmesi uygun olabilir.

An­cak bu görüşü benimsemeyen ve: “Siz, insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmetsiniz”[a. İmran/110] âyetinin açık ifadesiyle yeryüzüne çıkarılmış ümmetlerin en hayırlısı olduğu belirtilen bu ümmetin Allah’a yakın olanlarının azınlıkta kalmasını uygun görmeyen İbn Kesîr ve İbn Cüzey’e göre öncekiler de. sonrakiler de bu ümmettendir. Öncekiler ilk Müslümanlardır, onların Allah’a yakın olanları çoktur. Bu vasıftaki temiz Müslümanlar git gide azalırlar, sonra gelenler içinde bunlar daha az olur[İbn Kesîr, Tefsîr: 4/285]. Bazılarına göre de es-Sâbikûn, önce geçmiş peygamberlerdir. Çünkü önceki zamanlarda daha çok peygamber gelmiştir[et-Teshîl: 4/88].

Söz, Hz. Peygamber’in daveti ile ilgili insanlar üzerinde olduğu için ikinci görüş tercîhe şayandır. Peygamber sahabelerini, muhacirler, ensâr ve onların ardından gelenler şeklinde üç sınıfa ayıran Haşr: 95/10., Tevbe: 113/100. âyetleri de ilk sabıkların, Muhammed ümmetinden ilk inanan muhacirler ve ensâr olduğunu ifade eder.

“Neden siz Allah yolunda harca-mayasınız ki? Göklerin ve yerin mirası zaten Allah’ındır. Elbette içinizden (Mekke ‘nin) feth(in)den önce (Hak yolunda) harcayan ve savaşan(lar. ötekilerle) bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infâk eden ve savaşan­lardan daha büyüktür.

Bununla beraber Allah hepsine de (gerek fetihten önce, gerek fetihten sonra infâk eden ve savaşan Müslümanlara) en güzel sonucu vazetmiştir. Allah, yaptıklarınızı haber almaktadır.”[Hadiyd/10] âyetinde de bu ilk mü’minler grubunun faziletine işaret edilmiştir. Onlar her türlü takdire lâyıktırlar. İslâm onlar sayesinde kök salıp bize kadar gelmiştir. (Prof. Dr.Süleyman Ateş- Kur’an Ansiklopedisi]

 

15-) Alâ sürurin mevdûnetin;

Mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler. (Buradan başlayan cennet tanımlayıcı âyetleri okurken; Ra’d: 35 ve Muhammed: 15. âyetlerde vurgulanan “Meselül cennetilletiy = cennettekilerin MİSALİ – TEMSİLİ” şöyle şöyledir, diye başlayan uyarı göz ardı edilmemelidir. Anlatılanlar temsil yolludur. A.H.) (A. Hulusi)

15 – Murassa’ tahtlar üstünde. (Elmalı)

 

Alâ sürurin mevdûnetin Altın mücevher işlemeli, huzur tahtlarına kurulacaklar. Aslında mevdûneh, Kur’an da sadece burada kullanılan nadir terimlerden, kelimelerden biri. Nedir? İşlemeli, sırmalı, kaplamalı, oymalı, nakışlı bütün bu manaları kapsayabilir. Dokumaya işlemeye, Arapçada ki eş anlamlısı mesc, bu kelime ifade eder. Fakat burada aslında cennette ki mükemmelliği ifade ediyor. Hatta hatta bir iması var, söylesem sanırım yanlış anlaşılmaz; el emeği göz nuru tahtlara kurulacaklar. Burada şöyle bir ima var cennette karşılaştıkları o nimetler aslında dünyada ki çabalarının bir ödülü olacak. Yani haybeden gelmeyecek. Bu bir ödül ama hiçbir ödül sebepsiz verilmez. Dünya da ki emeklerinin karşılığı, ama ödül olarak. Onlarla kıyaslanamaz derecede Allah’ın Allah’ça verdiği bir ödül olarak önlerinde olacak.

 

16-) Müttekiiyne aleyha mütekabiliyn;

Karşılıklı kurulmuşlardır. (A. Hulusi)

16 – Karşı karşıya kurulmuşlar. (Elmalı)

 

Müttekiiyne aleyha mütekabiliyn onlara yaslanıp karşılıklı sevinç paylaşacaklar. Yani sefa sürecekler, sefam olsun diyecekler, mutluluğun dibini bulacaklar. Mutluluğun kaynağını bulacaklar, mutluluğun üretildiği merkezde olacaklar. Bunun anlamı bu.

Aslında cennetten söz edilen her yerde ideal güzellikten söz ediliyor demektir. Cennet ideal güzelliğin öbür adı. Cennet kalıcı güzelliğin üretildiği merkez. Zorunlu olarak mecaz kullanılacaktır. Çünkü gayba ait bu ideal güzellikler, bu geçici dünyamızın lisanına nasıl çevrilebilir ki. Ancak gördüğümüz şeylerden yola çıkarak görmediğimiz bu mutlak güzellikleri algılayabiliriz. Onun içinde Kur’an zaten bu hakikati Secde/17 ayetinde dile getiriyor;

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) cennette cennetlikleri hangi göz kamaştırıcı güzelliklerin beklediğini asla bilemezsiniz, hayal bile edemezsiniz, tahayyül ve tasavvur dahi edemezsiniz.

Muhtemelen bu ayetin tefsiri sadedinde Allah Resulü öyle buyurur Hatta öyle okur Allah’ı ve Allah’ın ayetlerini ‘adet tü li’ ibadi’s salihîyn salih kullarım için cennette öyle nimetler hazırladım ki mâ lâ ‘aynün ra’ed hiçbir göz görmedi onları, onun gibisini Velâ üzünün semi’at hiçbir kulak duymadı onun gibisini Ve lâ hatara ‘alâ kalb-i beşerin hiçbir insanın aklına gelmedi böylesi. Yani tasavvur dahi edilemez. Onun için böyle bir şeyden kim haber verebilir. ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr (Fatır/14) elbette her şeyden haberdar olan Allah’tan başkası bize cennetten, ahiretten haber veremez. Tıpkı okuduğum Fatır/14 ayetinde olduğu gibi.

 

17-) Yetufü aleyhim vildanün muhalledûn;

Çevrelerinde ebedî gençlikleriyle hizmetliler… (A. Hulusi)

17 – Pırlanır etraflarında muhalled evlatlar. (Elmalı)

 

Yetufü aleyhim vildanün muhalledûn onları bekleyecek ölümsüz gençlikler. Ölümsüz gençlik bekleyecek onlar. Nasıl ölümsüz gençlik ne anlayacağız? Bunu şöyle de çevirebiliriz, ölümsüz gençler etraflarında fır dönecekler, tavaf edecekler, hizmetlerinde olacaklar. Ama Ta’afı aleyh, hem etrafını döndü, hem de başına bir hal geldi, başına bir iş geldi anlamına. Hem müspet, hem menfi. Kalem/19. ayetinde de bu anlamda kullanılır.

Onun için onların içinde bulunduğu ölümsüz gençliğe bir atıf olarak okunmalıdır bu ayet. Ki Allah Resulü de öyle demiyor muydu? Cennette insanların hep aynı yaşta olacaklarını, hiç ihtiyarlamayacaklarını, hatta bir haberde, haberin sıhhati hakkında bir takım şeyler söylenmiş olsa da erkeklerin 33 yaşında, hanımlarında 18 yaşında olacağına dair. Aslında bunlar hep tabii ki mecazi ifadeler. Yani sürekli gençlik. Unutmayalım cennet ideal güzelliğin merkezi. İnsanın da ideal güzelliği orada ortaya çıkacak.

Onun için orada insanın üzerine ihtiyarlık arız olmayacak. Cennetin ideal güzelliğin, mutlak güzelliğin üretildiği yer olduğunun aslında birer göstergesi bu ayetler. Belki namazlardan sonra çektiğimiz tespihatta ki 33 rakamı da aslında bir tür cennet talebi. Bir tür cennette ki yaşlarımızı çekiyoruz aslında. Yani kim bilir böyle yorumlamakta bir sakınca yok.

[Ek bilgi; “Ali b. Ebi Talîb (r.a) ile Hasen el-Basri şöyle demişlerdir: Burada sözü ge­çen "evlatlarda müslümanlann küçük yaşta olup herhangi bir sevab ya da günahları olmayan çocukları kastedilmektedir.

Selman el-Fârisî de: Müşriklerin (küçük yaşta öien) çocukları, cennetlik­lerin hizmetkârları olacaktır, demiştir.

El-Hasen dedi ki: Bunların mükâfatlarını görecekleri hasenatları, cezalan­dırmalarını gerektiren de günahları olmadığından böyle bir konuma yerleş­tirileceklerdir.

Buyruğun maksadı şudur: Cennetlikler en mükemmel bir sevinç ve nimet içerisinde olacaklardır. Nimet ise insanın etrafında çokça hizmetçilerin ve bu türden küçük çocukların bulunması ile tamam olur. (Kurtubi/El Camiu li Ahkâmil-Kur’an)]

 

18-) Biekvabin ve ebâriyka ve ke’sin min ma’ıyn;

Kaynağında dolmuş ibrikler, sürahiler ve kâselerle.. (A. Hulusi).

18 – Küpler ve ibriklerle me’ıynden bir piyâle. (Elmalı)

 

Biekvabin ve ebâriyka ve ke’sin min ma’ıyn tarifsiz güzellikte bir kaynaktan doldurulmuş, tarifsiz güzellikte ibrikler ve kusursuz su. İşte bu aslında yine dünyada ki nimetlerin idealinin orada bulunduğunu ifade eden bir ayet. Tarifsiz güzellikte diye çevirdim, çünkü hep nekira gelmiş. Biekvabin ve ebâriiyka be ke’sin min ma’ıyn. Hep belirsiz form kullanılmış. Neden bu belirsizlik? Tarif edilemez de ondan. Öyle tarifsiz güzellikte kaynaktan doldurulmuş sürahiler, bardaklar, ibrikler, sular ki bunlar, bu dünyada tarifi mümkün değil. Tarifsiz güzellikte kaplar, tarifsiz güzellikte su, tarifsiz güzellikte içen, tarifsiz güzellikte dağıtan. Hepsi tarifsiz, inanılmaz güzellikte.

 

19-) Lâ yusadda’ûne anha ve lâ yünzifun;

Ne başları ağrır ondan ne de şuurları bulanır! (A. Hulusi)

19 – Ne başları ağrıtılır ondan ne de irer zevâle. (Elmalı)

 

Lâ yusadda’ûne anha ve lâ yünzifun ne baş döndürür ne de sarhoş eder.

 

20-) Ve fakihetin mimma yetehayyerun;

Tercih edecekleri meyve;(A. Hulusi)

20 – Meyve beğendiklerinden. (Elmalı)

 

Ve fakihetin mimma yetehayyerun ve her tür meyve ve kuru yemiş seçeneği mimma yetehayyerun u seçenek diye çevirebiliriz. Her tür meyve Fakihe hem meyveye Arap dilinde, hem de kuru yemişe tekabül ettiği için böyle çevirdim.

 

21-) Ve lahmi tayrin mimma yeştehun;

Canlarının çektiği kuş eti; (A. Hulusi)

21 – Kuş etti istediklerinden. (Elmalı)

 

Ve lahmi tayrin mimma yeştehun ve canlarının çektiğinden tarifsiz lezzette kuş etleri. Dedim ya Cennet güzelliğin üretildiği merkez. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir aklın tasavvur edemeyeceği bir güzelliğin üretildiği merkez. Ancak bizim beşer dilimize, ancak bizim beşeri zihnimize o tarifsiz güzellik işte dünyamıza ait olan şeyler üzerinden anlatılıyor. Zorunlu olarak mecaz içermek zorunda cenneti anlatan ayetler.

[Ek bilgi; Orada boyunları deve boyunları gibi kuşlar vardır." Ömer (r.a): Şüphesiz ki bunlar şişman kuşlardır, deyince Rasûlullah (sav): "Onla­rı yemek ondan da güzeldir" diye buyurdu. (Tirmizi) dedi ki: Hasen bir hadistir. (Kurtubi/El Camiu li Ahkâmil-Kur’an)]

 

22-) Ve hûrun ‘ıyn;

Ve Hur-i Iyn (net görüşlü {biyolojik gözün sınırlamalarıyla kayıtlı olmayan} eşler {birkaç beden}; şuur yapı olan “insan”ın özelliklerini yaşatacak, eşi olan bedenler. Tek bilincin tasarrufundaki birden çok bedenle yaşama süreci. A.H.). (A. Hulusi)

22 – Huri ıyn. (Elmalı)

 

Ve hûrun ‘ıyn ve kusursuz bakışlı temiz eşler. Geçtiği 4 ayette Mekki dir hûr kelimesinin, ki rahman suresinin 72. ayetinde işlemiştik. Hemen arkada yer alıyor o ayet; Hûrun maksuratün fiylhıyam (Rahman/72) yani gözü gönlü eşine dönük, pırıl pırıl eşler çardaklarda kalacaklar. Gözü gönlü eşine dönük diye çeviriyorum. Çünkü hûrun maksurat bu anlama geliyor. Muhtemelen Kur’an da geçtiği ilk yerde Rahman/72 ayeti. Çünkü 4 yerde geçiyor, tümü de Mekki surelerde geçiyor.

3 kök anlama geliyor Hûr; Renk anlamına, geri dönüş anlamına, bir şeyin kendi ekseni etrafında dönmesi anlamına. Gözü gönlü eşine dönük diye çevirmemiz işte buna dayanıyor. Aslında kelime Ahver, ki bunu ifade ediyor, çoğulu havra sadece dişil veya eril değil, hem dişiyi kapsıyor, hem erkeği kapsıyor. Hûr. Onun içinde sadece dişiye yönelik kullanmak, dişiyle sınırlamak, ya da dişiye hasretmek doğru değil. Oraya tertemiz eşler olarak girecekler.

İşte bu mana Mekke’den Medine ye geldiğimizde Hûrun ‘ıyn veya Hûr kelimesinin yerini, bu ibarenin yerini ezvâcün mutahherah (A. İmran/15) kalıbı akıyor. Artık Medine de bu kalıp kullanılmıyor. Bunun yerini tertemiz eşler alıyor. Biz de bundan anlıyoruz ki aslında bu tertemiz eşlerin yerine Mekke de kullanılan dilin bir boyutu olarak gündeme geliyor. A. İmran/15. ayetinde ezvâcün mutahheratun (A. İmran/15) ifadesi geçiyor zaten

İşte bu çerçevede Rahman/72 ayetinde de izah ettiğimiz gibi burada da Hûrn ‘ıyn i; gözü gönlü eşine dönük pırıl pırıl eşler şeklinde anlayabiliriz.

 

23-) Keemsâlil lü’lüilmeknun;

Saklı (sedefte büyümüş) incilerin misali gibi (Esmâ hakikatinden oluşmuş ve o özelliklerin açığa çıkışı olan insan şuurundan var olmuş Allâh yaratısı bedenler).(A. Hulusi)

23 – Saklı inci timsalleri gibi. (Elmalı)

 

Keemsâlil lü’lüilmeknun adeta gün görmemiş inciler gibi. Yani yer altında saklanmış, ait olduğu yerde, midyenin kabuğunun içinde gün görmemiş. Bu ne demek? El değmemiş. Hani o meşhur o güzel türkünün o mısraı var ya;

Yüzünde göz izi var

Sana kim baktı yarim.

Diyor Yüzünde göz izi olmayan, gözünde yüz izi olmayan eşler. El değmemiş, hatta göz değmemiş, göz bile değmemiş. Yani sadece el değmemiş değil, göz bile değmemiş. O kadar noksansız, o kadar kusursuz, o kadar iffet abidesi ki, göz ilk defa değiyor. İşte böyle bir şeyi resmediyor ayet.

 

24-) Cezâen Bimâ kânu ya’melûn;

Yaptıklarının cezası (sonucu)! (A. Hulusi)

24 – İşledikleri amellere mükâfat için. (Elmalı)

 

Cezâen Bimâ kânu ya’melûn önceden yaptıklarının bir ödülü olacak bütün bunlar. Önceden yaptıklarının. Bu neye bir ima? Cennet iyiliğin bedeli değil Kur’an dostları, Cennet; iyiliğin ödülüdür. Cennet bedelidir dersek yer yüzünde bütün çalışıp çabaladıklarımıza karşın elde ettiğimiz serveti görüyoruz. Ya uçsuz bucaksız cennetleri, bu kusurlu noksanlı çabayla nasıl hak ettiğimizi düşünebiliriz. Ancak Allah’ça verilmiş bir ödül olarak görebiliriz. İşte burada da ona bir ima var. Ama hiçbir ödül sebepsiz verilmez. Yani ben cenneti hak ettim yerine, aslında ben elimden gelen gayreti yapmaya çalışayım. Ben kulca yaparım, Allah, Allah’ça verir. Demek daha doğrusu.

 

25-) Lâ yesme’une fiyha lağven ve lâ te’siyma;

Orada ne boş laf duyarlar ve ne de suç kavramı!

25 – Ne bir boş lâf işidirler orada ne de bir te’sîm.(günah işledin demek) (Elmalı)

 

Lâ yesme’une fiyha lağven ve lâ te’siyma orada ne boş bir konuşma ne de kınanma duyacaklar. Yani orada aslında rahatsız eden hiçbir şey olmayacak. Onları cennetliklerin itirafı hatırlayalım; Ve kalül Hamdu Lillâhilleziy ezhebe ‘annelhazen. (Fatır/34) öyle diyorlardı ya ezhebe ‘annelhazen. Cennete girenlerin söylediği şey şu olacak; hüznün kökünü bizden kazıyan Allah’a hamd olsun. Hüznün kökünü kazıyan. Demek ki cennet dışında hüzünsüz bir hayat olmayacak. Yer yüzünde cennet aramak, bir yalanın peşinden, bir serabın peşinden gitmekten başka bir şey de değildir aslında. Bu ayet bize bunu da veriyor.

Te’siym; kınama olmayacak, aslında te’siym, kınama. Neden cennete günahı bağışlanarak girmiş olanlara senin günahın bağışlandı da girdin bile denmeyecek. Mağfiret bu. sadece günahı affetmek değil, affettim seni bile dememek. Mağfiret bu. Yani onu mahcup etmemek.

 

26-) İllâ kıylen Selâmen Selâma;

Sadece “Selâm, Selâm” denilir (Selâm isminin işaret ettiği özellik daim olsun; anlamında). (A. Hulusi)

26 – Ancak bir kelâm: Selâmen selâm. (Elmalı)

 

İllâ kıylen Selâmen Selâma sadece denilecek ki; Mutluluklar size. Başka ayetleri hatırlıyoruz. Selâmün aleyküm tıbtüm fedhuluha halidiyn. (Zümer/73) Evet, size selam olsun, sefa başınıza, ne mutlu size. Girin ebedi kalmak üzere cennetlerinize.

İslam’a teslim olanlar, selam ve selamete ererler. İslam zaten budur. Yer yüzünde İslam’a teslim olan, bu dünyada İslam’a teslim olan, öte dünya da selam ve selamete erer. Bu ayetin ifade ettiği hakikat bu.

 

27-) Ve ashabül yemiyni mâ ashabül yemiyn;

Ashab-ı Yemîn (sağcılar, iman edenler) ne ashab-ı yemîndir! (A. Hulusi)

27 – Ashabı yemîn ise ne Ashabı yemîn. (Elmalı)

 

Ve ashabül yemiyni mâ ashabül yemiyn bahtiyar kesime gelince, Nedir o bahtiyarların ödülü peki? Mâ ashabül yemiyn, nedir o bahtiyarların ödülü?

 

28-) Fiy sidrin mahdud;

Meyveleriyle sidre ağacı içinde, (A. Hulusi)

28 – Dal bastı kirazlar. (Elmalı)

 

Fiy sidrin mahdud mahdud’u nasıl çevireceğimi düşünüyorum da en ideal hale getirilmiş uzun sidre ağaçlarının arasında. Mahdud; Aslında bu kelimede nadir kullanılan kelimelerden biri. Hatırladığım kadarıyla Kur’an da sadece burada kullanılıyor. Hem dikeninden soyulmuş manasına gelir, hem de meyve bolluğundan dalları yere ağmış manasına gelir. Aslında bu bize gelen rivayetlerden anlıyoruz ki dikenli bir ağaçmış. Meyvesi işe yaramaz çok dikenli bir ağaç. Peki bu ağacın cennette işi ne?

Zaten bir bedevi de onu sormuş; Ya Resulallah böyle kötü bir ağaç cennette ne geziyor? Efendimizden aldığı cevap üzerine aslında cennet tasavvurunu inşa ediyor bu. Yer yüzünde gördüğünüz bütün bu eşya en ideal haliyle cennette olacak. Aslında belki burada şu da veriliyor. Salatalık neden dünyanın her tarafında salatalıktır? Kokusuyla, rengiyle, tadıyla, biçimiyle, şekliyle, şemailiyle.ç Domates neden yeryüzünün her tarafında domatestir. Karpuz neden yer yüzünün her tarafında karpuzdur. Biz karpuzu gözümüzle görmemiz gerekmez kokusunu aldık mı karpuz deriz. Karpuz kokuyor deriz. Bunun aslı nerdedir? Yer yüzünde bunların prototipini, arka tipini kim yapmıştır, ilk kalıbını kim yapmıştır, nerededir bunun arka tipi sualinin aslında zımni bir cevabı da var; Cennette.

Bunların aslı cennette. Cennetteki asıllarının atığı yok, hepsi nûr, hepsi serapa baştan başa vitamin, baştan başa yarayışlı. Dünyadakiler atığı olanlar. Onun için çünkü cennete giren insan pürüzsüz olarak girecek. Pürüzsüz baştan ayağa pırıl pırıl olan insana; baştan ayağa pırıl pırıl nimet gerek. İşte burada da aslında mahdut ifadesi dünyada ki bu bölgede yaşayan insanların gördüğü o ağaçların ideal şekli. Dikenleri alınıp diyor Allah resulü, yerine meyve konulacak onların. Buradan anlıyoruz ki, bunlar tabii hep insan zihnine inzal edilmiş hakikatler. İnsan zihni yükselsin diye, soyutlayabilsin diye, yücelsin diye. Ne anlayacağız? İdeal güzelliğin merkezi olduğunu.

 

29-) Ve talhın mendud;

Meyveleri istiflenmiş muz ağacı… (A. Hulusi)

29 – Sıvama muzlar içinde. (Elmalı)

 

Ve talhın mendud yine mis kokulu ışıl ışıl ağaçlar. Buna muğaylan ağacı diyor İbn. Aşur tefsirinde. Ki biz itiraz edecek durumda değiliz, Arap coğrafyasını, Arap bitki örtüsünü, Arap florasını o çok daha iyi bilir şüphesiz. Kendisi de o coğrafyaya mensup biri çünkü. Muğaylan ağacı bölge insanının  bildiği bir ağaç bu. Meyvesi yine işe yaramaz bir ağaçmış, bizde ki pelit’e denk geliyor. Dikenli, O da cennette ideal güzelliği ile arzı endam edecek.

Buradan ne çıkıyor aslında? Din insanı cennete hazırlamak içindir. Ağaçların bile cennette ideal güzellikle arzı endam ettiklerinden yola çıkarak biz insanlar ne anlamamız lazım? Ey insan senin de dikenin var, senin de öyle yemişlerin var ki pelitten beter, beş para etmez. Boğaza duruyorsun. Senin de öyle eylemlerin oluyor ki, şu yer yüzünde yılanlardan daha zehirli olabiliyorsun ey insan. O zaman sen de buradan yola çıkarak Allah seni cennete koysun istiyorsan bunun bir bedeli olmalı, bir terbiye süreci. Yani cennete kirli halinle giremezsin. Cennete bu halinle giremezsin.

Peki ne halimle girerim? İdeal halinle, pırıl pırıl halinle. İşte din de seni pırıl pırıl etmek için gönderildi. İşte vahyin amacı da seni pırıl pırıl etmek. İşte peygamberler de bunun için geldi. Burada zımnen aslında söylenen budur başka bir şey değil.

 

30-) Ve zıllin memdud;

Yayılmış (sonsuz) gölgede, (A. Hulusi)

30 – Memdud bir saye. (Elmalı)

 

Ve zıllin memdud ve uzayıp giden serin gölgeler.

 

31-) Ve mâin meskûb;

Çağlayarak dökülüp akan bir suda, (A. Hulusi)

31 – Çağlayan bir su. (Elmalı)

 

Ve mâin meskûb ve çağlayanlar. Öyle ki Ve mâin meskûb bitimsiz, pırıl pırıl, billur gibi. Sanki elmas akıyor gibi çağlayanlar.

 

32-) Ve fâkihetin kesiyretin;

Pek çok meyve (türü) içinde, (A. Hulusi)

32 – Bir çok meyve. (Elmalı)

 

Ve fâkihetin kesiyre bir de bol bol, arkası kesilmeyen meyveler.

 

33-) Lâ maktu’atin ve lâ memnu’atin;

(Ki o meyveler) ne tükenir ve ne de yasaklanır! (A. Hulusi)

33 – Ne eksilir, ne men edilir. (Elmalı)

 

Lâ maktu’atin ve lâ memnu’a ne bir kesintiye uğrar, ne de yasaklanır. Yasaklanmak, yani orada hiçbir nimet fazla yersen zarar verir denilmeyecek. Dünya da öyle. En güzel şeyler dahi dozu aşıldığı zaman zarar verir. Biliyor musunuz bal şifa kaynağıdır, fakat dozu aşıldığı zaman zehir olur. Bal vurması denir. Yani baldan insan ölür mü? Eğer dozu aşılırsa evet, ölür, vurur. Yani en güzel şeyler bile dozu aşıldığı zaman ölüm oluyor. Ama orada öyle değil, orada bir yasak noktası da yok, bunu gösteriyor aslında. Yer yüzünde ki güzelliklerin bile bir tehlikesi olduğu, dozu aşıldığında onun yarar yerine zarar vereceğine bir imayı da görüyoruz burada.

 

34-) Ve furuşin merfu’ah;

Yüceltilmiş sedirler içinde(dirler). (A. Hulusi)

34 – Yüksek döşekler. (Elmalı)

 

Ve furuşin merfu’ah ve yüksek döşekler, veya karakterleri ve kaliteleri yükseltilmiş eşler. Mecazen bu anlama da gelebilir döşek.

 

35-) İnna enşe’nahünne inşâen;

Muhakkak ki biz onları (şuurun eşi olan bedenleri yeni) bir inşa edişle inşa ettik. (A. Hulusi)

35 – Biz etmişizdir de onları. (Elmalı)

 

İnna enşe’nahünne inşâen çünkü biz onları yepyeni bir yaratılışla inşa ettik, edeceğiz. Yani ettik sayıp, gelecekte olacakları şimdiden ifade eden ayetler. Kiplemede de mazî  kullanılıyor ki, kesin olmuş bilin dercesine inşa edeceğiz. Yeniden çatacağız çatılarını, yeniden yaratacağız insanı. Pırıl pırıl, yani nasıl olacak; Hani efendimiz bir yaşlı hanıma şaka, latife yapıyor. Sen cennete giremeyeceksin diyor. O ağlamaya başlıyor; Ya Resulallah nasıl giremem? Teskin etmek için “sen bu halinle giremeyeceksin diyor genç olarak gireceksin.” Dolayısıyla yeniden inşa etmek bu anlama geliyor.

 

36-) Fece’alnahünne ebkâra;

Onları daha önce hiç kullanılmamış türden oluşturduk! (A. Hulusi)

36 – Yeniden inşa. (Elmalı)

 

Fece’alnahünne ebkâra ve onları bakir veya bakireler olarak var edeceğiz, yaratacağız. Bakir veya bakire, aslında aklı bakir, ruhu bakir, kalbi bakir, hepsi sıfır Km. Kirlenmemiş, ellenmemiş, örselenmemiş, koklanmamış güller yani. Bunu kapsamlı anlamak lazım.

 

37-) ‘Uruben etraba;

(Ki o daha önce hiç görülmemiş – kullanılmamış türden bedenler) eşlerine âşık (dünyaya birbirine düşman olarak inen, insanı maddeye yönelttiren hayvani beden karşıtı olarak, insan şuuruna sahip bilince, özelliklerini itirazsız yaşatan. A.H.) ve yaşıtlardır (bilinçle birlikte var olmuştur)! (A. Hulusi)

37 – Kılmışızdır bir yaşıt ebkâri şeyda. (Elmalı)

 

‘Uruben etraba sevgi dolu ve denk eşlerle, denk ve uyumlu, etrab; uyumlu.

 

38-) Liashabilyemiyn;

(Bunlar) ashab-ı yemîn (saîd olanlar) içindir. (A. Hulusi)

38 – Ashabı yemîn için. (Elmalı)

 

Liashabilyemiyn hepsi de bahtiyarlar için. Dünya da şeref ve onurunu satmayanlar için, Allah’ın açtığı krediyi mahvetmeyenler için, yani Allah’a sırt dönmeyenler için.

 

39-) Sülletün minel’evveliyn;

(Ashab-ı yemîn’in) bir kısmı evvelkilerdendir. (A. Hulusi)

39 – Bir çok evvelînden. (Elmalı)

 

Sülletün minel’evveliyn  (Sonraki ayetle birleşik)

 

40-) Ve sülletün minel’ahıriyn;

Bir kısmı da sonrakilerdendir. (A. Hulusi)

40 – Ve bir çok âhirînden. (Elmalı)

 

Sülletün minel’evveliyn (39) Ve sülletün minel’ahıriyn işaret ettiğim ayetler geldi. Orada Ve kaliylün minel’ahıriyn (14) demişti, burada Ve sülletün minel’ahıriyn Fakat fark var. Orada ki bağlam önde olanlarla ilgili bağlamdı, lokomotifler. Buradaki ise iyiliğin izini izleyenler, iyilerin arkasından gelenlerle ilgili bağlam. Bunlardan eskilerden de çok olacak yenilerden de çok olacak. Yani her zaman iyiler bulunacak iyilerin bulunmadığı bir zaman olmayacak. Şunu söylemeyin hiç, yer yüzünde iyi kalmadı. Hayır. Kendinizden umut kestiğinizi gösterir bu. İyi var, iyileri bulun. Sadıklarla beraber olun, o iyileri keşfedin, iyi var.

 

41-) Ve ashabüşşimâli mâ ashabüşşimâl;

Ashab-ı Şimal (şakî olanlar; hakikati inkâr edip kozalı yaşayanlar), ne ashab-ı şimaldir! (A. Hulusi)

41 – Ashabı şimal ise ne Ashabı şimal! (Elmalı)

 

Ve ashabüşşimâli mâ ashabüşşimâl ve bedbaht kesime gelince. Nedir o bedbaht kesim için hazırladığımız ceza? Nedir onların cezası ne olacak peki?

 

42-) Fiy semumin ve hamiym;

Semum (zehirleyici ateş, radyasyon) ve hamim (yakan su; gerçek dışı bilgi ve şartlanmalar) içinde, (A. Hulusi)

42 – Bir semum ve hamîm. (Elmalı)

 

Fiy semumin ve hamiym semum; zehirli bir ateş aslında. Sem zehir demektir aynı zamanda. Ama semum, bakınız sam yeli deriz ya aslında buradan gelme sam yeli. Yakıp kavuran. Mesela üzümü öyle kavurur ki artık üzümü yiyemez olursunuz. Öyle bir rüzgardır ki adeta içinde zehir var gibi değdiği şeyi yakar kavurur. Hatta hissetmezsiniz. Belki bu bir takım zehirli ışınların olduğu serpintiler, belki radyasyonları da kapsayan ve ondan daha öte, daha beter bir şey de aklımıza gelebilir. Fiy semumin ve hamiym zehirli bir ateş ve yürek dağlayıcı bir umutsuzluğu boca eden bir durum içinde olacaklar.

Hamiym; Aslında yürek yakan bir umutsuzluk, insanın içini kavuran bir umutsuzluk. Öyle bir umutsuzluk düşünün ki hiçbir taraftan umudunuz kalmamış ve orada Allah’tan mahrum kaldım diyorlar. Azab bu. Azap kelimesinin kökü mahrum kalmak, terk edilmek, ayrılmak. Onun için Allah seni bıraktı. Bunun vereceği iç yangını, dış yangınından bin beter bir yangın olsa gerek. Allah hepimizi korusun. Allah kendinden mahrum olmaktan korusun bizleri.

 

43-) Ve zıllin min yahmum;

Simsiyah dumandan bir gölge (Hakikatindeki kuvveleri göremez, yaşayamaz bir hâl) içinde, (A. Hulusi)

43 – Ve zifirden bir zılli mağmum içinde. (Elmalı)

 

Ve zıllin min yahmum ve iç karartan boğucu bir gölge.

 

44-) Lâ bâridin ve lâ keriym;

(Ki o gölge) ne serindir ve ne de kerîm (cömertçe getirisi olan)! (A. Hulusi)

44 – Ne serin ne de kerîm. (Elmalı)

 

Lâ bâridin ve lâ keriym ne serinletici, ne de rahatlatıcı.

 

45-) İnnehüm kânu kable zâlike mütrefiyn;

Muhakkak ki onlar bundan önce, dünyevî – şehvanî zevklerin bolluğu içinde şımarandılar! (A. Hulusi)

45 – Çünkü onlar bundan evvel mütrefîn: Keyiflerine düşkün şımarık müsrifîn idiler. (Elmalı)

 

İnnehüm kânu kable zâlike mütrefiyn çünkü onlar geçmişte refah içinde şımarmış azınlıktılar. Yani refah içinde şımarmıştılar, onun içinde başlarına bu geldi.

 

46-) Ve kânu yusırrune alelhınsil ‘azıym;

O büyük suçta (Hakikatlerini inkâr ederek onu yaşama yolunda çalışma yapmamakta) ısrar ederlerdi. (A. Hulusi)

46 – Ve büyük cinayete ısrar ediyorlardı. (Elmalı)

 

Ve kânu yusırrune alelhınsil ‘azıym ve büyük ihanette ısrar etmiştiler. Büyük ihanet, yani ihanetin en büyüğü, en büyüğe yapılan ihanettir. İhanetin en büyüğü büyük olan Allah’a yapılan ihanettir. İhanetin en büyüğü, büyük emanete yapılan ihanettir. Büyük emanet Allah’ın insana verdiği akıl ve iradedir.

 

47-) Ve kânu yekûlune eizâ mitna ve künna türaben ve ızâmen einna lemeb’usûn;

“Ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, gerçekten yeni bir bedenle yaşama devam edecek miyiz = bâ’s olunacak mıyız?” derlerdi. (A. Hulusi)

47 – Ve diyorlardı ki: Öldüğümüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğumuz vakit mi? Cidden biz mi mutlak ba’s olunacak mışız? (Elmalı)

 

Ve kânu yekûlune eizâ mitna ve künna türaben ve ızâmen einna lemeb’usûn ve, ne yani demişlerdi, biz ölüp gittikten, toza toprağa karıştıktan sonra, bir iskelet halini aldıktan sonra tekrar diriltileceğiz öyle mi?

 

48-) Eve abaunel’evvelun;

“Evvelki atalarımız da mı?” derlerdi. (A. Hulusi)

48 – Ya evvelki atalarımız da mı? (Elmalı)

 

Eve abaunel’evvelun önden giden atalarımız da diriltilecek öyle mi? Bu tarz. Bu mantık, aslında ahlaki davranışın özünde hesap verme inancı yatar. Ahlaksız davranışın özünde de hesap vermeme inancı yatar, budur. Yani tüm ahlaki davranışların özünde 2 dünyalılık mı, tek dünyalılık mı meselesi vardır başka değil. Ahirete iman ediyor mu, etmiyor mu. Nihilizm, hedonizm. Yani hiççilik, zevk perestlik, zevke tapıcılık hep ahirete iman etmemenin yansılamalarından başka bir şey değil. Ahiret yoksa amaç ve anlam da yok. Ahlaki davranışın gerekçesi de yok. Niye ahlaki davranacak ki. İmansızlığın zaferi, anlamsızlığın zaferidir aslında, amaçsızlığın zaferidir.

Onun için burada Eve abaunel’evvelun sanki, mukarrabune karşılık düşüyor gibi. Hani iyilerin bir lokomotifleri vardı ya, bir de kötülerin lokomotifleri var. ‘Evvelun önden giden atalar. Ben zamansal önceki gitmiş atalar anlamına da gelir ama ben sanki kötülüğün lokomotifleri gibi anlaşılması gerektiğini düşünüyorum bunu.

 

49-) Kul innel’evveliyne vel’ahıriyn;

De ki: “Muhakkak ki evvelkiler de sonrakiler de,” (A. Hulusi)

49 – De ki: Muhakkak bütün evvelîn ve âhirîn. (Elmalı)

 

Kul innel’evveliyne vel’ahıriyn de ki; şüphesiz evet elbette hem öncekiler, hem de sonrakiler.

 

50-) Lemecmu’ûne ilâ miykati yevmin ma’lum;

“Bilinen bir sürecin buluşma vaktinde elbette toplanacaklardır!” (A. Hulusi)

50 – Lâbüd (mutlaka) cem’ olunacaklar mikatına (tayin edilen zaman) malûm bir günün. (Elmalı)

 

Lemecmu’ûne ilâ miykati yevmin ma’lum elbet sadece Allah tarafından bilinen bir günün belirli vaktinde bir araya toplanacaklar. Kaçınılmaz bu. Hesaba çekilecekler.

 

51-) Sümme inneküm eyyühed dâllûnel mükezzibun;

Sonra muhakkak ki siz ey (Hakikati) yalanlayıcı sapkınlar… (A. Hulusi)

51 – Sonra siz, ey sapkın münkirler! (Elmalı)

 

Sümme inneküm eyyühed dâllûnel mükezzibun sonra siz ey sapıklar, ey yalanlayanlar,

 

52-) Leâkilune min şeçerin min zakkûm;

Elbette (siz) zakkum ağaçlarından (kendinizi yalnızca beden kabullenmenin sonucu meyvelerinden) yiyeceksiniz. (A. Hulusi)

52 – Lâbüd (mutlaka) yersiniz de bir ağaçtan, zakkumdan. (Elmalı)

 

Leâkilune min şeçerin min zakkûm elbet sizde o ağaçtan, zehirli ağacın meyvesinden yiyeceksiniz. Zakkum, aslında dünyada ki zakkum’a zakkum denmesi elbette buradan bir mecaz olarak tır. Neden denmiş? Çünkü dünyada ki zakkum yiyeni öldürecek kadar zehir taşır da ondan. Onun için hayvanlar yemez dünyada ki zakkumu.. Hatta bir benzerlik de şuradan; Günah zakkuma benzer, geriden çok güzel rengi vardır zakkumun, kokusu da güzeldir. Yemeye görün yoksa zehirler. Günahta böyledir, geriden güzel görünür, çalımlı alımlı görünür, zevkli görünür. Ama işlediğinde tıpkı yenilmiş zakkum gibi, zehir gibi öldürücüdür. Böyle bir benzerlik kurulabilir.

 

53-) Femâliune minhel butûn;

Karınlarınızı ondan dolduracaksınız. (A. Hulusi)

53 – Doldurursunuz da karınlarınızı ondan. (Elmalı)

 

Femâliune minhel butûn artık karınlarınızı onunla doyuracaksınız. Evet, Burada zakkum cehennem ağacı. Saffat/62-65. ayetler arasında zaten bu ibare geçer. Lanetli ağaç der Kur’an İsra/60 ayetinde. Zımnen şu anlama geliyor bu; yaptığınız kötülüklerin meyvesi olan azab ağacından yiyeceksiniz. Yani cehennemi de burada ekiyorsunuz, cenneti de burada ekiyorsunuz. Tuba nızı da burada ekiyorsunuz, zakkumunuzu da burada ekiyorsunuz. Onun için neyi ektiğinizi iyi bilin. Eğer orada cennetle karşılaşmak istiyorsanız tohumu sizde. Burada ekin. Yok cehennemle karşılaşmak istiyorsanız tohumu burada ekin. Burada zımnen bunlar söyleniyor aslında.

 

54-) Feşâribune ‘aleyhi minel hamiym;

Onun üstüne yakıcı sudan içeceksiniz. (A. Hulusi)

54 – İçersiniz de üstüne o hamîmden. (Elmalı)

 

Feşâribune ‘aleyhi minel hamiym yürek dağlayan kavurucu umutsuzluğu içeceksiniz. Evet, yürek dağlayan kavurucu bir umutsuzluk.

 

55-) Feşâribune şürbelhiym;

Hastalığı dolayısıyla suya doymak bilmeyen develer gibi içeceksiniz onu.

55 – İçersiniz hüyam (Azgınlık) illetine tutulmuş kanmak bilmez develer gibi. (Elmalı)

 

Feşâribune şürbelhiym öyle bir içiş ki hummalı develerin içişi gibi Hiym; humma hastalığına yakalanmış deve. Bir ırmağı içse doymayacak kadar hasta. Öyle bir içiş ki, içtikçe yanıyor, yandıkça içiyor. İçtiği kandırmıyor, yandırıyor böyle bir içiş.

 

56-) Hazâ nüzülühüm yevmed diyn;

Din (sistemin – Sünnetullâh’ın gerçekliğinin fark edildiği) gününde, onların nüzûlü (onlarda açığa çıkacak olan) işte budur! (A. Hulusi)

56 – İşte bu onların konuklukları o din günü (ceza günü). (Elmalı)

 

Hazâ nüzülühüm yevmed diyn hesap günü onların ağırlanışı işte böyle olacak. Nüzül; İlginçtir. Nüzül ağırlamadır aynı zamanda. Kur’an ın inişine de nüzül diyoruz bakınız, aynı kökten geliyor. Ama nüzül ağırlama, misafir etme konuklama. Burada tabii biraz kinai bir anlam var. Tehekküm anlamı var ve bu anlamın içinde aslında, eğer siz Allah’ın size indirdiği vahyi nasıl ağırlıyorsanız. Ahirette Allah’ta sizi öyle ağırlayacak. Vahiy size inen bir misafir, siz yüreğinizi bu misafire eğer açıyor ve konuk ediyor, ona yüreğinizin en tatlı meyvelerini, yani imanı sunuyorsanız vahye, Allah ta ahirette size cenneti sunacak. Yok siz nüzül eden bu gök sofrasının başına oturup ondan yemek yerine, ona sırtınızı dönüyorsanız ve onu ağırlamıyorsanız yani, Allah’ta sizi ağırlamayacak, tersinden ağırlayacak. Bunu görüyoruz.

 

57-) Nahnu haleknaküm felevlâ tusaddikun;

Biz, yarattık sizi! Tasdik etmeyecek misiniz? (A. Hulusi)

57 – Biz, yarattık sizi hâlâ tasdik etmeyecek misiniz? (Elmalı)

 

Nahnu haleknaküm felevlâ tusaddikun sizi yaratan biziz. O halde ey insanlar bu gerçeği neden hala kabullenmezsiniz? Sizi yaratan biziz bu gerçeği hala neden kabullenmezsiniz. En yakın gerçek şu; insan kendi kendisini yaratmadı. Felevlâ in küntüm ğayre mediyniyn (86) eğer O’na borçlu olmadığınızı düşünüyorsanız diyor, borçlu olmadığınızı mı düşünüyorsunuz yani. Allah’a borçlusun ey insanoğlu. Din de zaten borçtan gelir deyn den, borçluluk bilinci demektir. Onun için Allah’a borcunu inkar küfürdür.

 

58-) Eferaeytüm ma tümnûn;

Akıttığınız meniyi gördünüz mü? (A. Hulusi)

58 – Şimdi gördünüz mü o döktüğünüz menîyi? (Elmalı)

 

Eferaeytüm ma tümnûn hiç attığınız tohumu düşündünüz mü? O hayat tohumunu, meniyi düşündünüz mü, attığınız tohumu. Hayat mucizesine bir atıf var burada. Mucizeler mucizesi hayat mucizesine dikkat çekiliyor. Hiç attığınız hayat tohumunu düşündünüz mü?

 

59-) Eentüm tahlükunehu em nahnül hâlikun;

Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratanlar biz miyiz? (A. Hulusi)

59 – Siz mi yaratıyorsunuz onu yoksa biz miyiz yaratan.

 

Eentüm tahlükunehu em nahnül hâlikun siz mi yaratıyorsunuz onu, yoksa bütün yaratılışın kaynağı biz miyiz.

 

60-) Nahnü kadderna beynekümül mevte ve ma nahnü Bi mesbukıyn;

Aranızda ölümü biz takdir ettik ve bizim önümüze geçilmez! (A. Hulusi)

60 – Biz takdir ettik aranızda o ölümü ve bizim önümüze geçilmez. (Elmalı)

 

Nahnü kadderna beynekümül mevte ve ma nahnü Bi mesbukıyn aranızda ölümü takdir eden de biziz ve biz asla önüne geçilemeyeniz, asla aşılamayanız. Asla benimle yarışmaya kalkmayın diyor rabbimiz. Yaratış konusunda da yarışmaya kalkmayın. Benim yarattığımdan bir şeyler icat edip de bana hava atmaya kalkmayın. Yani zımnen kabaca bu. Onun için ve ma nahnü Bi mesbukıyn asla önüne geçilen biri değiliz biz. Bizim önümüze geçemezsin ey insanoğlu.

 

61-) Alâ en nübeddile emsaleküm ve nünşieküm fiy ma lâ talemun;

Size bedel olarak benzerlerinizi (yeni bedenlerinizi) getirelim ve sizi bilemeyeceğiniz şekilde (yeniden) inşa edelim diye (ölümü takdir ettik). (A. Hulusi)

61 – Kılıklarınızı değiştirmek ve sizi bilemeyeceğiniz bir neş’ette inşa etmek üzereyiz. (Elmalı)

 

Alâ en nübeddile emsaleküm ve nünşieküm fiy ma lâ talemun sizi benzerlerinizle değiştirmeye ve sizi bilmediğiniz bir mahiyette yeniden inşa etmeye, yeniden yaratmaya kadiriz. Yeniden yaratma hususunda, devam edelim;

 

62-) Ve lekad alimtümün neş’etel’ulâ felevlâ tezekkerûn;

Andolsun ki ilk neş’eti (yaratışı) bildiniz. Peki derin düşünmeniz gerekmez mi? (A. Hulusi)

62 – Her halde ilk neş’eti biliyorsunuz o halde düşünseniz a. (Elmalı)

 

Ve lekad alimtümün neş’etel’ulâ felevlâ tezekkerûn doğrusu ilk yaratılış mucizesini bilmiş olmanız lazım. O halde neden ibret almıyorsun ey insanoğlu.

Evet, 61. ayeti şöyle de çevirebiliriz; Alâ en nübeddile emsaleküm ve nünşieküm fiy ma lâ talemun (61)sizi benzerlerinizle değiştirme, sizi bilmediğiniz bir mahiyette yeniden inşa etme hususunda önüne geçilemeziz demişti bir önceki ayetle bağlantılı olarak çevirelim bunu. Veya yeni türler var etme hususunda, veya ölüm ile nesilleri değiştirip yeni nesiller çıkarma, ölümle eski nesilleri alma, doğumla yeni nesilleri getirme hususunda bizimle kimse yarışmaya kalkmasın demişti.

 Aslında yeniden dirilişin ne mahiyetini ne de biçimini kavrayamayacağımızı gösteriyor bu ayet. Yani zaten Allâhi mâ lâ ta’lemûn. (Bakara/80) bilmediğiniz, asla bilemeyeceğiniz bir biçimde diyor ya. Ne mahiyet olarak kavrayabiliriz, ne biçim olarak kavrayabiliriz. Ama bu dünyadakinden farklı olacağını da buradan anlıyoruz. Yeniden diriliş bu dünyadakinden kesinlikle çok farklı olacak. Bu ayetten onu da anlamış oluyoruz.

[Ek bilgi; YAŞAM SİSTEMİ Holografik beden – Ruh

…..insan beyninin ürettiği "holografik dalga beden" yani bilinen ismiyle "RUH" da bu Dünya'nın manyetik çekim alanına bağımlıdır!.......

…..RUH", yani "holografik ışınsal beden" Güneş'in içine gittiği zaman, oradaki yüksek radyasyonun etkisiyle deforme olur, eğrilir, büzülür, yanar(!), fakat yok olmaz!.. Bunun misali, rüyada, bedeninin ezilip-büzülmesi, kırılması, yaralanması, parçalanması ertesinde yeniden yaşamına aynen devam etmesidir.

İşte "cehennem" denen Güneş'in içindeki yaşantıda da, dalga beden tahrip olur, ezilir, uzar, genişler, yassılaşır, yıpranır, yanar ve akabinde eski hâline döner... Ve bu durum tekrar tekrar sürer gider. (Bu konudaki hadisler ve bilgiler "İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızda tetkik edilebilir.)…. (Ahmed Hulusi)]

Ve lekad alimtümün neş’etel’ulâ felevlâ tezekkerûn doğrusu ilk yaratılış mucizesini bilmiş olmanız lazım, o halde neden ibret almıyorsunuz. İlk yaratılış mucizesi, biz bu hayata bakarak ibret alırsak öbür hayata iman ederiz. Bu hayata bakıp ibret almayanın öbür hayata iman etmesi söz konusu değil onun için.

 

63-) Eferaeytüm ma tahrüsûn;

Ekmekte olduklarınızı gördünüz mü? (A. Hulusi)

63 – Şimdi gördünüz mü o ektiğiniz tohumu? (Elmalı)

 

Eferaeytüm ma tahrüsûn hiç toprağa ektiğiniz tohumu düşündünüz mü? Enfüsten sonra afak a geçti Fussilet/53. ayetinde ki gibi insan mucizesinden sonra toprak mucizesine geçti. Toprak aslında toprak tanrısının verdiğini düşünen eski paganlarla tabiat kanunlarının verdiğini düşünen yeni paganları aynı hizaya dizebilirsiniz. Allah’ı yok saydıktan sonra ister toprak tanrısının verdiğini düşünsün eski paganlar, onların yerine tabiat kanunlarının verdiğini düşünen yeni paganları koyabilirsiniz.  Allah’ı aradan çıktıktan, yani ekmeğe değil ekmeğin sahibine bakmadıktan sonra ikisi de aynı yere geliyor aslında.

 

64-) Eentüm tezre’ûnehu em nahnüzzari’un;

Onu yeşerten siz misiniz yoksa biz miyiz? (A. Hulusi)

64 – Siz mi bitiriyorsunuz onu? Yoksa biz miyiz bitiren? (Elmalı)

 

Eentüm tezre’ûnehu em nahnüzzari’un siz mi ekip büyütüyorsunuz onu, yoksa biz miyiz ekip büyüten.

 

65-) Lev neşau lece’alnahu hutamen fezaltüm tefekkehun;

Eğer dileseydik onu elbette kuru – cansız bitki kılardık da, şaşar kalırdınız! (A. Hulusi)

65 – Onları elbet bir çöpe çeviriverdik de şöyle geveler dururdunuz: (Elmalı)

 

Lev neşau lece’alnahu hutamen fezaltüm tefekkehun eğer dileseydik onu çürüyüp un ufak olmuş bir ahşap kalıntısına çevirirdik de. Şaşa kalır ve (derdiniz ki)

 

66-) İnna lemuğremun;

“Muhakkak ki ziyandayız!” (A. Hulusi)

66 – Her halde biz çok ziyandayız. (Elmalı)

 

İnna lemuğremun eyvah..! biz mahvolduk.

 

67-) Bel nahnu mahrumun;

“Hayır, biz (geçinmekten) mahrumlarız” (derdiniz). (A. Hulusi)

67 – Daha doğrusu büsbütün mahrumuz!.. (Elmalı)

 

Bel nahnu mahrumun daha beteri mahrum kalan yine biz olduk derdiniz. Eğer standart yasalar veriyorsa, tabiat yasaları veriyorsa maharet onlarınsa haydi Allah mahrum bıraktığında da versin tabiat yasaları. Tabiat yasalarından isteğin mahrum kaldığınız yıllarda da versin bakalım. Burada adeta ona bir ima var. Ona rağmen alamazsınız. Allah’a rağmen topraktan da bir şey alamazsınız. Allah’a rağmen gökten de yağmur alamazsınız, Allah’a rağmen insandan da tohum alamazsınız, bu söylenen.

 

68-) Eferaeytümül mâelleziy teşrebun;

İçmekte olduğunuz o suyu gördünüz mü? (A. Hulusi)

68 – Şimdi gördünüz mü o içtiğiniz suyu? (Elmalı)

 

Eferaeytümül mâelleziy teşrebun hiç içtiğiniz suyu düşündünüz mü?

 

69-) Eentüm enzeltümûhu minelmüzni em nahnül münzilun;

Onu beyaz bulutlardan siz mi inzâl ettiniz yoksa inzâl ediciler biz miyiz? (A. Hulusi)

69 -      Siz mi indiriyorsunuz onu buluttan yoksa biz miyiz indiren (Elmalı)

 

Eentüm enzeltümûhu minelmüzni em nahnül münzilun siz mi indiriyorsunuz onu bulutlardan yoksa biz miyiz indiren. Su mucize, su canlı, su hayat aslında. Su indirilmiştir unutmayalım. Biri bedene indirilmiştir, vahiy suyu da ruha indirilmiştir. Vahiy suyu ruha hayat verir, su da toprağa hayat verir. Onun için nerede sudan bahsediliyorsa orada vahye bir ima vardır.

 

70-) Lev neşau ce’alnahu ücâcen felevla teşkürun;

Eğer dileseydik onu acı (bir su) kılardık… Şükretmeniz gerekmez mi? (A. Hulusi)

70 – Dilesek onu acı bir çorak ediverirdik o halde şükretsenize. (Elmalı)

 

Lev neşau ce’alnahu ücâcen felevla teşkürun eğer dileseydik onu tuzlu ve acı bir su yapardık. Şu halde neden hala şükretmiyorsunuz.

 

71-) Eferaeytümün narelletiy turun;

Çakarak (ağaçtan) çıkardığınız o ateşi gördünüz mü? (A. Hulusi)

71 – bir de gördünüz mü o çaktığınız ateşi? (Elmalı)

 

Eferaeytümün narelletiy turun hiç tutuşturduğunuz ateşi düşündünüz mü? Şu tutuşturduğunuz, özellikle ilk muhatapların şahsında düşündüğümüzde ateşin bir parça zor elde edildiğini de düşünmemiz lazım.

 

72-) Eentüm enşe’tüm şecerateha em nahnülmünşiun;

Onun ağacını siz mi inşa ettiniz yoksa inşa ediciler biz miyiz? (A. Hulusi)

72 – Siz mi inşa ettiniz onun ağacını? Yoksa biz miyiz inşa eden? (Elmalı)

 

Eentüm enşe’tüm şecerateha em nahnülmünşiun siz mi yapıyorsunuz, yaratıyorsunuz onun ağacını, yoksa onun ağacını yaratan biz miyiz. Evet, nâr ve nûr, aslında celâl ve cemâl sıfatlarının tecellisi. Ateşin içinde hem ışık var hem ısı var. Fakat aynı zamanda yakar da. Aslında cennet ve cehennem de celâl ve cemâlin tecellisi değil mi? Zakkum ve tuba da tecellileri değil mi. Aslında burada ki ayette tüm fosil yakıtlar içine giriyor ateş deyince tüm fosil yakıtlar, petrol da dahil. Haydi bakalım diyor yaratmasında Allah ateşin, ısının, enerjinin kaynağını bulun bakalım. Yarattığını çıkarmak için bu kadar çaba gösteriyor, bu kadar kavga ediyor, dünyayı ateşe veriyorsunuz.

 

73-) Nahnu ce’alnaha tezkireten ve metâ’an lilmukviyn;

Onu, çölde yaşarmışçasına bilgisizlere bir hatırlatma ve bir yararlanacakları şey kıldık! (A. Hulusi)

73 – Biz onu hem bir muhtıra kıldık hem de bir istifade: alandaki muhtaçlar için. (Elmalı)

 

Nahnu ce’alnaha tezkireten ve metâ’an lilmukviyn biz onu bir hatırlatma vesilesi kıldık ve kendi yalnızlığında kaybolmuş muhtaçlar için yarayışlı bir meta’ kıldık. Ateş ve ağaçla başladı söz, manevi ışığa ve ısıya geldi bakınız ayetin sonunda. Zaman çölünde yolunu kaybetmiş insanoğlunun gecesini aydınlatacak olan vahiy ışığıdır. Vahiy ateşidir, vahiy meş’alesidir. Nasıl çölde yolunu kaybetmek ölümse, zaman çölünde manevi yolunu kaybetmek de ruhun ölümüdür. Vahiy işte bu ışıktır ey insanoğlu. Vahiy ışığın sönmesin diyor, al eline.

 

74-) Fesebbıh Bismi Rabbikel ‘Azıym;

Öyleyse tespih et ismi Aziym Rab olan namına! (A. Hulusi)

74 – O halde tesbih et rabbine azîm ismiyle. (Elmalı)

 

Fesebbıh Bismi Rabbikel ‘Azıym şu halde azamet sahibi rabbin adına hareket et. Bunu farklı çevirdim fesbih hareket etme manasına gelir, işini yapmak, çaba göstermek manasına gelir ki, tersi kelimeyi ters çevirin el haps, manayı ters çevirin tutma bırakma, yarağında alıkoyma manasına gelir. Allah adına, Allah adıyla hareket etmek burada söylenen şey ki besmele aslında bunun sembolüdür. BismillahirRahmanirRahıym rahman, rahim olan Allah adına hareket ediyorum.

 

75-) Felâ uksimu Bi mevâkı’ın nücum;

Yıldızların yer aldığı (Esmâ’mın açığa çıktığı) evren olarak yemin ederim! (A. Hulusi)

75 – Artık yok, o nücumun mevki’lerine kasem ederim. (Elmalı)

 

Felâ uksimu Bi mevâkı’ın nücum ötesi yok. İşte Kur’an ın parçalar halinde indirilişine yemin olsun, yemin ediyorum. Evet, Felâ uksimu Bi mevâkı’ın nücum. Kur’a ın parçalar halinde indirilişine işte yemin ediyorum. Bunun ötesi yok. Aslında burada ki benim tercihim İbn. Abbas ve onun izini takip eden otoritelerin. Fakat şöyle de çevrilebilir, yıldızların yörüngesine yemin olsun diye de çevrilebilir. İnneHU leKur’ânun Keriym (77) ayeti ile de uyumludur benim çevirim.

 

76-) Ve innehu lekasemün lev talemune azıym;

Bilseniz, gerçekten bu çok azametli bir yemindir! (A. Hulusi)

76 – ve filhakika o, bilseniz çok büyük bir kasemdir. (Elmalı)

 

Ve innehu lekasemün lev talemune azıym ki elbet bu eğer farkındaysanız çok ağır bir yemindir.

 

77-) İnneHU leKur’ânun Keriym;

Şüphesiz ki O (evren), Kur’ân-ı Keriym’dir (“OKU”yabilene çok değerli “OKU”nandır). (A. Hulusi)

77 – ki hakikaten o bir Kur’an i Kerîmdir. (Elmalı)

 

İnneHU leKur’ânun Keriym şüphesiz o değerli bir hitaptır. Girişte söylemiştim Keriym sıfatının Kur’an için geçtiği tek yer bu diye. Özne kalıbına dikkat edelim. Kur’an muhatabını inşa eder, ismi faildir keriym.

 

78-) Fiy Kitabin meknun;

Görülemeyen bir Bilgi’dedir! (Dalga {wave} okyanusu olan evrensel data ve dahi hologramik esasa göre beyindeki data.) (A. Hulusi)

78 – Öyle bir kitap da ki mahfuz tutulur. (Elmalı)

 

Fiy Kitabin meknun korunmuş bir kitap içindedir.

 

79-) Lâ yemessuHU illel mutahherun;

Ona (Bilgiye), (şirk pisliğinden – hayvaniyetinden) arınıp, tâhir olanlardan başkası dokunamaz! (A. Hulusi)

79 – ona tertemiz temizlenmiş olanlardan başkası el süremez. (Elmalı)

 

Lâ yemessuHU illel mutahherun ona ancak temizler dokunabilir. Bu ayetin anlamı açık. Müşriklerin vahyin kaynağına yönelik şaibe uyandırma gibi girişimlerini ret içindir bu ayet. Hiçbir şeytan ve cin ona ulaşamaz, onun kaynağını karıştıramaz demektir. El süremez demektir. Şuârâ/211-212 ışığında anlaşılmalıdır. Ve tabii ki bu ayetin mushaf’a abdestli dokunmanın hükmüyle hiçbir alakası yoktur. Kısaca zamanımız dolduğu için maddeler halinde neden yoktur. Çünkü;

1 – indiği zaman ortadadır, Mekke’nin 7. yılında veya 6. yılında, veya 5. yılında inmiştir. İndiği zamanda ortada kitap denilecek bir Mushaf bulunmamaktadır.

2 – Abdesti emreden bir ayet henüz inmemiştir.

3 – Ayetin muhatabı müminler değil, müşriklerdir.

4 – Ayetin konusu insanlar değil cinler ve melekler gibi görünmez varlıklardır.

5 – Ayette ki temizlik maddi değil, A. İmran/55, Enfal/11, Tevbe/103 gibi manevi temizliktir. Fiy suhufin…. Mutahhara(‘Abese/13-14) bu ibarede de tertemiz sayfalar derken her halde kirlenmemiş değil manevi temizlik kastedilmektedir.

6 – En önemlilerinden biri ayet inşa değil, emir değil, nehiy değil, haber cinsindendir. Dokunamaz diyor, istese de dokunamaz. Dokunmasın değil.

7 – Ayet ahkâm ayeti değildir. Çünkü Mekki dir, Mekke’nin de orta zaman diliminde inmiştir.

8 – Meknun kitap, yani gizli, korunmuş, saklanmış kitap elle tutulamaz. Dolayısıyla bu ayetin Mushafı abdestli ele alıp almamanın hükmüyle herhangi bir alakası yoktur. Bunu tartışmak, buna delil aramak başka yerlerde aranmalıdır ve bu mesele ahkâm-ül Kur’an la değil, Adab-ül Kur’an la ilgili bir meseledir.

 

80-) Tenziylün min Rabbil âlemiyn;

Rabb-ül âlemîn’den tenzîldir (insan bilincinde tafsile indirme). (A. Hulusi)

80 – Rabbül’âlemînden indirilmedir. (Elmalı)

 

Tenziylün min Rabbil âlemiyn Alemlerin rabbinden indirilmedir.

 

81-) EfeBi hazel hadiysi entüm müdhinun;

Şimdi siz bu olayımızı mı hafife alıp, önemsemiyorsunuz! (A. Hulusi)

81 – Şimdi bu kelâma siz yağ mı süreceksiniz? (Elmalı)

 

EfeBi hazel hadiysi entüm müdhinun şimdi siz böyle bir haberi mi kirleyeceksiniz, leke süreceksiniz. Müdhinun’e Elmalılın da ışığında böyle bir anlam tercih ettim.

 

82-) Ve tec’âlune rizkaküm enneküm tükezzibun;

Yaşam gıdanız yalanlamanız mı oldu? (A. Hulusi)

82 – Ve rızkınızı tekzibiniz mi kılacaksınız? (Elmalı)

 

Ve tec’âlune rizkaküm enneküm tükezzibun böylece siz hakikati yalanlayacak, bunu da gıda haline getireceksiniz öyle mi? Yalandan besleneceksiniz yani. Müthiş bir ifade. Özellikle Şevkani bu manayı vermemde yolumu aydınlatan bir kaynak oldu.

 

83-) Felevlâ izâ beleğatil hulkum;

İşte (can) boğaza geldiğinde! (A. Hulusi)

83 – O halde haydiseniz’â can hulkuma geldiği vakit. (Elmalı)

 

Felevlâ izâ beleğatil hulkum peki ama ya can boğaza gelince ne olacak? Ya ölüm gelince ne olacak? Haydi ey insan hayatın sana aitse ölümü geri çevir.

 

84-) Ve entüm hıyneizin tenzurûn;

O zaman siz (çaresiz) bakakalırsınız! (A. Hulusi)

84 – ki siz o vakit bakar durursunuz. (Elmalı)

 

Ve entüm hıyneizin tenzurûn ve siz o zaman aval aval baka kalacaksınız.

 

85-) Ve nahnu akrebü ileyhi minküm ve lâkin lâ tubsırun;

Biz ona sizden daha yakınızdır, fakat görmezsiniz. (A. Hulusi)

85 – Biz ise ona sizden yakınizdir ve lâkin görmezsiniz. (Elmalı)

 

Ve nahnu akrebü ileyhi minküm ve lâkin lâ tubsırun ve biz ona sizden daha yakınızdır o zaman ve lâkin lâ tubsırun fakat siz göremeyeceksiniz. Yani siz ona yakın değilsiniz biz yakınız can veren insana. Haydi yakındanız elinden tutun, ölümü geri döndürün.

 

86-) Felevlâ in küntüm ğayre mediyniyn;

Eğer siz yaptıklarınızın sonucunu yaşamayacaksanız; (A. Hulusi)

86 – Evet haydiseniz’â dîne boyun eğmeyecek, ceza çekmeyecekseniz, (Elmalı)

 

Felevlâ in küntüm ğayre mediyniyn ve eğer bize borçlu olmadığınıza inanıyorsanız,

 

87-) Terci’ûneha in küntüm sadikıyn;

Eğer sözünüzde sadıksanız, onu (ölümü) geri çevirsenize (Sünnetullâh yoksa yapın bunu)! (A. Hulusi)

87 – onu geri çevirseniz’â! davanızda doğru iseniz. (Elmalı)

 

Terci’ûneha in küntüm sadikıyn haydi hayatı ona geri döndürün tabii ki eğer inancınızda sadıksanız. Döndürün de görelim?

 

88-) Feemma in kâne minel mukarrebiyn;

(Herkes ölümü tadacaktır) lâkin mukarrebûndan (kurb ehli) ise; (A. Hulusi)

88 – Amma o mukarrebînden ise. (Elmalı)

 

Feemma in kâne minel mukarrebiyn ama eğer Allah’a yakın olanlardan iseniz,

 

89-) Feravhun ve reyhanün ve cennetü na’ıym;

Ravh (Rahmânî tecelli ile yaşam), Reyhan (Esmâ tecellileri seyri) ve Nimetler Cenneti vardır. (A. Hulusi)

89 – artık bir revh-u reyhan ve bir Cenneti naim. (Elmalı)

 

Feravhun ve reyhanün ve cennetü na’ıym yeriniz tarifsiz bir huzur, refah, ve mutluluğun üretildiği cennetler olacaktır.

 

90-) Ve emma inkâne min ashâbil yemiyn;

Eğer Ashab-ı yemîn’den ise; (A. Hulusi)

90 – Ve amma Ashabı yemînden ise. (Elmalı)

 

Ve emma inkâne min ashâbil yemiyn yok eğer bahtiyar kesimden biri olursanız,

 

91-) FeSelâmün leke min ashâbilyemiyn;

(Eğer öyle ise): “Ashab-ı yemîn’den senin için bir Selâm var” (denilir). (A. Hulusi)

91 – artık selâm sana Ashabı yemînden. (Elmalı)

 

FeSelâmün leke min ashâbilyemiyn artık sözünün eri olan bahtiyarlardan olan kişi sana selam olsun. Burada muhataba yöneldi vahiy, sana selam olsun, veya sözünün eri olan ey insan sana selam olsun.

 

92-) Ve emma in kâne minel mükezzibiyneddâ(aaa)lliyn;

Eğer (o can) sapık inançlı (hakikati) yalanlayıcılardansa; (A. Hulusi)

92 – Ve amma o tekzip eden sapkınlardan ise. (Elmalı)

 

Ve emma in kâne minel mükezzibiyneddâ(aaa)lliyn fakat eğer o yalanlayanlardan, yalanlayıp ta yoldan sapmış olanlardan ise.

 

93-) Fenüzülün min hamiym;

(İşte ona) başından aşağı kaynar sular dökülür! (A. Hulusi)

93 – her halde konukluğu hamîm. (Elmalı)

 

Fenüzülün min hamiym artık onun hakkı yürek yakan bir umutsuzluktur, yürek yakan bir ateştir. Onun hakkı başka bir şey değil.

 

94-) Ve tasliyetü cahıym;

Cahîm’in (yakıcı şartlar) ateşine maruz kalır! (A. Hulusi)

94 – Ve yaslanacağı Cahîmdir. (Elmalı)

 

Ve tasliyetü cahıym ve çılgın bir ateşe atılmaktır.

 

95-) İnne hazâ lehuve hakkul yakıyn;

Muhakkak ki bu Hakk-el Yakîn’dir (bilfiil yaşanacak gerçek)! (A. Hulusi)

95 – İşte budur hakikat hakkulyakîn. (Elmalı)

 

İnne hazâ lehuve hakkul yakıyn Hiç şüphe yok ki işte budur kesin olan gerçek, yakıyn olan gerçek işte budur. Yani bu dünya geçicidir, bir gün kalıcı hayat sizi bulacaktır ve burada iman edin denilen hakikati orada bizzat görecek, bizzat yaşayacaksınız.

 

96-) Fessebbih Bismi Rabbikel ‘Azıym;

Öyleyse tespih et ismi Aziym Rab olan namına! (A. Hulusi)

96 – Haydi tesbih et Rabbine azîm ismiyle (Elmalı).

 

Fessebbih Bismi Rabbikel ‘Azıym öyleyse sen ey insanoğlu muhteşem olan, aziym olan, muazzam olan Rabbinin adına hareket et. O’na sırt dönme, O’na borçlu olduğunu unutma, O’na borçluluk bilinci olan dine sırt dönme. Rabbine borcunu inkar etme ey insan. O senden borcunu ödemeni değil, borcunu inkar etmemeni istiyor. İnkar etmezsen ödemiş sayacak. Rabbim inkar etmeyenlerden kısın bizi.

 

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


Viewing all 114 articles
Browse latest View live