Quantcast
Channel: KURAN MEAL TEFSİR (DERLEME) » tefsir
Viewing all 114 articles
Browse latest View live

İslamoğlu Tef. Ders. RÛM (30-60) (128)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Değerli Kur’an dostları bugünkü dersimize kaldığımız Rûm suresinin 30. ayetiyle devam ediyoruz.

30-) Feekım vecheke liddiyni haniyfa* fıtratAllâhilletiy fetaren Nase aleyha* lâ tebdiyle li halkıllâh* zâliked diynül kayyimü, ve lâkinne ekseranNasi lâ ya’lemun;

Vechini (şuurunu) Hanîf olarak (tanrıya tapınmaksızın, Allâh’a şirk koşmaksızın) o Tek Din’e yönelt! O Allâh Fıtratı’na (beynin ana çalışma sistem ve mekanizması) ki, insanları onun üzerine (o ana sistem ve mekanizmayla) yaratmıştır! Allâh yaratışında değişme olmaz! İşte bu, Din-i Kayyim’dir (sonsuz geçerli Sistem, Sünnetullâh’tır)… Ne var ki insanların çoğunluğu (bu gerçeği) bilmezler. (A.Hulusi)

30 – O halde yüzünü dine bir hanîf olarak tut: o Allah fıtratına ki insanları onun üzerine yaratmıştır, Allah yaratışına bedel bulunmaz, doğru sâbit din odur, velâkin nâsın ekserisi bilmezler. (Elmalı)

Feekım vecheke liddiyni haniyfa artık sen varlığını her tür sapmadan uzaklaşarak tümüyle doğru ve asıl dine çevir.

Ekım vechek; harfiyen yüzünü çevir manasına gelmekle birlikte yüz zatın varlığın aynası olduğu için varlığını çevir anlamına ulaşıyoruz. İstikametül vech ile ikametüs sâlâh arasında bir bağlantı olsa gerek. Varlığı doğrultmak, insanın varlığına istikamet vermek. İnsanın varlığının istikametini doğru yöne çevirmek.

Burada insanın fıtratına doğru yönelmesini, yaratılıştan taşıdığı güzel eğilimleri ortaya çıkarmasını, Allah’ın kendisine nakşettiği potansiyeli gün yüzüne çıkarmasını bir yöneliş, varlığı istikamete yöneltmek, varlığa istikamet vermek olarak niteleyebiliriz. Ki devamında bu daha da açıklanacak.

fıtratAllâhilletiy fetaren Nase aleyha Allah’ın, insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrattan yana çevir varlığını.

Evet, asıl burada anahtar kavram fıtrat. Bu form ile Kur’an da kullanıldığı yer burası. Yarmak ortaya çıkarmak, var etmek, yaratmak gibi anlamlara gelen “fatr” kökünden türetilmiş. FıtraAllah; Allah’ın yarattığı öz, nakşettiği temel. Bunu Kur’an da ki bir başka ifade ile örtüştürebiliriz sıbğatAllah Allah’ın boyası ve men ahsenu minallâhi sıbga, (Bakara/138) Allah’tan daha güzel boyası olan kimdir. Yani Allah’tan daha güzel kim güzel boya vurabilir, kim boyayabilir.

Allah’ın nakşettiği fıtrat, Allah’ın vurduğu boyadır. İnsan özünde bu boya ile doğar. Çünkü bir amaca mebni olarak yaratılmıştır, amaçsız değildir. İnsan yaratılış amacını yer yüzünde gerçekleştirmek için, -ki bu amaç tevhid ve adalettir- kendini gerçekleştirmesi lazımdır. Amacını gerçekleştirmek için kendini gerçekleştirmek zorundadır. Kendini gerçekleştirmek öncelikle kendine yönelmek, kendini bulmak, kendini bilmekle olur. Çünkü insan halifedir. Yer yüzünde hayatın inşasıyla görevlidir. Bu inşanın 2 unsuru vardır.

1 – Alt yapı,

2 – Üst yapı.

Bu inşanın 1. unsuru olan alt yapı var olandır. Yani insanla birlikte yaratılmış olandır. İnsanın özünde var olandır. Sonradan gelen bir şey değil, önceden verilmiş olan bir şeydir. İşte ona Kur’an “fıtrat” diyor. Vahiy ona fıtrat adını veriyor.

Fıtrat; iyiye meyil diye çevirebiliriz. İnsanın yaratılıştan iyiye meyyal, güzel olana eğilimli. Doğru, Hakk ve yararlı olana eğilimli oluş özelliği diyebiliriz. Yani insan Pavlus Hıristiyanlığının dediği gibi doğuştan günahkar değil. İnsan doğuştan kötü değil, kusurlu değil. Aksine doğuştan iyi, iyiye meyyal, iyiye eğilimli, Allah’ı tanımaya ve bilmeye yatkın. Bunun için gerekli olan donanımlarla donatılmış. O nedenle biz fıtratı insanın iyiye, hakka, hayra, doğruya güzele yararlıya olan yaratılıştan getirdiği eğilim olarak anlayabiliriz.

Fakat insan sonradan bozulabilir, sonradan yamulabilir, sonradan bu iyi özün üzerini örtebilir. Bu iyi temelin üzeri, -ki alt yapı demiştik- örtülürse buna vahit; Küfür diyor. Küfür örtmektir zaten. Küfür insanın fıtratının üzerini kapatmaktır. İnsanın fıtratı bir vicdan inşasına elverişlidir. Bu inşayı kim gerçekleştirir, kim gerçekleştirebilir? Elbette alt yapıyı kim kurmuşsa insanın fıtratında en iyi vicdanı da o yaratır. O gerçekleştir. Yani O Allah’tır.

Dolayısıyla üst yapıda O’na ait olmalıdır. Biz o üst yapıta din diyoruz. Din üst yapısı fıtrat alt yapısıyla uyumlu olursa insan kendi kendisiyle barışık, tanışık, bilişik olur. Kendi kendisine yabancılaşmaktan korunur. Kendi kendini gerçekleştirir, kendini bilir dolayısıyla rabbini bilir, sorumluluğunu idrak eder ve yerine getirmeye çalışır. Bu da insanın ebedi mutluluğunun garantisidir. Böyle bir başlangıç, işte böyle bir sonucu getirir.

Ama böyle değil de alt yapıya uygun olmayan bir üst yapı, bir din, yani din insanın kendisini kalıbına soktuğu herhangi bir inanç sistemi olabilir. Hayat tarzı haline getirdiği her inanç ve düşünce sistemi, insanda dinin fonksiyonunu üstlenmeye başlar. Dolayısıyla din Hakk olmazsa batıl olur. Batıl olursa üst yapı alt yapı ile çakışmaz, çatışır. Bu çatışma insanın iç dünyasına yansır. Üst yapıyı bir somun, alt yapıyı da bir cıvataya benzetirsek, somunun dişlisiyle cıvatanın dişlisi ters gelir. Bundan her ikisi de zarar görür. Yanlış somun doğru cıvatayı da yalama edecektir, ya da bozacaktır. İşte ayetin devamında da zaten bu uyarıyı görüyoruz. Ama devamına geçmeden önce biz fıtratı, Allah’ın; insanın özüne nakşettiği o temel oluşuma Resulallah’ın getirdiği yaklaşımı da zikrediverelim.

- Küllu mevlûdin yu’ledu alel fıtrat. Her doğan fıtrat üzere doğar diyor efendimiz. Fe ebehu o tertemiz doğan çocuğu baba ve annesi yu hevvidanihi ve yunassiranihi ve yumaccüsanihi ya Yahudileştirir, ya Hıristiyanlaştırır, ya Mecusileştirir.

Bu aslında tüm inançların özü olan tevhidin daha sonradan saptırılma biçiminin bir birey üzerinde gerçekleştirilmesidir. Yani bireysel bir tezahürüdür. Nasıl ki bir İslam peygamberi olan Hz. Musa’ya gelen İslam vahyi saptırıldıktan sonra Yahudileşme oluşmuş, bir İslam peygamberi olan Hz. İsa’ya gelen İslam vahyi saptırıldıktan sonra Hıristiyanlaşma oluşmuşsa, işte bir İslam insanı olan ve özünde fıtrat olarak, Müslüman olarak yaratılan. Yani bu ne demektir; Tertemiz, pırıl pırıl, işlemeye elverişli, karalanmamış bir fıtratla yaratılan insanın kötü ellerde bozdurulması, yamultulması, saptırılması sonucunda tıpkı temiz inançların daha sonradan tahrif edilmesi gibi temiz fıtratlar da daha sonradan tahrif edilebilmektedir.

İşte buna vahiy küfür, şirk ilha caht, fısk, nifak, fücur vs. gibi farklı katmanları olan farklı anlamlar verir. Devam edelim;

lâ tebdiyle li halkıllâh bu ibareyi bir üsttekiyle birlikte anlamak lazım. Onun için ona bağlıyorum ta.. ki (ona bağlamamız gerekiyor) Taa..! ki Allah’ın yarattığında olumsuz bir değişme olmasın. Yani Allah’ın insanlığın özüne yaratılıştan nakşettiği fıtrattan yana varlığını çevir, taa ki Allah’ın yarattığında bir değişme, bir bozulma, bir çözülme, bir çürüme olmasın.

Bu ibareyi birkaç şekilde de çevirebiliriz, ya da Allah’ın yaratışı değiştirilemez şeklinde de anlayabiliriz. Bu tebdil kelimesinin etimolojisinden çıkan bir anlam. Tağyir; bir şeyin vasfını değiştirmek, tebdil; bir şeyi özü ile,bir başka şey yerine getirerek değiştirmektir. Yani Allah’ın yaratışı değiştirilemez manasını anlarsak eğer, tebdil’in kelime köküne vararak o zaman fıtrat bir başka şeyle değiştirilemez, ancak ne olur? Üzeri örtülür. Yani Allah’ın boyasının üzerine sentetik boya çekilir.

Ya da bu ibareyi 3. şekilde daha tercüme edebiliriz; Allah’ın yarattığında bir değişikliğe gitmeyin. Bu da nehiydir. Yani bir şeyi yapma emri. İnşai olarak ta, ihbari olarak ta bu ibareyi çevirebiliriz. Taberi ve Zemahşeri bu son şekli ile anlamışlar bu ibareyi. Ama değerli dostlar biz tebdil’in, tağyirden farkını göz önüne alarak, yani bir şeyin sıfatını değiştirmek değil, bir şeyin özünü değiştirmek manasını öne alarak ve değiştirilemez şeklinde tercüme ederek. Peki burada yasaklanan ne? Yasaklanan fıtratın üzerinin örtülmesi. İşte buna dikkat çekiyor ayet. Allah’ın insanın özüne nakşettiği o temiz fıtratın üzerini örtmek. Onun üzerine sentetik herhangi bir boya sürmek.

Allah’ın nakşettiği fıtrat, kanaryanın sarısına benzer. Öyle değil mi. Gülün kırmızısına benzer. Eğer gülün kırmızısını yok edeyim derseniz, gülü yok edersiniz. Kanaryanın sarısını siz kazıyarak, tiner dökerek çıkaramazsınız çünkü o onun doğal rengidir. Yaratılıştan getirdiği renktir. Fakat sahte bir boya ile boyayabilirsiniz üzerini.

Nitekim insan da böyle. elinize alabilirsiniz bir insanı, anne baba olarak yaratıldığı fıtratın aksi istikamette üzerine kalın bir astar çekersiniz. Çok kalın bir astar. Onun üzerine sizin devamınız olarak ilk öğretimde birileri eline alır bir kat yağlı boya çeker. Onun üzerine orta öğretimde 2 kat daha çekerler, Onun üzerine yüksek öğrenimde bir vernik sürerler. Onun üzerine daha başkaları bir koruyucu sürerler, bakarsınız bir güneş gördüğünde, hatta bazen bir sabah ezanıyla 30 yılda saptırılan ana boyasının üzeri sürekli boyanıp asli boyasını kaybetsin diye çaba gösterilen bu insan bir sabah ezanında, 30 saniyede ana boyasını keşfediverir. Çatlayıverir o sentetik boya.

Bakarsınız Kur’an ı eline alır, vahiyle yüz yüze gelir, o sentetik boya birden bire kavlayıp dökülüverir. O 30 yıllık saptırma girişimi boşa çıkar, altından ana renk tüm canlılığıyla Allah’ın yarattığı fıtrat o pırıl pırıl öz çıkıverir ve tanıyamazsınız. Onu, saptırdığı anne babası da tanıyamaz kendisini saptıran. Kendisini saptıran öğretmeni de tanıyamaz. Benim sürdüğüm boya nereye gitti der. Fakat Allah’ın boyası çıkmıştır ortaya. Allah’ın boyası, sıbğatallah, Allah’ın boyası ve men ahsenu minallâhi sıbga. (Bakara/138) Allah’tan daha güzel kim boyayabilir. Kimin boyası olur ki.

İşte dostlar Müslüman olmak, bir yere gitmek değildir. Müslüman olmak kendine gelmektir. Müslüman olan birine falancalara, feşmekancılara, ya da bize hoş geldin demeyin. Kendine hoş geldin deyin. Müslüman olan herkes aslında unuttuğu, uzaklaştığı örttüğü vicdanına geri dönmüştür. Ve Müslüman olma süreci, kendinde olma sürecidir. Ve İslam’dan uzaklaşma süreci aslında otomatikman kendinden uzaklaşma sürecidir. O nedenle bizi özümüzde, yamuk olarak değil, fıtrat üzere yaratan Allah’a nasıl şükredelim, nasıl hamd edelim. En iyisi sonsuzca hamdolsun diyelim.

Sapma arızidir dostlar. Fıtrat tabii dir. Hiçbir arızi, tabiinin yerini tutamaz. Fıtrat doğaldır, sapma sanaldır, ya da sentetiktir. Onun içindir ki sentetik sapmalar yıllar yılı ağırlaştırılarak sürdürülse de insan eğer hidayetin kapısını vurmayı bilirse, bakıyorsunuz bir anda sıkı sıkı kapatılan kapıların arasından sızan ışığı görüyor, o ışığın arkasına tüm varlığıyla düşüyor. Çünkü o ışığın aslında içinden gelen ışıkla aynı olduğunu biliyor. O ışığa hasret olduğunu biliyor. Bu hasret aslında belli bir süre bastırılabiliyor. Saptırıcı etkilerle, farklı sinyallerle insanın fıtratının yayınladığı bu çığlık bastırılabiliyor. Küfür örtüsüyle örtülebiliyor, isyan örtüsüyle örtülebiliyor. Tuğyan örtüsüyle örtülebiliyor. Bu örtü bazen çok kalın olabiliyor. Fakat eğer insan kendine yönelme, kendine dönme, özüne dönme konusunda irade sergilerse, bu perde ne kadar kalın olursa olsun onu yırtabiliyor. Bu yırtmada elbette Allah’ın yardımı, hidayet şeklinde tezahür eden Allah’ın yardımı çok büyük bir fonksiyon icra ediyor. Ama bu yardımın ulaşması içinde insanın böyle bir irade sergilemesi gerekiyor. Eğer bu iradeyi sergilerse insan kendisiyle bilişiyor, buluşuyor, tanışıyor, barışıyor, sarısıyor.

Yemek yeme fıtrıdir mesela. Allah yaratılıştan insanın fıtratına yemek yemeyi koymuştur. Çünkü yaşaması için bu gerekli. Fakat bunun saptırılması nasıl olur? Şöyle olur; insana verilen yemek yeme fıtri güdüsü saptırılırsa insan kendisini yaşatacak şey yemek terine, kendisini öldürecek zehir içer. Yemek yeme fıtri güdüsünü tam aksi bir istikamette kullanır amacının tersine kullanır. Fıtratın üzerinin örtülmesi de budur işte. İnsanın özüne Allah’ın nakşettiği fıtrat, aslında doğru bire biçimde kullanıldığında insana doğru istikameti verir. Ve vahiyle buluştuğunda bu alt yapı üst yapı ile tamamlanır ve mutluluğun adresi bulunur.

Ama saptırıldığında tıpkı yemek yeme fıtri güdüsünün saptırıldığında insanı yaşatan bir sonuç vermekten çıkıp, insanı öldüren bir sonuç, ölüme sürükleyen bir sonuç verdiği gibi fıtratta eğer amacından saptırılırsa insanı mutlu eden bir sonuç yerine mutsuz eden, bahtsız eden, bedbaht eden bir sonuca götürür.

zâliked diynül kayyim işte doğru dinin amacı budur.

Evet değerli dostlar, fıtratı izah eden ayet devamında ki cümlede doğru din budur dedi. Demek ki doğru din aslında fıtri olandır. Peki yanlış din nedir? Fıtri olmayan, insanın yaratılıştan getirdiği doğasına aykırı olan. Bu manada doğal olmayan yönelişler aynı zamanda doğru olmayan din çerçevesinde değerlendirilir. O nedenle Müslüman olmak aslında doğasına dönmektir. Müslüman olmak aslında özüne dönmektir. Müslüman olmak aslında yaratılışıyla buluşmaktır, amacıyla buluşmaktır. zâliked diynül kayyim doğru dinin amacı budur işte.

Buradan şu da anlaşılır, insana gönderilen vahiylerin amacı insanı bir yere götürmek değil, insanı kendine getirmek, insanı kendinde inşa etmektir. İnsanı kendisi ile buluşturmak ve biliştirmektir. İnsanı kendisiyle tanıştırmaktır. O nedenle vahiy üst yapısı fıtrat alt yapısıyla buluşunca tohumla buluşmuş toprak gibi sevinir. Dalla buluşmuş yaprak gibi sevinir. Etle buluşmuş tırnak gibi sevinir. Bunlar birbirlerinden ayrıldığında ikisi de fonksiyonunu kaybeder, üzülür.

ve lâkinne ekseranNasi lâ ya’lemun ve fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Neyi bilmezler? Elbette İslam’ın fıtrat alt yapısının en uygun üst yapısı olduğunu bilmezler.

İnsan kendine yabancılaşmamak istiyorsa fıtratına dönmek zorundadır. Bunu bilmezler. Dahası her insanın asli boyası Allah’ın boyasıdır. Çevresel faktörler onun üzerini kapatır. Fakat ne kadar kapatırsa kapatsın yine de asıl boya altında durmaktadır. Fakat  boyaya ulaşmayı bilmezler. Bir türlü sıyıramazlar sentetik boyayı. Bilmezler kendilerine vurulan sahte boyaların kendilerine yakışmadığını bilmezler. Onların hiç birinin doğal boyalarıyla boy ölçüşemeyeceğini bilmezler. Bilenlerse sahte boyaları tamamen atarlar ve asli boyasına dönerler.

31-) Müniybiyne ileyHİ vettekuHU ve ekıymus Salâte ve lâ tekûnu minel müşrikiyn;

O’na yönelmişler olarak, O’ndan (yaptıklarınızın sonucunu otomatik olarak yaşatacağı sistem ve düzeni nedeniyle) korunun, salâtı ikame edin ve şirk koşanlardan olmayın! (A.Hulusi)

31 – Başkasından geçerek hep ona gönül verin ve ona korunun ve namaza devam edin de müşriklerden olmayın. (Elmalı)

Müniybiyne ileyHİ vettekuH yalnız O’na yönelin ve O’na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Demek ki bir üstteki “bilmezler” ifadesinden sonra, eğer bilmek istiyorsanız bileceğiniz kapı O’nun kapısıdır, o halde yamuk yönlerden, yanlış yönlerden vazgeçerek O’na yönelin ve O’na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Sırrı burada bu işin. Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olan fıtratını yitirmez. Özü ile barışık, tanışık ve bilişik olur. Özü ile barışık olan tabiatla barışık olur, Allah ile barışık olur, çevresiyle barışık olur, insanlarla barışık olur. Yani barışın iki ayaklı simgesi olur. İşte bu da İslam’dır. Sin dir barış, selamettir kurtuluş, teslimiyettir adanış.

ve ekıymus Salâte ve lâ tekûnu minel müşrikiyn ibadetle duanızın istikametini doğrultun namazı da bu istikametin bir simgesine dönüştürün. Yani namazı hayatınızın orta direğini doğru yere kurun, yatık tutmayın. Hayatınızın çadırının ortasına dikin onu. Doğru yere kurun ki hayatınız ibadete dönüşsün. ve lâ tekûnu minel müşrikiyn asla O’ndan başkasına ilahlık atfedenlerden, yakıştıranlardan olmayın. O’ndan başkasına ilahlık yakıştırmak fıtrattan seni uzaklaştırır. Yani fonksiyonunu unutan kimse O’ndan başkasına ilahlık yakıştırır. Eğer sorumsuzsan bunu yaparsın. Sorumlu davranırsan bunu yapamazsın, çünkü haddini bilirsin. Haddini bilmek kendini bilmektir. Kendini bilmek fıtratını bulmaktır, fıtratını bulanlar kendini bilir, kendini bilen haddini bilir, haddini bilen Allah karşısında ki acziyet ve yetersizliğini bilir, Allah’ın sınırsızlığını bilir, mutlaklığını bilir. Bunu bilen de kendi tanrısını kendisi atamaya, ya da tanrısının yetkisini belirlemeye kalkmaz. Bilir ki tapılmaya layık senin kendi üzerinde tasarruf yaptığın değil, O’nun senin üzerinde tasarruf yaptığı varlıktır. Onun içinde teslimiyet esastır. İşte şirk bunun tam tersidir.

32-) Minelleziyne ferraku diynehüm ve kânu şiye’a* küllü hızbin Bima ledeyhim ferihun;

Din anlayışları parça parça olup ve cemaatlere bölünenlerden olmayın… Her cemaat kendindeki (din anlayışı) ile sevinip mutlu olmakta! (A.Hulusi)

32 – Onlardan ki dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır, her hizip kendilerindekine güvenmektedir. (Elmalı)

Minelleziyne ferraku diynehüm ve kânu şiye’an bir de şunlardan olmayın ki onlar inanç birliğini bozdular da birbirine karşı taraftarlar haline geldiler. küllü hızbin Bima ledeyhim ferihun artık her bir hizip kendi elinde ki parça ile övünüp duruyor.

Nedir ayetin izah ettiği şey; İnanç birliğini bozan ferraku diynehüm kendi inanç bütünlüklerini bozmuşlar. ve kânu şiye’an taraftarlar haline gelmişler ve bunun devamı olarakta her grup, her hizip kendi elinde ki hakikatin parçasıyla övünmeye başlamış. Yani olay şu; Önce hakikat bir bütün olarak verilmiş. Bütün olan hakikate mensup olmak yerine hakikati teslim almaya kalkmışlar. Hakikate teslim olmak biraz önceki ayetle çok bağlantılı.

Teslim almaya kalkmak şirktir. Tanrısını atamak, ya da onun alanını tayin etmeye kalkmak. İşte Allah’tan başkasına ilahlık yakıştırmak. İlahi vasıflardan her hangi birini Allah’tan başka birine yakıştırmak. Onun devamı olarak anlarsak hakikate teslim olmak yerine hakikati teslim almaya kalkmıştır. Hakikati teslim almaya kalkmanın en kaçınılmaz sonucu şudur, parçalamak. Çünkü kim teslim alacak. Hakikat teslim olduğunuzda hakikat görevini, fonksiyonunu ifa eder. Yani o sizin özneniz olduğunda siz hakikate karşı doğru bir duruş sergilemiş olursunuz. Siz onun öznesi olduğunuzda hakikat, hakikat olmaktan çıkar. Benim gerçeğim, senin gerçeğin, onun gerçeği olmaya başlar. Hakikat, hakikat olmaktan çıkınca artık herkes kendi hakikatinin mucidi olur.

Tabii bu da hakikat olmaz. Hakikat tektir çünkü. Doğru, doğrudur. Doğru; siz ondan kopsanız da doğrudur. Siz ona kendinizi nispet etmeseniz de doğrudur. Tükürseniz de doğrudur, küfretseniz de doğrudur. Sizin doğruya karşı tavrınız doğrunun doğru oluşu üzerinde hiçbir fonksiyon icra etmez. O doğrudur. Onun doğruluğu kendiliğindendir. Bizatihi o izzetini, şerefini kendi varlığından alır. Onun için hakikati teslim almaya kalktığınızda ne yaparsınız bölmek zorunda kalırsınız. Çünkü herkes bencillik yapar. O benim olsun ister. Ben onun olayım demek yerine o benim olsun dediğinizde parçalarsınız. Parçalanan hakikat hakikat, olmaktan çıkar. Hatta bütün iken doğruyu gösteren, parça iken yanlışı göstermeye başlar. Parçaladığınız hakikatin, hakikatin tümü olduğunu savunmaya kalkarsınız. Çünkü parçalama suçunu üstlenmek kötü bir şeydir. Bunu da itiraf edemezsiniz. Zaten bunu bilseniz parçalamazdınız, siz ona teslim olurdunuz onu teslim almak yerine ve sonuçta ne olur;

küllü hızbin Bima ledeyhim ferihun her hizip, her grup elindeki parça ile övünmeye başlar. İşte bu felakettir. Felaket asıl budur ve bu felaket maalesef daha önceki kendisine kitap verilen dinlerin salikleri tarafından yaşanmıştır. Bu ümmette siz de öyle olmayın denilmekte, uyarılmaktadır. Yani öyle olursanız kendisine kitap verilen, vahiy verilen daha önceki kavimler, ümmetler nasıl hakikatten saptılarsa Yahudileştiler ve Hıristiyanlaştılarsa ey ümmeti Muhammed eğer siz de hakikate teslim olmak yerine onu teslim almaya kalkarsanız siz de saparsınız. Yahudileşmeyin, Hıristiyanlaşmayın ey Ümmeti Muhammed uyarısını görmemiz lazım burada.

Taraftar ve yandaş. Evet, İslam bir takım değil ki Müslüman bir taraftar olsun. İslam bir takım değil ki birilerinin amigoluğuna ihtiyaç duysun. İslam fıtrattır. Dolayısıyla taraftarlığa ihtiyacı yoktur. Teslimiyet ister taraftarlık değil. Taraftar; taassup sahibidir. Gözü kapalı destekler. Ama teslimiyet imana dayanır. İman da fıtrata dayalı olduğu için aslında Müslüman olmak kendisinde olmaktır. O manada hakikati parçalamaya kalkan kendini parçalamaya kalkar.

Kendini parçalamak; duygusu bir yerde, düşüncesi bir yerde, eylemi bir yerde olmaktır. Duygusu ile düşüncesi çatışan, fıtratıyla bilgisi çakışan, alt yapısıyla üst yapısı çatışan, doğasıyla terbiyesi çatışan, doğasıyla öğrenimi çatışan bir insanın iç dünyası çatışma alanıdır. Harp alanıdır, savaş alanıdır. O iç dünya nasıl huzur bulsun, nasıl huzura ersin, nasıl sükûna ersin. Çünkü harp onun içinde, savaş onun içinde, çatışma onun içinde. Kendisi savaş alanına dönmüş. Çünkü bilgisi ile fıtratı çatışıyor. Alt yapısı ile üst yapısı çatışıyor. Doğasıyla sonradan edindiği şeyler çatışıyor, terbiyesi çatışıyor. Kafasıyla kalbi çatışıyor ve bu çatışma onun için bir yok oluşu hazırlıyor. Buradan mutluluk çıkar mı? Çıkmaz. Çıkmayacağını vahiy işte böyle dile getiriyor.

33-) Ve izâ messenNase durrun de’av Rabbehüm müniybiyne ileyHİ sümme izâ ezâkahüm minHU rahmeten izâ feriykun minhüm Bi Rabbihim yüşrikûn;

İnsanlara bir sıkıntı dokunduğunda, O’na yönelenlerden olarak Rablerine dua ederler… Sonra onlara kendinden bir rahmet tattırırsa, bir de bakarsın ki onlardan bir fırka Rablerine şirk koşuyorlar. (A.Hulusi)

33 – Bununla beraber insanlara bir keder dokunduğu vakit her şeyden geçerek rablerine yalvarır, duâ ederler, sonra tarafından bir rahmet tattırıverdiği vakit da bakarsın onlardan bir kısmı tutar o rablerine şirk koşarlar. (Elmalı)

Ve izâ messenNase durrun de’av Rabbehüm müniybiyne ileyH hem ne zaman insanlara bir zarar ilişecek olsa hemen rablerine yönelerek O’na yalvarıp yakarırlar.

İnsanın yaratılıştan Allah’a kulluğa meyilli olduğunun en güzel delili bu. Fıtrat ayetine bir atıftır asında bu ayet. 30. ayete 33. ayeti atıf yapmak lazım. Nasıl atıf, batmakta olan gemide ateist kalmaz. Düşmekte olan uçakta dinsiz kalmaz. 3 – 5 yabancı dili ana dili gibi konuşan birini tasavvur eder. Ana dili gibi konuşuyor ve siz ayıramıyorsunuz, bunun ana dili hangisi. Aksansız konuşuyor.

Fakat nasıl ayırabilirsiniz ana dilinin hangisi olduğunu nasıl bulabilirsiniz bir yöntem var. En kolay şöyle tespit edilebilir. Ani bir şekilde onun ayağına ökçenizle güçlü bir biçimde vurun, nasırına basın, canını yakın, “vay anam..!” ı ana dilinde söyleyecektir. Yani o bilinç dışı gelişeceği için ani tepki insiyaki olarak, iç güdüsel olarak, orada sonradan elde ettikleri hariç temelde ki ortaya çıkacaktır. Asıl o zaman ortaya çıkacaktır. Yani boya o zaman ortaya çıkacaktır. Bir felaket anı insanın içinde ki boyanın ortaya çıkmasıdır. Yani fıtrat boyası felaket anlarında ortaya çıkar. Onun için en inançsızını bile felaket anlarında dua ederken, gayri ihtiyari olarak dua ederken bulursunuz. O bilinç dışıdır. Yani doğasına dönmüştür, kendine dönmüştür. Onun için batan gemide ateist olmaz sözü meşhurdur. Ya da düşen uçakta dinsiz kalmaz sözü meşhurdur.

Burada, bu ayette onu söylüyor. Ne zaman insana bir zarar ilişse hemen O’na yönelir yalvarıp yakarır. Yani fıtratına döner, özüne döner. Zarar ilişince ama..! Garip bir şey bu. Devamında;

sümme izâ ezâkahüm minHU rahmeten izâ feriykun minhüm Bi Rabbihim yüşrikûn fakat ardından O’nun katından kendilerine bir rahmet tattırılınca hiç değilse bir kısmı başlarlar rablerine şirk koşmaya. Durumlarında ki iyileşmeyi şans, uğur, kısmet vs. gibi şeylere bağlamaya başlarlar. Veya şans, kısmet getirdiğine inandıkları Allah dışı varlıklara atfederek onlarda tanrısal güç vehmetmeye başlarlar iyileşme olunca. Yani fıtratlarından başlarlar  uzaklaşmaya o ani şokun geçmesiyle birlikte yine artık sonradan edindikleri üst yapının saptırıcı eğilimine, alanına girerler. Cazibesine kapılırlar yine sapmaya başlarlar.

34-) Liyekfüru Bima ateynahüm* fetemetteû* fesevfe ta’lemun;

Kendilerine verdiklerimize nankörlükleri açığa çıksın diye… Hadi (geçici şeylerden) zevklenin bakalım; yakında bileceksiniz. (A.Hulusi)

34 – Ki kendilerine verdiğimiz nimete küfran etsinler, haydi zevk edin bakalım yarın bileceksiniz. (Elmalı)

Liyekfüru Bima ateynahüm sonuçta kendilerine vermiş olduğumuz nimetlere nankörlük ederler. Bu bir nankörlüktür evet. Her nankörlük küfürdür ve her küfür hayatı ahiretten kopuk değerlendirmenin bir sonucudur. Her küfür bu hayatı öte hayattan, bu8 dünyayı öte dünyadan kopuk değerlendirmenin bir sonucudur. Nasıl, devam edelim göreceğiz;

fesevfe ta’lemun haydi bakalım siz de bir miktar safa sürün nasıl olsa zamanı gelince gerçeği öğreneceksiniz. Parça ile bütün arasında  irtibat kuramayan zihin mutluluğu yanlış tarif etmeye mahkumdur. Burayla öte bir bütünün parçalarıdır. Hakikati parçalamak demiştik değil mi? Aslında hayatı parçalamakta hakikati parçalamaktır. Hayat bu ve ötesiyle birlikte bir bütündür. Dünya ve ahiretiyle bir bütündür. Zaten dünya sözcüğü el hayatüd dünyanın kısaltılmışıdır, dünya hayatı. El hayatül ahiran’ın tersidir. Yakın hayat uzak hayat. Bura, öte. Bu iki hayatı parçalayan bir zihin mutluluğu yanlış tanımlar. Parça ile bütün arasında irtibatı kuramaz. Kuramayınca mutluluğu da doğru tanımlayamaz. Doğru tanımlayamayınca zevki mutluluk zanneder, hazzı mutluluk zanneder, neşeyi mutluluk zanneder ve bunun geçici olduğunu unutur.

Geçici olduğunu unutana bir hatırlatma; Sürün bakalım siz de bu geçici sefayı diyor ayet, sürünür. Nasıl olsa zamanı gelince gerçeği öğreneceksiniz.

35-) Em enzelna aleyhim sultanen fe huve yetekellemü Bima kânu Bihi yüşrikûn;

Yoksa onlara bir güçlü delil inzâl ettik de, şirk koşmalarının sebebi o mu? (A.Hulusi)

35 – Yoksa biz onlara bir ferman indirmişiz de ona şirk koşmalarını o mu söylüyor? (Elmalı)

Em enzelna aleyhim sultanen fe huve yetekellemü Bima kânu Bihi yüşrikûn yoksa biz onlara bir buyruk indirdik te bu nedenle mi O’na şirk koşmakta ısrar ediyorlar. Yani hakikate teslim olmak yerine, hakikati teslim almaya kalkmakta. Hakikate nesne olmak yerine hakikate karşı özne olmaya, hakikati nesneleştirmeye kalkıyorlar. Bundan dolayı mı, biz buyruk mu indirdik, emir mi verdik, vahiy mi yolladık ta böyle yapıyorlar. Ki bunu Allah’tan başka kimse buna izin veremez, Allah’ta izin vermedi.

36-) Ve izâ ezâknenNase rahmeten ferihu Biha* ve in tusıbhüm seyyietün Bima kaddemet eydiyhim izâ hüm yaknetun;

İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda, onunla sevinirler… Kendi elleriyle yaptıkları sonucu olarak bir kötülük yaşarlarsa, hemen onlar ümitsizliğe düşerler! (A.Hulusi)

36 – Bir de biz insanlara bir rahmet tattırdığımız vakit ona güveniyorlar da ellerinin takdim ettiği bir sebeple başlarına bir fenalık gelirse her ümidi kesiveriyorlar. (Elmalı)

Ve izâ ezâknenNase rahmeten ferihu Biha Evet, ne zaman insanlara bir rahmet tattıracak olsak onunla sevince gark olurlar. Maddi başarıyı mutluluk sanırlar, yukarıda da söyledik. Allah’sız ve ahiret siz kariyer planlaması yaparlar. Elde ettikleri başarıyı bu benim yiğitliğim zannedeler, ben elde ettim derler ve başarıyı Allah’tan kopuk algılarlar. Başarının tesadüf olduğu gibi bir sonuca bile varabilirler böylece. Ya da nihai tahlilde başarının bütünsel olmayan, birbiriyle irtibatı olmayan şu hayat içerisinde insanın mutlak elinde olduğunu düşünürler ve istediklerinde başarılı olabildiklerini, başarısız olanlarında aslında istemedikleri için başarısız oldukları gibi bir sonuca varırlar. Tabii ki saçma bir sonuç olduğunu söylemeye hacet yok.

ve in tusıbhüm seyyietün Bima kaddemet eydiyhim izâ hüm yaknetun ama elleri ile işledikleri yüzünden başlarına bir kötülük gelse o zaman da hemen umutsuzluğa kapılıverirler. Allah’tan bağımsız kariyer planlaması yapanların akıbeti bu.

Evet, burada elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir iş gelse hemen mutsuzluğa kapılırlar. Birincisinde bir şey elde ettiklerinde şımarırlar, ikincisinde ise umutsuzluğa kapılırlar. Bunlar birbirinin tam zıddı tavırlar, dengesiz tavırlar. Şımarmakta, umutsuzluğa kapılmakta. Onun için beynel havfi ver reca daima dikkatli ve uyanık olmak, korku ile umut arasında  olmak.

Bu iki uç arasında olmak, yani bu iki duyguyu dengede tutmak insanın iç potansiyelini ortaya çıkarır. Sürekli diri kılar insanı. Bu adeta gerilmiş bir davul derisi gibi insanın iç duyargalarını olağan üstü hassaslaştırır. Bu hassaslık insana yol gösterir. Çünkü günaha gittiğinizde bu hassaslık size yanlış yere gittiğinizi haber verir. Mutluluktan uzaklaştığınızı sevaba doğru yöneldiğinizde bu hassaslık size güzel yana doğru gittiğinizi haber verir. Yani içinizin titreşimleri adeta size yön tayin etmeye başlar, yol göstermeye başlar. Vicdanınız ses vermeye başlar. Artık doğru göstermeye başlar. Onun için bu beynel havfi ver reca, şımarıklıktan ve umutsuzluktan uzak olmak.

Parçada kötü olan bir şey bütünde iyi olabilir. Hayatı parçalayan bir mantık bunu göremez. Parça da kötüdür, mesela; Bir uçağa biletiniz var ve yetişmek için çıktınız. Fakat yolda yoğun trafikten dolayı yetişemediniz, varana dek dokuz doğurdunuz. Vardınız ki 5 dakika önce kapanmış gişe ve almıyorlar. Kahrettiniz, çünkü bu parça. Ama parça içinde çok kötü duruyor. Üzüldünüz, sitem ettiniz, bunu kötü olarak yorumladınız. Fakat bu parçayı bütün içine alalım. Biraz sonra duydunuz ki uçak düştü. Biraz önce kahrettiğiniz, üzüldüğünüz şeye, başlarsınız sevinmeye. Çünkü parçayı bütün içinde algılamaya başladınız. Parça olarak kötü görünen şey bütün içinde sizin için iyi olmaya başladı.

Tabii ahirete vardınız, bunun daha makro bütünü var. Orada hesap vereceksiniz büyük mahkemede sizinle aynı uçağa bilet alan insanlar gördünüz ve düşen uçakta ölmüşler. Öldükleri için günah işlememişler, ya da az işlemişler, ya da çocukken öldüğü için kurtuluşa ermişler ve hesap vermeye başladınız verilemeyecek bir hesap karşınıza çıktı. Çok kötü bir hayat yaşamışsınız ve orada keşke dediniz, ben de o uçakta olsaydım. Makro bütünde geri değişti. Yani değerli dostlar parça ile bütün arasında irtibat kuramayan her zihin aldanmaya mahkumdur. Parçada kötü duran makro bütünde mükemmel durabilir. Bu da Allah’ın gör dediği yerden bakmakla anlaşılabilecek bir şey. O nedenle Parçayı görüp de bütünü sezemeyenler, fark edemeyenler parçaya göre hayatlarını ayarladıkları için sonuçta mutluluğa ulaşamayacaklardır. Mutluluğa ulaşacak olanlar bütünü görenler, en azından bütünü bilenler inananlar ve sezenler olacaktır.

[Ek bilgi; KÖYLÜ VE ERKEN KARAR VERMEK

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış.

Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.. "Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok.

Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.

İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin" demiş."Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.

Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."

"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?"

Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış.

Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.
İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."

Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."
"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlamış:

"Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz." (Lao Tzu öğretisinden) ]

37-) Evelem yerav ennAllâhe yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir* inne fiy zâlike leâyâtin li kavmin yu’minun;

Görmediler mi ki, Allâh, dilediğine yaşam gıdasını genişletir veya kısar… Muhakkak ki bunda, iman eden bir toplum için elbette işaretler vardır. (A.Hulusi)

37 – Görmediler de mi? Allah dilediğine rızkı serer hem de sıkar, şüphesiz bunda iman edecek bir kavim için âyetler vardır. (Elmalı)

Evelem yerav ennAllâhe yebsütur rizka limen yeşau ve yakdir şimdi onlar Allah’ın dilediğine rızkı açtıkça açtığını, dilediğine de sınırlandırdığını görmüyorlar mı inne fiy zâlike leâyâtin li kavmin yu’minun kuşkusuz bunda iman eden bir toplum için mutlaka alınacak bir ders vardır.

38-) Feâti zelkurba hakkahu vel miskiyne vebnes sebiyl* zâlike hayrun lilleziyne yüriydune vechAllâhi ve ülaike hümül müflihun;

Yakınlarınıza hakkını verin; yoksullara ve yolcuya da… Bu, Vechullâhı isteyenler için daha hayırlıdır! İşte onlar şartları zorlayarak kurtuluşa erenlerin ta kendileridir! (A.Hulusi)

38 – O halde yakınlığı olana da hakkını ver, miskîne de yolcuya da, Allah yüzünü murad edenler için o daha hayırlıdır, felâh bulanlar da işte onlardır. (Elmalı)

Feâti zelkurba hakkahu vel miskiyne vebnes sebiyl şu halde yakınlara yoksullara ve yolda kalmışlara haklarını verin. Burada ki vebnes sebiy yol oğlu demektir. Sadece yolcuya değil bizce mekansızlara, hatta çok çok daha öncelikle sokak çocuklarına da bir atıf olmalıdır, olsa gerektir. zâlike hayrun lilleziyne yüriydune vechAllâh bu Allah’ın rızasını dileyenler için daha hayırlıdır. ve ülaike hümül müflihun zira onlar mutluluğa erecek olanların ta kendileridir.

Evet değerli dostlar, yoklukla, varlıkla sınayan Allah’tır. Yukarıda rızkı bazılarına açtığını, bazılarına da kıstığını buyuruyor ayet ve varsılların, varlıktan haklarını vermeleri gerektiğini, yani Allah’ın kimini yoklukla kimini varlıkla sınadığını, bu sınavdan geçmek için de doğru davranışın seçilmesi gerektiğini ifade buyuruyor ayet. Evet, varlıklarını paylaştıklarında sınavı vermiş olurlar varlık sahipleri.

Burada bir üstteki ayetlerle iç içe aslında bu. yani parçayı bütün içinde değerlendirirlerse aslında yoklukta varlıkta bir olur. Var olan elde ettiği şeyi, eline geçirdiği şeyi benim sanmaz, mutlak mülkiyet iddiasının sahte olduğunu bilir. Onun emanet olduğunu bilir. Yok olan da dar olan da bunun bir sınav olduğunu bilir. Ve varlıklılarla yoksulların birbiriyle sınandığını bilir ve bunun bir parça olduğunu bilir. Bütün içinde bunun değerlendirmesini yapar ve o zaman şu sonuca ulaşır ki makro planda Allah bunu benim hakkımda hayırlı kılsın, bu duayı yapar. Bu niyazı yapar ve böyle hayırlıymış der. Başkalarının üzüldüğü şeyi kendisi hayra yorar. Onun içinde yukarıda ki ayetlerle bağlantılı olarak okunmalı.

Tevhid ile ilgili ayetler geldi, şimdi adaletle ilgili ayetler geldi. Yani hayatın iki boyutuna ilişkin iki temel düstur; Tevhid ve adalet. İnsandan Allah’a yönelik olarak tevhid, insandan insana yönelik olarak adalet.

39-) Ve ma ateytüm min riben li yerbüve fiy emvalinNasi fela yerbu indAllâh* ve ma ateytüm min zekâtin türiydune vechAllâhi feülaike hümül mud’ıfun;

İnsanların, malları artsın amacıyla riba almak üzere verdiğiniz şey, Allâh indînde artmaz! Vechullâhı isteyerek zekât (tezkiye, saflaştırma) olarak verdiğinize gelince; işte onlar kat kat arttıranların ta kendileridir! (A.Hulusi)

39 – Nâsın mallarında nemalansın diye verdiğiniz ribâ (fâiz) Allah yanında nemalanmaz, Allah yüzünü murad ederek verdiğiniz zekât ise katlayanlar işte onlardır. (Elmalı)

Ve ma ateytüm min riben li yerbüve fiy emvalinNasi fela yerbu indAllâh yine iyi bilin ki; başka insanların mal varlığı sayesinde artsın diye faiz karşılığı verdikleriniz asla Allah katında size artış sağlamaz.

Faiz yasağının Kur’an da ki süreci şöyle kısaca; ilk bahseden ayet budur faizden. Burada bir yasak yok. Fakat açıkça yeriyor bu faizi, fakat bir yasak yok. Yani Rum/39. ayeti faizden bahseden ilk ayet. Sürecin 2. aşaması Nisa/160-161. ayetleri. Faizci Yahudileri kınıyor. Sürecin 3. aşaması A. İmran/130. ayeti, ilk yasak geliyor. Uhud dolayısıyla geliyor. Uhud’da okçuların yerlerini terk etmelerinin altında yatan derin sebep faizdi. Aldıkları borçların faizleri kat kat olmuştu içlerinden bazılarının ve bundan kurtulmak için Resulallah’ın emrini çiğnemek durumunda oldular, çiğnediler. Yani koca bir başarı böyle bir günah uğruna, yanlış uğruna elden çıkmıştı.

Faiz sadece ocakları yıkmıyor aynı zaman da ülkeleri de yıkıyor. Savaşları da kaybettiriyor. İşte A. İmran/130. ayetinde ilk yasak geldi, 4. ve son aşaması Bakara/275-279. ayetleri kesin yasakla faiz kaldırıldı. Haksız kazanç çünkü. Emeğin sömürülmesine dayanıyor. Faiz haram para getiriyor. Yani haksız kazanç, haram para. Haram paranın sadece girişi problem değil, çıkışı da problem. Çünkü haram para günah sektörünü doğurur. Giren her haram para çıkacak haram delik arar. Onun içindir ki günah sektörünü besleyen haram paradır. Haram paranın giriş deliklerini tıkarsanız, günah sektörünü de baştan tıkamış olursunuz. İşte vahiy bunu yapıyor.

ve ma ateytüm min zekâtin türiydune vechAllâh bir de Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz arındırıcı mali yükümlülükler var. Faizin zıddı zekat. Biri tek dünyalının, diğeri çift dünyalının kâr tasavvuru. Faizcinin tasavvuru tek dünyalı bir tasavvur. Kazanayım da ne olursa olsun. Ama zekât sahibinin, zekat verenin tasavvuru çift dünyalı bir tasavvur. Vereyim de alacağım olsun. Yani bu dünyaya sahip olmak için değil, şahit olmak için geldik diyenin tasavvurudur zekat. Ama faiz bu dünyaya sahip olmak için geldik diyenin tasavvurudur. Birbirinin zıddı olarak adeta yer alıyor ayette. Zekat verenin mantığı ile faiz alanın mantığı bir birine zıt mantıklar.

feülaike hümül mud’ıfun işte böyle yapanlar ödüllerini kat kat artıranların ta kendileridir. Mud’ıfun, ödüllerini kat kat artıracak olanlardır.

Bu ayet paylaşımcı İslam ekonomisiyle sömürücü kapitalist ekonominin arasındaki farkın aslında sadece ekonomi anlayışından değil, hayatı algılayıştan kaynaklanan çok temel bir fark olduğunu dile getiriyor. Hayatı algılayış, yani parçaya mı bakıyorsunuz bütüne mi bakıyorsunuz. Hayatı bütün içinde mi algılıyorsunuz,yoksa ahiretten bağımsız sadece parça olarak mı. Mutluluğu nasıl tarif ediyorsunuz. Aslında onunla çok doğrudan ilgilidir. Bir faizcinin kafa yapısıyla zekat veren bir müminin bakış açısı arasında ki fark, haddi zatında ta temelde hayata bakışta ki farktır.

40-) Allâhulleziy halekaküm sümme razekaküm sümme yümiytüküm sümme yuhyiyküm* hel min şürekâiküm men yefalu min zâliküm min şey’* subhaneHU ve te’âlâ amma yüşrikûn;

Allâh ki, sizi yarattı, sonra yaşam gıdasıyla besledi; sonra sizi öldürür (ölümü tattırır), sonra da sizi (yeni bir yaşam boyutunda) diriltir! Sizin eş koştuklarınızdan, bunlardan birini yapan kimse var mı? Münezzeh’tir “HÛ” onların şirk koştuklarından; Âli’dir. (A.Hulusi)

40 – Allah odur ki sizi yarattı, sonra da size rızık verdi, sonra sizi öldürür, sonra sizi diriltir, hiç sizin şeriklerinizden bunlardan birini yapacak var mı? Çok münezzeh ve çok yüksektir o sübhan onların şirkinden.(Elmalı)

Allâhulleziy halekaküm sümme razekaküm sümme yümiytüküm sümme yuhyiyküm sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi ölüme sürükleyecek olan ve en sonunda yeniden diriltecek olan Allah’tır. hel min şürekâiküm men yefalu min zâliküm min şey şimdi ortak koştuklarınızın arasında bütün bunlardan herhangi birini yapacak kimse var mı? Bu yukarıda sayılanlardan birini yapacak herhangi biri var mı ki ona Allah’a ait bir niteliği yakıştırıyorsunuz.

subhaneHU ve te’âlâ amma yüşrikûn O yüceler yücesi, onların şirk koştukları her şeyin ötesinde aşkın bir varlıktır. Yani sizin Ondan bir niteliği almaya kalkıp bir başkasına yamamanızdan etkilenmez. Hiçbir şirkten Allah etkilenmez. Fakat şirkin asıl zararını şirk koşan insan görür. Çünkü ,ç potansiyelini tüketir, şirk koştuğu şey kendi üzerinde otorite kurmaya başlar. İsterse cansız bir nesne olsun. Artık onun karşısında kendisi nesneleşir ve oyuncağı olur. Her şirkin zararı şirk koşan kimseyedir.

41-) Zaharel fesadü fiyl berri vel bahri Bima kesebet eydinNasi li yüziykahüm ba’dalleziy amilu leallehüm yerci’ûn;

(Allâh’ın) onlara, insanların elleriyle yaptıklarının getirisinin bazısının (sonucunu) tattırması için karada ve denizde bozulma açığa çıktı! Belki geri dönerler. (A.Hulusi)

41 – İnsanların ellerinin kesbi ile karada ve denizde fesat meydan aldı, yaptıklarının bazısını kendilerine tattırmak için ki rücu’ etsinler. (Elmalı)

Zaharel fesadü fiyl berri vel bahri Bima kesebet eydinNas insanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozulma ve dengesizlik meydana geldi. li yüziykahüm ba’dalleziy amilu leallehüm yerci’ûn neticede, sonuçta Allah, yaptıkları kötü sonuçtan bir kısmını belki vazgeçerler diye kendilerine tattıracaktır.

Faizci bir dünya görüşünün ürettiği insan tipi budur işte. Sonuç; karada ve denizde fesat çıkarmak, karaları ve denizleri kokutup kirletecek kadar muzır bir türe dönüşebilir faizci bir kafa. Çünkü tek dünyalı düşünüyor. Parçayı bütünden kopuk algılıyor. Onun içinde ne olacak ki der. Yani kendi kullandığı aerosolün ozonu delmede bir katkıda bulunacağını hiçe sayar. Bunun bir kul hakkı, bir tabiat hakkı bir eşya hakkı, bir doğa hakkı olduğunu aynı zamanda hukukullaha girdiğini, Allah hakkı olduğunu unutur.

Günümüzde olan budur maddi ve manevi alanlarda ki aç gözlülük ve bencillik Allah’ın yer yüzünde ki misafiri olan insanın sorumsuzca misafir haneyi tahrip ve kirletmesine yol açıyor. Düşünün, misafirsiniz, konuksunuz. Ama misafirhaneyi kirletiyorsunuz. Bu neden olur? İki şeyden dolayı olur. Ya ev sahibine karşı başkaldırıyorsunuz ve gasp rolüne, burası benim değil mi diyorsunuz, ya da ev sahibini bilmekle birlikte saygısızlık ediyorsunuz. İkisi de suç, ikisi de günah. Onun için böyle bir kafa yapısı, böyle bir tasavvur işte sonuçta varacağı yer budur.

Suların ve havanın kirlenmesi, canlı nesillerinin yok olması, küresel ısınma, zararlı gazlarla ozon tabakasının delinmesi, iklimlerin değişmesi bütün bunlar hep insanoğlunun yaptıkları yüzünden karada ve denizde çıkardığı fesat.

Geri dönüşten bahsediyor leallehüm yerci’ûn umulur ki tevbe edersiniz, geri dönerler diyor geri dönerler. İşte geri dönüşe davet ettiği içindir ki bir kısmını tattırıyor. Eğer hepsini tattırsa o zaman geri dönme imkansız olur. Faiz fesadı artırıyor, zekatsa ıslahı besliyor. Yukarıyla irtibatını da böyle kurabiliriz.

42-) Kul siru fiyl Ardı fenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kabl* kâne ekseruhüm müşrikiyn;

De ki: “Arzda gezip dolaşın da (sizden) öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bir bakın! Onların çoğunluğu şirk koşanlardı!” (A.Hulusi)

42 – De ki Arzda bir gezin de bakın: bundan evvelkilerin akıbeti nasıl olmuş? Onların ekserisi müşrik idiler. (Elmalı)

Kul siru fiyl Ardı fenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kabl de ki dolaşın yeryüzünü ve daha önce yaşamış günahkarların akıbeti basılmış görün. Kur’an da 7 – 8 yerde doğrudan emir kipiyle gelen bu tür ayetler gözlem ve geziyi bilgi elde etme yollarından biri olarak telakki eder. kâne ekseruhüm müşrikiyn zaten onların çoğu Allah’tan başkasına ilahi vasıflar yakıştırmışlardı.

43-) Feekım vecheke liddiynil kayyimi min kabli en ye’tiye yevmün lâ meredde lehu minAllâhi yevmeizin yessadda’un;

Allâh’tan, geri çevrilmesi mümkün olmayan süreç (ölüm) gelmeden önce, vechini (şuurunu), Din-i Kayyim’e doğrult (İslâm’a – her şeyin Allâh’a mutlak teslim olduğu gerçeğine) ki, o süreçte (insanlar) bölük bölük ayrılırlar. (A.Hulusi)

43 – De de yüzünü o doğru ve sâbit dine tut, Allah dan reddine hiç çare olmayan bir gün gelmezden evvel ki o gün hep ayırt olurlar. (Elmalı)

Feekım vecheke liddiynil kayyimi min kabli en ye’tiye yevmün lâ meredde lehu minAllâh haydi Allah tarafından takdir edilmiş geri çevrilmesi imkansız olan gün gelmezden önce yüzünü doğru ve asıl dine çevir.

Yeniden 30. ayette ki konuya döndü. Yani bütün bu açıklamalardan sonra daha mı çevirmeyeceksin yüzünü, daha fıtratına dönmeyecek misin dercesine. Yüzünü doğru ve asıl dine çevir. Din sadece vicdana hapsedilemeyen, aksine ekolojik dengeden ekonomik hayata kadar sosyal ve kozmolojik her alanda yansıması olan kapsamlı bir kurum olduğunun da delilidir geçtiğimiz ayetler, daha önce tefsir ettiğimiz ayetler.

yevmeizin yessadda’un işte o gün herkes hak ettiği yere yerleşecek.

44-) Men kefere fealeyhi küfruh* ve men amile salihan feli enfüsihim yemhedun;

Kim küfür (inkâr) eder ise, onun inkârı kendi zararınadır… Kim de imanın gereğini uygularsa, kendi nefsi için hazırlamış olur (yaptıklarının karşılığını). (A.Hulusi)

44 – Her kim küfrederse küfrü kendi aleyhinedir, her kim de salâh ile çalışırsa sırf kendileri için döşemiş olurlar. (Elmalı)

Men kefere fealeyhi küfruh küfreden kişi, küfrünün sorumluluğunu sırtlanacak ve men amile salihan feli enfüsihim yemhedun salih amelde bulunanlar ise kendi yararlarına iyi bir hazırlık yapmış olacaklar.

Dinin emir ve yasaklarından çıkar sağlayan Allah değil insandır dostlar. Zarar görende doğal olarak insandır. Bu ayet bu gerçeği dile getiriyor.

45-) Liyecziyelleziyne amenû ve amilussalihati min fadliHİ, inneHU lâ yuhıbbül kâfiriyn;

(Allâh,) iman edip imanın gereğini uygulayanlara kendi fazlından karşılık versin diye… Muhakkak ki O, hakikat bilgisini inkâr edenleri sevmez! (A.Hulusi)

45 – Çünkü iman edip de salih salih işler yapanlara fazlından mükâfat verecek, çünkü o kâfirleri sevmez. (Elmalı)

Liyecziyelleziyne amenû ve amilussalihati min fadliH sonuçta Allah iman eden ve salih amel işleyenleri kendi lûtfuyla ödüllendirmiş olacak. inneHU lâ yuhıbbül kâfiriyn kuşku yok ki Allah inkar edenleri asla sevmez. Allah sevmezse dünya sevse neye yarar. Allah severse zaten sevdirir, sevindirir. Onun için bakınız rabbimiz; yakarım, şöyle yaparım, böyle yaparım demek yerine Allah sevmez diyor. Sevgi bir numara terbiye edici olarak kullanılıyor.

46-) Ve min âyâtiHİ en yursilerriyâha mübeşşiratin ve liyüziykaküm min rahmetiHİ ve litecriyel fülkü Bi emriHİ ve li tebteğu min fadliHİ ve lealleküm teşkürun;

O’nun işaretlerindendir, rüzgârları müjdeciler olarak irsâl etmesi; size rahmetinden tattırması ve gemilerin O’nun hükmünce akıp gitmesi için… O’nun fazlından talep etmeniz ve değerlendirerek müteşekkir olmanız için. (A.Hulusi)

46 – Ve onun âyetlerindendir müjdeciler halinde rüzgârlar göndermesi ki hem rahmetinden size tattırmak için, hem emriyle gemiler akmak için, hem arayıp fazlından kazanmanız için, hem gerek ki şükredesiniz diye. (Elmalı)

Ve min âyâtiHİ en yursilerriyâha mübeşşiratin nitekim yağmurun müjdecisi olarak önden rüzgarları göndermesi onun kudretinin de bir delilidir.

Evet, yağmur Kur’an da nerede geçse vahiye bir atıf olarak kullanılır kinaye olarak kullanılır. İrsal; Resule bir atıf. Mübeşşirat; müjdeci. İşte peygamberin müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmesi. Telmih yoluyla vahiy ve nübüvvete birer atıftır bunlar.

ve liyüziykaküm min rahmetiHİ bu sayede size rahmetini tattırmakta ve litecriyel fülkü Bi emriH gemileri yasası sayesinde yüzdürmekte. Hayat okyanusunda yüzen bir gemisin ey insan. Haritan olmalı vahiyden. Pusulan olmalı akıldan, rotan olmalı istikametten, kaptanın olmalı peygamberden. Rüzgarın enerjin olmalı azık ve ibadetten. İşte sen o zaman bu denizde batmadan yol alabilirsin. Adeta bunu hatırlatıyor.

ve li tebteğu min fadliH yine bu sayede O’nun lûtfundan pay almaktasınız. ve lealleküm teşkürun umulur ki şükrünü eda edersiniz.

47-) Ve lekad erselna min kablike Rusülen ila kavmihim fecauhüm Bil beyyinati fentekamna minelleziyne ecremu* ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn;

Andolsun ki, senden önce de kendi toplumlarına Rasûller irsâl ettik de onlara açık deliller olarak geldiler… Biz de suç işleyenlerden intikam aldık… İman edenlere yardım etmek hakkımızdır. (A.Hulusi)

47 – Celâlim hakkı için senden evvel bir çok Resulleri kavimlerine gönderdik de onlara beyyinelerle vardılar, onun üzerine cürüm işleyenlerden intikam aldık, müminlere ise nusrat uhdemizde bir Hakk oldu. (Elmalı)

Ve lekad erselna min kablike Rusülen ila kavmihim doğrusu senden önce de kendi kavimlerine elçiler gönderdik. fecauhüm Bil beyyinat ve onlara hakikatin apaçık delilleriyle gelmiştiler. fentekamna minelleziyne ecremu en sonuçta suç ve günahta direnen kimselere yaptıkları günahın acısını tattırdık. Evet, intikam budur. Yapana yaptığının acısını tattırmak. Yani yapanın yanına  kar bırakmadık. Siz de yaparsanız yanınıza kar kalacağını sanmayın. Allah suyu getirenle testiyi kıranı bir tutmayacaktır. Adalet bunu gerektirir.

ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn zaten inananlara yardım etmek üzerimize aldığımız bir görev idi. Bu da ilginç dostlar. Mü’minler, Allah’a güvenenler hayal kırıklığına uğramayacaklar özeti bu.

48-) Allâhulleziy yursilurriyâha fetüsiyru sehaben feyebsütuhu fiys Semai keyfe yeşau ve yec’alühu kisefen feteral vedka yahrucü min hılalih* feizâ esabe Bihi men yeşau min ıbadiHİ izâ hüm yestebşirun;

Allâh’tır ki, rüzgârları (ilham yollu fikirleri) irsâl eder de bulutları (veri tabanındaki düşünceleri) sürer; onu (o düşünceleri) nasıl isterse öylece semâda (bilinçte) yayar ve onu parça parça kılar (analizler yaptırır); böylece yağmurun (keşfedilen ilmin) onun aralarından çıktığını görürsün… Onu kullarından dilediğine isâbet ettirince, bir de bakarsın ki onlar müjde edilen ile neşelenip seviniyorlar. (A.Hulusi)

48 – Allah odur ki rüzgârları gönderir de bir bulut savururlar, derken onu Semâda nasıl dilerse öyle serer, parça parça da eder, derken yağmuru görürsün aralarından çıkar, derken onu kullarından kimlere diliyorsa döküverdi mi derhal yüzleri gülüverir. (Elmalı)

Allâhulleziy yursilurriyâha fetüsiyru sehaben rüzgarları elçi gibi göndererek bulutları tetikleyen O Allah’tır. feyebsütuhu fiys Semai keyfe yeşau ve yec’alühu kisefe artık onları semada nasıl isterse öyle yayacak, dahası parça parça edecektir. feteral vedka yahrucü min hılalih derken sen ey muhatap, ey bu ilahi hitabın muhatabı bulutların bağrından yağmurun boşaldığını görürsün feizâ esabe Bihi men yeşau min ıbadiH bir de onu kullarından dilediği kimselerin üzerine yağdırmaya görsün. izâ hüm yestebşirun işte o an onlar sevince gark olurlar.

Evet, açık değil mi. Aslında bu ayetlerde vahiy ve peygamberin gelişiyle insanların ona karşı tavırları arasında müthiş bir atıf var. Ve devam edelim;

49-) Ve in kânu min kabli en yünezzele aleyhim min kablihi le müblisiyn;

Hâlbuki bundan önce, kendilerine (yağmur – ilim) indirilmeden önce elbette mublisîndiler (hakikatle bâtılı birbirine karıştırıp, ayrımını yapamayan). (A.Hulusi)

49 – Önce o kendilerine indirilmezden evvel ümidi kesmiş ye’se düşmüş iseler de. (Elmalı)

Ve in kânu min kabli en yünezzele aleyhim min kablihi le müblisiyn ama aynı kimseler az önce, yani yağmur indirilmezden önce umutlarını büsbütün yitirmemişler miydi? Yitirmişlerdi. Evet, şimdi bu iki ayetle Mekke ve çevresinin Resulallah’tan hemen öncesiyle Resulallah’ın gelişinden sonrasını göz önüne getirin ve karşılaştırın. 46. ayette ki gibi bu son 2 ayette de vahye ve risalete telmih yapılıyor. Vahiy öncesi cahiliye karanlığında iyilerin umutsuzluğunun, bakın iyiler umutsuzdu. Bu karanlık nasıl yarılacak, nasıl bitecek bu zulümat, bu zulüm nasıl sona erecek, bu dünya nasıl değişecek, ipten kazıktan kopmuş dünyayı kim yerine yerleştirecek..!

Vahiyle biz nasıl sevince dönüştüğünü gördük. Dünya şahit oldu. Demek ki aslında umutsuzluğa kapıldığı insanların bir dönemde bile hala bir ışık vardır, her gecenin en zifiri anı aydınlığa en yakın anıdır sözü bunu ispat etse gerek. Böylesi her durumda unutulmaması gereken şey şudur;

ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn (47). Ayetin son cümlesi mü’minlere yardım etmek boynumuza borç oldu. Budur.

50-) Fenzur ila asari rahmetillâhi keyfe yuhyil Arda ba’de mevtiha* inne zâlike le muhyil mevta* ve HUve alâ külli şey’in Kadiyr;

Allâh’ın rahmetinin eserlerine bak, (ahseni takvim – halife olarak yaratılıp ölümsüz kılınan kendini, beden – madde kabul ederek) ölümünden sonra, arzı (ilimle) nasıl diriltiyor? Muhakkak ki işte O, ölüleri elbette hayata (ölümsüzlüğe) kavuşturandır! “HÛ” her şeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)

50 – Şimdi bak Allahın rahmeti asârına, Arzı ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şüphe yok ki o her halde ölülerin diriltir, daha da her şey’e kadirdir o. (Elmalı)

Fenzur ila asari rahmetillâhi keyfe yuhyil Arda ba’de mevtiha işte ey muhatap dön de Allah’ın rahmetinin sonucuna bir bak, ölü toprağa nasıl can veriyor. inne zâlike le muhyil mevta işte bunu yapan, ölüleri diriltenin ta kendisidir. ve HUve alâ külli şey’in Kadiyr zira O’nun güç ve kudreti her şeye yeter.

Maddi hayatın sahibi, manevi hayatın da sahibidir. Ölüm kalbin ölümüdür, yani küfürdür. Hayat ise kalbin dirilişidir, yani;

Tûlicül leyle fiynnehari ve tûlicün nehara fiyl leyl.. (A.İmran/27) geceyi gündüzden gündüzü geceden çıkarır. ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tuhricül meyyite minel hayy. Ölüden diriyi diriden ölüyü çıkarır. Unutmayın vahiy ölüden diri çıkaran muhteşem bir yağmur gibidir, rahmet gibidir. Rüzgar ise o yağmuru haber veren Muhammed AS. gibidir.

Evemen kâne meyten feahyeynahu ve ce’alna lehu nûren yemşiy Bihi fiynNasi kemen meselühu fiyz zulümati leyse Bi hâricin minha. (En’am/122) Hiç ölürken hayat verdiğimiz ve insanlar arasında yolunu bulması için kendisine ışık tuttuğumuz kimse, karanlıkta kalan kimseyle bir olur mu? Yani ölüyken hayat verdiğimiz kimse diyor. Burada ki ölü her halde ruhunu teslim etmiş olan değil, vahiyden uzaklaşan, manevi hayatını öldürmüş olandır. Bunu böyle anlamak lazım.

51-) Ve lein erselna riyhan feraevhü musferran lezallu min ba’dihi yekfürun;

Andolsun ki eğer bir rüzgâr irsâl etsek de onu sararmış görseler, ondan sonra elbette nankörlüklerine dönerler. (A.Hulusi)

51 – Celâlim hakkı için bir rüzgâr göndersek de onu – o eseri – sararmış görseler mutlak onun arkasından küfrana başlarlar. (Elmalı)

Ve lein erselna riyhan feraevhü musferran lezallu min ba’dihi yekfürun ama eğer bir sam yeli göndersek ve bu yüzden ekinlerinin sararıp solduğunu görseler bunun ardından hemen inkarda ayak diremeye başlarlar. Musibetleri Allah’a yaklaşmak için değil uzaklaşmak için bahane gören ters mantık. Aynı mantığın nasıl hazzı mutluluk olarak tanımladığını 36. ayetin tefsirinde görmüştük.

Hedonist mantık, zevkçi mantık yani. Slogana ayarlıdır bunlar ve onların her şeyi şu slogan etrafında döner; kederden kaç, hazza koş. Yani uyuşarak koş, sarhoş olarak koş, çalıp çırparak koş, zulmederek koş, nasıl olursa olsun ama hazzı bir şekilde yakala. İşte bu tipler inkarda ayak diretirler.

52-) Feinneke lâ tüsmiul mevta ve lâ tüsmi’us summed du’ae izâ vellev müdbiriyn;

Muhakkak ki sen (bilgisizce kendini toprakta yok olup gidecek beden sanan) ölülere işittiremezsin; (Hakk’a) arkalarını dönüp gittiklerinde sağırlara da işittiremezsin! (A.Hulusi)

52 – Çünkü sen ölülere işittiremezsin, o daveti sağırlara da işittiremezsin, arkalarını dünmüş giderlerken. (Elmalı)

Feinneke lâ tüsmiul mevta şu da bir gerçek ki sen asla ölülere duyuramazsın ve lâ tüsmi’us summed du’ae izâ vellev müdbiriyn arkasını dönüp uzaklaşırken her tür davete sağır kesilenlere de duyuramazsın.

50. ayette ki ölüm ve hayatın fiziki değil manevi oluşunun delilidir bu. Ölü yani kalp kulağı kapalı olanlar ölümü ve hayatı nefes alıp vermekten öte insanın hakikatle ilişki kurup kuramamasıyla ilgili olduğunu bilmek zorundadırlar. İşte kalbinin kulağı kapalı olanlar vahyi işitmezler, ölüdürler diyor.

53-) Ve ma ente Bihadil ‘umyi an dalaletihim* in tüsmi’u illâ men yu’minu Bi âyâtina fehüm müslimun;

Sen basîretsizleri, sapık inançlarından çıkarıp, hakikati gösteremezsin! Sen ancak müslimler (teslim olmuşlar) olmaları dolayısıyla, varlıklarındaki işaretlerimize iman eden kimselere işittirirsin! (A.Hulusi)

53 – Körlerin de şaşkınlıklarından yol göstericisi değilsin, ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirirsin de onlar İslâm’a gelir, selâmeti bulurlar. (Elmalı)

Ve ma ente Bihadil ‘umyi an dalaletihim yine sen kalbi kör olanları sapıklıktan çevirip de doğru yola yöneltemezsin in tüsmi’u illâ men yu’minu Bi âyâtina fehüm müslimun sen ancak ayetlerimize iman eden kimselere duyurabilirsin ve onlar da hemen duyarlar ve teslim olurlar. Allah’a kafa tutan insana aczi hatırlatılıyor. Ey insan sınırlısın unutma.

54-) Allâhulleziy halekaküm min da’fin sümme ce’ale min ba’di da’fin kuvveten sümme ce’ale min ba’di kuvvetin da’fen ve şeybeten, yahlüku ma yeşa’* ve “HU”vel ‘Aliymül Kadiyr;

Allâh’tır ki, sizi zayıflıkla (hakikatinin farkında olmaksızın) yarattı! Sonra, zayıflığın ardından bir kuvvet (hakikatini – Rabbini bilmenin kuvveleriyle) oluşturdu! Sonra, kuvvetin ardından zayıflık (ismi Allâh olan indînde acziyetini – abd-i âciz) ve ak saçlı (bilge) hâline getirdi… Dilediğini yaratır… “HÛ”; Aliym’dir, Kaadir’dir. (A.Hulusi)

54 – Allah, o kadir ki sizi bir zaaftan yaratmakta, sonra zaafın arkasından bir kuvvet yapmakta, sonra da kuvvetin arkasından bir zaaf ve bir saç aklığı yapmakta, neyi dilerse halk ediyor, o öyle alîm, öyle kadîr. (Elmalı)

Allâhulleziy halekaküm min da’fin Allah’tır başlangıçta sizi güçten yoksun yaratan. sümme ce’ale min ba’di da’fin kuvveten bu yoksulluğun ardından sizi güçlü kuvvetli kılan sümme ce’ale min ba’di kuvvetin da’fen ve şeybeten bu gülcü kuvvetli dönemin ardından sizi tekrar zayıflığa ve ak saçlılığa mahkum eden. Ne güzel değil mi? yahlüku ma yeşa’* ve “HU”vel ‘Aliymül Kadiyr O dilediğini yaratır, zira O her şeyi bilen mutlak kudret sahibidir. Evet, Allah’a kafa tutan insana aczi yetini hatırlatıyor demiştim ya işte devam ediyor.

[Ek bilgi; Yani, "Çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemlerinin tümü Allah tarafından yaratılmıştır. Dilediğini güçlü, dilediğini de zayıf yaratmak O'nun elindedir. Dilediğine olgunluğa erişmeden, dilediğine de gençliğinin başlangıcında ölümü tattırabilir. O dilediğine uzun bir ömür ve sağlık verir, dilediğini de dopdolu bir gençlik hayatından sonra zelil ve eziyetli bir yaşlılık hayatına eriştirir. İnsan eğer isterse hayatını kendini beğenmişlik ve kibir içinde geçirebilir. Fakat Allah'ın yakalaması karşısında o kadar acizdir ki O'nun kendisine takdir ettiğini hiçbir şekilde değiştiremez. (EBU'L AL'A MEVDUDİ)]

55-) Ve yevme tekumüs saatü yuksimül mücrimune, ma lebisû ğayre saatin, kezâlike kânu yü’fekûn;

O saatin (ölüm) geldiği süreçte suçlular, (beden yaşamında) bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler… Böylece çevriliyorlardı. (Rabbin indînde bir gün beden yaşamına göre bin yıldır; bağlantısı.) (A.Hulusi)

55 – O gün ki saat gelir Kıyamet kopar, mücrimler, bir saatten fazla durmadıklarına yemîn ederler evvel de böyle çevriliyorlardı. (Elmalı)

Ve yevme tekumüs saatü yuksimül mücrimune, ma lebisû ğayre saatin ve son saat gelip çattığı gün suça batmış, gömülmüş olanlar dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin edecekler. Sadece bir saat kaldık diyecekler yeminle. kezâlike kânu yü’fekûn böylece kendilerine dahi yalan söylemiş olacaklar. Kendi kendilerine yalan söyleyecekler diyor ayet. Özelde zaman genelde insanın hayat hakkında ki tüm algılarının nasıl görece ve yanıltıcı olduğunun ifadesi bu ayet.

Ey insan diyor ayet özetle, Ey insan. Haline bakmadan Allah’a kafa mı tutuyorsun daha benim dediğin hayat ve zaman konusunda bile çuvallıyorsun. Ahiret siz yapılacak her tanım insanın kendi kendini aldatmasıdır. Bununla mazeret ileri sürmüş oluyorlar güya. Bir saat kaldık baş bulamadık dünyada ki iman edelim vahyi duyalım, bir saatte ne olur ki, şuncacık zamanda. Onun için ya rabbi biraz daha uzat, ya da bir mühlet daha ver diye mazeret ileri sürüyorlar. Zaman kısaydı vakit yetmedi, bir gün gibi gelip geçti diyorlar.

[Ek bilgi; Yani, “Öldükten sonra mahşere (tekrar dirilişe) kadar. Ölümlerinden sonra binlerce yıl geçmiş bile olsa suçlular birkaç saat önce uyuduklarını ve ani bir felaketin onları uyandırdığını sanırlar.” (EBU’L AL’A MEVDUDİ)

56-) Ve kalelleziyne utül ılme vel iymane lekad lebistüm fiy Kitabillâhi ila yevmil ba’s* fehazâ yevmül ba’si ve lakinneküm küntüm lâ ta’lemun;

Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar ise dedi ki: “Andolsun ki, Allâh’ın Kitabında (“OKU”nası Kitap veya Kitab-ı Mubiyn olarak tanımlanan yaşam boyutunda) bâ’s sürecine (yeni bir yapıyla yaşamınıza devam edeceğiniz sürece) kadar kaldınız… İşte bu bâ’s (yeni bir yapı ile yaşamınıza devam edeceğiniz) süreçtir… Fakat siz (hakikati) anlamıyordunuz!” (A.Hulusi)

56 – Kendilerine ilm-ü iman verilenler de demektedir ki alimallah, Allahın kitabınca bas gününe kadar durdunuz. İşte bu, ba’s günü velâkin siz bilmezler güruhu idiniz. (Elmalı)

Ve kalelleziyne utül ılme vel iymane lekad lebistüm fiy Kitabillâhi ila yevmil ba’s kendilerine hayatta ilen ilim ve iman bahşedilenlerse doğrusu siz Allah’ın kitabı hususunda diriliş gününe kadar yerinizde sayıp direttiniz diyecekler.

Evet, bu tercümenin bir alternatifi daha var ya da Allah’ın kitabında yer alan tehdit uyarınca veya Allah’ın yasasında yer alan takdir  uyarınca diriliş gününe kadar beklediniz diyecekler. Devam edelim;

yevmül ba’s işte artık diriliş günü gelip çattı ve lakinneküm küntüm lâ ta’lemun ve fakat siz bunu bilmezden gelmiştiniz diyecekler. Bu cevap mazeretin geçersiz ve sahte olduğunu ortaya koymak için yeterli. Yani mazeretiniz kabul değil, bir saat kalmıştık falan gibi deseniz de değil aslında öyle.

57-) Feyevmeizin lâ yenfeulleziyne zalemu ma’ziretühüm ve lâ hüm yüsta’tebun;

O süreçte (nefsine) zulmedenlere mazeretleri fayda vermez ve onlardan (olumlu bir fiille) şartlarını düzeltmeleri de istenilmez. (A.Hulusi)

57 – Artık o gün o zulmedenlere mazeretleri faide vermez ve dertlerinin çaresine bakılmaz. (Elmalı)

Feyevmeizin lâ yenfeulleziyne zalemu ma’ziretühüm ve lâ hüm yüsta’tebun ne ki o gün zulme gömülüp gitmişlere ne getirecekleri mazeret fayda verecek ne de başvuru talepleri kabul edilecek. Ya da af dileyip, özür dilemeleri, mazeret ileri sürmeleri kabul edilecek.

Evet, 55. ayette ki bir gün gibi geçmesinin zamanın değil, kendilerinin algılama kusuru olduğunu ifade ediyor bu ayet.

58-) Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur’âni min külli mesel* ve lein ci’tehüm Bi âyetin leyekulennelleziyne keferu in entüm illâ mubtılun;

Andolsun ki şu Kurân’da insanlar için her çeşit misalden vurguladık! Yemin olsun ki, onlara bir delil getirsen, o hakikat bilgisini inkâr edenler elbette şöyle diyeceklerdir: “Siz palavracısınız!” (A.Hulusi)

58 – Celâlim hakkı için bu Kur’an da her türlü meselden temsil getirdik, yemîn ederim ki sen onlara başka bir âyet de getirsen o küfredenler yine diyecekler ki: siz her halde mubtılsiniz.(İptal eden) (Elmalı)

Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur’âni min külli mesel doğrusu biz bu Kur’an da insanlara hakikati her türlü dolaylı anlatım tarzını kullanarak açıkladık. Yani bahaneleri yok, her türlü tarzı kullanarak açıkladık. ve lein ci’tehüm Bi âyetin leyekulennelleziyne keferu in entüm illâ mubtılun ama onlara bu türden mesel içeren bir ayetle gelsen inkarda direnenler yine siz sadece bir batılın peşinden sürüklenenlerdensiniz derler. Yani bütün bir ömrü bir gün olarak algılayıp kendini aldatan bir tasavvurun vahit hakkında batıl demesi sürpriz değil. Bu şifa bulmaz bir anlama hastalığının sonucu.

59-) Kezâlike yatba’ullahu alâ kulubilleziyne lâ ya’lemun;

Böylece cahillerin şuurlarını Allâh kilitler! (A.Hulusi)

59 – İlmin kadrini bilmeyenlerin kalplerini Allah, öyle tab’eder. (Elmalı)

Kezâlike yatba’ullahu alâ kulubilleziyne lâ ya’lemun Allah hakikatin bilgisine sırt çevirenlerin kalplerini işte böyle mühürler. Algılama yeteneği tamamıyla felç olduğu için tedavisinden ümit kesilen her organ gibi Ahirette küfrüne belge olarak açılıncaya kadar mühür vurur diyor.

60-) Fasbir inne va’dAllâhi Hakkun ve lâ yestehıffennekelleziyne lâ yukınun;

O hâlde sabret! Muhakkak ki Allâh’ın vaadi Hak’tır! İkâna ulaşmamışlar (vaadimizin gerçekleşmesi sürecinde) seni hafife alamayacaklardır!(A.Hulusi)

60 – Şimdi sen sabret, çünkü Allahın vaadi muhakkak haktır ve sakın iykanı  (iyi ve yakinen bilmek) olmayanlar seni hafifliğe sevk etmesinler. (Elmalı)

Fasbir artık sabret inne va’dAllâhi Hakkun unutma ki Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir. ve lâ yestehıffennekelleziyne lâ yukınun sakın ha imanı oturmamışların senin ağırlığını ortadan kaldırmalarına asla izin verme. Yani seni istedikleri yöne sürüklemelerine asla izin verme. Ya da senin üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunmalarına asla izin verme.

İlk muhatap ve tüm mümin muhataplara tavsiye; Allah’ın vaadi gerçekleşinceye kadar hakikat üzerinde direnip tüm olumsuzluklara göğüs gerin en sonunda Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir.

Sadakallahül aziym. “Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.



İslamoğlu Tef. Ders. SECDE (01-30) (130)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin!

Değerli Kur’an dostları bugün Secde suresine başlayacağız. Kur’an da secde ismi ile yer alan bu sure i celile, aslında Kur’an ın tamamının bir dip akıntısı gibi kaplayan, Allah’a tazim ve itaatin de simgesi olan secdeyi isim olarak almış.

Secde Allah’a teslimiyeti ifade eder. Bana; İnsanın Allah karşısında ki esas duruşu, dahası klas duruşun ne olabilir diye sorsa biri, secde derdim. Secde kulun rabbi karşısında ki klas duruşudur. Secde bir aşk hareketidir. Kulun acziyetini bilmesi, Allah’ın sınırsızlığını bilmesi. Kulun yetersizliğini, Allah’ın yettiğini bilmesi ve bu bilme hareketinin, bu bilme işinin insanda iç dünya inşa etmesi. Bu bilginin inşa ettiği iç dünyanın doğal olarak insanın kaslarına yansıması ve Allah’ın sınırsızlığını bilen yüreğin bedene doğal bir emir vererek onu secdeye kapanması. İşte onun için secde bir aşk hareketidir. Evrensel besteyi insanca söylemektir secde.

Secde Allah’ın insanı koyduğu yere, insanın razı olduğunu ifade etmesidir. Secde Allah’ın insana verdiği rolü, insanın pazarlıksız oynayacağına dair bir imzadır. Beden dili ile atılmış muhteşem bir imza.

Evet sure adını 15. ayetinden alır. Tirmizi camiin de bu sureyi bu adla anar. Yine Tirmizi nin Cabir Bin Abdullah’tan naklettiği; Resulallah elif, lâm, mim; tenzil ve Tebârekelleziy BiyediHİlMülkü, ve HUve ‘alâ külli şey’in Kadiyr. (Mülk/1) surelerini uyumadan önce her gün okurdu. Rivayetinden anlıyoruz ki Resulallah döneminde bu sure başka isimlerle de anılmış. Ki bu hadiste anıldığı ad ilk ayetleri.

Mekkidir suremiz ve kendi içerisinde bir bütünlüğe sahiptir. Onun içinde sure içerisinde bazı rivayetlerin söylediği gibi Medine’de indiği rivayet edilen ayetleri, bu rivayeti göz ardı edebiliriz çünkü bu bütünlüğü surede görüyoruz. Bu bütünlüğü göz ardı edecek bir sahih delile de sahip değiliz.

Müslümanlara karşı şiddete imaen de olsa sure atıf yapmaz. Buradan neyi çıkarıyoruz? Buradan surenin iniş yılını yaklaşık çıkarıyoruz. Çünkü surede şiddete imaen de olsa atıf yoksa eğer, henüz daha Mekke de Müslümanlara yönelik şiddetin başlamadığı bir dönemde indiğini, bu dönemin de yaklaşık Mekke döneminin en geç 8. yılından önce inmiş olması gerektiğini düşünebiliriz. Hatta sure 14. ayetinde bir atıfta bulunur. Bu atıf Haşr suresinin 19. ayetine atıftır. Biz bu atfı dikkate alırsak demek ki mutlaka bu surenin haşr suresinden sonra inmiş olması lazım, ona bir atıf var çünkü haşr/19 a bir atıf olduğuna göre surede, bu sure haşr dan sonra inmiş olması lazım. Haşr suresinin de Mekke de 4 ya da 5. yılda indiğini biliyoruz. O halde bu sure en ilk 4 ya da 5. En geç 7 – 8. yılda inmiş olmalıdır.

Vahye atıfla başlar sure, ona iftira diye getirilir 1 ve 3. ayetlerde. Ahiret hayatını ele alır tüm surelerde olduğu gibi. Çünkü Kur’an ın tamamı her surenin içinde yansır. Yani her sure Kur’an ın tamamına tutunmuş bir aynadır aslında. Onun içinde 4 ve 14. ayetler arasında ahiret işlenir.

Mü’minleri ahirette kimsenin hayal bile edemeyeceği muhteşem sürprizlerin beklediğini vurgular 17. ayet. Geçmişten ibretler ve örnekler verir. Mesela Hz. Musa ve İsrail oğullarından verdiği gibi. Ve sure bu örneklerin ardından ilk ve son tüm çağlardaki muhataplarına hitap ederek son bulur.

Nüzulde 73. sırada yer alır, Nahl ve Nuh sureleri arasında yer alır. Çoğunluğun taksimatına göre 30 ayettir. İstisnası Basralıların taksimatıdır ki, onlara göre de 27 ayettir. Yani surenin mahiyetinde metninde hiçbir eksiklik ya da fazlalık söz konusu değildir, fakat bunların bölümlenmesi, taksim edilmesi, ayet olarak rakamlandırılması hususu ekollere göre değişebilir. Bu kısa giriş bilgilerinden sonra sureye geçebiliriz.

“BismillahirRahmanirRahıym”

1-) Elif, Lâââm, Miiiym;

Elif, Lâm, Mim. (A. Hulusi)

01 – Elif, Lâm, mim. (Elmalı)

Elif, Lâââm, Miiiym bunlar hurufu mukadda adı verilen heca harfleri. 29 surenin başında gelir Kur’an da. İlginçtir bir tevafuktur, Arapça alfabesi de 29 harftir. Lâm elifi de sayarsak. Yine ilginç bir tevafuktur bu harflerin başında geldiği 29 surenin hurufu mukaddasını alt alta yazdığımızda ya birli ya ikili, ya üçlü, ya dörtlü, ya da beşli kombinezonlara ulaşırız. Yani birden beşe kadardır harf sayısı. Arap dilinde de bir kelime ya bir, ya 2, ya 3, ya 4, ya da 5 harflidir. Buradan yola çıkarak şunu da söyleyince bu hurufu mukaddanın başında geldiği surelerin 3 ü dolaylı olarak, geri kalanın tamamı dolaysız olarak vahye atıfla başlar. Bu 3 unsuru da birleştirdiğimizde bu harflerin manası değilse de işlevi ortaya çıkmış olur. O da bu harfler insanların konuştuğu bir dilin Allah’ın vahyine aracı seçildiğini gösterir. Kap olduğunu gösterir.

İşte göklerin dili, ulvi manaları, yerlerin kelimelerinin içine böylece doldurup insan havsalasına ve zihnine nüzul etmiştir. İnzal etmiştir. Tenzil etmiştir. İşte bu nüzul insanlığın önüne çıkarılmış bir gök sofrası bir maidei ilahiyedir. Ey insan Allah gök sofrasını açtı buyurmaz mısın. Budur, onun için elif, lâm mim bize ilahi manaların insanın konuştuğu beşeri harfleri kanat takarak uçurulduğunu göstermektedir ki Buradan yola çıkarak şöyle bir cümle kurabiliriz. Vahiy; ayakları yerde, başı gökte bir hitaptır. Başını mana temsil eder, ayaklarını da lafız, yani harflerden oluşan kelimeler.

2-) Tenziylül Kitabi lâ raybe fiyhi min Rabbil alemiyn;

Kendisinde kuşku olmayan Hakikat ve Sünnetullâh BİLGİsi (Kitap), Rabb-ül âlemîn’den (“İnsan”ların Rabbinden) inzâl olmuştur! (Kurân’da pek çok yerde âlemler kelimesi ile “insan”lara işaret edilmiştir. Bu iyi incelenmeli ve dikkatle düşünülmeli.) (A. Hulusi)

02 – İndirilişi bu kitabın, şüphe yok bunda, rabbül’âlemîndendir. (Elmalı)

Tenziylül Kitabi lâ raybe fiyhi min Rabbil alemiyn bu ilahi kelamın indirilişi hiç şüphe yok ki Lâ raybe fiyh, hiç kuşku yok ki min Rabbil alemiyn alemlerin rabbindendir.

İşte demiştik ya başında bu harflerin geldiği 29 surenin 3 ü dolaylı gerisi dolaysız olarak vahye atıfla başlar, bu da vahye atıfla başladı. Alemlerin Rabbine, mürebbisine inanmak, vahye inanmayı zorunlu kılar. Bir zat ki O’nun alemleri terbiye ettiğini düşüneceksiniz, inanacaksınız, bileceksiniz, ama vahyi inkâr edeceksiniz, yani insanı terbiye etmeyecek..! Olur mu? İnsanı başıboş bırakacak..! Olur mu?

Evlâ leke feevlâ (Kıyamet/34) yazıklar olsun sana ey insan. Sümme evlâ leke feevlâ (Kyamet/35) sonra yine yazıklar olsun sana. Eyahsebul’İnsanu en yutreke süda. (Kıyamet/36) yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanıyor. İpini boynuna dolayıp da çayıra salacağımızı mı sanıyor. Yani insanı şah eser olarak yaratıp ta ondan sonra ondan vazgeçmemizi düşünebiliyor. Yani Allah olarak benim nazarım insan üzerindedir. İnsandan nazarımı ayıracağımızı mı zannediyor insan. Yani bu aslında insanın kendisine hakareti değil mi? Allah nazarını insandan çekerse insanın insanlığı kalır mı? Geriye ne kalır. Et ve kemik mi bir insanı insan yapan. Allah’ı aldığınızda anlamı kalır mı hayatın ve insanın. Onun için alemlerin rabbine inanmak vahye inanmayı zorunlu kılar. Vahiy rahimiyet ve rububiyetin eseridir çünkü. Dedim ya, göklerden inmiş bir maidedir, gök sofrasıdır.

3-) Em yekulunefterah* bel “HU”vel hakku min Rabbike litünzira kavmen ma etahüm min neziyrin min kablike leallehüm yehtedun;

Yoksa “Onu uydurdu” mu diyorlar! Asla! O, senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş toplumu uyarman için Rabbinden (olan) Hak’tır… Umulur ki (değerlendirip) hakikate ererler. (A. Hulusi)

03 – Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, haktır o, rabbindendir: kendilerine senden önce gocundurucu Peygamber gelmemiş olan bir kavmi gocundurasın diye gerek ki hidayeti kabul edeler. (Elmalı)

Em yekulunefterah onlar, onu , o uydurdu mu diyorlar? Böyle mi diyorlar. Veyahut ta; soru tarzında da alabiliriz; Yoksa onlar onu o uydurdu diyorlar öyle mi? Şeklinde de alabiliriz, soru tarzında da.

bel “HU”vel hakku min Rabbik hayır o senin rabbinden bir hakikattir. litünzira kavmen ma etahüm min neziyrin min kablike leallehüm yehtedun senden önce kendilerine uyarıcı gelmeyen bir toplumu belki doğru yola gelirler diye uyarman için gönderilmiş, indirilmiştir.

Hemen burada Fatır/24. ayet aklıma geliyor; …ve in min ümmetin illâ halâ fiyha neziyr. (Fatır/24) hiçbir ümmet yoktur ki ona bir uyarıcı gönderilmemiş olsun. Tahriyf edilmiş mesajı yok hükmünde sayıyor. Çünkü burada kendilerine bir uyarıcı gönderilmemiş derken, mutlak manada hiçbir zaman gönderilmemiş anlamına gelmiyor. Çünkü uzun bir fetrete delalet eden ayette yine Kur’an da. Onun için uzun bir fetret zamanından sonra, araya zaman girmiş, zaman girince de gönderilmiş olan uyarıcı, gönderilmemiş gibi olur. Yani önceden gönderilmiş uyarıcıların uyarısı tahriyf edilmiş. Tahriyf edilmiş uyarı yok hükmünde oluyor, sayılıyor. Onunla te’lif edebiliriz. Yani burada uyarıya en çok muhtaç olan topluma gönderildiğini anlıyoruz. Neden o bölge? Neden Kureyş, neden Necip, neden hicaz dersek, sorarsak en çok uyarıya oranın ihtiyacı var. Demek ki en büyük ihtiyaç sahibine öncelik tanımış.

4-) Allâhulleziy halekas Semavati vel Arda ve ma beynehüma fiy sitteti eyyamin sümmesteva alel ‘Arş* ma leküm min dûniHİ min veliyyin ve lâ şefiy’* efela tetezekkerun;

Allâh, O ki, semâlar (gökler veya nefs mertebeleri olan bilinç düzeyleri) ve arzı (yeryüzü veya beden – beyin) ve ikisi arasında olanları altı aşamada – süreçte (insan itibarıyla 6 aşama: 1.sperm/yumurta, 2.döllenme (zigot), 3.geometrik hücre çoğalması, 4.hücre farklılaşması, 5.organların oluşması, 6.farklılaşan organların işlevlenmesi – şuur ve duyuların oluşması. A.H.) yarattı, sonra Arş’a istiva etti (Esmâ özellikleriyle fiiller âleminde tedbirata başladı)… Sizin O’ndan başka ne bir Veliyy’niz ve ne de bir şefaat ediciniz vardır… Hâlâ bunu düşünüp, değerlendirmiyor musunuz? (Bu âyeti iki yönlü düşünmek gerek kanaatimce. İnsanın dış dünyası ve İnsanın varlığı olarak. A.H.) (A. Hulusi)

04 – Allah, o ki Gökleri ve Yeri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur, sizin için ondan başka ne bir veliy vardır, ne bir şefi’, artık düşünmez misiniz? (Elmalı)

Allâhulleziy halekas Semavati vel Arda ve ma beynehüma fiy sitteti eyyamin sümmesteva alel ‘Arş gökleri, yeri ve bu ikisi arasındakileri 6 aşamada fiy sitteti eyyamin 6 aşamada yaratan, sonra da hükümranlık makamına kurulan Allah’tır.

Oluşumu tamamlanmamış bir gök ve yerlerde günden 24 saat olarak söz edilemez. Dolayısıyla burada eyyam geçiyor günler, yevm gün. Fakat bu günün bizim bildiğimiz manada bir 24 saat olmadığı açık. Çünkü gökler ve yerin yaratılışından bahseden bir ayet okuyoruz. Oysa bizim bildiğimiz gün zaten yer yüzünün kendi kozmik hareketiyle oluşan bir zaman parçası. Kur’an da kaldı ki yevm ve eyyam; an, hatta uzun zaman. Veya zamanın en kısa parçası, dönem, aşamalılık, kademelilik, barem baremlik şeklinde de manalar taşır. Burada da aşamalılığa bir atıf var.

Bilinçli bir düzen ve nizama işaret ediyor aslında fiy siddeti eyyam. Neden? Ol deyince olduran bir Allah. Eğer aşama aşama yarattığını ısrarla söylüyorsa, burada verilen mesaj şu; nizam ve intizamı öğrenin. Bakın istediğini istediği anda, istediği sürede, ya da süresiz yapan bir Allah bile kendi yaratışını bir nizam ve intizam içinde yapıyor. Kendisi için böyle bir aşamalılık, nizam intizam koyan Allah, sizin için koymaz mı? Onun için ey insanoğlu bu noktada da “Tahalleku bi ahlâkıllah” (Hadis) Allah’ın ahlakıyla ahlaklan, ki gerçekten de alacağımız en iyi mesaj bu olsa gerek bu ibareden. Aşamalılığın bize verdiği öğüt bu.

Esteva alel ‘Arş Hükümranlık makamına kurulmak. Aslında bu, Yahudiler başta, hani onlar bu ibareyi böyle değil, literal manasıyla, lafzi manasıyla anlayıp, 7. günde dinlendi. Diyerek Allah’a tatil isnat ederler. Tatil isnadı aynı zamanda rehavet, tembellik isnadı. Allah yorulmaz ki. İşte bu manada her tür Allah’ı hayat dışına alıcı tasavvuru ret içindir. esteva alel ‘Arş ifadeleri. Yani bu ifadeyi nerede gördükse Kur’an da Külle yevmin hüve fiy şe’n. (Rahman/29) O her an iş başındadır ayeti ile birlikte düşüneceğiz ve Allah’a yamanmak istenen tatil düşüncesini reddettiğini bileceğiz. Bu başta Yahudiler olmak üzere. Sapık her tür ilah inancının içindeki atalet tasavvurunu ret içindir bu ibare.

ma leküm min dûniHİ min veliyyin ve lâ şefiy’ hesap günü sizi O’ndan koruyacak ne bir dost, ne de bir kayırıcı asla bulamazsınız. efela tetezekkerun peki halamı ders almayacaksınız? Yani hayatı bir sistem ve nizam üzere yaratan, onun için amaç koymamış mıdır sizce. Hayatı böyle ince ince dokuyarak, çok ince hesaplarla yaratsın da hayatın amacını koymasın, ona bir amaç yerleştirmesin. Buna aklınız yatıyor mu? Ve bu hayatı sizin için yaratsın da size bir amaç koymasın. Siz yaratılmışların şah eseri olunda amaçsız olun, buna kafanız yatıyor mu? İşte bu buradan çıkaracağımız şey.

İnşa sorumluluğu, insanın hayatının amacı. Yeryüzünde ki amacı hayatın inşası. Neye göre, yaratılış gayesini gerçekleştirmek için hayatın inşası. Halifelik budur işte. Hilafet budur işte. Yer yüzünde insanın halife seçilmesi. Yer yüzünde hayatın gayesine uygun bir inşası. Bu inşayı insan yapacak.

Peki inşa edecek insana usta derler değil mi, ama her ustalık bir çıraklıktan geçer, öğrenme sürecinden geçer. Peki insana bu öğrenme sürecini kim verecek, kimin öğrencisi? İşte vahyin öğrencisi olacak. Vahiy peygamberler aracılığı ile çırak yapar insanı, muhatabı ve hayatın ustası haline getirir. Hayatı inşa etsin diye. Vahyin eli ile ustalaşmamış insanlar hayatı imha ederler görüldüğü gibi.

5-) Yüdebbirul’emre mines Semai ilel’Ardı sümme ya’rucü ileyhi fiy yevmin kâne mikdaruhu elfe senetin mimma te’uddun;

Emri (hükmü) semâdan (dışsal olarak; burçlar diye tanımlanan Esmâ özelliklerinin açığa çıkmasıyla oluşan yapılardan yayılan kozmik elektromanyetik dalgalarla ağırlıklı olarak karındaki ikinci beyni ve dolayısıyla bilinci etkileyerek; ya da, içsel olarak, holografik gerçeklik gereği beyindeki datadan açığa çıkan Esmâ mertebesinden. A.Hulûsi) arzı (yeryüzü veya beyni) tedbir eder… Sonra miktarı, bin sene olan süreç içinde O’na urûc eder (ruh beden yaşam boyutuna yükseliş veya boyutsal aslına dönüş. A.H.). (A. Hulusi)

05 – Semâdan Zemine (yukarıdan aşağıya) emri tebdir (bir şeyi başka bir hale veya şeye değiştirmek) eder, sonra da o ona urûc eyler: bir günde ki miktarı sizin sayınızdan bin sene eder. (Elmalı)

Yüdebbirul’emre mines Semai ilel’Ard gökten tere kadar bütün oluşumu, bütün var oluşu O düzenler. Biraz önce de hatırlatmıştım esteva alel ‘Arş bunu hatırlayın; arş üzerine kurulmak, yani hükümranlık makamına, hükmetme makamına kurulmak. Hükmümü ele almak. Onun bir devamı aslında. Gökten yere kadar bütün bir oluşu O düzenler. Yaratır ve geri çekilmez. Yani boşluk bırakmaz. Allahsız bir alan tasavvuru küfürdür. Hayatın herhangi bir alanına ilahi müdahalenin olmadığını düşünmek, o alanda bir tanrı var etmeyi gerektirir. İşte o da doğal olarak şirki getirecektir. Çünkü eğer o alana Allah’ın müdahil olmadığını düşünüyorsanız, o alana birinin müdahale etmesi lazım. O müdahale edeceğini tasavvur ettiğiniz kimse o; o oranın tanrısı hükmüne geçecek. Onun için Allah’ın müdahil olmadığı bir alan fikri şirktir.

sümme ya’rucü ileyhi fiy yevmin kâne mikdaruhu elfe senetin mimma te’uddun en sonunda bütün bir oluş sizin hesabınıza göre 1.000 yıl kadar süren bir günde ona yükselir.

Elf; 1.000 demektir Arap dilinde. Yani sizin hesabınıza göre 1.000 diyor burada, 1.000 yıl kadar süren bir gün. Günün biraz önce kinai tabiatına değindik, görece tabiatına yukarıda değindik. Burada da yıla değinelim, Elf.

Elf Arap dilinde sayı sıfatlarının zirvesidir. Arapça da binden yukarıda bir sayı yoktur. Binden yukarıda sayı saymak zorunda kalırsa Arapça konuşan biri, yine 1.000 le ifade etmek zorundadır. Milyon diyecek, yoktur milyon. Elfe elf. Milyon böyle der. Yani elfi tekrarlamak zorundadır. Milyar diyecek evet bin bin diyecek. Onun için elf Arap dilinde zirvedir. Sayı sıfatlarının zirvesi. Bu neyi ifade eder? Binden sonrasını ille binle ifade eder. Sayı tasavvurunun zirvesi bu olduğuna göre burada da söylenen aklınıza gelen zaman tasavvurunun en sonu nedir onu düşünün. Biz bunu böyle anlayacağız zımnen.

Hac/47. ayetinde keelfi senetin diye geçer, buna benzer ibare. Devamı da aynıdır. Evet, keelfi senetin mimma te’uddun. (hac/47) diye biter. Oradaki kâf, teşbih edatı yani 1.000 sene gibi, tut ki 1.000 sene. Zaten Kur’an da 1.000 rakamı başka alanlarda da görece olarak kullanılır. Mesela; lev yu’ammeru elfe seneh. (Bakara 96) Yahudileşmiş bir İsrail oğulları mensubu ister ki 1.000 yıl yaşasın. 1.000 yaşamak kinayedir. Yani sonsuzca yaşasın. Ölmek istemez. Onun için 1.000 rakamının kullanıldığı Kur’an da çok yerde kullanılışı böyle kinai bir anlam içerir. Aritmetik olmayan bir anlam bu. Yani yaratılış peryotlara tabidir. Fakat bunlar insanın aklının alacağı aritmetik hesaplarla sınırlandırılamaz. Yukarıdan itibaren ayetlerin tümünü göz önüne alırsak söyleneni, böyle tefsir edebiliriz. Yani yaratılışın peryotları insan aklının alacağı rakamlarla sınırlandırılamaz. Aritmetik bir hesap yapmaya kalkma ey insan.

Peki son olarak nihai olarak nedir? Zımnen şunu söylüyor gibidir. Ey insan bütünü görmüyorsun bari bütünü gören birine iman et de kurtul. Bütünü görmüyorsun, parçayı bile görmekte zorlanıyorsun, bari bütünü görene teslim olda şu işi yerine teslim et. Doğru yap. Yoksa parçayı bütüne galip kılarsın, parçada gördüğünü bütün zannedersin ve mahvedersin. Parça çirkin görünebilir ama bütün içine koyduğunda mükemmel duracaktır. Bunu yapamıyorsun bari bütünü bilen biri olduğunu bil ve iman et, teslim ol.

[Ek bilgi; BEYİN-RUH İLİŞKİSİ

Beyin-ruh ilişkisinde, daha önceki açıklamalarımda; beynin, 120. günden itibaren kişinin kendi dalgasal bedenini meydana getirdiğini; bu dalgasal yapının, beyindeki tüm özellikler ve kuvvetlerle yüklenmiş olduğunu; ve bu ruhun bedenden ayrılacağını, anlatmıştım. Ancak, açıklamadığım bir husus vardı, o da şu.

Beyin ile ruh arasındaki karşılıklı ilişki!

Beyin, enerjiyi üretiyor, dalgasal bedene yüklüyor. Fakat, öte yandan, ruh da kendisindeki bu güçle, beyni takviye ederek kişinin hayatiyetini devam ettiriyor!

Şayet ruh, bedenden ayrıldığında, herhangi bir sebeple geri dönmezse, beyin bu enerjiden yoksun kaldığı için, hayatiyeti de son buluyor; ve ölüm dediğimiz olay gerçekleşiyor. Ruhun, bedenle bağlantısının kopması denen olay meydana geliyor.

Yani, beyin bir taraftan kendi ruhunu üretip, meydana getirip, ona belli enerjiyi, kendisindeki özellikleri yüklerken; bu enerji, "feed back"le geri dönmek suretiyle, aynı zamanda da beynin ve vücudun enerjisini takviye ediyor.

Burada şu noktaya da dikkat ediniz.

Beynin biliyorsunuz ki, yüzde üç-beş gibi çok sınırlı bir bölümünü kullanabiliyoruz. Şimdi buraya dikkat!

RUHA, yani dalgasal beyne, biyolojik beynin sadece çalışan bölümü yüklenir! Yani, çalışan kadarı, kendi kopyası veya ikizi olan dalgasal beyni üretir! Dolayısıyla da kişinin ruh gücü ve ilmi, sadece beyninin çalışan bölümü kadar gerçekleşir.

Zira dalgasal beden ve dolayısıyla ışınsal beyin, biyolojik beyinden ayrıldıktan sonra, bir daha gelişme şansına sahip değildir! Bu yüzden de ruh kuvvetin, kapasiten, ölmeden önceki son ulaştığın beyin kapasiten olarak sâbitlenir! Eğer beynini geliştirebildiysen, ruhunu güçlendirdin demektir.

İşte, "kuvvetli ruh" ya da "ruhu kuvvetli" tasarruf sahibi kişiler, dediklerimizin oluşturdukları olayın sebebi de budur! (Devam ediyor) (A. Hulusi- BEYİN-RUH İLİŞKİSİ)]

 

6-) Zâlike ‘Alimul ğaybi veşşehadetil ‘Aziyzur Rahıym;

İşte (Allâh) gaybı (algılanamayan) da şehâdeti (algılanan) de Bilen’dir; Aziyz’dir, Rahıym’dir. (A. Hulusi)

06 – Odur işte gaybı de şahadeti de bilen, azîz rahîm. (Elmalı)

Zâlike ‘Alimul ğaybi veşşehadetil ‘Aziyzur Rahıym işte geldi. Bu ayette onu diyor zaten. İşte idraki aşan hakikatleri de, idrak ve tecrübe edilebilen gerçekleri de bilen hem yüceler yücesi olup, hem de merhamet kaynağı olan zat, yalnızca O’dur. Yalnızca O’dur gerçekten de.

[Ek bilgi; http://ekabirweb.blogspot.com/2012/09/gayb-nedir-nasil-anlamaliyiz_26.html ]

[Ek bilgi 2 ; http://ekabirwep.blogspot.com/2010/08/gaybla-ilgili-programin-video-cevirisi.html ]

7-) Elleziy ahsene külle şey’in halekahu ve bedee halkal İnsani min tıyn;

O ki, yarattığı her şeyi mükemmel yapmıştır! İnsanı oluşturmaya balçıktan (yumurta) başlamıştır. (A. Hulusi)

07 – O ki yarattığı her şey’i güzel yarattı ve insanı yaratmağa bir çamurdan başladı. (Elmalı)

Elleziy ahsene külle şey’in halekah O her şeye, yaratılıştan en güzel olma, kemalini bulma yeteneğini her şeyin bünyesine yerleştirmiştir. Fıtrat bu. Bir şeyin fıtratı o şeyin kemaline ulaşacak süreçleri içinde taşıması. Yani potansiyel olarak her şey kemaline ulaşabilecek şekilde yaratılmıştır. Hilkati budur.

Bu nokta da söylenecek gerçekten çok şey var. İradesiz varlıklar bu kemali bağlı olduğu yasalarla gerçekleştirir. Statik varlıklar; yer, gök, güneş, ay, yıldızlar, dağ, taş, su kemale doğru ilerleyen yaratıkların her bir yerinde bir görev üstlenirler. Su bu manada görevini yapar, güneş bu manada görevini yapar. Onun için bu görevi yapışa secde diyor Kur’an.

(Eş Şemsu veşŞeceru yescudan = Hatalı)

Eş Şemsu velKameru Bi husban, (Rahman/5)

VenNecmu veşŞeceru yescudan. (Rahman/6)

Güneşte, ağaçta secde etmektedir. Nedir bu secde? Surenin adını izah ederken söylemiştim. Allah’ın koyduğu yerde durmakta, Allah’ın koyduğu yörüngede dönmektedir. Yani görevini yapmaktadır. Buradan zımnen şu; ey insanoğlu sen niye yörüngenden ayrılıyorsun, Allah sana da bir yörünge tayin etti ama sen onlar gibi değilsin, sen statik değil dinamik kadere tabisin. Onun içinde iradeni kullanmalısın. Onun içinde itaatin cennetle, isyanın cehennemle karşılanacak. İşte burada aslında insanın diğer iradesiz varlıklardan farklı oluşuna da bir atıf var.

Tabii biyolojik ve psikolojik yaratılışı da böyle aslında. Tıpkı güneş gibi, ay gibi, yer gibi, gök gibi. İnsanın biyolojik yaratılışı. Fakat insanın psikolojik yaratılışına geldiğimizde iş değişiverdi. Orada irade devreye giriyor. Şimdi insanın yaratılışından örnek vererek devam edecek sure. Bakalım ne diyecek;

ve bedee halkal İnsani min tıyn öyle ki insan türünü yaratmaya balçıktan başlamıştır. Bu bir. Nedir bu? İnsanın element er kökenine atıf. Bu da tıpkı yerler ve gökler gibi statik kadere tabi. Bilinç dışı gerçekleşiyor o işlem. Balçıktan. Aynı zamanda ima ettiği hakikat zımnen şu: Çok basit bir şeyden başladı. Devam edelim;

8-) Sümme ce’ale neslehu min sülaletin min main mehiyn;

Sonra onun neslini basit bir sudan (meni) meydana getirdi. (A. Hulusi)

08 – Sonra da bir sülâleden, bir hakıyr sudan neslini yaptı. (Elmalı)

Sümme ce’ale neslehu min sülaletin min main mehiyn sonra onun neslini (en az o kadar) basit bir sıvı özünden sürdürmüştür. En az o kadarı böyle algılayalım, yani yukarıya nispetle en az o kadar basit, Mehiyn, pek ifadeye gelmez şekilde bir özden, sıvı özünden yaratışı sürdürdü. Bu ikincisi. Bu da neye delalet eder? 1. si element er kökene, bu da biyolojik kökene. Embriyolojik, anne karnında ki sürece. Daha devam edelim; Yine bilinç girmedi işin içine, ne zaman girecek bilinç? Şimdi girecek.

 9-) Sümme sevvahu ve nefeha fiyhi min ruhıHİ ve ceale lekümüssem’a vel ebsare vel ef’idete, kaliylen ma teşkürun;

Sonra onu (beyni, Esmâ mânâlarını açığa çıkaracak şekilde) tesviye etti (nöronların Esmâ özelliklerini açığa çıkartacak dalga boylarını değerlendirecek şekilde oluşturulması) ve onda kendi ruhundan nefhetti (nefh = üfleme içten dışadır; nefholan yani içten dışa yani beynin data boyutundan açığa çıkarılan Esmâ mânâlarının özellikleridir ki, varlık âlemindeki “Allâh’ın ruhu” diye işaret edilen de budur Allâhu âlem)… Sizin için sem’ (algılama), basarlar (gözler – görme) ve FUADLAR (Esmâ mânâ özelliklerini beyne yansıtıcılar – kalp nöronları) oluşturdu… Ne az şükrediyorsunuz (değerlendiriyorsunuz)! (A. Hulusi)

09  Sonra onu tesviye edip içine ruhundan nefh buyurdu ve sizin için o işitmeyi, o görmeleri ve gönülleri yaptı, siz pek az şükrediyorsunuz. (Elmalı)

Sümme sevvahu sonra onu, yaratılış amacını gerçekleştirecek bir donanıma sahip kılarak ve nefeha fiyhi min ruhıHİ kendi ruhundan üflemiştir.

Evet, şimdi geldi. Sürecin 3. ve mükemmel aşaması. O kendi ruhundan üfleme, 3. süreç bu. 2. süreç, biyolojik süreç. 1. süreç element er süreç, 3. süreç psikolojik süreç. İnsanın iç dünyasının, manevi dünyasının tohumunun atılması, ruh tohumunun. Ve devam ediyor;

ve ceale lekümüssem’a vel ebsare vel ef’ideh işte o tohum atıldığında gerçekleşecek şeyler bunlar. Derken sizi hem işitme ve görme, hem de duyup düşünme melekeleriyle donatmıştır.

Ef’ideh; Üstad M. Tahir bin Aşur’un çok güzel ifade ettiği gibi, ki diğer lügatlarda bulamadım bunu; Hem duyma, hem düşünme de dahil olmak üzere insanın iç dünyasında ki tüm fakülteleri temsil ettiği için çoğul gelir. Fuad’ın çoğulu, Ef’ideh. Duyup düşünme, işitip görme melekeleri, demek ki ruhun insana verdiği melekeler. Yani ruhu candan ayıran şeyde budur işte. Duyup düşünme, hissetme. Onun için insan candan daha üstün olan ve duyup düşünme, akletme, fikretme, fıkhetme melekesini de içinde barındıran ruha sahip bir varlık.

Dikkat buyurdunuz mu bilmiyorum, burada ince bir nükte var. Ruha gelinceye kadar hep o zamiri kullanıldı. 3. tekil şahıs zamiri. Bakınız Sümme ce’ale neslehu min sülaletin (8) Neslehu, onun soyunu. Yine yukarıda; ve bedee halkal İnsani min tıyn (9) yani ondan bahsediyor.

Geldi geldi, ruh üflendikten sonra zamir değişiverdi. Nasıl? ve ceale lekümüssem’a siz. O, o, o geldi, biyolojik süreç, element er köken, biyolojik köken o olarak geldi. Ama ruh üflenip de akıl sahibi olunca siz. Allah muhataba değer buldu insanı. Yani hitaba değer buldu ve muhatap aldı. Siz dedi artık muhatabım oldunuz. Ey insan aklınla muhatabım sana, biyolojinle değil. Ey insan element er kökeninle muhatabım değilsin. Yani toprak olacak tarafınla değil, olmayacak tarafınla muhatabımsın.

kaliylen ma teşkürun ne kadar da az şükrediyorsunuz. Her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Aklın şükrü aklederek, fehmin şükrü fehmederek, muhayyilenin şükrü hayal ederek, hafızanın şükrü hıfz ederek, hatırlayarak korunur, eda edilir.

[Ek bilgi:  İNSANIN OLUŞUMU

İnsanı bu yönleriyle tanıdıktan sonra bedenin özellikleri ve insanın özellikleri diye ikiye ayırabileceğimiz özelliklerin devamına bakalım.

Dünya'da insan, tabiatının gerektirdiği bir biçimde mutlaka yiyecektir, içecektir, seks yapacaktır, uyuyacaktır. Normal sıhhatli bir beden için bunlar zaruri gereksinimlerdir... Bazı beyin rahatsızlıkları uyku olayını kısmen kaldırabilir, ama bu kişi çabuk yıpranır.

Ayrıca bir de beyindeki uyku olayı dışarıda normal bildiğimiz uyku şeklinde gözükmez, fakat o kişideki yine bir uyuma hâli söz konusudur. Başka türlü mümkün değil...

Seks mutlaka olacaktır. Bu kişi hiç evlenmesin, onda yine seks fiili vardır! O kişide, ama uykuda ama uykusuz, ama idrar arasında, mutlaka belli hormonların meydana getirdiği üretim olacak ve bu salgı dışarı atılacaktır. İçmek, yemek, zaruri olarak olacaktır... Çünkü bedenin hammaddesini oluşturan materyal bir yandan alınır, enerji işlenir, ham posası dışarı atılır. Ve beden bu şekilde ayakta durur. Tabii olarak bedende böyle bir olayın olması zaruridir. İşlev bittiği zaman, yani dışarıdan ham enerjiyi alıp işleyip, posayı dışarı atmak denen olay bittiği zaman, zaten bedenin yaşamı ve fonksiyonu biter!..

Yalnız burada, bu beden düzeyinde tabiatı ne şekilde kullanmak ve yönlendirmek gerekir. İşin birinci yönü, bu husus!.. İkinci yönü bu akıl, fikir, idrak, vehim, şekillendirme, hayal dediğimiz özellikleri ne yönde kullanmak lazım? Genelde bu özellikler, şartlanma ve tabiat istikametinde vehim hükmü altında kullanılır!..

Normal olarak bütün insanlardaki bu özellikleri kullanım, "vehim" hükmü altında ve şartlanmalar istikametindedir. Çevre neyi "değerli" diye empoze etmişse, o değerli dediği şeyi elde etmek için çaba sarf eder ve bunu elde etmediği takdirde büyük zarar göreceğini düşünür insan!.. Vehmin birinci fonksiyonu, o kişiye kendisini "kişi" olarak kabul ettirmesidir!.. Kendini bir kişi, bir beden olarak kabul etmesi ve bu bedeninin ötesinde de başka bir varlığı olmadığını kabul etmesidir!

Psikiyatrik olarak, kişinin kendini beden kabul etmemesi bir "ruh hastalığı"olarak nitelendirilir!.. Yalnız bu konunun iyi bir incelemeye tâbi tutulması zaruridir!.. Kendini bir beden, bir insan olarak kabul etmeyip, bir tavuk, bir horoz kabul eden vardır! Bu bir hastalıktır! Yanlış algılama hastalığıdır!

Ama bir kişi, eğer temelde maddenin varlığını ve oluşumunu biliyorsa, beden denilen varlığın hücrelerden yapıldığını, hücrelerin asitlerden meydana geldiğini, asitlerin atomlardan meydana geldiğini, atomların elektromanyetik dalgalardan meydana geldiğini... Tabii atomların değişik parçalanma şekilleri var... Elektronlar, nötronlar, nötrünolar, pozitronlar, mezonlar gibi daha bölünmüş parçalar!

Bugün henüz Dünya üzerinde atomları görebilecek kapasitede, büyüklükte bir mikroskop daha tam gerçekleştirilemedi. Yapılmasına çalışıyor! Baktığın zaman bu mikroskopla atomları görebileceksin... Böyle bir mikroskop şu anda gerçekleşiyor, ama bunun daha ötesine henüz geçilmedi!

Eğer ki yapılırsa, o zaman varlık zaten tümüyle manyetik dalgalar âlemi olarak müşahede edilecek!

Şimdi bu müşahede içinde, "kişinin", bir noktada, "şuur" dediğimiz nesne olmasının ötesinde bir fonksiyonu, bir varlığı olmadığı görülecek...

Şuur nerede mevcut?.. Bu şuur, akseden bir şuur, yani mutlak Akl-ı Evvel'den beyne yansıyıp ruhta oluşan bir şuur! "Ruh"un olmasa, Ziya diye bir şey olmayacak ve Ziya'nın şuuru da var olmayacak!

Şimdi bu silsile içinde, bu ruh oluşmuş ve bu ruhta ya bilinçli olarak, şuur oluşu yolundaki bir bilinç neticesinde, bir varlığı, benliği oluşmuş; veyahut şartlanmalar istikametinde kendini falanca bir kişi olarak kabullenmiş! Ama neticede, ortada bir kişilik söz konusu!.. Yalnız birincisindeki kişilik, "şuursal" bir kişilik; ötekindeki kişilik, "bedensel" bir kişilik!.. Şuursal kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?.. Veya bedensel kişiliğin ortadan kalkması mümkün müdür?

Tabiatını kontrol altına alma ve terkibini aşma dediğimiz şeyler ne oluyor? Tabiatını kontrol altına alma demek, senin yeme, içme, seks ve uyku fonksiyonlarını kontrol altına almandır!

Namaz, oruç, zikir gibi ibadetler dahi bir yönden bunlarla alâkalıdır!.. Mesela senin tabiatın!.. Sabahın o saatinde kalkıp abdest alıp, namaz kılmak istemez: veya gece yatacaksın, uykun gelmiş, yatsıyı kılmamışsın, o saatte kalkıp abdest alıp o uykulu hâlinle, uykudan vazgeçip namaz kılmak bedeninin tabiatına ters düşer...

Bunu yapmak suretiyle önce bedenin tabiatıyla karşı karşıya gelip, tabiatına hükmetmek gerekir! Bedeninin tabiatına hükmedemediğin zaman, zaten sen kendini bedeninin tabiatına kaptırmış, kaybetmiş durumdasın!.. Kısacası, tabiat bataklığında, tabiat zindanında boğulmuşsun!..

Tabii yönden mücadele verilecek olan hususlar bunlardır... Ayrıca süslü giyim, seks, yiyip içme zevki, veyahut da bunlar ayarında olan başka bedenî zevkler! Mesela bunları, bedeninin tabiatı istediği tarzda kullanmamak veya o şeylerden vazgeçmek!.. Tâ ki alışkanlığı, bağlılığı terk edesin!

Bu; işin birinci, fiil düzeyindeki mücadelesi; bir de bunun terkip yönündeki yani seni meydana getiren isimlerin mânâlarının, terkibinin seni ittiği düzeydeki mücadelesi var...

Sana kolaylaştırılanlar var! Sana kolaylaştırılan şeyler, senin tabii terkibinin, yani senin varlığını meydana getiren mânâların terkibinin seni ittiği şeylerdir... Sen, bu seni oluşturan mânâların terkibinin ittiği şeyleri değil; onların aksini yaşamaya çalışacaksın! Bir süre için, kendini kontrol altına alana kadar bunu yapmak zorundasın!

Senin terkibin, seni çevrendekilerin herhangi bir konuda yardımına koşmakla zorluyor. Ne kadar ulvî bir duygu!.. Aman onun yardımına koş, ona şunu öğret, ona bunu öğret diyor! Ve sen bunu, bu tabii hâlinle zaten yapıyorsun!.. Bunu bir süre için yapmaman gerekir!.. Bu seni itekleyen şeye hâkim olabilene kadar bunu yapmaman gerekir!.. (A. Hulusi – İnsan ve sırları/1)]

10-) Ve kalu eizâ dalelna fiyl Ardı einna lefiy halkın cediyd* bel hüm Bi Lıkai Rabbihim kafirun;

Dediler ki: “Yerde yok olduktan sonra, biz mi yeni bir yapı ile yaşama devam edeceğiz?” Hayır, onlar, Rablerinin (Esmâ’sıyla) varlıklarında açığa çıkışı farkındalığını yaşamayı (likâsını) inkâr edenlerdir. (A. Hulusi)

10 – Bir de: â! Arzda gaip olduğumuzda mı? Cidden biz mi muhakkak yeni bir hilkatte olacağız? dediler, fakat onlar rablerinin likasını (huzuruna varacaklarını) inkâr eden kâfirlerdir. (Elmalı)

Ve kalu eizâ dalelna fiyl Ardı einna lefiy halkın cediyd bir de kalkıp derler ki; Yani biz toprağın içinde kayıplara karıştığımızda sahiden de yeniden yaratılacak mıyız? bel hüm Bi Lıkai Rabbihim kafirun aslında bu tavırlarıyla onlar rablerinin huzurunda hesap vermeyi inkar etmektedirler.

Bu çok mühim. Yani ahireti inkar eden bir inkarcının zihninin derinliklerinde ki rahatsızlığı aslında ahiretin kendisi değil. Hesap verecek bir hayatı yaşama endişesi. Yani kendisinden hesap soracak biri olsun istemiyor. Adaleti inkar ediyor aslında. Ahireti her inkar, adaleti ve hukuku inkardır. Çünkü ahiret büyük hukuktur. Büyük adalettir. Onun içinde hesaptan, yargıdan, sorumluluktan kaçmaktan başka bir şey değildir ahireti inkar. Kur’an ın dilinde budur.

11-) Kul yeteveffaküm melekül mevtilleziy vükkile Biküm sümme ila Rabbiküm turceun;

De ki: “Sizde (yapınızda mevcut) vekîl kılınmış (işlevlendirilmiş) Melek’ül Mevt (ölüm kuvvesi – biyolojik bedensiz olarak ruh bedenle yaşama çekiş kuvvesi) sizi vefat ettirir (bedeninizden ayırır)! Sonra Rabbinize rücu ettirilirsiniz (Hakikatinizin ne olduğu fark edersiniz).” (A. Hulusi)

11 – De ki size müvekkil kılınmış olan melekül’mevt canınızı alacak, sonra döndürülüp rabbinize götürüleceksiniz. (Elmalı)

Kul yeteveffaküm melekül mevtilleziy vükkile Biküm De ki; sizin için görevlendirilmiş ölüm meleği nasıl olsa sizin canlarınızı alacak sümme ila Rabbiküm turceun en sonunda rabbinize döndürüleceksiniz.

Bir soru geliyor bu ayeti okuyunca, öldükten sonra ne olmayı düşünüyorsunuz. Bu ayet bunu sormamız için indirilmiş gibi adeta. Ey insan öldükten sonra ne olmayı düşünüyorsun. Hani çocuklara sorarlar; Büyüyünce ne olmayı düşünüyorsun. Aslında büyüklere de sormak şart. Ölünce ne olmayı düşünüyorsun. Bu ayette onu zımnen soruyor. Mutlaka bir gün Allah’ın görevlileri canınızı alacak ve zorunlu olarak O’na döneceksiniz. Ne olmayı düşünüyorsunuz. O’nun huzuruna ne olarak dönmeyi düşünüyorsunuz, kendiniz karar verin.

12-) Velev tera izil mücrimune nakisu ruusihim ‘ınde Rabbihim* Rabbena ebsarnâ ve semi’na fercı’na na’mel salihan inna mukınun;

Suçlular (hakikat bilgisini inkâr edenler), Rablerinin indînde başlarını eğmişler: “Rabbimiz… Gördük gerçeği ve algıladık! Geri döndür bizi (dünya – beden yaşamına da), gerekli çalışmaları uygulayalım! Doğrusu biz ikân sahibiyiz (artık)” (derler) iken (onları) bir görsen! (A. Hulusi)

12 – Görsen o vakit ki mücrimler rablerinin huzurunda başlarını eğmişler: Rabbenâ! Gördük, dinledik şimdi bizi geri çevir salih bir amel işleyelim, zira yakîn hasıl ettik derlerken. (Elmalı)

Velev tera izil mücrimune nakisu ruusihim ‘ınde Rabbihim günahı hayat tarzı haline getirenleri, el mücrimun’u böyle çevirmek çok daha uygun gibi görünüyor. Yani bir tek suç işleyene mücrim denmez. El mücrim; suçu içselleştiriş olmalı, yani suç onun tabiatı haline gelmiş olmalı. Suçu adı gibi taşımalı. Onun için suçu, günahı hayat tarzı haline getirenleri rablerinin huzurunda başları eğik vaziyette şöyle derken bir görmeliydin. Ne diyorlar?

Rabbena ebsarnâ ve semi’na fercı’na na’mel salihan inna mukınun  Ey rabbimiz diyorlar, işte artık gördük ve işittik. Şu halde bizi dünyaya geri döndür de iyi bir şeyler yapalım. Şimdiye kadar yapmadım, bari şimdi yapalım. Bir fırsat daha ver. Çünkü yeniden dirilişe ikna olmuş bulunuyoruz. İnna mukınun, artık ikna olduk.

Evet dostlar, ne diyoruz..! Ahiretten bir enstantane, bir manzara. Görünce ikna olmak, görünce kani olmak. Tersi mümkün mü? Bari ikna olmayaydın. Bu iman değildir biliyorsunuz. İman bu değil. İman görmeden ikna olmak;

Elleziyne yu’minûne Bil ğaybi.. (Bakara/3) onlar ki görmeden inanırlar. Gayba inanırlar. Hem de görmüş gibi. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görüyor. İhsan ile inanırlar. Muhsiniynden olurlar.

Allah gibi bir bilgi kaynağına kuşku ile yaklaşmak o günde utançtan insanın yüzünün etleri dökülüp, boynunu bükecek davranış olacak. Ayet bunu söylüyor. Neden..!

nakisu ruusihim ‘ınde Rabbihim. boyunları iki büklüm olacak yerde sürünecek yüzleri rableri katında. Çünkü Allah gibi bir bilgi kaynağına kuşku ile yaklaştılar. Herkese acaba doğru söylüyor mu diye düşünülür de Allah için düşünülür mü. Böyle düşünenin sonu bu olacak diyor.

13-) Velev şi’na leateyna külle nefsin hüdaha ve lâkin hakkal kavlü minniy leemleenne cehenneme minel cinneti venNasi ecma’ıyn;

Eğer dileseydik, her benliğe kendi hakikatini elbette fark ettirirdik! Ne var ki benden: “Cinlerden ve insanlardan oluşan toplulukla cehennemi elbette dolduracağım” sözü hak olmuştur. (A. Hulusi)

13 – Eğer dilemiş olsa idik her nefse hidayetini verirdik ve lâkin benden şu kavil Hakk oldu: elbette ve elbette Cehennemi dolduracağım bütün Cinlerle İnsanlardan. (Elmalı)

Velev şi’na leateyna külle nefsin hüdaha eğer biz isteseydik herkesi doğru yola zorla sokardık. Zorla da aslında fahvel hitab dan, sözün gelişinden anlaşılıyor. Eğer biz isteseydik doğru yola, hidayete insanları zorla sokardık. Fahvel hitabdan devamını da söyle getirmek zorundayız değil mi, ama istemedi. Metinde bu yok ama sözün gelişinden bunu biz rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Ama istemedi.

Evet, neden istemedi? Çünkü irade verdi. Eğer zorla soksaydı irade boşa çıkmış olacaktı değil mi. O zaman iradenin bir anlamı kalmayacak, sorumluluk boşa çıkacak, sorumluluk olmayınca ödül ve cezanın bir anlamı olmayacak, bu olmayınca cennet ve cehennemin bir anlamı olmayacak, yargılamanın bir anlamı olmayacak. Yani zımnen Anadolu lisanıyla söylersek; suyu getirenle testiyi kıran bir olacak. Bunun bir olmaması için böyle gerekiyor.

ve lâkin hakkal kavlü minniy leemleenne cehenneme minel cinneti venNasi ecma’ıyn Daha önceki bir sureye, Sâd/84 – 85. ayetlerine atıf yapan bir ayet.. Manalandıralım. ve lâkin hakkal kavlü miniy (fakat bunu istemedik) Ki, iyiler kötülerden seçilsin de katından verilmiş olan mutlaka cehennemin görünmeyen carlıkların ve insanların kötüleriyle dolduracağım sözü gerçekleşsin diye böyle yaptık. Mutlaka cehennemi cinlerin ve insanların, görünmeyen varlıkların ve insanların kötüleriyle dolduracağım sözü gerçekleşsin diye böyle yaptık.

Evet, Sâd suresine atıf bu işte değerli dostlar.ilahi adaletin tecellisine delalet ediyor bu. Yani, adalet gerçekleşsin, suyu getirenle testiyi kıran ayrılsın diye böyle yaptık.

14-) Fezûku Bi ma nesiytüm Lıkae yevmiküm hazâ* inna nesiynaküm ve zûku azâbel huldi Bi ma küntüm ta’melun;

Bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuzdan dolayı, tadın! Gerçek ki, biz de sizi unuttuk! Yaptıklarınızdan ötürü, sonsuz azabını tadın! (A. Hulusi)

14 – O halde tadın unuttuğunuz için bu gününüzün çatmasını, işte biz de sizi unuttuk ve tadın huld azâbını yapıp durduğumuz işler yüzünden. (Elmalı)

Fezûku Bi ma nesiytüm Lıkae yevmiküm hazâ haydi bu buluşma gününü hatırlanmaya değer bulmadığınız için azabı tadın bakalım. Evet, Bu azabı, bu buluşma gününü unuttuğunuz, hatırlanmaya değer bulmadığınız için tadın. inna nesiynaküm ve zûku azâbel huldi Bi ma küntüm ta’melun çünkü biz de sizi hatırlanmaya değer bulmuyoruz. Evet, bugün bizde sizi hatırlanmaya değer bulmuyoruz ve yapmakta ısrar ettiklerinizden dolayı ebedi azabı tadın.

Tevbe/67 ayeti olacak nesullahe fenesiyehüm. Tevbe/67) Evet, Allah onları hatırlanmaya değer bulmadı, unuttu. Çünkü onlar Allah’ı unutmuştular.

Dahası; Haşr/19 ayeti; Ve lâ tekûnu kelleziyne nesullahe feensahüm enfusehüm. (Haşr/19) Allah’ın kendisini unuttuğu, kendisi Allah’ı unutan, Allah’ın da kendisini kendisine unutturduğu. Kimse gibi olmayın. Çok ilginç, feensahüm enfusehüm kendi nefsini kendisine unutturduğu. Çok ilginç değil mi? Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler. Allah’ı ve ahireti unutmanın Allah’a bir ziyanı yok diyor ayet zımnen. Asıl ziyan insanadır. Çünkü insan Allah’ı unutmakla aslında kendini unutmuş olur. Yoksa Allah.ı hatırlasanız da unutsanız da bir şey değişmez. Allah açısından bunun hiçbir ziyanı yok ama, Allah’ı unutmak insanın kendisini unutmasıdır, asıl felaket bu.

15-) İnnema yu’minu Bi âyâtiNElleziyne izâ zükkiru Biha harru sücceden ve sebbehu Bi Hamdi Rabbihim ve hüm lâ yestekbirun;

Bizim işaretlerimize sadece şunlar iman ederler ki, onlarla hatırlatma yapıldığında, secde ile yere kapandılar; benliksiz, Rablerinin Hamdi olarak tespih (işlevlerini yerine getirdiler) ettiler. (15. âyet secde âyetidir.) (A. Hulusi)

15 – Bizim âyetlerimize öyle kimseler iman ederler ki onlarla kendilerine nasihat verildiği vakit secdelere kapanırlar ve rablerine hamd ile tesbih ederler de kibirlenmezler. (Elmalı)

İnnema yu’minu Bi âyâtiNElleziyne izâ zükkiru Biha harru sücceden ve sebbehu Bi Hamdi Rabbihim Evet, bizim ayetlerimize iman edenler ancak kendilerine iletildiğinde saygıyla yere kapanıp teslim olanlar ve rablerinin aşkın yüceliğini hamd ile ananlardır. ve hüm lâ yestekbirun zira onlar asla kibre kapılmaz, asla küstahlaşmaz, asla Allah’a karşı kafa kaldırmazlar. Allah’ın mesajına aldırmazlık etmezler. Hadlerini bilirler yani. Öyle değil mi.

Allah’a karşı kişinin haddini bilmesinin insana kazandırdığı ne var? Haddini bilmek biraz ceza gibi görünüyor, sanki insanı biraz küçültüyor. Hayır, hayır aksine Allah’a karşı haddini bilen eşyaya karşı kul olmaz. Çünkü Allah karşısındaki küçüklüğünü bilen eşya karşısında büyüklüğünü bilir. Kula kul edemezsiniz o adamı. Zaten insana kattığı değer de budur bu bilincin.

16-) Tetecafa cünubühüm ‘anilmedaci’ı yed’une Rabbehüm havfen ve tame’a* ve mimma razaknahüm yünfikun;

(Gece) yataklarından kalkıp; korkarak ve umarak Rablerine dua ederler… Kendilerini beslediğimiz yaşam gıdalarından Allâh için karşılıksız bağışta bulunurlar! (A. Hulusi)

16 – Yanları yataklardan aralaşır korku ve Ümit içinde rablerine duâ ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan onlar hayra masraf yaparlar. (Elmalı)

Tetecafa cünubühüm ‘anilmedaci’ı yed’une Rabbehüm havfen ve tame’an onlar yataklarından kalkarak korku ve ümit arasında, ümit içinde rablerine yalvarıp yakarırlar.

Evet, gece namazına bir atıf var burada dostlar gece namazına. Nedir bu gece namazının sırrı, gece kalkışının sırrı? Dayanıklılık testi. Evet, aslında çeliğe su verme işlemi gibi. Niçin? Çünkü bu bir avuç insan, yarın yer yüzünün en büyük iman inkılabını gerçekleştirecekler de onun için. Yer yüzünün en büyük iman hamlesi, bu bir avuç insanın omuzlarında yapılacak, buna hazırlanıyorlar. Çok zorlu bir yol. Kendilerinden sonraki bin yılları belirleyecek bir çıkış bu. onun için çok sağlam olmalılar. Temelleri sağlam olmalı, çünkü ruhlarının bebeklik dönemi ve bu bebeklikte yedikleri içtikleri çok önemli. Temeli sağlam atılırsa ilerde gelecek tüm saldırı, mikrop, hastalıklara karşı sağlam vücutlu olurlar. Dirençli olurlar. Onun içindir ki;

Ya eyyühel müzzemmil. (Müzemmil/1) İlk inen surelerden biri bu. Ey içine kıvrılan, ey örtünüp bürünen, ey içine kapanan, Kumilleyle illâ kaliyla (2) kalk. Ne yap kalk ta? Ayaklan değil. geceye ayaklan. Toplumdan önce, toplumsal yanlışlardan önce, yanlış siyasete ayaklanmadan önce, yanlış duruşlara ayaklanmadan önce, toplumsal haksızlıklara ayaklanmadan önce geceye ayaklan. Kumilleyle illâ kaliyla gecenin bir kısmında kalk. Nısfehû evinkus minhu kaliyla (3) Ev zid ‘aleyhi ve rattililKur’âne tertiyla. (4) Kur’an ı tertil ile, yani yedire yedire, sindire sindire, ruhuna içire içire, üzerinde dura dura, varlığına giydirerek oku.

İşte bu, bakınız gece kalkışı ve gece okuyuşu. Gayba imanın aslında bilince ve iradeye kattığı enerji ile, ruhun bedenin kapısını vurması halidir gece kalkışı. Öyle değil mi. Gayba imanın bilince ve iradeye kattığı enerji ile ruhun bedenin kapısını gece yarısı tıklatmasıdır.

[Ek bilgi;  Dua zamanı, gece namazı.

Allâh'ın güzel isimlerinin mânâlarından doğan istek, bazen de sizden "dua" şeklinde açığa çıkar.

"Dua" yönlendirilmiş beyin dalgalarıdır!

İnsanlar arası ilişkiler her ne kadar, maddeci bakışın tesiriyle dudaktan kulağa diye kabul edilirse de; gerçekte beyinden beyine şeklindedir! Ve çoğu zaman bunu hisseder, fark edersiniz de, adlandıramazsınız; yeterli bilgi sahibi olmamanız dolayısıyla! Sezgi, beynin gelen dalgaları önceden algılamasıdır!

"Dua" beyninizden, o amaca yönlendirilmiş dalga olarak açığa çıkar ve hedefe ulaşır!

Gece, nasıl Güneş'in parazit oluşturan ışınımı Dünya'nın arka yüzünde kaldığı için kesiliyor ve kısa dalga yayın çok net alınabiliyorsa; insan beyni de, özellikle gece yarısı ve sonrasında çok hassas hâle gelir ve kuvveti artar... Bu hem alıcılık (ilham) yönünden böyledir; hem de vericilik yani "dua" yönünden böyledir... "İslâm Dini"nde gecenin önemi buradan ileri gelir. (Gece namazının önemi de bundan dolayıdır.) (A.Hulusi) ]

havfen ve tame’an korku ile umut arasında, öyle ki ruhun gerilsin, bir ucu korku da, bir ucu umutta. Bu ikisi de gerilsin ki tın tın örtsün. Ruh tellerin ses versin. Ses versin ki uzaktan gelen en ince sesleri bile haber versin. Rahmetin gelişini daha gelmeden duyasın, günahın gelişini daha gelmeden duyasın. Sevabın gelişini daha gelmeden duyasın.

ve mimma razaknahüm yünfikun ve verdiğimiz rızıklardan infak ederler.

17-) Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün* cezaen Bi ma kânu ya’melun;

Hiçbir nefs, yaptıklarına ceza (karşılık) olarak, gözünü sevinçle parıldatacak nimetler içine gizlenmiş olanları bilemez! (A. Hulusi)

17 – Şimdi kimse bilemez onlar için gizlenmiş olan gözler sürurunu yaptıkları amellere mükâfat için. (Elmalı)

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün* cezaen Bi ma kânu ya’melun işte onları yaptıklarından dolayı bir mükafat, bir ödül olarak, ne türden göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini kimse hayal bile edemez. Gerçekten bu ayet beni de çarptı. Hayal bile edemez diyor. Müthiş bir şey bu. Cennette ki ödülleri, ahiretteki ödülleri hayal bile edemez. sürpriz bekliyor. Sürpriz diye çevirdim. Gerçekten tuttum bu çeviriyi çünkü sürpriz, verilecek kimse için saklanan bir şeydir. ma uhfiye lehüm gizlenmiş saklanmıştır. Onun içinde bu sürprizin ne olduğunu hayal bile edemez.

Demek ki cennet için cennetü adn den yola çıkarak güzelliğin üretildiği merkez demiştim. Güzelliğin madeni. Mutlak güzelliğin üretildiği merkez. Onu havsalamız almaz. Bu akıl gördüğü güzelliklerden yola çıkarak güzelliği tanımlıyor. Oysa ki o güzelliği görmedi, gördüğü güzellikler, güzelliğin kopyası, imitacıon, aslı değil, aslını görmedi. Onun için hayal bile etmekten aciz. kurreti a’yün göz aydınlığı, göz kamaştırıcı diye çevirdim ben.

Bir önceki ayette ki gece namazıyla birlikte hatırlayınca bir hadis aklıma geldi. Gerçekten Nesei ve A. Bin Hambel’in naklettiği bir hadis. Hubbibe ileyyen min dünyaküm. Sizin dünyanızdan bana şunlar sevdirildi. En nisa’e, kadın. Hıttıyn, güzel koku. Ve cu’ile kurretu a’yni fiys salâh ve namaz gözümün nuru kılındı. Bu cümleden adeta ayrılıyor. Hem ayrı, hem aynı gibi duruyor, yan yana gibi duruyor ama formuyla da bir miktar ayrılıyor.

Hadislerin formu üzerine yorum yapmak insanı mahcup edebilir çünkü hadisler manen nakledilmiştir. Fakat eğer caizse lafızları üzerine yorum yapmak, buradan yola çıkarak 3 şey, ne ilgi var? Kadın, güzel koku, namaz.

Kadın bizim geleneğimizde cinsi latiyf diye ifadesini bulur. Güzel cins. Yani estetik değer, özel bir yer. Aslında o geleneğimizde ki ifade sanki bu hadisten alınmış gibi. Güzel koku, kadın ve namaz. Eğer namaz insanın gözünün nuru olmaya başlarsa yük olmaktan çıkar. Namazdan insan, cinsi latıyften aldığı haz gibi, ondan aldığı gönül süruru gibi sevinç almaya başlar. Yani namaz sahibine bir can yoldaşı gibi yar olur, sevgili olur. Namazla öyle bütünleşir ki, namaz onun için bir sevgiliye dönüşür. Tıpkı onunla beraber olmaktan duyduğu neş’eyi, iç huzurunu namaz kılarken de duyar. Bu hadisi hatırladım bu iki ayetten yola çıkarak.

18-) Efemen kâne mu’minen kemen kâne fasika* lâ yestevun;

İman sahibi ile inancı bozuk olan bir midir? Eşit olmazlar! (A. Hulusi)

18 – Öyle ya, mü’min olan fasık olan gibi olur mu? Onlar müsavi olmazlar. (Elmalı)

Efemen kâne mu’minen kemen kâne fasika* lâ yestevun öyle ya hiç imanda sebat eden, Hakk yoldan sapan gibi muamele görür mü? Bunlar asla aynı olamazlar. Zımnen yukarıda söylemiştim ya suyu getirenle testiyi kıran hiçbir olur mu? Ahireti inkar; Adaleti inkar, sorumluluğu inkardır. Onun içinde Ahireti inkar eden sadece Ahireti inkar etmiş olmaz. Yani akidevi bir suç işlemez. Aynı zamanda adalet duygusunu kaybeder. Hakk duygusunu kaybeder. Hakk duygusunu bir insan kaybettiği zaman o insandan daha tehlikeli bir varlık yoktur. Yapamayacağı şey yoktur çünkü. Vicdanını kaybetmiş olur çünkü.

19-) Emmelleziyne amenû ve amilussalihati felehüm cennatül me’va* nüzülen Bi ma kânu ya’melun;

İman edip imanın gereğini uygulayanlara gelince, onlar için yaptıkları çalışmaların sonucu olarak, nüzûl yollu (hakikatlerinden açığa çıkarak yaşanılan) Me’va Cennetleri vardır. (A. Hulusi)

19 – Evet, iman edip o salih amelleri işleyen kimselerin amellerine mukabil konukluk olarak kendilerine me’vâ cennetleri vardır. (Elmalı)

Emmelleziyne amenû ve amilussalihat iman eden ve salih amel işleyenlere gelince, felehüm cennatül me’va* nüzülen Bi ma kânu ya’melun yapa geldiklerinden dolayı mükellef bir ikram olarak, evet, nüzülen; mükellef bir ikram olarak, mükemmel bir ikram olarak diye de çevirebiliriz. Ağırlandıkları cennetler onların olacaktır. Yapa geldiklerinden dolayı.

Nüzül Arap dilinde uzun yoldan aç susuz ve yorgun gelmiş misafire sunulan mükemmel bir ağırlama hizmetine denilir. Nüzûl kökünden türer. İlginçtir ayetler de nüzûl olur değil mi? Nazil olur, nüzûl edilir. Yani Allah’ın uzun yola çıkmış olan insanın önüne sunduğu mükellef bir ziyafettir. Bunu böyle bilirsek eğer şükrünü de öyle eda ederiz.

20-) Ve emmelleziyne feseku feme’vahümünnar* küllema eradü en yahrucu minha u’ıydu fiyha ve kıyle lehüm zûku azâben narilleziy küntüm Bihi tükezzibun;

İnancı bozuk olanlara gelince, onların yaşam boyutu – ortamı ateştir! Oradan her çıkmak istediklerinde, oraya iade olunurlar ve kendilerine: “Yalanladığınız o ateşin azabını tadın!” denilir. (A. Hulusi)

20 – Amma fasıklık etmiş olanların me’vâları ateştir. Ondan her çıkmak istedikçe onlar içine iade olunurlar da kendilerine haydi tadın o ateşin tekzip edip durduğunuz azâbını denilir. (Elmalı)

Ve emmelleziyne feseku Hakk yoldan sapanlara gelince feme’vahümünnar artık onların da konuk edilecekleri yer tabii ki ateş olacaktır. küllema eradü en yahrucu minha u’ıydu fiyha ve kıyle lehüm zûku azâben narilleziy küntüm Bihi tükezzibun oradan ne zaman çıkmak isteseler kendilerine oldum olası yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın denilerek oraya iade edilecekler, tekrar geri sokulacaklar. Yani çıkmalarına izin verilmeyecek.

21-) Ve lenüziykannehüm minel azâbil’ edna dunel azâbil ekberi leallehüm yerci’un;

Belki dönerler diye onlara, en büyük (sonsuz) azaptan önce en yakın (dünyalarından) bir azaptan mutlaka tattıracağız. (A. Hulusi)

21 – Şu da muhakkak ki onlara o en büyük azâb dan beride o yakın azab dan da tattıracağız, gerek ki rücu’ edeler. (Elmalı)

Ve lenüziykannehüm minel azâbil’ edna dunel azâbil ekber ama onlara daha büyük azabı tattırmadan önce daha yakın azabı, yani dünya hayatında o azabın adeta kopyasını, kısmen elbette tattıracağız. Neden leallehüm yerci’un belki dönerler, vazgeçerler, yola girerler, akıllanırlar diye.

Öyle anlaşılıyor ki dünyada gelen bela ve musibetler de ilahi bir mesaj veriyor. Buna göre bazen deprem gibi yer altından, bazen sel gibi yer üstünden, bazen kasırga ve hortum gibi gökten, parçada kötü görünen, fakat bütün içine koyduğunuzda gerçekten de güzel görünecek olan bela ve musibetler gelebilir. Bu kişisel olarak başınıza da gelebilir. Ekonomik olarak gelebilir, sıhhi olarak gelir, hastalık olarak gelir, şu, bu olarak gelir, fakat bu gelen bela ve musibetler aslında makro plan içinde değerlendirdiğinizde sizin gözünüze üzücü bir şey olarak görünürse de, makro plan içinde size gönderilmiş bir mesaj olan birer ayet olabilir.

Onun için Rabbim bunun içinde bana ne demek istiyorsun diye sor önce ey insan. Başına gelen bir şeyi, gönderilmiş bir mesaj olarak oku. Okursan eğer Allah’ın seninle irtibata geçme delili olarak alırsın onu. O zaman derdini de seversin. Derdini seversen eğer; felâ havfün aleyhim ve lâ hum yahzenûn. (Bakara/38) e dahil olursun. Yani  hüzün ve gelecek kaygısı duymayanlar arasına girersin. Derdini seversen aşık olduğunu ispat etmiş olursun.

Ey tabib elden gelirse yaremi gel elleme,

Yar eklinden gelmedir bu yareyi melhemleme.

(Aşık Seyrani) dersin.

Hatta daha beter bir şeyde söylersin. Beter dedim aslında daha muhteşem, o da rabbine; “Yani ki çok belalara kıl müptela beni” diyen Fuzuli gibi. Dersin. Evet inayetini esirgeme ehli dertten, ehli dertten yardımını esirgeme ya rabbi. Ne yap peki? Yani kim çok belalara kıl müptela beni.” Evet, böyle dua mı olur derseniz, akıl bu duayı anlamakta acze düşer. Bu duayı anlamak için akıl modundan aşk moduna geçmek lazım. O zaman bu duayı anlarsınız.

Aşık odur ki; kılar cânın fedâ canânına,

Meyli canân etmesin her kim ki kıymaz canânına,

Cânını, canâna vermektir kemâli aşıkın,

Vermeden can îtiraf etmek gerek noksanına.

[Aşk derdinin devası kabil-i derman değil,]

Terk-i can derler bu derdin muteber dermanına. (Fuzuli)

O zaman Yahya ve Zekeriya’yı anlarsın, o zaman..!

22-) Ve men azlemü mimmen zükkire Bi âyâti Rabbihi sümme a’rada anhâ* inna minel mücrimiyne müntekımun;

Rabbinin kendisindeki işaretleri hatırlatıldıktan sonra, onlardan yüz çevirenden daha zâlim kimdir? Muhakkak ki biz suçlulara yaptıklarının sonucunu yaşatırız! (A. Hulusi)

22 – Rabbinin âyetleriyle nasihat edilip de sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim de kim olabilir, muhakkak ki mücrimlerden biz intikam alırız. (Elmalı)

Ve men azlemü mimmen zükkire Bi âyâti Rabbihi sümme a’rada anhâ rabbinin ayetleri kendisine hatırlatılıp da, ardından onlara sırt çeviren kimseden daha zalim biri olabilir mi? inna minel mücrimiyne müntekımun elbet biz suçluları, günahkarları, -demin öyle çevirmiştik şimdi de öyle çevirelim- günahı hayat tarzı haline getirenlerden öç alacağız. Müntekıyn. Yani yaptıklarının acısını tattıracağız. İntikam Allah için kullanıldığında bu manaya gelir. Yaptıklarının acısını tattıracağız, tadacaklar, yaptıklarını yanlarına koymayacağız.

23-) Ve lekad ateyna Musel Kitabe fela tekün fiy miryetin min Lıkaihi ve ce’alnahu hüden li beniy israiyl;

Andolsun ki Musa’ya Bilgi (Kitap) verdik… (Şimdi sen de) Ona (Bilgiye) ermiş olmaktan kuşku duyma! Onu İsrailoğulları için bir hakikat kılavuzu kıldık. (A. Hulusi)

23 – Şanım hakkı için muhakkak ki vaktiyle Musâ ya kitab vermiştik, şimdi de sen onun likasından şüpheye düşme, ve onu Beni İsraîl için bir hidayet rehberi kılmıştık. (Elmalı)

Ve lekad ateyna Musel Kitab doğrusu biz Musa’ya da vahyi iletmiştik, ona da vahiy vermiştik. Öncekilerden örnek ve ibretler sunuyor şimdi. fela tekün fiy miryetin min Lıkaih şu halde onunla buluşacağından asla kuşku duyma. -Şimdi tereddüt ettim, duraksadım çünkü burada Likaihi de ki He zamiri nereye gitse acaba-, iki yere de gidebilir. Musa’ya gider okursak onunla aynı zeminde, aynı süreçte buluşacağından tereddüt etme. İlk muhatap olan Resulallah şahsında anlayalım bunu. Kaldı ki bunu 2. şekilde hepimize hitaben de anlayabiliriz. Ama biz birinci şekilde anlayalım ilk muhatap olan Resulallah’a; Onunla aynı zeminde aynı süreci yaşayacağından tereddüt etme.

Nedir bu süreç?Önce karşı çıkacaklar, iftira edecekler, sihirbaz diyecekler,, diyecekler işte. Ondan sonra unutulmaya terk edecekler. Onu da beceremezlerse alay edecekler. Onu da beceremezlerse canına kast edecekler. Ama en sonunda boğulan sen değil onlar olacaktır. Yani Musa Firavununa galip gelecek. Ama orada da bitmeyecek, ki buradaki sürecin içine İsrail oğullarının Yahudileşme sürecini de katmak lazım ki, Resulallah’ın bunu ifade ettiğini biz biliyoruz.

Sizden öncekilerin adetlerini, yöntemlerini, sünnetini adım adım takip edeceksiniz. Evet, karış karış takip edeceksiniz, eğer onlar bir sürüngen deliğine girseler siz de gireceksiniz.

Çok ilginç, onun için bu süreci de belki bunun içinde düşünmek lazım ama evleviyetle ayetin bağlamı Hz. Musa’nın firavunla mücadelesi çerçevesinde anlaşılmalı, Resulallah’a da sen de çağının Musa’sı sın. Musa’sı olmaya razısın da, her Musa’nın bir firavunu olduğunu nasıl unutursun. Tabii her muhatap şahsında da böyle. Ey bu ilahi hitabın Muhatabı, çağının Musa’sı olmak istiyorsan mutlaka bir firavunun da olur. Ama her firavunun bir Musa’sı olacaktır. Bunu kimse aklından çıkarmasın. Ama bu zamiri kitaba gönderirsek o zaman şöyle anlamak belki doğru olur; vahyin tamamına kavuşacağından kuşku duyma.

ve ce’alnahu hüden li beniy israiyl ve unutma ki vahyi İsrail oğulları için bir hidayet, bir yol haritası kılmıştık.

24-) Ve ce’alna minhüm eimmeten yehdune Bi emriNA lemma saberu* ve kânu Bi âyâtiNA yukınun;

Onlardan, sabrettiklerinde, emrimizle hakikate erdiren önderler oluşturduk! Onlar işaretlerimize ikân sahibi oldular! (A. Hulusi)

24 – Ve içlerinden öncül imamlar yetiştirmiştik ki sabrettiklerinde emrimizle hidayet ediyorlardı ve âyetlerimize yakîn ile sarılmışlardı. (Elmalı)

Ve ce’alna minhüm eimmeten yehdune Bi emriNA lemma saberu* ve kânu Bi âyâtiNA yukınun yine unutma ki zorluklara göğüs gerip ayetlerimize gönülden inandıkları zamanlarda, yani bu zamanlara hasredilmiş, gönülden inandıklarında göğüs gerdikleri zamanlarda emrimizle içlerinden hidayete ulaştıran önderler çıkarmıştık. Evet, eimme, imamlar, önderler çıkarmıştık.

İsrail oğullarının aldığı tavra göre muamele gördüklerini ifade ediyor ayet. Aslında müspeti söylemiş ama menfi de zımnen söylenmiş oluyor. Göğüs germedikleri zaman da çıkarmadık manası, önder çıkarmadık. Önder çıkarmamız için öncelikle dedim ya çelikleşmesi lazım. Göğüs germesi, koruduğu bir siperin olması lazım, savunduğu bir yerin olması lazım. Bir değer savunmalı ki önder olsun. Yani imam olmak ümm..! olmaktır, anne olmaktır, toplumun anası olmaktır. Ana gibi topluma yar olmaktır. Anne yüreği gibi bir yüreğe sahip olmaktır. Onun için imam olmanın temel şartı toplumun anası olacak bir yüreğe sahip olmaktır.

25-) İnne Rabbeke HUve yefsılu beynehüm yevmel kıyameti fiyma kânu fiyhi yahtelifun;

Muhakkak ki senin Rabbin O, hakkında karşı çıktıkları konularda kıyamet sürecinde onların aralarında hüküm verecektir. (A. Hulusi)

25 – Şimdi ihtilâf edip durdukları şeylerde hiç şüphesiz ki rabbin Kıyamet günü beyinlerini fasledecektir. (Elmalı)

İnne Rabbeke HUve yefsılu beynehüm yevmel kıyameti fiyma kânu fiyhi yahtelifun şüphesiz kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri konularda aralarında hüküm verecek olan elbette senin rabbindir.

26-) Evelem yehdi lehüm kem ehlekna min kablihim minel kuruni yemşune fiy mesakinihim* inne fiy zâlike leayat* efela yesme’un;

Meskenleri üzerinde yürüdükleri hâlde, kendilerinden önceki nesillerden nicelerini helâk etmiş olmamız onlara gerçeği göstermedi mi? Muhakkak ki bu olayda dersler vardır… Hâlâ mı algılamıyorlar? (A. Hulusi)

26 – Daha irşat etmedi mi onları ki kendilerinden evvel nice karınlar helâk etmişiz, meskenlerinde geziyorlar, elbette bunda şüphesiz âyetler var, halâ kulak vermeyecekler mi? (Elmalı)

Evelem yehdi lehüm kem ehlekna min kablihim minel kuruni yemşune fiy mesakinihim şimdi o eski eserlerin kalıntılarında dolaştıkları, kendilerinden önce yaşamış uygarlıkların nicelerini helak etmiş olmamız onlar için yol gösterici olmadı mı. Hidayet vesilesi olmadı mı. Yani o kalıntılar üzerinde dolaşıp duruyorlar.

Çok ilginç değil mi? İlginç olan ne? Evelem yehdi lehüm; onlar için hidayet vesilesi. Demek ki Allah hidayetini akledenlere vereceğini ifade buyuruyor. Kalıntılarında dolaştıkları geçmiş, helak edilmiş medeniyetlerin üzerinde düşünüp de aklederler ve ibret alırlarsa bu hidayet olmuş oluyor. Onun için hidayet bir gece bir mechul şahıs tarafından siz uyurken yastığınızın altına bırakılan bir şey değil. Hidayet; sizin yola çıkıp uzun yolculuğu kabul edip ısrarla vurduğunuz kapının açılmasıdır.

inne fiy zâlike leayah kuşkusuz bunda da alınacak bir ders mutlaka vardır. efela yesme’un peki, halâ mı işitmeyecekler, halâ mı duymayacaklar.

Ahlakın gücü yerine gücün ahlakını egemen kılan her küstah uygarlık mutlaka bir gün gelir değer krizine girer. Değer krizine giren her uygarlık ta mutlaka yıkılır. Onun için bu ayetleri bir de böyle okumak lazım. Yani günümüzde ki ahlakın gücüne değil de gücün ahlakına. Sözün gücüne değil de gücün sözüne dayanan insanı yok etmiş, insanın insani değerlerini mahvetmiş sahte uygarlıkların da akıbetini haber veriyor. Aslında ondan daha öte şeyleri, devam edelim de devamında ki ayette bu bağlamda çünkü;

27-) Evelem yerav enna nesukul mae ilel Ardıl cüruzi fenuhricü Bihi zer’an te’külü minhü en’amuhüm ve enfüsühüm* efela yubsırun;)

Görmediler mi ki biz suyu çorak – kupkuru arza sevk ederiz de, o suyla, onların hayvanlarının ve kendi nefslerinin yediği ekini çıkarırız? Hâlâ mı görmüyorlar? (A. Hulusi)

27 – Ya hiç görmediler de mi? Biz kır yere suyu salıveriyoruz de onunla bir ekin çıkarıyoruz, ondan hayvanları da yiyor, kendileri de, hâlâ gözlerini açmayacaklar mı? (Elmalı)

Evelem yerav enna nesukul mae ilel Ardıl cüruzi fenuhricü Bihi zer’an te’külü minhü en’amuhüm ve enfüsühüm kıraç toprağa suyu sevk edipte onunla kendilerinin ve hayvanlarının beslendiği bitkiler çıkardığımızı nasıl görmezler.

İlginç..! Arz insanın kalbi, öyle sayılır. Bu ayette geçen arzın yerine insanın kalbini koyun, yüreğini. Su; o yüreğe inen vahiy. Eğer arz kalbine vahiy duyu  inerse çorak olan o yüreği ne yapmaz ki bir düşünsenize. İşte bu sembolize değerlerden yola çıkarsak Kur’an da sudan bahsedilen, Allah’ın rahmetinden bahsedilen her sembolik ifade aslında gelir vahye dayanır. Vahyi sembolize eder. Allah’ın suyu göndermesi, çorak toprağı sulaması, susuz toprağı yeşertmesi, onunla ölü toprağa can vermesinden bahseden her ayetlerde siz ölü yüreklere vahyin verdiği can suyu olarak anlayın. Böyle olursa ne mi olur? Ne olmaz ki eşkıyadan evliya çıkarır. Evet, Ebu Zer’den Ebu zer..! çıkarır.

efela yubsırun peki daha da mı göremeyecekler. İşte bu soru mühim. Daha da mı göremeyecekler, kim? Yukarıda ki o şımarmış iktidar sahipleri, güç sahipleri, devlet sahipleri, uygarlık sahipleri. 1.000 yıl yaşama iddiasındadır hepsi de. Hepsi de ağızlarını açınca 1.000 yıldan söz eder. Ama her tür güç gösterilerine ve tarihin sonu teziyle küstahlıklarına rağmen Allah’ın koyduğu yasadan kurtulamazlar. Yine de gelir dayanırlar. Geçmiş, geleceğe diyor İbn. Haldun, suyun suya benzediği gibi benzer ve Allah’ın elinden yakalarını kurtaramazlar. Ağızlarını açtıklarında 1.000 yıl yaşamaktan söz etseler de. Allah’a rağmen yine de yaşayamazlar.

28-) Ve yekulune meta hazel Fethu in küntüm sadikıyn;

Derler ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz: Şu El Feth (mutlak feth – ölümün tadılarak hakikatin apaçık algılanması) ne zaman?” (A. Hulusi)

28 – Bir de ne vakit o fetih eğer doğru iseniz? Diyorlar. (Elmalı)

Ve yekulune meta hazel Fethu in küntüm sadikıyn bir de diyorlar ki eğer doğru söylüyorsanız bu yani haze, bu ismi işaret, yukarıda bahsi geçen kesin hüküm ne zaman verilecek. Fethi kesin hüküm diye anlayacağız burada. Zaten fethin anlamları arasında bu var. Açmak, sözü kesip takırtıyı tüketmek, iki şeyin arasını kesip ayırmak. Bir konuda son hükmü koymak ve hüküm vermek manası zaten kelimenin kendisinde var. Onun için burada ki en doğru manası o. Çünkü bir sonraki ayet bu manayı pekiştiriyor, ne diyor?

29-) Kul yevmel fethı lâ yenfeulleziyne keferu iymanuhüm ve lâ hüm yünzarun;

De ki: “O FETH’in yaşandığı süreçte, (ölümü tatmadan önce) hakikat bilgisini inkâr edenlere artık iman etmeleri bir fayda sağlamaz ve mühlet verilmez.” (A. Hulusi)

29 – De ki küfredenlere o fetih günü imanları fayda vermez ve onlara göz açtırılmaz. (Elmalı)

Kul yevmel fethı lâ yenfeulleziyne keferu iymanuhüm ve lâ hüm yünzarun de ki kesin hükmün verileceği gün inkarda ısrar edenlere ne imanları fayda verecek, ne de onlara göz açtırılacak. Demek ki burada ki feth, ahirette ki kesin hüküm. O gün geldiğinde onlara hiçbir şeyin yararı olmayacak. İşte asıl fetih o olacak. Bu fetih zorunlu fetih, yani gönüllü olarak, vermediler gönüllerini hakikate, ahirette zorunlu olarak yürekleri açılacak.

Hani yukarıda diyordu ya artık ikna olduk..! İsterseniz olmayın. Zorunlu olarak açılacak. Çünkü ilahi, anahtar takıldı fakat hiçbir işe yaramayacak. Neden ilahi anahtar takıldı dedim? Çünkü mühürlenmişti. Amelleri tubia alâ kulubihim.. (Tevbe/87)   Allah kalplerinin üstüne mühür vurmuştur. Ne mührü bu? Artık adam olmayacaklarını beyan ettiklerinde, adam olmaz mührü. Bu mühür orada açılacak. Çünkü mührü vuran, mührü açanın kendisidir ve o zaman da hiçbir işe yaramayacak.

30-) Fea’rıd anhüm ventazır innehüm müntezırun;

Artık onlardan yüz çevir ve bekle! Muhakkak ki onlar da bekliyorlar! (A. Hulusi)

30 – Şimdi onlardan yüz çevir de gözet, çünkü onlar gözetiyorlar. (Elmalı)

Fea’rıd anhüm ventazır innehüm müntezırun şu halde onları kendi hallerine bırak.

Burada onları kendi hallerine bırak derken, yani; ventazır diyor arkasından ve bekle, İnnehüm müntezırun, hiç şüphe yok ki onlar da bekliyorlar. Yani bırak ta bir kenara otur deniyor gibi anlaşılmasın fezerhum diye bir ibare de gelir başka ayetlerde. Bununla Fea’rıd anhüm arasında bir nüans var. zerhum; tamam onları kendi haline bırak. Ama Fea’rıd anhüm onları bırak ta işine bak, kendi işine bak, işin var tabii. Bu işi olana söylenen bir şey, senin işin var kervanın var kervan yürüsün kervana karşı birileri eğer ses çıkarıyorsa, saldırıyorsa kervandakilerin paçasına, bırak onları, yoldan ayrılma, devam et işine bak. Eğer onlar beklemeyi kabul ediyorlarsa sen dünden bekle, ventezur innehüm müntezırun, sen dünden bekle. Niye çünkü beklemek onların aleyhine ve senin lehine.

Umarım bu ayetleri biz de üstümüze alırız. Umarım zımnen işine bak diyen secde suresinin son ayeti bize de bunu söyler ve bizimde esaslı bir işimiz olur. Öyle bir iş ki sonucunda ebedi maaşı alacağımız, Allah’ın ödüllendireceği bir iş olsun. Bu işte sınıfta kalanlardan, yola yatanlardan, yolu satanlardan,yolda yorulanlardan kılmasın rabbim.

“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. AHZAB (22-48) (132)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Değerli Kur’an dostları Ahzab suresinin 21. ayetine kadar geçtiğimiz dersimizde işlemiştik. Bugün dersimize aynı surenin 22. ayeti ile devam ediyoruz.

BismillahirRahmanirRahıym

22-) Ve lemma rael mu’minunel ahzabe kalu hazâ ma veadenAllâhu ve RasûluHU ve sadakAllâhu ve RasûluHU ve ma zadehüm illâ iymanen ve tesliyma;

İman edenler ise Ahzab’ı (destek için gelmiş grupları) gördüklerinde: “Bu, Allâh ve Rasûlünün bize vadettiğidir… Allâh da Rasûlü de doğru söylemiştir” dediler… (Bu) onların ancak iman ve teslimiyetlerini artırdı. (A.Hulusi)

22 – Mü’minler gördükleri vakit da o Ahzabı «bu, işte, Allahın ve Resulünün bize vaad ettiği, Allah ve Resulü doğru çıktı» dediler ve onların imanını ve teslimiyetini artırmaktan başka bir şey yapmadı. (Elmalı)

 

Ve lemma rael mu’minunel ahzabe nitekim mü’minler Allah’a güvenip inanan kimseler müttefik düşman güçlerini gördüklerinde kalu hazâ ma veadenAllâhu ve RasûluHU ve sadakAllâhu ve RasûluH Allah’ın ve resulünün bize vaad ettiği şey işte budur ve Allah’ta, Resulü de doğru söylemişlerdir dediler. Tabii bu ayet geçen ders işlediğimiz ayetlerin sonunda yer alan tavra tam zıt bir konumda duruyor. Yani Allah ve Resulünün kendilerini aldattığını söyleyen küfrün derin çukuruna düşmüş, ya da iki yüzlülüğün ağına, tuzağına yakalanmış kimseler bir yanda, tam karşı tarafta ise Allah ve Resulü doğru söylemiştir. Allah ve Resulünün bu vaad ettiği şey işte budur diyenler yer alıyor.

Bu bir bakış açısıdır sevgili Kur’an dostları. Nasıl ve nereden bakarsanız öyle görürsünüz. Eğer şeytanın gör dediği yerden bakarsanız, Allah ve Resulünün aldattığını söylersiniz. Şeytanın gör dediği yerden bakmak, iman ile bakmamaktır. Şeytanın gör dediği yerden bakmak, iç güdülerle bakmaktır. Şeytanın gör dediği yerden bakmak yamuk bakmaktır. Yamuk bakan nasıl doğru görsün. Yamukluğu bakışında değil, baktığında arayanlar neyi doğru görürler ki?

Onlar ön yargıyla bakıyorlardı. Çünkü küfür en büyük önyargıdır. Müminlerse ön bilgi ile bakıyorlardır. Çünkü iman ön bilgidir. İkisi arasındaki fark acil olan ve acil olanı, yani hemen şimdi ve burada olanla, yarın, gelecek olanı ayırıp ayıramama farkıydı. Biri acil olana bakıyordu, parçaya bakıyordu Parçada o vaadi göremiyordu.

Doğru, Resulallah midesi sarkmasın diye kuşak sarıyordu, çünkü o bile açtı Hendek günlerinde. Çünkü sadece bir keçiyi bütün bir orduya kesiyorlardı. Bazı günler oluyordu ki orduya tayın bile çıkmıyordu. Çünkü kuşatma altındaydılar. Zaten kuşatmanın en büyük sonucu buydu. Pes ederek teslim olmak.

İşte böylesi günlerde Resulallah Mü’minlere yeryüzünün en büyük iki imparatorluğunu kastederek; “Bizans’ın saraylarını görüyorum, Pers İmparatorluğunun saraylarını görüyorum, Yemen’in saraylarını görüyorum..!” diyordu. Yani müstakbel ümmetinin hudutlarını çiziyordu. Ümmetine hedef gösteriyordu. Yüreklere haritayı asıyordu.

Böylesi bir durumda, insanların tuvalete dahi gidemediği böylesi yer demir gök bakır bir durumda bu sözlere iman ile yaklaşanlar ancak anlayabilirlerdi. Yani parçayı bütün içine koyanlar anlayabilirlerdi. Parçayı bütün içine yerleştiremeyenler asla anlayamadılar. İşte bütünü görüp parçayı bütün içinde değerlendiren mü’minler, inkarcıların ve münafıkların tam zıddına Allah ve Resulünün bize vaad ettiği şey işte budur. Allah’ta, Resulü de doğru söylemiştir dediler.

Neydi vaad? Yani peşin ve geçici bir mutluluk mu yoksa vadeli ve kalıcı mutluluk mu. Zaten vaad, vadeli olan değil miydi. Allah ve Resulü doğru söylemişti. Çünkü Ankebût suresi daha girişinde;

Ehasiben Nasu en yütrekû en yekulu amenna ve hüm lâ yüftenun (Ankebût/2) yoksa insanlar sadece inandık demekle sınanmadan denenmeden, imtihan edilmeden, bedel ödemeden, inandık demeleri ispata tabi tutulmadan yakalarının bırakılacağını mı zannediyorlar. Salıverileceklerini mi zannediyorlar. Cennete gireceklerini mi zannediyorlar.

Yine bir başka ayet; Em hasibtüm en tedhulül cennete ve lemmâ ye’tiküm meselülleziyne halev min kabliküm. (Bakara/214) yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler kendi başınıza da gelmeden cennete öyle bedelsiz girivereceğinizi mi zannediyorsunuz. Günah işlemenin bile bir bedeli var, ya cenneti elde etmenin bir bedeli olmasın mı? Yatmanın bile bir bedeli var, ya cennetin bedeli olmasın mı? messethümül be’sâu veddarrâu ve zülzilû onlar yani öncekiler, cenneti önceden elde edenler öyle sıkıntılar çektiler, öyle acılara katlandılar, öyle darlıklar ve yokluklar çektiler, öyle sarsıldılar ki gelen sıkıntı ve belalarla hattâ yekulerRasûlü velleziyne âmenû meahû metâ nasrullah Allah’ın elçisi bile onunla beraber olanlarla birlikte diyorlardı ki; Allah’ım, yardımın ne zaman. Allah’ın yardımı ne zaman gelecek. Evet, gözlerini ufka dikmişler bittik ya rabbi diyorlardı, bittik. Zaten bittik diyenlere yettim kulum diyecek bir rab vardı ve zaten o zaman yetişirdi. elâ inne nasrAllâhi kariyb (Bakara/214) aklınıza koyun, hiç unutmayın ki böyle diyenlere, bitenlere, elinden gelen tüm imkanı kullananlara, tüm çabasını ortaya koyup bittim ya rabbi diyenlere Allah’ın yardımı çok yakındır, çok yakın.

Allah doğru söylemiş, Resulü doğru söylemişti. İşte o doğrular o gün ortaya çıkmıştı. Bittik diyene kadar imtihan edilmişlerdi. Arkadan ve önden kuşatılmışlar, içten ihanete uğramışlar, Kureyze oğulları onları arkadan hançerlemiş hiçbir yerden yardım gelmeyecekken Allah yardım kapılarını açmış, hiç hesapta yokken düşman ordusunda bir nefer olarak bulunan cins kafa biri iman etmiş ve düşmanı birbirine düşürebilmişti ve arkasından yer ve gök kardeşleri, Müslüman olan rüzgar, Müslüman olan gök, Müslüman olan yer şuurlu olan kardeşlerinin yardımına koşmuş, tıpkı Musa’nın yardımına koşan su gibi, tıpkı İbrahim’in yardımına koşan ateş gibi onların da yardımına koşmuş ve o gece çıkan fırtına müttefik ordularını darmadağın etmiş geldikleri gibi çekip gitmişlerdi. İşte Allah ve Resulü doğru söylemişti.

ve ma zadehüm illâ iymanen ve tesliyma bu onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı. Sadece bu.

 

23-) Minel mu’miniyne ricalün sadeku ma ahedullahe aleyh* feminhüm men kadâ nahbehu ve minhüm men yentezır* ve ma beddelu tebdiyla;

İman edenlerden öyle rical vardır ki, Allâh’a verdikleri sözde durdular… Onlardan kimi hayatını adamıştı, yerine getirdi (Allâh uğruna ölümü tattı); ve onlardan kimi de (yerine getirmeyi) beklemektedir… Onlarda değişme olmamıştır! (A.Hulusi)

23 – Müminlerdendir o erler ki Allaha verdikleri ahde sadakat ettiler: kimi adağını o dedi kimi de gözetiyor ve hiç bir suretle değiştirmediler. (Elmalı)

 

Minel mu’miniyne ricalün sadeku ma ahedullahe aleyh mü’minlerden öyle yiğitler var ki Allah’a verdikleri sözde durdular. Bu sözden dönmediler. feminhüm men kadâ nahbehu ve minhüm men yentezır onlardan kimi andını, imanına canına şahit kılarak yerine getirdi. Kimisi de sırasını beklemektedir. Bu and neydi? Bu andı bize Kur’an şöyle talim ettirmişti; Yıllar önce işte sırasını savan ve savamayan bu insanlara bu andı Kur’an En’am/162. ayetinde şöyle talim ettirmişti;

Kul, deki et Mü’min inne Salatiy benim desteğim, isteğim, duam, talebim, bütün arzum ve Nüsükiy bütün ibadetlerim ve mahyaye ve mematiy ölümüm ve dirimim, ölümüm ve hayatım Lillâhi Rabbil alemiyn (En’am/162) Alemlerin rabbi olan Allah’a armağan olsun. Bu andı yıllar önce inen, Mekke döneminin son yıllarında inen bu ayet Mü’minlere zaten öğretmişti ve onlar bu anda sadık kaldılar.

ve ma beddelu tebdiyla sözlerini yemediler, caymadılar, değiştirmediler, takas etmediler.

Bu ayetin sebebi nüzulü bahsinde tefsirlerimiz şöyle bir malumat verir. Bir grup sahabe Resulallah’a şöyle söz vermişti veya kendi aralarında şöyle bir andlaşma yapmışlardı. Ne zaman Resulallah ile savaşa çıkarsak ölümüne kadar savaşacağımıza Allah adına birbirimize söz verelim demişlerdi ve bu andı yapanların içerisinden Hamza ve Mus’ab Bin Umeyr Uhud’da sözlerini yerine getirerek canlarını imanlarına şahit kılmışlar, yani şehiyd olmuştular. Şehiyd olmak budur. Canı imana şahit tutmaktır. Rabbin huzuruna varınca; Ya rabbi imanıma şahit olarak canımı gösteriyorum demektir. Hayatımı gösteriyorum diyenlerde şehiyddirler. Model olarak yaşayanlar, örnek olarak çünkü şehiyd aynı zamanda model, örnek manasına da gelir.

İşte onlardan bir kısmı rablerine canlarını şahit tutmuşlar, bir kısmı ise sıralarını bekliyorlardı. Bire bir tarihi arka planda kastedilen onlar olsa da bu ayet yer yüzünün son gününe kadar yaşayacak olan ve sözüne sadık kalan her mü’min için elbette ki geçerlidir.

 

24-) LiyecziyAllâhus sadikıyne Bi sıdkıhim ve yu’azzibel münafikıyne in şâe ev yetube aleyhim* innAllâhe kâne Ğafûran Rahıyma;

Böylece Allâh, sadıkları (doğrucuları – hakikati tasdik edenleri) sıdkların (saf samimi inanç) sonuçlarıyla cezalandıracak; münafıkları ise, dilerse azabı yaşatacak yahut onların tövbelerini gerçekleştirecek… Muhakkak ki Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

24 – Çünkü Allah, sadıklara sadakatleriyle mükâfat edecek, Münafıklara da dilerse azâb veya tevbe verecek, şüphe yok ki Allah bir gafur rahîm bulunuyor. (Elmalı)

 

LiyecziyAllâhus sadikıyne Bi sıdkıhim neticede Allah sözüne sadık kalanların sadakatlerini ödüllendirmiş ve yu’azzibel münafikıyne in şâe ev yetube aleyhim iki yüzlü davrananları da isterse cezalandırmak, ya da tevbe ederlerse tevbelerini kabul etmek için böyle yapmıştır.

..ketebe alâ nefsiHİr rahme.. (En’an/12) Allah kendi zatı için rahmeti yazdı. Yani Allah merhameti kendisine ilke edindi. Bu ayet ışığında düşündüğümüzde in şâ’e, eğer isterse nin ne manaya geldiğini açıkça anlıyoruz. Evet Allah affetmek istiyor. Affetmek içinde koyduğu yasa gereği insandan bahane istiyor. Yani bu yasaya uymasını istiyor. Tevbenin affedilmek için bahane kılınmasının sebebi bu. Yoksa eylemleriyle yaptığı ve sonucunda bir çok şeyi kırıp döktüğü halde insanın tevbesinin Allah tarafından reddedilmesi gerekmez mi? Ama değil. O bile Allah’ın merhametini harekete geçirmeye yetiyor. Çünkü Allah affetmek istiyor. İradesini bu yönde koyuyor, arzusunu bu yönde koyuyor. Onun için,

..azâbiy usıybu Bihi men eşa’* ve rahmetiY vesiat külle şey’.. (A’raf/156 buyuruyor. Azabım var ya onu dilediğime isabet ettiririm. Fakat önemli olan şu rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Evet İşte bu ve dahası, Kullarıma de ki; Nebbi’ ıbadiy.. Kullarıma haber ver ki; enni enel gafurur rahiym. (Hicr/149) ben çok affediciyim, çok merhamet sahibiyim, bir rabbim, bir Allah’ım.

İşte bütün bunlar insanın yüreğine su serpiyor. Çünkü rabbimize karşı yüzümüzün olmadığını bil sekte O’nun engin bağış okyanusuna dalmaktan elbette kaçamayız, kaçamayacağız.

innAllâhe kâne Ğafûran Rahıyma çünkü Allah zaten oldum olası çok bağışlayıcı, merhamet kaynağıdır.

 

25-) Ve reddAllâhulleziyne keferu Bi ğayzıhim lem yenalu hayra* ve kefAllâhul mu’miniynel kıtal* ve kânAllâhu Kaviyyen ‘Aziyza;

Allâh, hakikat bilgisini inkâr edenleri bir hayra nail olmaksızın kendi hışımları ile defetti! Allâh, savaşta iman edenlere yeterli geldi… Allâh Kaviyy’dir, Aziyz’dir. (A.Hulusi)

25 – Allah hem o kâfirleri hiç bir hayra elleri irmeksizin gayzleriyle defetti ve bu suretle Allah, müminlere kıtalin hakkından geliverdi ve Allah, kaviy, azîz bulunuyor. (Elmalı)

 

Ve reddAllâhulleziyne keferu Bi ğayzıhim lem yenalu hayran Allah kinleri yüzünden küfre gömülenleri geri püskürtmüş lem yenalu hayran ve ellerine hiçbir şey geçmemiştir. Hiçbir şey elde edemediler. Yani Medine’nin önünde sıra sıra ordugâh kuran müttefik küfür güçleri için bu ayet. Ellerine hiçbir şey geçmedi diyor. Çok beklediler, çok çaba gösterdiler ve var güçlerini kullandılar ama hiçbir şey geçmedi. 24.000, 3.000 ne kadar büyük bir kuvvetler dengesizliği var. Hiçbir denge yok. Hiçbir kıyas kabul etmez. Ama nereden baktığınıza bağlı. 3.000, 24.000 İ yenmişti.

Burada kiniyle küfre gömülenlerden söz ediliyor. Elleziyne keferu Bi ğayzıhim kinleriyle küfre gömülenler Bu tipler her çağda kafirin en şedidini oluştururlar. Her çağda küfrü inadi sahipleri bunlardır. Kinlerinin temelinde küfürleri, küfürlerinin temelinde de kinleri olan insanlar. Kinleri arttıkça küfürleri, küfürleri arttıkça kinleri artar. Asıl kafirler de bunlardır. Yoksa kendisine hakikat ulaşmamış, ulaşmadığı içinde her hangi bir inkarı söz konusu olmayanlar değil.

ve kefAllâhul mu’miniynel kıtal zira Allah mü’minlere savaşta da yeter. Yani sadece barışta yetmez. Savaşta da yeter O. ve kânAllâhu Kaviyyen ‘Aziyza ve zaten Allah güç ve kuvvet, azamet ve izzet sahibidir.

 

26-) Ve enzelelleziyne zaheruhüm min ehlil Kitabi min sayasıyhim ve kazefe fiy kulubihimür ru’be feriykan taktülune ve te’sirune feriyka;

Ehl-i kitaptan onlara arka çıkanları da kalelerinden indirdi ve onların kalplerine endişe düşürdü… Bir bölümünü öldürüyordunuz, bir bölümünü de esir ediyordunuz. (A.Hulusi)

26 – Hem de ehli kitab dan onlara muzaheret edenleri: kalplerine korku düşürerek kulelerinden indirdi, bir kısmını katl ediyordunuz bir kısmını esîr. (Elmalı)

 

Ve enzelelleziyne zaheruhüm min ehlil Kitabi min sayasıyhim Yine O geçmiş vahyin mensuplarından düşmana desten verenleri kalelerinden çıkarmış ve kazefe fiy kulubihimür ru’b ve kalplerine derin bir korku salmış feriykan taktülune ve te’sirune feriyka kalplerine derin bir korku salmıştık, baksanıza bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyorsunuz.

Burada kastedilen mü’minleri arkadan hançerleyen Kureyza oğulları kabilesidir. Medine de bulunan 3 Yahudi kabilesinden 2 si daha önceden yaptıkları ihanetin cezası sonucunda yurtlarından çıkarılmıştılar. Son kalan Ben i Kureyza Müslümanlarla ittifak yaptı, ittifaka da son ana kadar sadık kalmıştı. Müttefik düşman güçler Medine’yi abluka altına alıp kuşatınca Kureyza’yı ayarttılar. Diğer göç eden Yahudi kabilelerde müşriklerle ittifak kurarak Müslümanlar üzerine yürümüşlerdi çünkü.

Kureyza oğulları Müslümanlarla yaptıkları ittifaka rağmen ihanet ederek onları en zor zamanlarında arkadan hançerlediler ve anlaşmayı bozup Müslümanlara arkadan saldırmak için hazırlıklara başladılar. Tabii neticede bunu başaramadılar ve müttefik güçler başarısız olup çekip gittiler. Artık Müslümanlarla Kureyza baş başa kalmıştı.

Resulallah uzun kuşatma günlerinde ki o yorgun, o bitkin haliyle artık evine gelip de tam zırhını çıkaracağı zaman kendi özel haber kaynağı Kureyza üzerine yürümesini emrediyordu. Artık duramazdı ve mü’minlere de herkesin toplanıp Kureyza üzerine cezalandırmak için yürünmesi emrini verdi ve Kureyza oğulları kalelerine kapandılar. 3 haftalık sıkı bir kuşatma oldu. Bu kuşatma sonunda Kureyza oğulları teslim olmak istediklerini, fakat bir şartlarının olduğunu söylediler. Bu şart Kendileri hakkında, ihanetleri hakkında hükmü çok eskiden biri müttefik oldukları Medine’li Saad Bin Muaz’ın vermesi şartını koştular.

Resulallah tereddütsüz bu şartı kabul etti ve Saad’ın vereceği hiçbir hükme itiraz etmeyeceğini söyledi. Yani şartlarını itirazsız kabul etti. Bu arada Ebu Lübabe’yi bir takım danışmalarda bulunmak üzere içlerine gelmesini istediler. Resulallah bu dileklerini de kabul etti ve Ebu Lübabe’yi gönderdi. Ebu Lübabe onların sorularına cevap verdi. Bu arada bizim akıbetimiz ne olacak diye onun gözüne bakıyorlardı. O sanki onlara, onların o haline acımıştı. Saad’ın onlar için ne hüküm vereceğini hissetmiş olsa gerek ki elini boynuna götürerek, yani cezalandırılacaksınız işareti yaptı. Ondan sonra döndüğünde eyvah ben ne yaptım. Ben sanki düşmanını Resulallah’a kışkırtmış gibi oldum. Sanki düşman hesabına bilgi taşımak gibi bir duruma düştüm diyerek kendisini mescitteki direğe kendi elleriyle bağladı. Diyordu ki Beni buradan Resulallah çözmedikçe kimse çözemez ve sürekli göz yaşı döküyor, tevbe ediyordu. Ebu Lübabe hakkında onun affolunduğuna dair ayet ininceye kadar da orada bağlı kaldı. Böyle bir imanı sadakat testinden geçmişti Ebu Lübabe.

Saad Bin Muaz en sonunda Ben-i Kureyza teslim olduğunda kararı onların hukukuna, onların kitabına göre vereceğini söyledi ve yine söylediği gibi yaptı. Tensiye kitabının 20. babının 10 ve 14. ayetlerinde yer alan Hukuklarına göre davrandı ve eli kılıç tutanların ihanetlerine karşılık kendi hukukları gereği öldürülmeleri hükmünü verdi. Resulallah zaten hiç karışmadı ve sadece su sözü söylemekle yetindi. Onlar hakkında yedi kat göğün hükmüyle hükmettin. Yani Tevrat’ın hükmüyle hükmettin demekle yetindi. İşte burada dile getirilen olay Ben-i Kureyza’nın ihanetinin bulduğu karşılıktır.

[Ek bilgi; Tevrat-Tesniye 20. bab Say/198.

10 – Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman onu barışıklığa çağıracaksın.

11 – Ve vaki olacak ki eğer sana sulh cevabı verirse ve kapılarını sana açarsa o vakit vaki olacak ki içinde bulunan bütün kavim sana angaryacı olacaklar ve sana kulluk edecekler.

12 – Ve eğer seninle musalaha etmeyip cenk etmek isterlerse o zaman onu muhasara edeceksin.

13 – Ve Allah’ın RAB onu senin eline verdiği zaman onun her erkeğini kılıçtan geçireceksin.

14 – Ancak kadınları ve çocukları ve hayvanları ve şehirde olan her şeyi, bütün malını çapul edeceksin ve Allah’ın RABBİN sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin. (Tevrat-Tesniye 20. bab Say/198.)]

 

27-) Ve evreseküm Ardahüm ve diyarehüm ve emvalehüm ve Ardan lem tetauha* ve kânAllâhu alâ külli şey’in Kadiyra;

Onların arazilerine, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız bir bölgeye sizi mirasçı kıldı… Allâh her şeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)

27 – Ve arazilerini ve yurtlarını ve mallarını size miras kıldı, bir de bir arzı ki daha ona ayak basmadınız, Allah her şey’e kadîr bulunuyor. (Elmalı)

 

Ve evreseküm Ardahüm ve diyarehüm ve emvalehüm böylece O sizi onların arazilerine, yurtlarına, mallarına mirasçı kıldı. ve Ardan lem tetauha dahası ayak basmadığınız bir nice toprağı da vaad etti.

Bu bir mucizevi haber. Çok ilginç, Fütühatın hedefi gösteriliyor. Belki Filistin kastediliyor. Yani henüz ayak basmadığınız bir nice toprağı da size vaad etti diyor. Zaten bu vaadin nasıl gerçekleştiği İslam tarihi tarafından gözümüzün önüne tarihi bir gerçek olarak serilmiştir.

ve kânAllâhu alâ külli şey’in Kadiyra zira Allah her şeye güç yetirendir.

 

28-) Ya eyyühen Nebiyü kul li ezvacike in küntünne türidnel hayated dünya ve ziyneteha fetealeyne ümettı’künne ve üserrıhkünne serahan cemiyla;

Ey Nebi… Eşlerine de ki: “Eğer dünya hayatını ve onun zinetini diliyorsanız, gelin size boşanma bedeli vereyim ve sizi güzel bir şekilde serbest bırakayım.” (A.Hulusi)

28 – Ey o Peygamber! zevcelerine şöyle söyle: eğer Dünya hayat ve ziynetini istiyorsanız haydi geliniz sizi donatayım ve güzellikle bırakıp salıvereyim. (Elmalı)

 

Ya eyyühen Nebiy sen ey peygamberler ailesinin ferdi kul li ezvacike in küntünne türidnel hayated dünya ve ziyneteha eşlerine de ki; eğer sizler dünya hayatını ve onun süslerini, ihtişamını, albenisini, ziynetini istiyorsanız fetealeyne ümettı’künne ve üserrıhkünne serahan cemiyla gelin size istediğiniz dünyalığı vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim, bırakayım, boşayayım.

Fark ettiğiniz gibi yepyeni bir konuya girdik. Bu ayetlerin nazil olduğu dönemde İslam cemaati savaşlarla gelen servetten paylarını almışlardı tabii ki. Özellikle bu son savaş müttefik düşman güçlerinin sessiz sedasız çekilmesi üzerine Ben-i Kureyza’dan ele geçen çok yüklü bir ganimet olmuştu, Hatta çok ilginçtir Kureyza cezalandırıldıktan sonra onların hanelerinin gizli bölmelerinde 1.500 askeri tam teçhizat donatacak bir savaş teçhizatı çıkmıştı. Demek ki öteden beri ihanete hazırlanırlarmış.

Tabii bütün bu ganimetler mü’minlere kaldı ve Medine İslam cemaatinin hayatına da yansıdı. Refah düzeyi elbette ki yükseldi. Fakat bu yükselen refah standardından Resulallah’ın haneleri hiç pay almadılar. Gözle görülür bir biçimde yükselen Medine’de ki refah düzeyi Resulallah’ın hanelerine yansımamıştı. Çünkü Resulallah’ın ta baştan beri gözettiği bir ilke vardı, kendi koyduğu ilkesi.

Başında bulunduğu Müslümanların en yoksulu gibi yaşamak. O bu ilkesini hep sonuna kadar korudu. Ama Resulallah’ın eşleri de İslam cemaatine yansıyan bu refahtan pay almak istediler ve ihtiyaçlarını Resulallah’a ulaştırdılar. O güne kadar sabretmişlerdi. Öyle sabır ki Hz. Aişe’nin verdiği bilgiye bakarsak 3 ay olurdu ki diyor Resulallah’ın hiçbir evinde ateş tütmezdi. Yani sıcak yemek görmezdik 3 ay geçerdi de. Böyle zor dönemler.

İşte bu durumlar ezvac-ı tahirat annelerimizi, Resulallah’ın temiz eşlerini oldukça bunaltmış olacak ki, onlar da bu refahtan pay istediler, ihtiyaçlarını ilettiler. Kadın olarak süs eşyası, zinet eşyası istediler. Ya da tabii ve doğal ihtiyaçlarının üzerinde arzu ettikleri ilave şeyler istediler. İşte bunun üzerine Resulallah onlara gönül koydu. Yani kendilerini, kendisini anlamadıklarını düşündü ve içine kapandı.

Öyle ki o günlerde diyor Hz. Ömer Katafa’nın bizim aleyhimize ordu hazırlayacağı haberlerini işitiyorduk ve tetikte bekliyorduk Katafan ne zaman üzerimize gelecek ve bir sabah namazında bir çığlıkla uyandık. Bir ağıt sesiydi bu. Ağıdın sahibine gittiğimde “Resulallah eşlerini boşadı” diye bir haber işittim. Sanki tepemden kaynar su dökülmüş gibi oldum. Öyle çevirebiliriz. Ve hemen Resulallah’ın yanına gidip görüşmek istedim. Mescitten hanesine geçmek için Bilal’den benim için izin istemesini söyledim. Bilal girdi İzin istedi, fakat hiç cevap vermemiş.

Bilal “cevap alamadım” dedi. Bilal mescitte meşgul oldu, bir daha izin istedim, yine aynı sükutla karşılaşmıştım. 3. izin isteyişimde artık umudumu kesmiş geri dönüyordum ki Bilal arkamdan çağırdı; “Gel izin çıktı.” Girdim.

Girdiğimde gördüğüm şey hanesinde şuydu yerde yapraklar bir köşede seriliydi, bir köşede şilte vardı, bir kırba su vardı, gördüğümün hepsi buydu. O manzarayı görünce içim doldu, kendimi tutamadım göz yaşlarımla birlikte dedim;

- Ya Resulallah anam babam sana feda olsun. Krallar bir eli yağda, bir eli balda  yaşarken, senin şu haline bak.. Dedi ki

- Ya Ömer  onlar alacaklarının tümünü dünyada aldılar.

Arkasından konuşturmayı başardım ya diyerek hemen konuya girdim.

- Ya Resulallah eşlerini boşadın mı?

Uzun bir sükûttan sonra;

- Hayır. Dedi. Ve arkasından dedim ki;

- Ya Resulallah sana eziyet ediyorlarmış, senden bir şeyler istiyorlarmış, dünyalık istiyorlarmış. Sen onları bize bırak. Hafza’yı bana, Aişe’yi babası Ebu Bekir’e bırak. Biz onların hakkından geliriz. Geçen hafta benim eşim benden bir şeyler istemişti, ben ona istediklerini farklı bir biçimde verdim, anlarsın ya ya Resulallah..! Deyince Ya Resulallah gülmüştü.

- Güldürdüm ya içime güneş doğdu diyor. Yani Resulallah’ın güldüğünü gördüm ya, tebessüm ettiğini, artık rahatlamıştım. O da rahatlamıştı ve;

- Anam babam sana feda olsun ya Resulallah seni üzmesinler, sen onlara bakma, sen onlara aldırma, biz onların hakkından geliriz. Deyip çıktım.

Önce Aişe’nin odasına uğradım. Lafı açacak oldum, Aişe;

- Sen git kızınla uğraş. Dedi ve kızım Hafza’nın yanına girdim;

- Hazfa,niye böyle yapıyorsunuz kızım, bundan sonra sana bir şey lazım olursa babandan iste oldu mu. Resulallah’ı kırma, gücendirme. Neyine güveniyorsun kızım dedim. Sen neyine güveniyorsun. Komşun ve ortağın, onun hali başka. Eğer sen ona bakıp da böyle yapıyorsan ona bakma. Onu Allah Resulünün nasıl sevdiğini sen de bilirsin. (Yani Hz. Aişeyi kastediyordu.) Yani ona bakıp da sen neyine güveniyorsun kızım. Sonra Resulallah’ın gönlü incinirse Allah sana ne der Hazfa..! Bunları söyledim ve oradan ayrıldım. Diyor.

İşte yaşanan bu olaylar ve bunun arkasından inen ayetler.

 

29-) Ve in küntünne türidnAllâhe ve RasûleHU veddarel’ahırete feinnAllâhe e’adde lilmuhsinati minkünne ecren ‘azıyma;

“Yok eğer Allâh’ı, Rasûlünü ve sonsuz gelecek yurdunu diliyorsanız, muhakkak ki Allâh sizden, muhsin kadınlar (görürcesine Allâh’a yönelmişler) için çok büyük bedel hazırlamıştır.” (A.Hulusi)

29 – Yok eğer Allah ve Resulünü ve Âhiret evini istiyorsanız haberiniz olsun ki Allah içinizden güzellik edenlere pek büyük bir ecir hazırlamıştır. (Elmalı)

 

Ve in küntünne türidnAllâhe ve RasûleHU veddarel’ahıreh yok eğer Allah’ı, Resulünü ve ahiret yurdunu, ahiretin mutluluğunu istiyorsanız feinnAllâhe e’adde lilmuhsinati minkünne ecren ‘azıyma bilin ki Allah içinizden iyi davranışı tabiat haline getirenlere muhteşem bir ödül hazırlamıştır.

Bu ayet inince Resulallah Hz. Aişe’ye bu ayeti okur. Yani Allah ve Resulünü mü istiyorsunuz, yoksa dünya malını mı. Dünyayı istiyorsanız size isteğinizi verip sizi salayım, yani boşayayım ve arkasından Resulallah şöyle der.

- Hemen cevap vermen gerekmiyor, istersen git bir anne babanla istişare et.

Hz. Aişe, o güzel annemiz buna sinirlenir başka bir şeye değil.

- Ben Allah ve Resulünü tercih etmeyi anne babamla mı konuşacağım. Ben Allah ve Resulünü tercih ediyorum. Tabii sırasıyla tüm eşleri Resulallah’a sevgi ve muhabbetlerini tekrar yenilerler, sunarlar, gönlünü alırlar. Allah ve Resulünü tercih ettiklerini söyler ve tabir caizse biatlarını tazelerler. Hz. Aişe bu sözünden hiç ömür boyu dönmeyecektir.

Abdülmelik döneminde bir günde Abdülmelik 1/5 humus payından Hz. Aişe’nin payına düşen 100.000 altın gönderir. Hz. Aişe’nin hizmetçisi naklediyor.

- Hanımım dedi ki bugün bunları dağıt. Ben akşama kadar o gün para dağıttım, altın dağıttım. Eve geldiğimde hanımımın oruç olduğunu hatırladım, hemen ona bir iftar hazırlamaya koyuldum ama evde sadece içine ekmek doğranmış yağlı bir su vardı. Onu yedirdim.

- Başka bir şeyler yok mu? dedi;

- Efendin sen birkaç para altın ayırsaydın şimdi bir şeyler alırdık ama hepsini bana dağıttırdın.

- İyi iyi fazla söylenme, hatırlatsaydın ayırırdım, o da düşünülecek şey mi dedi.

Ne zaman mükellef bir davete gitse Hz. Aişe, oradan sadece belli şeyleri yerdi. Birçok şeye el sürmezdi. Bir keresinde davet sahibi aşırı ısrar edince ağlamaya başlamıştı.

- ‘hıbbi lem ye’kun sevgilim hiç yemedi..! demişti. Meğer Resulallah’ın yemediğini o da yemezmiş. İşte böylesine durdular sözlerinde.

 

30-) Ya nisaen Nebiyi men ye’ti minkünne Bi fahışetin mübeyyinetin yuda’af lehel azâbü dı’feyn* ve kâne zâlike alAllâhi yesiyra;

Ey Nebi’nin Kadınları… Sizden kim apaçık bir terbiyesizlik – haddini aşan fiil yaparsa, onun için azap iki misli olur! Bu, Allâh üzerine pek kolaydır. (A.Hulusi)

30 – Ey Peygamberin kadınları! sizden her kim açık bir terbiyesizlik ederse ona azâb iki kat katlanır ve Allaha o kolay bulunuyor. (Elmalı)

 

Ya nisaen Nebiy ey peygamber eşleri men ye’ti minkünne Bi fahışetin mübeyyinetin yuda’af lehel azâbü dı’feyn içinizden her kim açık bir hayasızlık yaparsa onun ahiretteki azabı iki kat olacaktır. ve kâne zâlike alAllâhi yesiyra zira bu Allah için çok kolaydır.

Örnekliğin avantajı değil mi Kur’an dostları. Örnekliğin avantajı olduğu gibi riski de var. Örnek olan güzelliği ürettiği için elbette iki kat sevap alacak. Bir sonraki ayette geleceği gibi. Ama kötü örnek olan çirkinliği ürettiği içinde aslında iki kat değil; Hem yaptığı çirkinlik için, hem de başkalarının çirkinliğine neden olduğu için.

Bu bir nükteyi de içeriyor. Cahiliyeden beri geleneksel örfte hür insanlar kölelerin iki katı ceza alırdı suç işleyince. Hatta hürlere cezanın indirimli ceza verilmesi düşünüldüğünde bana köle muamelesi mi yapıyorsunuz diye üzülürdü. Onun için burada aynı zamanda annelerimizin sosyal statüsünün yüksekliği gösterilmiş oluyor.

 

31-) Ve men yaknüt minkünne Lillâhi ve RasûliHİ ve ta’mel salihan nü’tiha ecreha merreteyni ve a’tedna leha rizkan keriyma;

Sizden kim Allâh’a ve Rasûlüne itaat eder ve imanın gereğini uygularsa, ona da ecrini iki kere veririz… Onun için cömert – zengin bir yaşam gıdası hazırlamışızdır. (A.Hulusi)

31 – Yine sizden her kim Allaha ve Resulüne divan durup salih bir amel işlerse ona da ecrini iki kere veririz, hem onun için kerîm bir rızık hazırlamışızdır. (Elmalı)

 

Ve men yaknüt minkünne Lillâhi ve RasûliHİ ve ta’mel salihan ama içinizden her kim de Allah’a ve Resulüne gönülden boyun eğer  ve salih amel işlerse nü’tiha ecreha merreteyn biraz öncekinin tam tersi onun ödülünü de iki misli veririz. ve a’tedna leha rizkan keriyma aynı zamanda ona akıl almaz güzellikte bir rızıkta hazırlarız. Evet, Akıl almaz güzellikte bir rızık diye çevirmem boşuna değil; keriym, keriyman sözcüğünün nekira, belirsiz formundan dolayı. Belirsizlik formu metnin anlamına yan anlam olarak aklın almayacağı, hesaba gelmeyecek, düşünülemeyecek manasını yansıtır. Ki zaten Kur’an da da bu var. Aklın almayacağı nimetlerin mü’minlere verileceği ifade buyruluyor. Mü’minleri öyle sürprizlerin bekleyeceği ki, bunu aklın dahi almayacağı ifade buyruluyor.

 

32-) Ya nisaen Nebiyi lestünne keehadin minennisai inittekaytünne fela tahda’ne Bil kavli feyatmealleziy fiy kalbihi meradun ve kulne kavlen ma’rufa;

Ey Nebi’nin Hanımları… Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz! Eğer korunmak istiyorsanız (muhatabınız olan erkeğe) edâlı – işveli konuşmayın! Bu yüzden, düşüncesiz – hastalıklı olan kimse sizden umutlanır! Uygun ve yanlış anlaşılmayacak tarzda konuşun! (A.Hulusi)

32 – Ey Peygamberin kadınları siz kadınlardan her hangi biri gibi değilsiniz, eğer korunur takvalı olursanız, onun için söylerken kırıtmayın da kalbinde bir maraz bulunan tamaa düşmesin, güs güzel, dos doğru söz söyleyin. (Elmalı)

 

Ya nisaen Nebiy Ey peygamber eşleri lestünne keehadin minennisai inittekaytünne siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Tabii ki eğer Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursanız. fela tahda’ne Bil kavl şu halde işveli bir edayla konuşmayın. feyatmealleziy fiy kalbihi meradun sonra kalplerinde hastalık bulunanlar yersiz bir arzuya kapılabilirler. Eğer işveli bir edayla konuşursanız ve kulne kavlen ma’rufa ama güzel ve düzgün konuşun.

Karşıt cinsle iletişim kurarken kendi doğal konuşma tarzınızı değiştirmeyin çağrısı bu aslında. Mü’minlerin annelerinin örnekliğine de bir atıf.

 

33-) Ve karne fiy buyutikünne ve lâ teberrecne teberrucel cahiliyyetil’ula ve ekımnes Salâte ve atiynez Zekâte ve etı’nAllâhe ve RasûleHU, innema yürıydullahu liyüzhibe ankümürricse EhlelBeyti ve yütahhireküm tathiyra;

Evlerinizde oturun… Önceki cahiliye anlayışındaki gibi (işveli cazibeli tahrik edici şekilde) kendinizi teşhir ederek yürümeyin… Salâtı ikame edin, zekâtı verin, Allâh’a ve Rasûlüne itaat edin! (Ey Rasûlün) hane halkı, Allâh sizden yalnızca ricsi (kiri, maddi şeylere bağlılığınızı, bedensel şeyler ile kayıtlanmanızı) gidermek ve sizi tertemiz yapmayı diler! (A.Hulusi)

33 – Hem vakalarınızla evleriniz de durun da evvelki cahiliyet çıkışı gibi süslenip çıkmayın, namaz kılın, zekât verin, Allah ve Resulüne itaat edin, Allah sâde şunu istiyor: sizden kiri uzaklaştırsın da ey ehli beyt sizi tertemiz, pam pâk etsin!. (Elmalı)

 

Ve karne fiy buyutikünne evlerinizde dahi vakarlı olun.

Aslında; Ve kırne fiy buyutikünne diye okursak bunun manası evlerinizde vakarlı olun. Fakat ve karne fiy buyutükünne diye okursak, yani kırne yerine karne okursak bu durumda evlerinizde oturun. Ya da kökeninin nereden geldiğine, bu ihtilafa bakarak evlerinizde dahi göz aydınlığı olun. Kurratü ayn aynı kökten gelir. Evlerinizde dahi göz aydınlığı olun. Manasına gelir.

Arabistan ikliminin kadının ev içi giyimine yansıyan rahatlığıyla birlikte bu ayet düşünülmeli. Bir de Resulallah’ın hanelerinde ki yoğun ziyaretçi akını hesap edilmeli ve buna İmam Malik’in Muvatta’ında naklettiği ilerleyen yıllarda, hicretten sonra cemaat o kadar büyüdü ki Cuma günleri artık mescit almaz olmuştu. Ve bunu telafi için Resulallah’ın haneleri açılıyor Cuma namazında ve cemaat oraya kadar taşıyordu. Rivayetini de birlikte düşündüğümüzde bütün bunlarla beraber neden evlerinizde dahi vakarlı olun, ağır başlı olun, yani ev içi mahrem kıyafetle değil, tamamen her an o evin de kamuya açılacakmış gibi kullanılabileceğini unutmayın. Çünkü bütün bu veriler dikkate alındığında bu sonuç çıkıyor.

ve lâ teberrecne teberrucel cahiliyyetil’ula eski cahiliye dönemi, ben haddini bilmezlik dönemi diye çeviriyorum bunu çünkü cehalet bizim bildiğimiz manada bilmezlik olayı değil, bilgi kıtlığı değil, haddini bilmezlik. Ebu Cehil’in cehaleti buydu. Yoksa çok kültürlüydü. Yani bugün ki seviye dikkate alındığında entelektüel bile sayılabilirdi. Ama Ebu Cehil’in cehaleti haddini bilmezlikti, kendini bilmezlikti. Onun için eski kendini bilmezlik döneminde olduğu gibi, dişiliğinizi ön plana çıkarmayın.

Cahiliyeyi açıkladık Teberrücü açıklayalım. Teberrüc; aslında kadınların ziynet eşyalarını göstermek için ayaklarını yere vurmaları anlamından türetilmiştir. Karşıt cinsle iletişim de kadının dişiliğini, kişiliğinin önüne geçirmesi hali ve sergilemesi hali. Kısaca böyle tanımlayabiliriz. Dahası cinselliğin kamuya açılması olarak tanımlayabiliriz.

Cinsellik, özellikle kadın için burada geçiyor, çünkü kadın estetik bir varlıktır. Yani güzel bir varlıktır, cinsi latiyftir. Ama cinsellik deyince zaten kadın ve erkek cinselliği hepsi bunun içine girer. Cinsellik özel alandır. Kamulaştırılamaz, kamuya açılamaz. Buradan anlayacağımız makro öğüt budur.

ve ekımnes Salâh namazınızı hakkını vererek kılın, ekımne. ve atiynez Zekâ zekâtınızı verin. Dikkat buyurun, kadına zekatınızı verin diyor. Yani kadının mülkiyet hakkını teslim ediyor daha o günden. Unutmayınız Avrupa da bir çok ülkede kadının mülkiyet hakkı 19. yy. a kadar verilmiyordu.

ve etı’nAllâhe ve RasûleH Allah’a ve Resulüne uyun. innema yürıydullahu liyüzhibe ankümürricse EhlelBeyti ve yütahhireküm tathiyra emin olun ki Allah sizden maddi manevi her tür kiri gidermek için sizi ter temiz yapmak istiyor ey peygamberin ev halkı. Hepsi bu. İnnema, hepsi bu. Yani sizden kiri giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.

Künne zamiri küm zamirine dönüşmüş son satırda, son cümlede. Künne dişil, müennes zamir. 2. çoğul şahıs. Küm ise eril ve tabii içinde dişiliği de ifade eden zamir. Neden dersek bu Resulallah’ın ehlibeytinin kapsamına sadece hanımlarının değil, belki o eve ait olan diğer torunları, damadı, kızı, onların da girdiği bir tanıma elverişli olsun için diye düşünebiliriz. Ama hepsinden öte ihtimalsiz olarak düşüneceğimiz şey;

Ey peygamberin eşleri sizi aldığınız tavır ve davranışların sonuçlarından doğrudan etkilenen biri var o da peygamber. Onun için sizi temizlemek istiyor, çünkü sizin arınmışlığınız doğrudan peygamberle ilgili. Peygamberin yanındasınız. Dolayısıyla size bakan sizi ve peygamberin evini görüyor. Modelsiniz.

 

34-) Vezkürne ma yütla fiy buyutikünne min âyâtillâhi vel hıkmeti, innAllâhe kâne Latıyfen Habiyra;

Evlerinizde Allâh’ın âyetlerinden ve hikmetten bildirilenleri zikredin (anın)… Muhakkak ki Allâh Latiyf’tir, Habiyr’dir. (A.Hulusi)

34 – Oturun da evlerinizde okunan âyâtullahı ve hikmeti anın, şüphe yok ki Allah, lâtif, habîr bulunuyor. (Elmalı)

 

Vezkürne ma yütla fiy buyutikünne min âyâtillâhi vel hıkme bir de evlerinizde okunan Allah’ın ayetlerini, ama özellikle onlarda ki hikmeti düşünün. innAllâhe kâne Latıyfen Habiyra şüphesiz Allah hikmetiyle her şeyin özüne nüfuz eden, ve her şeyden haberdar olandır.

 

35-) İnnel müslimiyne vel müslimati vel mu’miniyne vel mu’minati vel kanitiyne vel kanitati ves sadikıyne ves sadikati ves sabiriyne ves sabirati vel haşi’ıyne vel haşi’ati vel mütesaddikıyne vel mütesaddikati ves sâimiyne ves sâimati vel hafizıyne fürucehüm vel hafizati vez zakirinAllâhe kesiyren vez zakirati e’addAllâhu lehüm mağfireten ve ecren ‘azıyma;

Muhakkak ki İslâm’ı kabul etmiş erkekler ve İslâm’ı kabul etmiş kadınlar, iman eden erkekler ve iman eden kadınlar, itaat eden erkekler ve itaat eden kadınlar, sadık (sözünü yerine getiren) erkekler ve sadık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşû eden (hakikati fark etmenin getirisi olan hassasiyet hâli) erkekler ve huşû eden kadınlar, tasaddukta bulunan (sadaka – zekât veren) erkekler ve tasaddukta bulunan kadınlar, orucu yaşayan erkekler ve orucu yaşayan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allâh’ı çok zikreden (hatırlayan) erkekler ve zikreden kadınlar var ya, işte Allâh onlar için bir mağfiret ve Aziym bir ecir hazırlamıştır. (A.Hulusi)

35 – Bütün Müslimler ve Müslimeler, mü’minler ve mü’mineler, kanitler ve kaniteler, sadıklar ve sadıkalar, haşı’ler ve haşialar, mütesaddıklar ve mütesaddikalar, saimler ve saimeler, ırzlarını koruyan erkekler ve kadınlar Allah ı çok anan zâkirler ve zakireler hep bunlara Allah bir mağrifet ve bir büyük ecir hazırlamıştır. (Elmalı)

 

İnnel müslimiyne vel müslimat şüphesiz Allah tam teslim olmuş erkekler ve kadınlar vel mu’miniyne vel mu’minat Allah’a güvenip yürekten inanmış erkekler ve kadınlar. vel kanitiyne vel kanitat Allah’a adanmış erkekler ve kadınlar ves sadikıyne ves sadikat ahdine sadık bütün erkekler ve bütün kadınlar ves sabiriyne ves sabirat sıkıntılara karşı göğüs geren bütün erkekler ve bütün kadınlar. vel haşi’ıyne vel haşi’at Allah’a karşı derin bir saygıyla tir tir titreyen bütün erkekler ve bütün kadınlar vel mütesaddikıyne vel mütesaddikat Allah’a sadakatlerini, servetlerini yoksullarla paylaşarak ispat eden bütün erkekler ve bütün kadınlar.

Sadaka budur. Tasadduk budur. Allah’a olan sadakati, Allah’ın sizi imtihan için verdiği serveti yoksullarla paylaşarak ispatlama.

ves sâimiyne ves sâimat benliklerini denetim altına alıp oruç tutan bütün erkekler ve bütün kadınlar. Sâvm imsak manasına gelir, tutmak, iç güdüyü tutmak, benliği tutmak, egoyu tutmak, yani duygularını tutmak, kendini tutmak. Sıkı sıkıya. Kendine sahip olmak, kendini denetlemek. Onun için sâvm en geniş manada öz denetimdir ve oruçta zaten bu öz denetimin bir parçasıdır.

vel hafizıyne fürucehüm vel hafizat iffetlerini koruyan bütün erkekler ve bütün kadınlar. vez zakirinAllâhe kesiyren vez zakirat Allah’ı sürekli hatırda tutan bütün erkekler ve bütün kadınlar.

Evet, bunlara ne var? e’addAllâhu lehüm mağfireten ve ecren ‘azıyma işte bütün bunlara Allah sınırsız bir bağış ve muhteşem bir ödül ecren ‘azıym hazırlamıştır.

Küçük bir nükte gibi gözüküyor ama küçükte değil. Vav bağlacı, birbirine bağlanan ilki şey arasındaki zati farklılığa delalet eder, der Tahir Bin Aşur. Güzel bir nükte. Bu niteliğe sahip her kadın ve her erkek için bu vaad ayrı ayrı geçerlidir. Bu da bu yan anlamı katıyor ayete.

 

36-) Ve ma kâne li mu’minin ve lâ mu’minetin izâ kadAllâhu ve RasûluHU emren en yekûne lehümül hıyeretü min emrihim* ve men ya’sıllahe ve RasûleHU fekad dalle dalalen mubiyna;

Allâh ve Rasûlü bir iş hakkında hükmettiklerinde, iman etmiş bir erkek ve iman etmiş bir kadının, o işlerinde, kendileri için tercih- seçim hakkı yoktur! Kim Allâh’a ve Rasûlüne isyan ederse (uygulamazsa), gerçekten apaçık yanlış olan bir inanca sapmıştır! (A.Hulusi)

36 – Bununla beraber gerek bir mü’min için ve gerek bir mümine, Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman o işlerinden ihtiyar kendilerinin olmak olamaz, ve her kim Allah ve Resulüne âsi olursa açık bir sapıklık etmiş olur. (Elmalı)

 

Ve ma kâne li mu’minin ve lâ mu’minetin izâ kadAllâhu ve RasûluHU emran imdi Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman inanan bir erkek ve kadının en yekûne lehümül hıyeretü min emrihim kendi işlerinde kişisel tercihlerine göre hareket etmeleri düşünülemez.

Ve ma Kâne kalıbı olmaz, yakışık almaz yerine göre şık kaçmaz, düşünülemez, asla mümkün değildir gibi farklı vurgular içerir. Kastedilen peygamberlik alanına giren hükümler olduğu belli. Resulallah’ın kendi özel içtihatları da oluyordu ara ara. Mesela bunların en ünlüsü Hurma aşılaması konusunda ki görüşü. Bu gibi özel şahsi, indi görüşleri elbette bu ayetin kapsamında değerlendirilmez.

Bir gün Hurma bahçesinin yanından geçerken hurmaların aşılanmak için dallarının kesildiğini gördüler.

- Eğer bıraksaydınız daha güzel olurdu.

Onlarda bıraktılar tabii. Fakat hiçbir şey olmadı ve dediler ki;

- Bıraktık ama hiçbir şey olmadı, iyi olmadı, yani ıslah olmadı.

Evet, o zaman Resulallah şöyle buyurdu;

- Siz dünyanızın işlerini benden daha iyi bilirsiniz.

Bu bir örnek. Mesela Hubab Bin Münzir’in Bedir savaşında ordugâhın nereye kurulması gerektiği konusunda ki görüşü de öyleydi. Resulallah ilk kuyunun hemen yanına kuralım derken, o tüm kuyuları kapatıp en son kuyuya kurmayı teklif etmişti.

Yine Berire, kocasına dönmeyen bir kadındı, Resuallah kocana dön buyurduğunda;

- Ya Resulallah bu bir vahiy mi, yoksa sen kocama şefaat mi ediyorsun, yani kocamdan yana bana bir talepte mi bulunuyorsun. Deyince;

- Vahy değil. Buyurmuştu. O da;

- Hayır dönmek istemiyorum ya Resulallah. Deyince Resulallah sadece tebessüm etmekle yetinmişti. İşte bunun gibi örnekler ve daha başka örnekler bu ayetin kapsamı dışında olduğu tabii ki açıktır.

ve men ya’sıllahe ve RasûleHU fekad dalle dalalen mubiyna zira kim Allah ve Resulüne isyan ederse işte o apaçık bir sapıklığa gömülmüştür.

 

37-) Ve iz tekulü lilleziy en’amAllâhu aleyhi ve en’amte aleyhi emsik aleyke zevceke vettekıllahe ve tuhfi fiy nefsike mAllâhu mübdiyhi ve tahşen Nas* vAllâhu ehakku en tahşaHU, felemma kadâ Zeydün minha vetaren zevvecnakeha likey lâ yekûne alel mu’miniyne harecün fiy ezvaci ed’ıyaihim izâ kadav minhünne vetarâ* ve kâne emrullahi mef’ula;

Hani sen, Allâh’ın üzerine in’amda bulunduğu ve senin de kendisine in’amda bulunduğun kimseye (Hz.Rasûlullâh’ın evlatlığı Zeyd b. Harise): “Eşini nikâhında tut ve Allâh’tan korun” diyordun, (fakat) Allâh’ın açığa çıkaracağı şeyi düşüncende gizliyordun ve insanlardan endişeliydin (bu fikrini yanlış anlayıp Allâh yolundan dönerler diye)! (Oysaki) Allâh, kendisinden endişe etmene daha lâyıktır! Zeyd ondan boşanınca, onu (Zeynep’i) seninle biz evlendirdik ki; evlatlıklarının eşlerinde, onlarla ilişkiyi bitirdiklerinde, iman edenler için (onlarla evlenmek hususunda) bir zorluk – engel olmasın… Allâh’ın hükmü yerine gelmiştir! (A.Hulusi)

37 – Hem hatırla o vakit ki o kendisine hem Allahın in’am ettiği hem senin in’am ettiğin kimseye: «zevceni kendine sıkı tut ve Allah dan kork» diyordun da nefsinde Allahın açacağı şeyi gizliyordun, nâsı sayıyordun, halbuki Allah, kendisini saymana daha gerekti, sonra vaktâ ki Zeyd, o kadından ilişiğini kesti biz onu sana tezvic eyledik tâ ki oğullukların ilişiği kestikleri zevcelerinde müminlere bir darlık olmasın, Allahın emri de fiile çıkarılmış bulunuyor. (Elmalı)

 

Ve iz tekulü lilleziy en’amAllâhu aleyhi ve en’amte aleyh hani bir zamanlar Allah’ın kendisine ikram ettiği ve senin de iyilikte bulunduğun kişiye şöyle diyordun; emsik aleyke zevceke vettekıllah eşini bırakma ve Allah’a karşı saygılı ol, Allah’tan kork.

Burada bahsedilen kim? Zeyd Bin Harise. Zeyd Bin Harise gerçekten de yaşam öyküsü, biyografisi çarpıcı bir sahabi. Bu zat çocukluğunda bir yolculuk sırasında kervan basılır ve esir alınır. Esir alındıktan sonra Mekke’li birine satılır. Mekke’li biri, yani Hz. Hatice’nin yeğeni bunu alır ve halası Hatice’ye bunu hediye eder. Hz. Hatice Resulallah’la evlendikten sonra Zeyd’i Resulallah’a hediye eder. Resulallah’ta bu çok akıllı, çok dürüst, gerçekten karakter sahibi olan, özü itibarıyla hür ve iyi bir ailenin çocuğu olduğu halde sonradan gasp edilip köleleştirilmiş bu insanı hemen özgürlüğüne kavuşturur ve onu azat eder.

Derken Zeyd’in ailesi kaybettikleri çocuklarını araya araya araya bulurlar, onun Mekke’de olduğunu haber alırlar ve gelirler. Bir rivayete göre babasıyla amcası, bir rivayete göre çocukken kaybettiği babası değil onun yerine olan amcası. Babasıyla amcası olduğu rivayetini kabul ederek konuşalım. Resulallah’tan Zeyd’i isterler. Resulallah der ki;

- Kendisine bırakıyorum. Nasıl isterse öyle yapsın.”

Zeyd Allah resulünü tercih eder. babası ve amcasının gönlünü alır ve Resulallah’la birlikte kalmak istediğini, onu çok sevdiğini, ondan ayrılamayacağını söyler. Resulallah’ta Zeyd’i buna bir ödül olarak elinden tutar o günün adetleri gereği Kabe’nin yanına götürür ve artık kendi evladı edindiğini, bundan böyle ona Zeyd bin Muhammed denilmesi gerektiğini söyler ve artık o Resulallah’ın evladıdır.

İşte bunun üzerine ailesi çeker giderler ve tabii Zeyd Resulallah tarafından çok sevilmekte ve Resulallah Zeyd vasıtasıyla bir çok cahiliye geleneğinin ortadan kalkmasına çalışmaktadır. Bu çok kötü geleneklerden biri de anadan doğma hür bir kimsenin sonradan kölelikten azat edilmiş biri ile evlenmemesidir. Evlenememektedirler.

Oysaki Zeyd her iki açıdan da mağdurdur. Yani o aslında azat edilmiş bir köle değil, özü itibarıyla hür biridir. Ama köle bile olsa bu gayri insani bir tavırdır ve Zeyd’i halasının kızı Zeynep Binti Cahş ile evlendirmek ister. Zeynep bu evliliğe razı olmaz. Fakat Resulallah’a da daha fazla direnemez. Israrlar sonucu bu evliliğe evet der.

Aslında bu evlilikten ne Zeynep’in ne de Hz. Zeyd’in herhangi bir kazancı yoktur. Çünkü Hz. Zeyd zaten Ümmü Eymen ile evlidir ve bir yavrusu vardır, Üsame. Yani Zeyd’in zaten mutlu bir yuvası vardır. Ama Allah Resulü çirkin bir geleneği, gayri insani bir geleneği, insan onurunu ayaklar altına alan bir geleneği yok etmek istemektedir ve bu evlilik tabii ki çok zor bir evlilik olur. Birkaç kez boşanmanın eşiğine gelir çiftler fakat her seferinde Allah Resulü Zeyd’e eşini tutmasını söyler. Oysaki Hz. Zeynep’in gönlünde gerçekten de Resulallah’la evlenmek vardır. Çünkü o kendisini Resulallah’a yakıştırmaktadır. O kendisini azatlı bir köleye değil, toplumun reisine yakıştırmaktadır.

Dolayısıyla evlilik yürümez ve boşanma vuku bulur. Boşanmadan sonra iddetin bitiminde Hz. Zeynep gerçekten de Resulallah’ın ısrarıyla Zeyd le evlendiği için mağdur bir konumda bulunmaktadır. Gönlü kırık bir konumda bulunmaktadır. Resulallah onun mağduriyetini gidermek ve kırık gönlünü almak için onu kendisine eş olarak seçer ve bu eş olarak seçme de aynı zamanda cahiliye geleneğinin bir parçasını ayaklar altına alma uygulamasının bir devamıdır. Kısaca olayı özetledikten sonra ayetlere dönüp devamını oradan sürdürelim.

ve tuhfi fiy nefsike mAllâhu mübdiyhi ve tahşen Nas ama Allah’ın açıklayacağı şeyi sen içinde saklıyordun. Zira ve tahşen Nas insanlardan çekiniyordun. vAllâhu ehakku en tahşaH oysa ki kendisinden çekinilmesi gereken, çekinmeye daha layık olan Allah’tır.

38. ayetteki ilahi yasayı, -ki gelecek- Nebi elbette biliyordu. Fakat yanlış anlaşılmaktan çekiniyordu. Yani her peygamberin görevi toplumun yatağında çöp gibi akan bir nesne olmak değil, toplumu elleriyle yoğuran bir özne olmaktır. Yani fiili durumları hukuki durun gibi kabul etmek değil, toplumu gerçek bir hukuki norma kavuşturmaktır. Elbette Resulallah’ın görevi de buydu. Ama bu görevi yapmak o kadar kolay değildi. Resulallah işte uğrayacağı töhmetten çekiniyordu. Toplumun dedikodusundan çekiniyordu. Burada da ona bir ima var.

felemma kadâ Zeydün minha vetaren En sonunda Zeyd o kadınla ilişkisini tamamen kesip boşadı. zevvecnakeha likey lâ yekûne alel mu’miniyne harecün fiy ezvaci ed’ıyaihim izâ kadav minhünne vetarân ve biz onu seninle evlendirdik ki evlatlıkları eşleriyle ilişkilerini kesip boşandıklarında, kişilerin onlarla evlenmelerinin önünde hiçbir engel kalmasın.

Evet sebep açık, ayet illeti de açıkça ifade etti. Neden bu evlilik ilahi olarak emredildi vahiy tarafından? Çünkü Allah cahiliyenin bir ayetini daha geçersiz kılmak istiyordu. Surenin başında da eşyanın hakikatinin sabit olduğu üzerinde durmuştuk. Geçen dersimizde ilgili ayetleri okurken eşyanın hakikatinin sabit olduğunu, fakat eşlerine senin sırtın anamın sırtı gibidir diyerek zulmeden ve onları diri diri toprağa gömen bir mantığın, ya da kendi, çocukları olmayan kimselere benim oğlum deyince kendi öz çocukları gibi olduğunu düşünen bir gelenekle karşı karşıyayız. Yani fiili durumları hukuki durum gibi algılayan, fiili durumdan hukuk normu çıkaran bir gelenek. Bu geleneğin yıkılması gerekiyordu ve bu geleneğin yıkılması içinde Resulallah ne risk alması gerekiyorsa alacaktı. İşte Zeynep’le evliliği aslında Resulallah’ın aflığı bu riskti.

ve kâne emrullahi mef’ula sonuçta Allah’ın emri yerine gelmiş oldu. hepsi bu.

 

 38-) Ma kâne alenNebiyi min harecin fiyma feradAllâhu leh* sünnetAllâhi fiylleziyne halev min kabl* ve kâne emrullahi kaderen makdura;

Allâh’ın kendisine zorunlu kıldıklarında O Nebi’ye sorumluluk yoktur! Bu, önceden geçmişler içinde de Sünnetullâh’tır… Allâh’ın hükmü, planlanmış (yerine gelmesi kesin) bir kaderdir! (A.Hulusi)

38 – Peygambere Allahın takdir ettiği, mubah kıldığı şeyde bir darlık yoktur, bundan evvel geçen bütün Peygamberler hakkında Allahın sünneti böyle ve Allahın emri biçilmiş bir kader bulunuyor. (Elmalı)

 

Ma kâne alenNebiyi min harecin fiyma feradAllâhu leh Allah’ın kendisini mecbur tuttuğu bir husustan dolayı peygambere hiçbir suç isnat edilemez. Yani aynı zamanda bu emirden dolayı birileri Resulallah’ı suçlayacaksa onu da savunan yine vahiy oluyor. Allah’ın emrini tuttuğu için kim suçlayabilir ki peygamberi.

sünnetAllâhi fiylleziyne halev min kabl Allah’ın bu yasası daha önce gelip geçmiş olan peygamberler içinde geçerliydi.  ve kâne emrullahi kaderen makdura sonuçta Allah’ın emri ölçülüp biçildiği gibi gerçekleşmiş oldu başka bir şey değil.

Resulallah’ı suçlayan bu rolü ona emreden Allah’ı suçlamış olur başka bir şey değil. Her peygamberin kaderi aynıdır; Allah’ın rızasına kayıtsız şartsız ram olmak. Her peygamberin kaderi budur.

[Ek bilgi; SÜNNETULLAH (Allah sisteminin değişmez yasaları)

Yaşadığımız Dünya'da otomatik olarak tâbi olduğumuz yasalar ile, tüm evrensel yasalar Kur'ân-ı Kerîm'de "Sünnetullah" olarak isimlendirilmiştir...

Stringlerin hareketinden; holografik gerçeklikten; evrenler arası ilişkilerden; evrenin enerji bütünselliğinden; kozmolojik ilişkilerden; insanın kendi yapısı ve özündeki Arş'ından Kürsî'sine, semâvatına ve yedi kat arzına kadar tüm ilişkiler yumağı, hep "Sünnetullâh" kapsamında gerçekleşir!

"Sünnetullah" öncelikle şöyle bildirilmektedir:

"...Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın." (İsra'/ 77)

"...Sünnetullâh'ta asla değişme bulamazsın!" (Feth/23)

"...Sünnetullah için bir alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh'ta bir değişme asla bulamazsın!" (Fâtır/43)

Şimdi bir evrensel gerçeği vurgulayalım; bazılarının hafsalaları çok zorlansa veya alamasa da... Zira gerçek gerçektir!

Nokta'dan ilk açılımın olduğu andan, genişleyen evren gerçekliğine dayalı bir şekilde sonsuza dek tüm olan ve olacaklar, Yaratıcı Kudret indînde bellidir ve asla değişmez!

Bu vurguladığım olay yanında, insanlık tarihinin yeri ise düşünebilenlerce takdir edilir ki, bir hiç mesabesindedir!

Evrende muhakkak ki insan aklının alamayacağı kadar canlı, şuurlu değişik türler mevcuttur; ve bunların tamamı dahi bu "Sünnetullah" kapsamında değerlendirilir!

Bir ALLÂH Resûlü uyarısını hatırlayarak konumuza girelim:

"Siz eğer benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız!.. Rahat yataklarınızda yatamayıp "Allâh, Allâh" diye bağırarak dağlara kaçardınız!"

Acaba Allâh Resûlü ne anlatmak istiyordu burada dersiniz?

"Sünnetullah”a eğer "OKU"ya bilirsek...

Evren Anayasası'nın şu ilk maddelerini fark etmeye başlarız:

(1) - Tüm yaratılmışlar, bilinçli veya bilinçsiz şekilde mutlak kulluklarını yerine getirmektedir; yaratılış amaçlarına hizmet eder şekilde yaşayarak!

"Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O'nu tespih eder (Esmâ'sının özelliklerini açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O'nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz!" (İsra/44)

"Semâlar ve arzda bulunan (tüm) canlılar ve melâike (ruhanî ve cismanî âlemlere ait varlıklar ve kuvveler), hiç kibirlenmeksizin (benliğe kapılmaksızın) Allâh'a secde ederler (Allâh'a mutlak teslimiyet hâlindedirler)." (Nahl/49)

(2) - İblis denilen varlığın isyanı dahi mutlak kulluğunun eseridir! Ne var ki mutlak kulluk ifası, tard edilme veya lânete (uzak düşmeye) engel olmaz!

"(İblis) dedi ki: 'Rabbim! Bende açığa çıkan Esmâ'n sonucu azdırman yüzünden, yemin ederim ki, arzda (bedenli yaşamlarında) onlara (suçları; Sünnetullah’a göre perdelilik oluşturan fiilleri) süsleyeceğim ve onları toptan azdıracağım.'" (Hicr/39)

(3) - Sünnetullâh'ta, ismi ALLÂH olanın "Kudret" sıfatı hâkimdir. İsmi "ALLÂH" olanın "Kaadir" sıfatı gereği, Sünnetullah denen evrensel sistem ve düzen, her dem güçlünün güçsüzü yok etmesi şeklinde işler! İsmi "ALLÂH" olan, var ettiği sistemde "Kudret" sıfatını ortaya koyar. "Acz" ise sistemde yok olmak içindir! Dolayısıyla, sistemde duygulara ve beşerî değer yargılarına dayalı değerlendirmelerin hükmü yoktur! Acımak veya acınmak sistemin işleyişini etkilemez. Korunmak isteyenler için, içinde bulunulan ortamın gerektirdiği tedbiri almak zorunludur. Duygularına ve beşerî bakış açısına göre yaşayan, bu kararlarının sonuçlarını da yaşar!

"Ey iman edenler! Nefslerinizi (benliğinizi) ve ehlinizi (bedeninizin gelecekteki karşılığını), yakıtı insanlar ve taşlar (tapındıkları heykeller, putlar türü cansızlar) olan Nâr'dan koruyun! Onda hükmedildiği üzere emredildiklerini yapan; kendilerine emrettiği konuda Allâh'a âsi olmayan, çok güçlü, çok şiddetli acımasız, melekler (kuvveler) vardır!" (Tahriym/6)

(4) - Her birim, her bir anda, kendisinden daha önceki süreçte açığa çıkmış olanın sonuçlarını ve gereğini yaşamaktadır; farkında olsa da, olmasa da! Bu, yaptıklarının cezasını (yani karşılığını) almasıdır. "Bugün", "dünün" sonucudur; "yarın" ise "bugün"ün sonuçları yaşanacaktır! "Bugün", yaşadığın andır! "Yarın" ise yaşadığın anın sonrası! Zerre kadar hayır yapan anında karşılığını alır; zerre kadar zararlı fiil ortaya koyan bunun da anında karşılığını alır.

Ancak, alınan bu karşılık, beyindeki alındığı devre itibarıyla, kısa veya uzun zamanda belirgin olabilir! Çünkü ortaya konulan fiilin beyindeki hangi devrelerin faaliyeti sonucu oluştuğu, fiilin feedback şeklinde beyinde nasıl bir geri etkileşim oluşturduğu, ve dahi bu geri etkinin beyinde ne zaman hangi şartlar sonucunda devreye gireceği bizim tarafımızdan bilinemez.

"Kitap (kişinin tüm yaşam bilgisi) ortaya konmuştur! Suçlu durumundakilerin hepsinin, o bilgilerden korkup ürpererek 'Yandık şimdi! Bu nasıl 'Kitap'mış (kaydedilmiş bilgi) ki, küçük-büyük demeden tüm düşünce ve yaptıklarımızı kaydetmiş!' dediklerini görürsün... Ne yapmışlarsa onu hazır bulmuşlardır! Rabbin kimseye zulmetmez." (Kehf/49)

"Kaydedilmiş sayfaları açıldığında..."(Tekviyr/10)

"Kim bir zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa, onu görür. Kim de bir zerre ağırlığınca bir şerr yaparsa, onu görür." (Zilzâl/7-8)

(5) - Her birim için sonsuza kadar sadece yapabildikleri ve yapabildiklerinin sonuçları söz konusudur. Yapmamış olduğunu veya karşılığından mahrum kalmayı getiren bir yanlışı telâfi edebilecek hiçbir mazeretin geçerliliği yoktur.

"İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!" (Necm/39)

(6) - Sistemde geçmişin telâfisi yoktur! Sistemde oluşlar sürekli bir ileriye gidişi oluşturduğundan ve yaşanılan hiçbir an'ın tekrarı söz konusu olmadığından geriye, DÜNE dönmek de imkânsızdır. Dolayısıyla geçmişin telâfisi yoktur! Yalnızca, yaşanılan an'ın değerlendirilmesi söz konusudur! Geçmiş geçmiştir! Geçmişin (ve dahi namazın) kazası da olmaz!

"Eğer o ikisinde (semâlar ve arz) Allâh'tan başka tanrılar olsaydı, elbette o ikisi de düzenini yitirirdi! Arş'ın Rabbi Allâh, onların vasıflamalarından münezzehtir. Yaptığından soru sorulmaz! Onlar sorgulanır (yaptıklarının sonucu yaşatılır)!" (Enbiyâ/22-23)

(7) - Burada basîreti açılmayan, ölüm denen dönüşümden sonra ebediyen kör kalır!

"Kim bu dünyada âmâ (hakikati göremeyen) ise o, gelecek sonsuz yaşamda da âmâdır (kördür)!" (İsra/72)

(8) - İsmi "ALLÂH" olan, bu konuda yeterli bilgiye ve tefekküre sahip olmayanların sandığı gibi, uzayda bir gezegende yaşayan bir tanrı olmadığı için bir gün tanrının karşısına geçip neden türünden soru sormak da kesinlikle mümkün değildir!

(9) - İnsan, sonsuz yaşama dönük ne elde etmek istiyorsa, Dünya'da iken bunun gereklerini yapma ve ruhuna bunu yükleme şansına sahiptir. "Ölüm" denen "boyut değiştirme" sonrası, ibadet denen beyin geliştirme çalışmaları söz konusu değildir. Ölümle buna dayalı tekâmül yolu da kapanır! Dolayısıyla yaşam, ibadet denen beyindeki Allâh isimlerine dayalı özellikleri açığa çıkarmak için tek ve eşi bir daha gelmeyecek yegâne şanstır.

Bahanesi veya mazereti ne olursa olsun bunu değerlendirmeyen sonuçlarını ebeden değiştiremez!

"Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: 'Rabbim beni (dünya yaşamına) geri döndür.

Tâ ki (önemsemeyip) uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile çıkarmadıklarımda) sonsuz geleceğime yararlı çalışmalar yapayım!'... Hayır (geri dönüş asla mümkün değil)! Öyle bir şey söyler ki geçerliliği yoktur (sistemde yeri yoktur)! Arkalarında yeniden bâ's olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal farklılık) vardır (geri dönemezler; reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı} mümkün değildir)!

Sur'a üflendiğinde (yeni bir bâ's için süreç başladığında), o gün aralarında nispetler (beşerî mensubiyetler, akrabalıklar, etiketler; dünyada birbirlerini tanımalarını sağlayan görünümleri) olmayacak! Sualleşmezler de (dünyadaki nispetlere/iletişime göre birbirlerini sormazlar da)." (Mu'minûn/99-101)

(10) - Her birim, incir içindeki çekirdek ya da spermdeki insan gizliliği gibi, kendisinden sonrakini içinde barındırır içinde bulunduğu boyuta göre. Velev ki, açığa çıkmasa...

(11) - İnsanın farkı, kendi semâvatında yükselerek veya özündeki hakikat noktasına urûc ederek beşerî değer yargıları ve duygulardan arınmış bir hâlde, "halife" olmayı başarabilme olanağına sahip olmasıdır!

'HÛ' ki sizi arzda halifeler olarak meydana getiren (hilâfet özelliği; meydana getirilmiştir, yaratılmamıştır. Bu ince ve derin düşünülmesi gereken bir konudur. A.H.)... Kim nankörlük eder (birimsel, bedensel zevkler ve kabuller uğruna halifeliğini örter) ise, onun (hakikatini) inkârı kendi aleyhinedir! Hakikat bilgisini inkâr edenlere bu inkârları Rableri indînde şiddetli gazap yaşatmaktan başka bir şey artırmaz! Hakikat bilgisini inkâr edenlere inkârları hüsrandan başka bir şey eklemez!" (35.Fâtır: 39)

(12) - Hedefine ulaşarak yeni bir boyuta sıçrama yapan bir tek spermin yanı sıra, milyonlarcası hedefe ulaşamamanın sonucunu yaşamaktadır ve onlara hiç acıyan da yoktur!

Bu arada bir de ekleme yapalım konumuza, "Sünnetullah" ile "sünnet-i Resulallah”ı ayrı şeyler diye öğrenmiş olanlar için.

Bazıları Allâh Resûlü’nü, yetişme şartlanmaları ile "baba" gibi kabul ediyorlar. Hâlâ hiçbir şey anlamış değiller!

"RESÛL”LER birimizin, babası amcası falan değillerdir; ALLÂH Resûlleri’dir... Tâ o devirlerden beri bu mahalle yaklaşımı ne yazık ki hâlâ devam etmektedir. Bunun ne demek olduğunu düşünemeyenlere zaten bir şey anlatmak mümkün değildir! İşte âyet:

"Muhammed, sizin ricalinizden birinin babası değildir!.. Fakat Allâh Rasûlüdür; Nebilerin Hâtemidir (zirvesi - sonuncusudur)..." (Ahzâb/40)

Umarım artık O'nu baba gibi kabul etmeyi bırakıp, gerçek hüviyetiyle değerlendirirsiniz!

Tasavvurundaki tanrısına, "ALLÂH" adını etiketleyip göğe oturtan, sonra da yerde peygamberi olduğunu sananlar için, elbette ki "Sünnetullah" diye bahsedilen ile "sünnet-i peygamber" ayrı ayrı şeylerdir! Biz, tasavvufun "vuf"una eremeyip "tasa"sında kaldığı için vahdet hikâyeleriyle uğraşan nice kişide dahi bu ayırıma rastladık... Bırakın, her şeye sırf zâhir gözüyle bakanları bir yana...

"(O), hevâsından (hayalî şeyleri) konuşmaz!" (Necm/3)

Âyeti başlı başına yeterlidir düşünebilen beyinler için "Allâh Rasûlü ve Nebisinin sünneti"nin "Sünnetullah" üzere olduğunun. Ayrıca bu konudaki değişik hadislerle konuyu detaylandırmaya gerek duymuyorum. İsteyen araştırsın bu konudaki hadisleri.

Kim olursa olsun, her birim "zerre"dir, "küll"e ayna olan; ve kendisindeki hakikatin özellikleriyle (Esmâ'sıyla) O'nun muradını zâhire çıkartır!

"TEK"ten "çok"a bakma yetisi kendisinde açığa çıkmayanların bu sırrı anlamaları mümkün değildir; velev ki taklit yollu kabul edebile...

"Kelime-i şehâdet"in anlamını idrak ederek söyleyebilen cennete girecek olandır!

Ne var ki Hz. Muhammed Mustafa (Aleyhisselâm)'ın "tanrı peygamberi" değil, "ALLÂH kulu ve RASÛLÜ" olduğunun idrakinde olarak buna "ŞEHÂDET" edebilecek "İNSAN" sayısı da galiba o kadar fazla değildir yedi milyarlık Dünya'da!

 AHMED HULÛSİ  ]

 

39-) Elleziyne yübelliğune risalâtillahi ve yahşevneHU ve lâ yahşevne ehaden illAllâh* ve kefa Billâhi Hasiyba;

Onlar (O Rasûller) ki, Allâh’ın risâletlerini (Hakikat bilgisini) tebliğ ederler, O’ndan haşyet ederler ve Allâh’tan başka hiç kimseden haşyet etmezler… Hasiyb olarak Allâh kâfidir! (A.Hulusi)

39 – Onlar ki Allahın risaletlerini tebliğ ederler ve ondan korkarlar, Allah dan başka kimseden korkmazlardı, hesaba alacak da Allah yeter. (Elmalı)

 

Elleziyne yübelliğune risalâtillahi ve yahşevneHU ve lâ yahşevne ehaden illAllâh o peygamberler ki Allah’ın mesajını tebliğ ederler, O’ndan korkanlar ve Allah’tan başkasından da asla korkmayanlardır. O’ndan korkar ve Allah’tan başkasından korkmazlar. Korku konusunda Kur’an nefiy ve ispat yöntemini kullanır. Yani sadece Allah’tan korkmak yetmez. Allah’tan başkasından da korkmayanlar diyor, risaleti tebliğ ederler. Fakat sevgiye gelince böyle değil. Sevgide iş değişiyor. Allah’tan başkasını sevmeyenler değil, en çok Allah’ı sevenler. Küfürde direnenler;

..yuhıbbûnehüm kehubbillah.. (Bakara/165) Allah’tan başkalarını Allah gibi severler. Ama velleziyne âmenû eşeddü hubben Lillah. (Bakara/165) İman edenlerse en çok Allah’ı severler. Sevmekle korku arasında ki fark bu işte.

Neden korkuda sadece Allah’a hasretme var? Çünkü korktuğunuzun tutsağı olursunuz. Allah için seversiniz. Allah için sevmek, Allah’ı sevmenin bir parçasıdır. Yaratılanı sevmek yaratandan ötürü. Fakat Allah için korkulmaz. Bir başkasından. Çünkü korkuyla sınanmak insanın iç donanımını yok eder. İç potansiyelini eritir. Bu manada;

Ve leneblüvenneküm Bişey’in minelhavfi velcû’ı ve naks..(Bakara/155) sizi korku ile açlıkla ve eksiltmekle sınayacağız derken o korku sınamasının diğer sınavların da zemini olduğunu unutmamak lazım. Açlıkla sınanmak, açlığın korkusuyla sınanmaktan daha küçük bir şey. Açlığın korkusu açlıktan büyüktür çünkü. Açı doyurursunuz ama açlık korkusu çekeni doyurmanız mümkün değil. O nedenle korku özel bir şey.

Allah’tan korkmamız mı, bundan kimse gocunmasın korkuyu istismar etmeyecek tek varlık vardır, o da Allah. Allah dışındaki kimden korkarsanız korkun, korkunuzu istismar eder. size karşı sizi köleleştirmek için kullanır.

ve kefa Billâhi Hasiyba zira Allah hesap görücü olarak yeter.

 

40-) Ma kâne Muhammedün eba ehadin min ricaliküm ve lâkin Rasûlellahi ve Hatemen Nebiyyiyn* ve kânAllâhu Bi külli şey’in ‘Aliyma;

Muhammed, sizin ricalinizden birinin babası değildir!.. Fakat Allâh Rasûlüdür; Nebilerin Hâtemidir (zirvesi – sonuncusudur)… Allâh, her şeyi (B sırrınca) Aliym’dir. (A.Hulusi)

40 – Muhammed sizin ricalınızdan hiç birinin babası değil, ve lâkin Allahın Resulü ve Peygamberin hatemidir, Allah, her şeye alîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Ma kâne Muhammedün eba ehadin min ricaliküm ey mü’minler Muhammed sizin erkeklerinizden herhangi birinin babası değildir. ve lâkin Rasûlellahi ve Hatemen Nebiyyiyn veya ve lâkin Rasûlellahi ve Hatimen Nebiyyin ikisi de mümkün ve Hatimen Nebiyyin okursak mana şöyle olur. Fakat o Allah’ın Resulü ve peygamberlerin sonuncusudur. Ve Hatemen Nebiyyin okursak o Allah’ın Resulü ve peygamberlerin mührüdür.

Aslında sonuç itibarıyla değişen bir şey yok. Çünkü mühür bir evrakın sonuna imza olarak vurulur. Ya da bir hanenin kapısına vurulur. Mühür vurulduktan sonra o evraka bir şey ekleyemezsiniz. Bir kapıya mühür vurulduktan sonra o kapıdan geçiş yasak olur. Dolayısıyla peygamberlerin sonuncusudur demekle, peygamberlerin mührüdür arasında netice itibarıyla bir fark bulunmamaktadır.

Ve o peygamberlerin mührüdür, sonuncusudur. Yani nübüvvet onunla bitmiştir. Artık onun risaletini insanlığa ulaştırmak kalmıştır geriye. Bundan sonra eğer vahye elçi olmak isteyen biri varsa ona düşen tek şey vardır, o da onun risaletini insanlığa taşımak, o kadar. Bunun dışında her tür iddia şarlatanlık olarak kalmaya mahkumdur. Çünkü Allah olgunlaşan insan aklının tamamına Resulallah’ın şahsında son kez hitap etmiş, bu hitabın son kez oluşu da insanlığın geldiği noktayla tespit edilmiş ve belgelenmiştir. Ona gelen vahiy evrenseldir. Onun nübüvveti evrenseldir. Ondan sonra insanlığın aldığı şekil ve yeryüzünde ki geldiği nokta bu evrenselliği de aslında fiilen doğrulamıştır. Artık yer yüzü adeta bir köydür.

İşte insan oğlunun kolektif aklının en son sınıfa geçtiğinde Kur’an vahyi bu akla son olarak hitap etmiştir ve o vahiy, vahiylerin tümünün zirvesi olmuştur.

ve kânAllâhu Bi külli şey’in ‘Aliyma ve zaten Allah her şeyi en ince ayrıntısına kadar bilmektedir.

 

41-) Ya eyyühelleziyne amenüzkürullahe zikran kesiyra;

Ey iman edenler! Allâh’ı çok zikredin! (A.Hulusi)

41 – Ey o bütün iman edenler! Allah ı çok anış anın. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenüzkürullahe zikran kesiyra ey iman edenler Allah’ı sürekli hatırda tutun.

 

42-) Ve sebbihuHU bükraten ve asıyla;

Sabah – akşam (devamlı) O’nu tespih edin! (A.Hulusi)

42 – Ve ona sabah, akşam tesbîh edin. (Elmalı)

 

Ve sebbihuHU bükraten ve asıyla O’nun aşkın ve yüce olan zatını sabah akşam anın.

Yukarıda zikirden söz ediliyor, 41. ayet. Çokça zikredin, sürekli. Bu zikir Allah’ı sürekli hatırlamak, hatırda tutmak. Bunun güncel dile taşınması Allah gündeminizde olsun. Gündeminizden Allah’ı düşürmeyin demektir bu.

Zikir insanın iç dünyasında yer bulmasıdır bir şeyin. Bir şeyi zikretmek, iç dünyasında ona yer vermektir. Yani Allah’ı gündeminize alın, gündeminizden çıkarmayın, gündeminizden hiç düşmesin Allah. Ama bir sonraki ayet ilginçtir burada tespihten bahsediliyor. Yani insanın iç dünyasında yer bulmuş olan şeyin dile dökülmesi, dile taşınması olayıdır tespihte. Orada da ondan söz ediliyor.

Sabah akşam ifadesi genellikle kinaye olarak kullanılır ve sürekli, yani gün boyu anlamını içerir.

[Ek bilgi; ZİKİR OLAYININ SIRRI;

ZİKİR olayının önemini kavrayabilmek için, önce beynin çalışma sistemini kavramak, sonra da zikir hâlinde beyinde nasıl bir işlem oluştuğunu idrak etmek zorunda kalırız.

Milyarlarca hücreden oluşan beyin, esas itibarıyla biyoelektrik enerji üretip, bunu ışınsal enerjiye çeviren ve kendisinde oluşan mânâları, bir yandan RUH dediğimiz yapıya yükleyen ve diğer yandan da dışarıya yayan bir organik cihazdır.

Genelde, doğuştan alınan ilk tesirlerle yüzde beş, yüzde on kapasiteyle çalışan beyin, aldığı çeşitli etkilerin de aracılığıyla, sıradan bir yaşam türü geçirir, bildiğimiz herkes gibi.

Oysa beyindeki bu kapasitenin arttırılması mümkündür!

Zikrin önemi, bizim bu konuda yaptığımız açıklamalardan on sene sonra bilim dünyasında ilk defa olarak tespit edilmiştir. Aşağıda okuyacağınız metinler bu söylediklerimizin ispatıdır.

NOKTA 6 Mart 1994 tarih 11. Sayısında; "Batı, zikri geç keşfetti!" başlığı altında;

John Horgan'ın Bilim dergisinin (Scientific American) Ocak 1994 sayısında yayımlanan "Dağınık İşlevler" makalesinde savunduğu görüşlerin, ilk kez 1986 yılında Ahmed Hulûsi tarafından yazıldığını biliyor muydunuz?

Bilimsel konularda aşağılık kompleksimizi yenmek zaman alacak. İçimizden birinin yıllar önce savunduğu görüşleri dikkate almaktansa, o görüşlerin benzerlerinin dışarıda da kabul edilmeye başlanmasını bekleriz. Bazen de, aşağıda anlatacağımız, Ahmed Hulûsi örneğinde olduğu gibi şaşırtıcı tesadüfle karşılaşabiliriz.

Bilim Dergisi'nde yayımlanan "Dağınık İşlevler" adlı yazıda John Horgan, "Beyinde entegrasyonu sağlayan beyin üstü bir yapı var mı?" sorusuna yanıt arıyor ve 1993 yılında yapılan deneylerden yola çıkarak çeşitli tezler öne sürüyor. Ahmed Hulûsi ise, 1986 yılında yayımladığı "Din ve Bilim Işığında İnsan ve Sırları", "Dua ve Zikir" adlı kitaplarında bu soruların yanıtını çok daha önceden veriyor.

Sözü edilen makalede, John Horgan şu deneye yer veriyor: Deneyde gönüllülere isimler içeren bir liste veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okumaları ve her isimle ilişkili bir yüklem söylemeleri isteniyor. Örneğin, "köpek" sözcüğü okununca "havlamak" gibi bir yüklem söylenmesi gerekiyor.

Bu deneyde, beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözleniyor. Fakat aynı isimleri içeren listenin sürekli olarak tekrarlanması, nöron aktivitesinin değişik bölgelere kaymasına yol açıyor. Gönüllülere yeni bir isim listesi verildiğinde ise nöron aktivitesinin arttığı ve ilk bölgelere döndüğü görülüyor.

"Allâh” ismini dilinizle söylediğinizi kabul edelim... 'Allâh' kelimesinin beyinde hatırlanması demek, bu kelimenin mânâsını oluşturan hücre grupları arasında bir biyoelektriğin akışı demektir...

Esasen beyindeki tüm fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki biyoelektrik faaliyetten başka bir şey değildir!.. Her mânâya göre beyindeki değişik hücre grupları arasında bir biyoelektrik akışı söz konusudur... Bu akış neticesinde devreye giren hücre grubuna göre ortaya sayısız mânâlar çıkmaktadır..."

Belleğin işlevi, John Horgan, "Dağınık İşlevler" makalesinde aynı konuyu şöyle açıklıyor: "Bu deney beynin bir bölgesinin sözcük türetmeyi gerektiren kısa süreli bellek görevi gördüğünü, ama iş otomatikleştikten sonra beynin başka bir bölümünün bu görevi devraldığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, bellek yalnızca içeriğine göre değil, aynı zamanda işlevine göre de bölümlere ayrılıyor."

"Zikir yaptığınız zaman yani Allâh'a ait olarak bilinen bir mânâyı tekrar ettiğiniz zaman beyinde ilgili hücre grubunda bir biyoelektrik akım meydana geliyor ve bu, bir tür enerji şeklinde, manyetik bedene yükleniyor! Aynı zamanda siz bu mânâyı tekrara devam ederseniz yani bu kelimeyi tekrara devam ederseniz, bu defa tekrarlanan kelimenin tekrarından oluşan biyoelektrik, daha da güçlenerek yeni hücre birimlerini devreye sokuyor ve bir kapasite genişlemesi söz konusu oluyor."…

(Ahmed Hulusi – Dua ve zikir)  ]

[Ek bilgi 2 ; http://www.youtube.com/watch?v=uLUnPcQ_6wA&feature=related ]

 

43-) “HU”velleziy yusalliy aleyküm ve melaiketüHU li yuhriceküm minez zulümati ilenNûr* ve kâne Bil mu’miniyne Rahıyma;

“HÛ” ki, sizi (oluşmuş benlik – bilinç) karanlıklarından Nûr’a (hakikat ilmi yaşamı) çıkarmak için size salât (tecelli) eder ve O’nun melekleri (Esmâ kuvveleri) de! Hakikatine iman etmişlere Rahıym’dir. (A.Hulusi)

43 – Odur ki o sizleri karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize feyz-u bereket indiriyor, ve müminlere rahîm bulunuyor. (Elmalı)

 

HU”velleziy yusalliy aleyküm ve melaiketüHU li yuhriceküm minez zulümati ilenNûr O sizi melekleri eşliğinde üzerinize indirdiği vahiyle destekleyip dimdik ayakta tutar. Niçin li yuhriceküm minez zulümati ilenNûr bu sayede sizi zifiri karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Aydınlığa çıkarmak için yapılır bu. İşte vahyin indiriliş amacı bu cümlede gizli. Veya açık. Vahyin gayesi bu, tasavvuru, aklı, şahsiyeti hayatı inşa etmektir. Vahiy insanın yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa etmek için indirilmiştir. Vahyin maksadı hayatın inşasıdır. Yoksa sadece okunup duvarlara asılmak değildir. Karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktır.

Karanlıklarda olan nedir? Her halde lambanın altına oturunca benim vahye ihtiyacım yok diyemeyeceksiniz. Her halde bu değildir kasıt. Karanlıklarda olan cismani şeyler değil, insanın iç dünyasıdır, tasavvurudur, yüreğidir, aklıdır, muhakemesidir. İşte vahiy orayı karanlıklardan kurtarır. Sadece bir karanlıktan değil, karanlıktan kurtulmak yetmiyor zaten. Çünkü bir karanlıktan kurtulur öbürüne saplanırsınız. Karanlıkların tamamından kurtulmak gerekiyor, aydınlığa çıkmak gerekiyor. Bu aydınlıkta kökü Allah’a uzanan vahiyden başkası değildir. Onun verdiği enerjiyle iç dünyanız aydınlanacaktır. Unutmayınız ki içinden aydınlanamayan dışını aydınlatamaz.

ve kâne Bil mu’miniyne Rahıyma zira O müminler için sınırsız bir merhamet kaynağıdır.

 

44-) Tahıyyetühüm yevme yelkavneHU Selâm* ve e’adde lehüm ecran keriyma;

O’na (ölümle) kavuşacakları zaman, onlara esenlik dileği “Selâm”dır… Onlar için kerîm (cömert – zengin şerefli) bir karşılık hazırlamıştır. (A.Hulusi)

44 – Ona kavuşacakları gün tahiyyeleri selâmdır ve onlar için kerîm bir ecir hazırlamıştır. (Elmalı)

 

Tahıyyetühüm yevme yelkavneHU Selâm Onun huzuruna çıkacakları o gün “selâm” diye karşılanırlar. Yani mü’minler, yani cennette selâm diye karşılanırlar. Artık aydınlanmış olanlar, içi dışı aydınlık olanlar, hayatını ışık kılanlar, başkası için karanlık değil aydınlık olanlar. Yolları ve gözleri aydın olmuştur onların gözleri ve gönülleri aydın olmuştur. Gözlerini aydınlatacak en büyük müjdeyi görünce selâm diye buyur edilirler.

ve e’adde lehüm ecran keriyma O kendilerine tarifsiz güzellikte bir rızk hazırlamıştır.

Kimsenin Ahirette hangi göz kamaştırıcı sürprizlerle karşılaşacağına akıl sır ermez. Biraz öncede hatırlamaya çalışmıştım ayeti. Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (secde/17) çok ilginç. Hiç kimsenin aklı ermez hangi göz alıcı sürprizlerle karşılaşacağına diyor. Gerçekten akıl sır ermez bir göz alıcı güzellik merkezidir cennet.

 

45-) Ya eyyühenNebiyyü inna erselnake şahiden ve mübeşşiren ve neziyra;

Ey Nebi… Muhakkak ki biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak irsâl ettik; (A.Hulusi)

45 – Ey o Peygamber! Biz seni hakka bir şahit hem bir müjdeci hem bir gocundurucu gönderdik. (Elmalı)

 

Ya eyyühenNebiy sen ey peygamberler ailesinin ferdi, inna erselnake şahiden ve mübeşşiren ve neziyra şüphe yok ki biz seni bir şahit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermiş bulunuyoruz.

Şahit, hayata tanık insana tanık, imana tanık. Evet şahit ama nasıl? Doğru şahit sadık şahit, yalan söylemeyen şahit, yalancı şahitlik yapmayan şahit. Ve kaler Rasûlü ya Rabbi inne kavmittehazû hazel Kur’âne mehcura. (Furkan/30) Furkan suresinde ki bu ayeti hiç unutmayalım. Aynı zamanda ümmetinden böyle şikayet edecek olan şahit. Rabbim bu toplum bu Kur’an ı metruk, terk edilmiş bir kitap olarak bıraktı diye şikayet edecek olan bir şahit. Cenneti müjdeleyen bir müjdeci. Cehennemle uyaran bir uyarıcı. Hepsi bir arada.

 

46-) Ve da’ıyen ilAllâhi Biiznihi ve siracen müniyra;

Allâh’a (Hakikatine) O’nun izniyle çağıran ve nûr saçan bir ışık kaynağı olarak! (A.Hulusi)

46 – Hem Allaha izniyle bir davetçi ve nurlar saçan bir şavk. (Elmalı)

 

Ve da’ıyen ilAllâhi Biiznihi ve siracen müniyra yine O’nun izniyle Allah’a çağıran bir davetçi ve etrafını aydınlatan bir kandil.

Evet, ve siracen müniyra etrafını aydınlatan bir kandil, ışık saçan bir kaynak. Yarasalar kaçar bu ışıktan. Resulallah bir ışık kaynağı. Ondan kaçanlarsa ancak yarasa olabilirler. Karanlığı seven yarasalar.

 

47-) Ve beşşiril mu’miniyne Bi enne lehüm minAllâhi fadlen kebiyra;

İman edenlere, muhakkak ki onlar için Allâh’tan büyük bir lütuf – ihsan olduğunu müjdele! (A.Hulusi)

47 – Mü’minlere müjdele: onlara Allah dan bir büyük fadıl var. (Elmalı)

 

Ve beşşiril mu’miniyne Bi enne lehüm minAllâhi fadlen kebiyra imdi mü’minlere kendilerine Allah’tan büyük bir lütuf beklediğini müjdele.

 

48-) Ve lâ tutı’ıl kafiriyne vel münafikıyne ve da’ ezâhüm ve tevekkel alAllâh* ve kefa Billâhi Vekiyla;

Hakikat bilgisini inkâr edenlere de, münafıklara da uyma! Onların eziyetlerine aldırma! Allâh’a tevekkül et! Esmâ’sıyla hakikatin Allâh, Vekiyl olarak yeterlidir! (A.Hulusi)

48 – Kâfirlere ve münafıklara itaat etme, onların ezalarını bırak da Allaha mütevekkil ol, Allah, vekîl olunca hepsine yeter. (Elmalı)

 

Ve lâ tutı’ıl kafiriyne vel münafikıyne ve da’ ezâhüm asla inkarcılara ve iki yüzlülere uyma.

Hani demiştik ya iki dünyası olanın tek yüzü olur, iki yüzü olanın tek dünyası. İki dünyalı olan iki yüzlü olamaz. Çünkü ahireti iman eden maskeyle dolaşamaz. İki yüzlülere uyma ve onları incitici sözler söyleme, onların incitici sözlerine de aldırma. Aslında ve da’ ezâhüm faile de mefule de izafe edilebilir. Yani onların sözlerine aldırma, onları da incitecek söz söyleme. İki manaya birden gelebilir. İkisine birden geldiğini düşünmek daha doğru olur. Çünkü Ben-i Kureyza ile Resulallah arasında yaşanan diyalogların ayrıntılarına baktığımızda bu ikisi de doğru olarak tarihsel bir vaka olarak gözüküyor.

ve tevekkel alAllâh ve yalnız Allah’a güven. Resulallah ömründe tek bir yerde çok kızdığı için pişman olduğu bir cümle söyledi. Ben-i Kureyza’ya geldi ve dedi ki ey maymunların kardeşleri. Onlar ya Muhammed sen daha önce böyle bir şey hiç demezdin, sen cahillerden değildin, sana ne oldu deyince, bir başka kaynakta şu ilave var. Resulallah’ın omuzlarında ki rida düştü utandı, elinde ki silah düştü ve söylediğine pişman oldu. İşte bunu da beraber düşündüğümüzde bu ibareyi böyle çevirmemiz uygun.

ve tevekkel alAllâh ve yalnız Allah’a güven ve kefa Billâhi Vekiyla zira koruyucu otorite olarak Allah yeter. Yetmeseydi yer yüzünün en büyük iman hamlesini, yer yüzünün en karanlık çağında bir avuç mü’min Resulallah önderliğinde nasıl başarabilirdi. Allah yeter, biz buna şahidiz.

 

“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. AHZAB (49-73) (133)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Değerli Kur’an dostları bugünkü dersimize Ahzab suresinin 49. ayeti ile devam ediyoruz.

 

49-) Ya eyyühelleziyne amenû izâ nekahtümül mu’minati sümme tallaktümuhünne min kabli en temessuhünne fema leküm aleyhinne min ıddetin ta’tedduneha* femetti’uhünne ve serrihuhünne serahan cemiyla;

Ey iman edenler! İman etmiş kadınları nikâhlayıp sonra kendilerine dokunmadan önce onları boşarsanız, sizin için onlar aleyhine, sizin belirleyeceğiniz bir iddet (yeniden evlenmelerine mâni bir süreç) hakkınız yoktur… Derhal mut’alarını verin (mal – para verin) ve kendilerini kolaylıkla serbest bırakın. (A.Hulusi)

49 – Ey o bütün iman edenler! Müminleri nikâh ettiğiniz, sonra onlara dokunmadan talâk verdiğiniz vakit üzerlerinde sayacağınız bir İddet hakkınız yoktur, derhal müt’alarını verip onları güzel bir surette salıverin. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey imana erenler, izâ nekahtümül mu’minati sümme tallaktümuhünne min kabli en temessuhünne fema leküm aleyhinne min ıddetin ta’tedduneha mü’min kadınları nikahlarda onları gerdeğe girmeden önce boşarsanız onlar üzerine iddet hesabı yapma hakkınız yoktur.

Demek ki iddet erkeğin kadın üzerinde ki  hakkıdır. Çünkü neslin belirlenmesi için konulmuş bir kuraldır. Eğer gerdeğe girmeden ayrılınmışsa, boşanmışsa, yani nikah akdi fesh olunmuşsa, boşanma gerçekleşmişse bu durumda nesebin ortaya çıkması ve iyice belirginleşmesi için konulmuş olan iddet bekleme şartı, yani bir hanımın gebeliği olup olmadığını anlamak için 4 ay bekleme şartı ortadan kalkar. Yani boşanan hanım bu durumda eğer bir başka aday varsa nikah akdi yapabilir, evlenebilir.

femetti’uhünne ve serrihuhünne serahan cemiyla bu durumda derhal onlara dünyalıklarını verin. femetti’uhünne geçimliklerini verin. Yani onları güvencesiz ve korumasız kapı önüne bırakamazsınız, bunu yapamazsınız. Dolayısıyla onları asgari bir müddet geçinebilecekleri miktarı verin en azından tabii ki ve kendilerini güzellikle salıverin. Yani boşamanın da bir adabı, bir edebi, bir güzelliği var. Yani çirkin boşanmayın. Boşanmayı karşılıklı çirkinlik yarışına dönüştürmeyin. Elbette hayatın doğası gereği evlenmek ne kadar tabii ise, bazı zorunluluklar, zaruretler boşanmayı gerektirebilir. Böylesi durumlarda güzellikle boşanın, incitmeyin. Birbirinizin haklarına girmeyin. Özellikle erkeğin kadına yönelik onun onuruna, onun şerefine, onun iffetine, onun izzetine, onun ismetine, onun toplum içinde ki konumuna yönelik her türlü olumsuz davranışı burada nehy ediliyor.

Boşama eğer Hukuk kurumları, yargı aracılığı ile yapılmıyorsa nasıl yapılacağı Bakara suresinde ki tâlâk ayetinde zaten ifade edilmişti ki Kur’an ın öngördüğü boşama şekli budur. Meşru boşama da budur. Bu ayeti Bakara suresinin 236. ayetiyle birlikte düşünmek lazım.

Gerdeğe girmeden önce nikah akdi bozulmuşsa ona maddi bir güvence verilerek, maddi bir rahatlık sağlanarak boşama gerçekleşir. Bu tabii mehirsiz bir akit yapılması durumunda veya henüz mehirin konuşulmamış olması durumunda eğer mehir verişlmişse Bakara 236 ya göre o mehrin yarısı gerdeğe girmeden önce boşanma durumunda eşte kalır. Tabii burada böyle bir hesap yapmak yerine, yine mezkur ayette de ifade buyrulduğu gibi eğer eli rahatsa, imkanı varsa bol bol, cömert davranması tavsiye edilmektedir.

 

50-) Ya eyyühen Nebiyyü inna ahlelna leke ezvacekellatiy ateyte ücurehünne ve ma meleket yemiynüke mimma efaAllâhu aleyke ve benati ammike ve benati ammatike ve benati halike ve benati hâlâtikellatiy hacerne meake, vemraten mu’mineten in vehebet nefseha linNebiyyi in eraden Nebiyyü en yestenkihahâ* halisaten leke min dunil mu’miniyn* kad alimna ma feradna aleyhim fiy ezvacihim ve ma meleket eymanühüm likeyla yekûne aleyke harec* ve kânAllâhu Ğafûran Rahıyma;

Ey Nebi! Muhakkak ki biz sana mehrlerini verdiğin eşlerini, Allâh’ın sana ganimet olarak verdiklerinden sağ elinin mâlik olduklarını (cariyeleri) ve seninle beraber hicret eden; amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını; bir de eğer kendini O Nebi’ye hibe etmiş, O Nebi de onunla evlenmeyi dilemiş ise, iman etmiş bir kadını, diğer iman etmişler dışında sana özel olarak helal kıldık… Onlara eşleri ve cariyeleri hakkında neyi farz ettiğimizi mutlaka biliyoruz… Sana, bir vebal düşüncesi olmasın diye (bu hükümleri açıkladık)… Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

50 – Ey o Peygamber! Biz bilhassa sana şunları helâl kıldık: mehirlerini vermiş olduğun zevcelerini, ve Allahın sana ganimet kıldıklarından mülki yemînin olan câriyeyi, ve ammin (amcan  kızlarından, dayın kızlarından, teyzen kızlarından seninle beraber hicret etmiş olanları, bir de mü’min e bir kadın kendini Peygambere hibe ederse Peygamber nikâh etmek istediği takdirde onu, sâde sana, sair müminlere değil, onlara zevceleri ve mülki yemînleri hakkında ne farz kıldığımız malûmunuz, bunlar sana hiç bir darlık olmamak içindir, Allah gafûr rahîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Ya eyyühen Nebiyy sen ey peygamberler ailesinin ferdi inna ahlelna leke ezvacekellatiy ateyte ücurehünne biz sana mehir bedellerini verdiğin eşlerini ve ma meleket yemiynüke mimma efaAllâhu aleyk savaş esirleri arasından sağ elinin altında bulunanları, yani meşru bir biçimde sahip olduklarını. Savaş esiri gelince gündeme İslam da ve İslam’ın temel kaynaklarında cariyelik hukukuyla ilgili bir çok soru gündeme geliyor. Aslında örfün, geleneğin uygulamaları bir yana vahyin bu konuda ne dediği belirleyici, her konuda olduğu gibi. Ve Kur’an da kadının savaş esirliğinden dolayı hangi statü kazandığı, ya da onun esir olduğu kimse elinde hangi hak ve sorumluluklara, -ki bunlar onun cinselliğinin de içinde olduğu ak ve sorumlulukları sorgulamamızı gerektirir- sahiptir sorusu önemli.

Bu soruya cevap bulacağımız ayetlerden biri önümüzde. Savaş esiri kadının konumunu biz daha önce Nisa/24 – 25. ayetlerini işlerken ayrıntılı olarak ele almıştık. Orada vurgulamıştık evli olan savaş esirleri hiçbir biçimde karı koca olarak ayrılamaz. Yani evli olarak ele geçmişse savaş esiri, o hürmete layıktır evliliği halen hürmete layıktır, korunur.

Bekar olanlar asla ailenin ortak cinsel objesi değildir. Katiyen böyle bir şey yoktur. Onların Müslüman olanlarını Müslüman erkeklerin eş olarak almaları emredilir Kur’an da. Nisa/25. ayetinde. Yani savaş esiri kadın eğer bekarsa, Müslüman erkeklerin onlarla evlenmeleri emredilir. Emir olarak Nisa/25 te yer alır. Üstelik onların fuhşa bulaşmamış ve dost tutmamış olmaları şart koşulur. Şart koşuluyorsa ki orada koşuluyor bu kadınların cinselliğini efendinin keyfince kullanacağı nasıl düşünülebilir. Nisa/25. te.

Bu ayet Nisa/25 le birlikte anlaşılmak zorundadır. Hz. Peygamber eline geçen, -ki burada senin elinin altında meşru bir biçimde sahip oldukların diyor. Tarihsel olarak diyoruz ki Hz. peygamber eline geçen her köleyi azad ediyordu- Ömrünce 63 köle azad etti. İlginç bir tevafuktur ömrünün her yılına bir insan hürriyeti, adeta kendi ömrünü azad ediyordu., o da ilginç bir tevafuktur.

Ya eyyühen Nebiyy sen ey peygamberler ailesinin ferdi. inna ahlelna leke ezvacekellatiy ateyte ücurehünne ve ma meleket yemiynüke mimma efaAllâhu aleyke ve benati ammike ve benati ammatike ve benati halike ve benati hâlâtikellatiy hacerne meak evet, yukarıdaki 2 zümreye ilaveten Resulallah’a helal kılınanlar sayılmaya devam ediliyor. Seninle birlikte hicret etmiş bulunan amca ve hala kızlarını, dayı ve teyze kızlarını, yine devam ediyor, vemraten mu’mineten in vehebet nefseha linNebiyyi in eraden Nebiyyü en yestenkihahâ yine bir başka zümre ve kendilerini peygambere mehir bedeli istemeksizin, Mehir almaksızın, istemeksizin armağan eden, peygamberin de kendilerini nikahlamayı kabul ettiği mü’min kadınları, yani bunları nikahlayabilirsin Bunlar sana serbesttir.

–Ki bu son zümre hakkında da biraz açıklama yapmam gerekecek; armağan olarak mehir istemeksizin sunmak. Resulallah’a böyle 4  hanım kendisine armağan olarak, yani mehirsiz nikahlanmak istemişti. Bu aslında şöyle tercüme edilebilir. Bir hanımın bir erkeğe dünür gitmesi. Yani yaygın olan erkeğin hanıma dünür gitmesidir, onu istemesidir, ona evlilik teklifidir. Burada ifade edilen bu son zümre ise kadının erkeğe evlilik teklifidir. Onun için bunu belki bu günün diline böyle çevirebiliriz.

Resulallah’a 4 kişi dünür gitmişti tabir caizse evlilik teklif etmişti. Bunlardan ikisini Resulallah nikahlamadı, ikisinin teklifini ise kabul etti. Zeynep Binti Huzeyfe, Meymune annelerimiz.

halisaten leke min dunil mu’miniyn ki bu yalnızca sana hastır diğer mü’minler için geçerli değildir. Yani bütün bunları sana helal kıldık.

Bu tür bir nikahlamayı yöntemi istismarlara neden olabilir. Bu sana hastır ifadesi son yani kadının erkeğe dünür gitmesi ve mehirsiz armağan olarak kendisini sunması, yani bir sevgiyi, bir sevgiye karşılık kendisini mehirsiz sunması istismara neden olabilir. Resulallah bu ayrıcalığı kullanmamıştır. halisaten lek buyruluyor sana özgü bir ayrıcalık. Fakat Resulallah bu ayrıcalığı kullanmayıp dönüşümlü de olsa eşleriyle aktif ilişki sayısını 4 ile sınırlamıştır. Nisa/3 geldikten sonra diğer mü’minlerin tabi olduğu kurala kendisi de gönüllü olarak tabi olmuş ve aktif ilişki kurduğu eşlerinin sayısını dönüşümlü olarak ama 4 ile sınırlamış ve ümmetinin tabi olduğu kuralı kendisi de mecbur olmadığı halde kendinse uygulamıştır. Burada bu övülmektedir aslında.

kad alimna ma feradna aleyhim fiy ezvacihim ve ma meleket eymanühüm doğrusu onlara eşleri ve sağ elleri altında bulunanlar konusunda ki talimatlarımızı daha önceki yani talimatlarımızı bilmekteyiz. Yani biliyoruz daha önce hangi talimat verdiğimizi. Burada kastedilen Nisa suresinin ilgili ayetleri. Ki Bakara/ 221. ayeti de buna girer, Nisa/3-4. ayetleri ile Nisa/23-25 ayetleri arasıda buna girer. Yani biz daha önce bu konuda kurallar koymuştuk, indirmiştik. Bilmediğimiz için değil. Fakat bu noktada Resulallah’ın ağır bir sorumluluğu var. Yani yükü ağır. Resulallah’ın çok eşliliği Resulallah için bir avantaj değil, ağır bir yük olmuştur hep. Buna yeri gelince gireceğim.

Ağır bir yük, ağır bir sorumluluk. Resulallah buna sabretmiş ve katlanmıştır. 25 yaşında, 40 yaşında ki dul Hz. Hatice ile evlenen ve bu evliliğini Hz. Hatice vefat edinceye kadar sürdüren Resulallah. Yani hayatının en genç yıllarını tek bir eşe ayıran Resulallah, daha sonra acaba peygamberlik misyonuyla görevlendirilince ne olmuştur da bu kadar eşi -ki gerçekten kendisine bazen bu ıstırapta vermiştir- Öyle ıstırap vermiştir ki daha önceki derste o ayetleri işledik. Onları;

“Gelin sizi güzellikle salayım.”

Diyecek kadar bazen ıstırap vermişler, Resulallah’ı tabir caizse üzmüşlerdir. Ama Resulallah buna rağmen hep sabretmiş, onlara tahammül etmiş, onların hak ve hukukunu gözetmiştir.

Nedense Resulallah’ın çok eşliliği, Resulallah’ın avantajıymış gibi yanlış algılanır. Onun avantajı değil, onun üstlenmek zorunda olduğu bir görevdi. O bu görevi bazen boğazına kadar gelmesine rağmen bazen kendisini çok sıkıntıya sokmasına rağmen yerine getirdi.

likeyla yekûne aleyke harecun ne ki bununla amaçlanan senin zor durumda kalmamandır. Yani seni Allah zor durumda bırakmamak için yukarıdaki istisnayı yaptı, sana böyle bir kapı açtı. Anlamına gelir.

Resulallah’ın evlilikleri gerçekten de bir çok gerekçeyle gerçekleşmiş. Söylediğim gibi 25 yaşında dul bir bayanla, Hz. Hatice ile evleniyor ve o vefat edinceye kadar hep onunla evli kalıyor. Hiç düşünmüyor bile. Fakat o vefat ettikten sonra Hz. Aişe ile nişanlanıyor fakat evlenmiyor. Hz. Aişe ile nişanlıyken Hz. Sevde ile evleniyor, çünkü evinin bakıma ihtiyacı var, çocukları var, evi var. Dolayısıyla peygamber evinin bir hanıma ihtiyacı var. Onun için Sevde ile evlenmesi tamamen Hz. Hatice’den boşalan yeri doldurmak için.

Fakat Hz. Aişe ile evlenmesi biraz farklı. Hz. Hafsa ile evlenmesi ile aynı gerekçe. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Resulallah’a akraba olmak için, yani kayınpeder olmak için çok ciddi arzu ve istek gösteriyorlar. Onlar çok can dostları, yakın dostları. Yani ölümüne dostlar. Babam ve anam sana feda olsun diyen ilk dostlar. Dolayısıyla onlar kırılamazlar içerisindeydi, kırılamazlar listesinin başındaydı.

Sadece bumu? Değil. Bir başka kesim var ki onlar da diplomatik gerekçelerle evleniyor Resulallah onlarla. Mesela bunların içerisinde Safiye annemiz, Cüveyriye annemiz, Reyhane annemiz var. Bunların üçü de Yahudi anne babadan doğmuş olan kızlar. Bunların üçü de reis çocukları, bunların üçü de harp esirleri. Ama Resulallah onları kendisine gelir gelmez azad ediyor ve nikahına alıyor.

Nikahına almasının sebebi o gün uygulanan bir gelenek. Bir reisin kızı esir olarak ele geçtiğinde, ele geçtiği tarafın reisiyle evlenir. Sıradan biriyle evlenmesi durumunda bazen intiharlar oluyordu. Kendini öldürmeler oluyordu ve daha başka dramlara da yol açabiliyordu. Onun için bunlar bir tür diplomasi gereği böyle olması gereken ve o toplumda da yaygın olan kurallar gereği, yakışığı bu olan evliliklerdi.

Dahası vefa gereği evlilikler. Ümmü Habibe ile evliliği buydu Resulallah’ın. Ümmü Habibe, Habeşistan’a hicret eden ilk muhacirlerdendi. Babası Mekke’nin reisi Ebu Süfyan’dı Kocasıyla birlikte hicret etmişler, gerçekten bir reis kızı olarak evine ve ailesine karşı imanı savunmuş, bunun karşısında ailesi onu dışlamış ve o da gurbet ellere, deniz aşırı bir ülkeye göç etmek zorunda kalmıştı. Fakat çilesi bitmedi orada kocası irtidad (din değiştirmek) etti. İşte bu onun için ikinci ağır imtihandı. Belki daha ağırdı hicret etmekten. Resulallah gurbette imanı uğruna çile çeken ve kocası tarafından da yalnız bırakılan, dul bırakılan bu hanıma karşı vefa borcu hissetti ve onu böyle bırakmadı.

Yine başka bir sebep Resulallah’ın etrafında ki kimsesiz ve bakıma muhtaç hanımlara kol kanat germeseydi ki bunlardan biri Ümmü Seleme annemiz. O da kocası savaşta şehit olmuş, dul kalmış ve gerçekten de bakıma muhtaç, korunup kollanmaya muhtaç bir hanımdı. Resulallah bu gibi hanımları da nikahı altına alarak tabir caizse onlar için bir koruma, bir kalkan oldu.

İşte Resulallah’ın evlilikleri böylesine zorunlu evliliklerinden oluşuyordu. Her biri farklı bir gerekçeye dayansa da bunlar zorunlu, yani konumundan kaynaklanan, kimi peygamber olma konumundan, kimi lider olma konumundan, kimi siyasal önder olma konumundan kaynaklanan evliliklerdi. Onun için Resulallah’ın çok eşliliği Resulallah için bir avantaj değil, katlanılmak zorunda kalınan bir durumdu. Yani şartların dayattığı bir durumdu.

ve kânAllâhu Ğafûran Rahıyma Zaten Allah hep bağışlar, hep merhamet eder. Yani ayetin böyle bitiyor olması neler söylemiyor ki. Bu tabii hitabın doğrudan Resulallah’a olduğunu hatırlayalım Ya eyyühen nebiyy diye başladı ayet çünkü, sen ey peygamber diye başladı ve ayet ve kânAllâhu Ğafûran Rahıyma diye bitti. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet kaynağıdır. Yani senin de bu konuda eğer bir takım kusurların varsa Allah onları da bağışlar, merhamet eder. Tabii bu bize yönelik. Diğer muhataplara yönelik müjdedir aynı zamanda. Aslında sana söylüyorum ama ey ümmet siz anlayın gibi anlamak lazım.

 

51-) Türciy men teşaü minhünne ve tü’viy ileyke men teşa’* ve menibteğayte mimmen ‘azelte fela cünâha aleyk* zâlike edna en tekarre a’yünühünne ve lâ yahzenne ve yerdayne Bima ateytehünne küllühünn* vAllâhu ya’lemu ma fiy kulubiküm* ve kânAllâhu ‘Aliymen Haliyma;

Onlardan dilediğini geriye bırakırsın, dilediğini de yanına alırsın… Uzlet ettiğin (sırasını geri bıraktığın hanımlardan) kimi (tekrar yanına almak) istersen, sana bir vebal yoktur… Bu, onların gözlerinin aydın olmasına, mahzun olmamalarına ve kendilerine verdiğin ile hepsinin razı olmalarına en uygundur… Allâh kalplerinizde olanı bilir… Allâh Aliym’dir, Haliym’dir. (A.Hulusi)

51 – Onlardan dilediğini geri bırakırsın, dilediğini yanına alırsın, azl eylediğinden de arzu ettiğinde sana günah yoktur, Onların gözleri aydınlanıp mahzun kalmamalarına ve kendilerine verdiğinle hepsinin hoşnut olmalarına en elverişli olan budur, Allah kalplerinizdekini bilir, Allah hem alîm hem halîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Türciy men teşaü minhünne ve tü’viy ileyke men teşa’ Onlardan dilediğini sonraya bırakabilir dilediğini de yanına alabilirsin. Hani hatırlayacaksınız bir önceki ayette rotasyondan bahsetmiştik. Resulallah kendisine izin verilmesine rağmen, ayrıcalık tanınmasına rağmen bunu kullanmadı ve ümmetinin tabi olduğu Nisa/3 ayetinde ki kurala tabi oldu. Kendisini sınırladı yani. Aktif ilişki kurduğu eş sayısını 4 le sınırlayıp diğerlerini de rotasyonma tabi tuttu. Yani bu 4 sayısı rotasyonla oluyordu. Eşlerini münavebe usulüyle ilişkide bulunuyordu. Onun için bu ayeti o ayetle, bir önceki ayetle birlikte anlamak lazım.

ve menibteğayte mimmen ‘azelte fela cünâha aleyk ilişkini dondurup, yani azledip sonraya bıraktıklarından birini yeniden istemende senin için bir beis, bir vebal yoktur. Resulallah’ın kendisine tanınan ayrıcalığı kullanmak yerine demiştim ümmetiyle kendisini eşit tutma konusunda ki hassasiyetine bir atıf bu, Nisa/3. ayete uygun hareket etmesine bir atıf.

zâlike edna en tekarre a’yünühünne ve lâ yahzenne ve yerdayne Bima ateytehünne küllühünn bu, seni her görüşte onların gözlerinin parlamasını, ışımasını, gözlerinin aydın olmasını, üzülmemelerini ve onlara verdiğin şeylerden onların razı olmalarını sağlar senin böyle yapman. Yani bir kısmı aktif ilişkide bulundukların tamam, ama öbürleri de sırasını beklemiş olur. Yani onlar da adeta dönüşümde sıra kendilerine gelince gözleri parlar, gönülleri cilalanır, memnun olurlar. Yani hepsine eşit derecede ilgi gösteremeye bilirsin, alaka gösteremeyebilirsin o yoğunlukta. Fakat bunu onlar arasında adil bir biçimde böyle bir rotasyonla, böyle bir münavebe ile sağlarsan hiç olmazsa ilginin kendisine, sıranın kendisine geleceğini umarak, bilerek umutla bekler ve gözleri parlar, sevinir, memnun olur, üzülmez buyruluyor.

vAllâhu ya’lemu ma fiy kulubiküm ve sadece Allah kalplerinizde olanı bilir. ve kânAllâhu ‘Aliymen Haliyma Zaten Allah her şeyi bilir ve hilim sahibidir. Hilim; içinde af, hoş göre, bağış, yumuşak başlılık manalarının olduğu bir kelime. Fakat saflıkla uyanıklığı, aldatmakla hata etmeyi, kasıtla kasti yapmakla hataen yapmayı ayıran bir hoş görü bu. Kasti yapanı değil, hata yapanı affeder. Uyanıklık yapıp, açıkgözlülük kendince yapıp Allah’ı kandırmayı, hesap edeni değil, ama bir biçimde nefsine yanılıp yenilip de hata yapanı hoş görür. O bu manaya mündemiç. Bir manası da cezalandırmakta hiç acele etmez. Haliym.

 

52-) Lâ yehıllu leken nisaü min ba’dü ve lâ en tebeddele Bihinne min ezvacin velev a’cebeke husnühünne illâ ma meleket yemiynük* ve kânAllâhu alâ külli şey’in Rakıyba;

Bundan sonra (başka) kadınlar sana helal olmaz… Güzellikleri hoşuna gitse bile bunları başka eşlerle değiştirmek (olmaz)! Cariyelerin hariç… Allâh her şey üzerine Rakıyb’dır. (A.Hulusi)

52 – Bundan başka kadınlar sana helâl olmaz, bunları başka zevcelere değiştirmek de olmaz, isterse husünleri çok hoşuna gitsin, meğer ki mülki yemînin ola, Allah her şeye gözcü bulunuyor. (Elmalı)

 

Lâ yehıllu leken nisaü min ba’d bundan sonra sana hiçbir hanım helal değildir.

Resulallah’ı yeni bir nikah yükünden tamamen kurtaran bir ayet bu. Dikkat buyurunuz yeni bir nikah yükünden kurtaran dedim. Gerçekten bu yükün altında eziliyor idi. Ki daha önceki derste biz bunu görmüştük. Onun için Resulallah’ı bazen görevini yapamaz hale getirebiliyordu bu. Bu ağır sorumluluk. Onun içinde o bunalabiliyordu. İşte bu yükten Resulallah’ı ek bir yükten, külfetten Resulallah’ı kurtaran ayettir bu. Muhtemel tüm adayların da önünü peşinen tıkamış oldu. Artık kimse Resulallah’a evlilik teklif edemeyecek, ondan böyle bir şey umamayacak, benim kızımla da evlense de ben de alemlere rahmet olan bir zatın kayın pederi olsam.

Resulallah’ın kıymetini sahabenin nasıl bildiğini daha önceki derste ifade etmiştik. Özellikle surenin girişinde evla Bil mu’miniyne (6) mü’minlere kendi canlarından daha öncelikli olduğunu ifade eden ayeti işlerken; “anam babam sana feda olsun” diyen bir insan halesiyle kuşatıldığını söylemiştik. Etrafında ki insanlar onu böylesine severlerdi. Böylesine seven insanların içerisinde eğer bir mahsuru yoksa şer’an, dinen ve vahyen bir sınır yoksa Resulallah’la dul kalan bir hanımın alemlere rahmet insanlığın efendisi ile evlenmek ve kıyamete kadar mü’minlerin annesi olarak anılmak istemesinden daha doğal ne olabilir. Bir kadın için bundan büyük bir ufuk mu olur. Resulallah’ın eşi, tüm mü’minlerin annesi. Kıyamete kadar adı Resulallah’ın adının yanında anılacak. Bu büyük şerefe nail olmak için kimler nelerini vermezdi ki.

Dolayısıyla bu ayeti anlarken muhtemel tüm adayların önünü tıkadığı şeklinde ki izahımı dikkate almak lazım. Yani artık Resulallah’ın daha fazla yük yüklenmesinin önüne ayet böylece geçmiş oldu. Tabii bu sadece tek taraflı değil, Resulallah arzu etse de bu yasak onun için de geçerliydi ki devamında o söyleniyor.

ve lâ en tebeddele Bihinne min ezvacin velev a’cebeke husnühünne illâ ma meleket yemiynük güzellikleri seni hayran bıraksa dahi sağ ellerinin altında bulunanlar hariç onlardan hiç birini değiştiremezsin. Güzellikleri seni hayran bıraksa, cezp etse dahi ifadesi gerçekten ilgi çekici, sadece bunu söyleyip geçeyim. Öyle ki Nebinin isteği bile bu kapıyı artık açamıyor.

Allah; Allah ve Resulünü tercih edenleri, hatırlayın 28 – 29. ayetleri bu surenin. Allah ve Resulünü tercih ediyorsanız. Yok dünyayı tercih ediyorsanız size onu vereyim demişti. Onlar da kimi tercih etmişlerdi? Allah ve Resulünü.İşte onlar Allah ve Resulünü tercih ettiği için bu ayetle ödüllendirildiler. Allah ve Resulü de onları tercih etti ve artık onlar, insanlık yaşadıkça adları Resulallah’la anılacak hanımlar olarak kaldılar ve onların üzerine başka biri gelmedi.

Elinin altında bulunanlar hariç. Daha önce bu ibareyi birkaç vesile ile açıklamıştık bugünkü dersimizde, Elinin altında bulunanlar Safiye, Cüveyriye, Reyhane, Mariye gibi Ya savaş esiri olarak Resulallah’a getirilmiş ve Resulallah onları azad edip nikahlayıp eşleri arasına almış, ya da Mariye gibi kendisine, Mesela Mariye annemizi Mısır hükümdarı Resulallah’a hediye olarak yollamıştı. Mariye gibi yine Resulallah’a gönderilmiş ve Resulallah onu eşleri arasına katmış olan kişiler annelerimiz kastediliyorlar.

ve kânAllâhu alâ külli şey’in Rakıyba hem zaten Allah her şeyi gözetleyendir. Yani senin halini de gözetliyor, görüyor, gözetiyor hatta. Hem gözetliyor, hem gözetiyor. Dolayısıyla burada bu ayeti kerimeler çok öznel, çok özel bir alan içinde gelmiş olabilir, böyle gözüküyor. Fakat bu ayeti kerimelerin tüm muhataplarına verdiği ibretlik öğütler var. Resulallah’ın şahsında rabbimizin merhameti, rahmeti, ilgisi, alakası ve peygamberleriyle olan, nebileriyle olan özel tabiri caizse ilişkisini de biz bu ayetler bağlamında görüyoruz.

 

53-) Ya eyyühelleziyne amenû lâ tedhulu buyuten Nebiyyi illâ en yü’zene leküm ila ta’amin ğayre nazıriyne inahü, ve lâkin izâ du’ıytüm fedhulu feizâ ta’ımtüm fenteşiru ve lâ müste’nisiyne li hadiys* inne zâliküm kâne yü’zin Nebiyye feyestahyiy minküm vAllâhu lâ yestahyiy minel Hakk* ve izâ seeltümuhünne meta’an fes’eluhünne min verai hıcab* zâliküm atheru likulubiküm ve kulubihinn* ve ma kâne leküm en tü’zû RasûlAllâhi ve lâ en tenkihu ezvacehu min ba’dihi ebeda* inne zâliküm kâne ‘indAllâhi ‘azıyma;

Ey iman edenler… O Nebi’nin evlerine, sizin için bir yemeğe izin verilmeniz dışında, girmeyin… (Bu da) onun (yemeğin pişme) vaktini beklemeksizin – gözlemeksizin (olsun)… Fakat davet olunduğunuzda girin… Yemek yedikten sonra da (ev halkı veya birbirinizle) lakırdıya dalmaksızın dağılın! Muhakkak ki bu (davranışınız – laubaliliğiniz), O Nebi’ye eziyet veriyor, fakat O sizden çekiniyor (bir şey diyemiyor kırmamak için)! Allâh, Hakk’ı açığa vurmaktan çekinmez! Onlardan (Nebi’nin eşlerinden) bir şey istediğinizde, onlardan perde arkasından isteyin… İşte bu, sizin kalpleriniz için de onların kalpleri için de daha temizdir… Sizin Rasûlullâh’a eziyet vermeniz de, O’ndan sonra O’nun eşlerini nikâhlamanız da ebeden olacak bir şey değildir… Muhakkak ki bu, Allâh indînde Aziym’dir. (A.Hulusi)

53 – Ey o bütün iman edenler! Vaktine bakmaksızın yemeğe izin verilmedikçe size Peygamberin evlerine girmeyin ve lâkin çağırıldığınız vakit da girin, yemeği yediğinizde de hemen dağılın, söz, sohbet için de izinsiz girmeyin, çünkü o, Peygambere eza veriyor, üzerine de sizden utanıyor, fakat Allah hakkı söylemekten sıkılmaz, hem haremlerine gerekli bir şey soracağınız vakit da bir perde arkasından sorun, öyle yapmanız, hem sizin kalpleriniz ve hem onların kalpleri için daha temizdir, ve sizin Resulallah’ eza etmeniz olamaz, arkasından zevcelerini nikâh eylemeniz de olamaz. Çünkü o günah, Allah indinde çok büyük bulunuyor. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû siz ey imana erişenler lâ tedhulu buyuten Nebiyyi illâ en yü’zene leküm size izin verilmedikçe peygamberin evlerine girmeyin. Yani izinsiz eve girmeyin. Aslında bu ayetin emrettiği şey sadece bu durum için geçerli değil, hane mahremiyetinin sağlanması konusunda bir ayettir. Özel hayatın dokunulmazlığını dile getirir.

ila ta’amin ğayre nazıriyne inahü yemeğe davet edildiğinizde erken gelip yemeğin hazırlanmasını, pişmesini beklemeyin. ve lâkin izâ du’ıytüm fedhulu lakin ne zaman davet edildiniz o zaman içeri girin. Yani davet edildiğinizde içeri girin. Burada özellikle ayetin ilk muhatabı için geçerli olan ortamı iyi bilmek lazım.

Bir mescit var, Resulallah’ın mescidi ve o mescide açılan kapılardan girilen birer odalık evler var. Hepsi hepsi tek oda ve o mescide kamuya açık olan bir mekana açılıyor bu kapılar. Bunu hep gözümüzün önünde tuttuğumuzda bu ve müteakip ayetlerde ki edebe ilişkin, yine kadın erkek ilişkilerine ilişkin, yine budan önce gelmiş olan 33. 32, 34. ayetlerin; Ve karne fiy buyutikünne ifadesinde olduğu gibi Ve kırne fiy buyutikünne evlerinizde dahi vakarlı olun, ya da oturun, yani kararlı olun. Orada Allah’ın ayetlerini düşünün, hikmeti düşünün emirlerini hatırlayacak olursak, işte bu mimari tarzı içinde düşünmemiz lazım. Mescit ve mescide açılan birer gözlük haneler, evler.

feizâ ta’ımtüm fenteşiru ve lâ müste’nisiyne li hadiys yemeği yediğiniz zaman hemen ayrılıp dağılın gidin. Lafa dalmayın inne zâliküm kâne yü’zin Nebiyye feyestahyiy minküm çünkü böyle yapmanız peygamberi üzebilir. Fakat o sizden çekindiği için bunu dile getiremiyor. vAllâhu lâ yestahyiy minel Hakk fakat Allah hakikati söylemekten asla çekinmez. Yani o utanıyor, ama Allah’ta utanacak değil ya, haşa. Onun yerine Allah dile getiriyor. Yani Allah Resulünün üzülmesini istemiyor. Ona işte Rakıb oluyor, onu gözetiyor.

Allah Resulünün eşsiz sabır ve hayası dile geliyor bu ayette. Mü’minlerin onu el üzerinde tutmaları gerekirken sıkıntı vermeleri yasaklanıyor. Yani bilmeden de olsa Resulallah’a verilebilecek her sıkıntının, üzüntünün önüne geçiliyor. EnNebiyü evla Bil mu’miniyne min enfüsihim (6) Hatırlayın. Peygamber mü’minlere öz canlarından daha öncelikli evle idi ve bu ayet bağlamında söyleyeceğimiz önemli bir tespitte bedevi bir toplumdan, dünyanın en asil medeniyetini üreten, inşa eden bir toplum nasıl çıkarıldı.

İşte biz bu nasıl’ın cevabında vahyin yerini öğreniyoruz. Vahiy daha eve girmeyi, oturmayı, kapı vurmayı bilmeyen bedevi ağırlıklı bir toplumu eline alıp böyle yoğurdu, yeniden inşa etti onların tasavvurlarını, akıllarını, şahsiyetlerini ve toplumlarını öyle bir yoğurdu ve inşa etti ki bu toplum yer yüzüne gönül medeniyetini taşıdı. Yer yüzünün en asil medeniyetlerinden biri olan İslam medeniyetinin altına imza attı. Onun kurucu öznesi oldu bu toplum. Vahyin böyle bir toplumu yetiştirmede ki rolünü görüyoruz burada.

ve izâ seeltümuhünne meta’an fes’eluhünne min verai hıcabin bu da mü’min erkeklere. Adeta (Ey mü’min erkekler) hitabı var gibi okumamız gerekiyor. Onlardan bir şey isteyeceğiniz zaman kapı dışından isteyin. Ben kapı dışından diye çevirdim min verai hicabin, perde gerisinden demektir ama Hicab lafsen perde, engel, duvar, kapı, pencere, cam hatta mecazen göz kapağı anlamlarına gelir. Yani iki şey arasına gerilen perde, iki şey arasına gerilen engeldir ki burada kastedilen kapıdır aslında. Biraz sonra açıklamaya gelince söyleyeceğim;

zâliküm atheru likulubiküm ve kulubihinne bu sizin kalplerinizin de onların kalplerinin de daha temiz kalması için en uygun yoldur.

Peygamberin odalarına kamuya açık bir mekan olan mescidin içinden girilirdi. Yani Resulallah’ın hanelerinin, evlerinin kapıları mescide açılırdı. Bu kapılarda ki perdelerden bahsediliyor burada essetül bürha diye geçen hadislerde perdeler bunlar ki Resulallah’ın vefat hadisinde biz bu perde ile ilgili ayrıntıya da rastlıyoruz. Vefatına yakın olarak peygamberimizin perdeyi açıp mescide baktığını ondan sonra da başını çektiğini sonra perdeyi açıp dışarı çıktığını nakleden rivayet bu perdenin kapı olarak kullanıldığını da bize öğretmiş oluyor. Bu ayet 33. ayette ki Ve kırne fiy buyutikünne ile birlikte anlaşılmalı. Yani evlerinizde dahi vakarlı olun.

Tek odalık bir haneden söz ediyoruz, 3 – 5 odalı değil, 2- 3 odalı değil. Ki bazen bu hanelere çok yoğun misafirler geliyordu. Her taraftan gelen insanlar bu hanelerde ağırlanıyordu ve bu insanların çoğu ilk defa görülüyordu. Unutmayın yeni bir din, yani İslam, yeni öğretiliyor, vahyi insanlar yeni kucaklıyorlar ve ömründe hiçbir şey görmemiş bir bedevi lideri, reisi kalkıyor, geliyor ve ilk defa hayatında hem din iman hem de medeniyet öğrenecek. Böyleleri ile muhatap oluyordu Resulallah. Daha beteri ile oluyordu. Din ve imana değil birazda çıkar için gelenler Uyeyne Bin Hısn el Fezari gibi. Ki bunlar Müellefe i kulup ana başlığı, Kalpleri İslam’a ısındırılacaklar ana başlığı altında değerlendiriliyordu. Bu da onlardan biriydi. Mesela bu adam için sanım rad ül ulüf te şöyle hadise anlatılır;

Resulallah’ı görmeye gelen kalpleri İslam’a ısındırılacakların başında gelen ve hamga ül arab, Arapların en ahmağı lakaplı bu adam, ki reis çok büyük bir kitleye riyaset ediyor, başkanlık yapıyor. Bedevi bir kabilenin reisi. Çok kaba saba bir adamdı. Geliyor Resulallah’ın ne kapıyı haber falan vermeden, hiçbir şey yapmadan doğrudan dalıyor. Ev içi kıyafeti rahatlığıyla Hz. Aişe ile orada sohbet etmekte olan Resulallah şaşırıyor. Hz. Aişe o anda telaşa kapılıverip üzerine daha örtücü bir şeyler almaya çalışıyor ama tabii adamın yaptığı gerçekten de saygısızlık karşısında donakalıyorlar. Adamı dışarı çıkarıyorlar ama bir kez bu dalışı tabir caizse yapmış oluyor. Bu bedeviliği yapmış oluyor. Ve bu da tabii çok incitiyor. Hane mahremiyetini bilmiyorlar. Özel hayata karşı çadır muamelesi yapıyorlar, bedevi çadırına girer gibi giriyorlar.

Dolayısıyla böyle bir ortam düşündüğümüzde bu öğütlerin gerçekten ne kadar önemli olduğunu ama sadece o ortam değil, bugün ve gelecekte özel hayatın dokunulmazlığı ve hane mahremiyetinin ne kadar önemli olduğunu ifade eden aynı zamanda ayetler bunlar.

ve izâ seeltümuhünne meta’an fes’eluhünne min verai hıcab* zâliküm atheru likulubiküm ve kulubihinn* ve ma kâne leküm en tü’zû RasûlAllâhi ve lâ en tenkihu ezvacehu min ba’dihi ebeda dahası, sizin ne Allah resulünü üzmeniz, ne de onun ölümünden sonra eşleriyle evlenmeniz ebediyen helal değildir. inne zâliküm kâne ‘indAllâhi ‘azıyma çünkü bütün bunlar Allah katında zaten çok büyük bir vebaldir.

Resulallah’ın hatırasına hürmeti Allah emrediyor. Eşleri onun en canlı hatıraları bu hatıraya benden sonra da saygı duyun diyemiyor belki Resulallah ama rabbimiz onun yerine bunu söylüyor.

 

54-) İn tübdu şey’en ev tuhfuhü feinnAllâhe kâne Bi külli şey’in ‘Aliyma;

Bir şeyi açığa vursanız da gizleseniz de, Allâh kesinlikle her şeyi (yaratanı olarak) Aliym’dir. (A.Hulusi)

54 – Eğer bir şey açıklar veya gizlerseniz şüphe yok ki Allah her şeye alîm bulunuyor. (Elmalı)

 

İn tübdu şey’en ev tuhfuhü bir şeyi açıklasanız da gizleseniz de fark etmez. Hani biraz önce diyemiyor dedim ama Rabbimiz onun yerine diyor. Aslında belki bu gizlemek ve açıklamak birazda oraya bir ima. feinnAllâhe kâne Bi külli şey’in ‘Aliyma unutmayın ki Allah her bir şeyi en ince ayrıntısına kadar zaten bilmektedir. Yani olura aslında Resulallah’ın eşleri ile evlenmek isteme bir bakıma Resulallah’la hanımların evlenmek istemesinin gerekçesine dayanıyordu. Hanımların Resulallah’la dul veya bekar hanımların Resulallah’la  evlenmek isteme gerekçesi açıktı biraz önce de söyledim. Adlarının tüm insanlık tarafından kıyamete kadar Alemlere rahmet Hz. Muhammed AS. ın adının yanında anılması. Bu onlar için şereflerin en büyüğü.

Fakat Resulallah’ın vefatından sonra da onun hanımının kocası olma şerefine nail olmak gibi bir arzu ile kuyruğa girenler çıkabilirdi. Sıraya girenler çıkabilirdi. İşte aslında bu ayet hangi niyetle olursa olsun ister böyle ister başka, Resulallah’ın geriye bıraktığı hatıralara saygı gösterilmesi ve o hatıraların kendisiyle evlenmek için bir numaralı gerekçelerine saygı gösterilmesi gerektiğini, ki onların Resulallah’la evlenmelerinin de gerekçesi buydu. Bence onların gönlüne de bırakılsaydı Resulallah’ın üzerine gül koklamazlardı, Hz. Aişe’nin tavrı zaten bunun en büyük şeyiydi. Bırakın böyle bir şeyi düşünmeyi, zaten ayet var düşünemezler, ama onun yemediği yemeği bile yediremedi kimse Hz. Aişe’ye. Sevgilim bunu yemedi der göz yaşları içinde sofradan kalkardı. O da yemezdi. Böyle bir hürmete, böyle bir sevgiye, böyle bir aşkla muhabbete hürmet edilmez mi, saygı gösterilmez mi, Bu saygıya layık bir muhabbet, bu saygıya layık bir aşk.

 

55-) Lâ cünâha aleyhinne fiy abaihinne ve lâ ebnaihinne ve lâ ıhvanihinne ve lâ ebnai ıhvanihinne ve lâ ebnai ehavatihinne ve lâ nisaihinne ve lâ ma meleket eymanühünne* vettekıynAllâh* innAllâhe kâne alâ külli şey’in Şehiyda;

Onlara; babaları, oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, diğer iman eden kadınlar ve köleleri hakkında hicapsız görünme hususunda bir vebal yoktur… Allâh’tan korunun… Muhakkak ki Allâh her şey üzerine şahittir! (A.Hulusi)

 55 – O zevcelere şunlarda günah yoktur: ne ataları, ne oğulları, ne biraderleri, ne biraderlerinin oğulları, ne hemşirelerinin oğulları, ne kendi kadınları ne de ellerindeki mülklerinde, bununla beraber Allaha korunun (ey Peygamberin zevceleri) çünkü Allah her şey üzerine şahit bulunuyor. (Elmalı)

 

Lâ cünâha aleyhinne fiy abaihinne ve lâ ebnaihinne ve lâ ıhvanihinne ve lâ ebnai ıhvanihinne ve lâ ebnai ehavatihinne ve lâ nisaihinne ve lâ ma meleket eymanühünn ne ki onların babaları, oğulları, kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları kendi cinslerinden olan kadınlar, ve sağ elleri altında bulunanlar konusunda bir mahsur, bir yasak, bir sakınca yoktur.

53. ayetin devamı sadedinde bu ayet. Hz. Peygamberin eşlerinin yanına ev içi rahatlığı halinde girmeleri serbest olanlar sayılıyor burada. Özel bir tedbir almaksızın yani. Ne girilen eş tarafından, gede giren tarafından bunlara yukarıda ki kısıtlama getirilmiyor. Kısıtlamanın dışında hariç tutulanlar bunlar. Meşru şekilde sahip oldukları cariyelerin, ki bunlar meşru şekilde sahip olduğunuz ifadesi burada geldi bakınız. Kim sahip olanlar eşler yani hanımlar. Hanımların meşru şekilde sahip oldukları. Yani ve ma meleket eymanühünne /50) den yola çıkarak geleneksel cariye mantığı üretmeye kalkmanın ne kadar tutarsız olduğunu söylüyorum. Çünkü burada ve ma meleket eymanühünne le ifade edilen hanımların meşru şekilde sahip oldukları kadın köleler, hizmetçiler den bahsediliyor. Onun içinde böyle bir ibareden yola çıkarak geleneksel cariye anlayışına prim üretmeye kalkmanın ne kadar sakat olduğunu da aslında bu ibareler gösteriyor.

vettekıynAllâh* innAllâhe kâne alâ külli şey’in Şehiyda ama ey peygamber hanımları siz hep Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket edin, çünkü Allah her şeye şahittir.

 

56-) İnnAllâhe ve MelâiketeHÛ yusallûne alen Nebiyy* yâ eyyühelleziyne âmenû sallû aleyhi ve sellimû tesliymâ;

Muhakkak ki Allâh ve melekleri, Nebi’ye salât eder… Ey iman edenler, siz de O’na salât (yönelin) edin ve teslimiyet ile selâm verin! (A.Hulusi)

56 – Muhakkak ki Allah ve Melâikesi Peygambere hep salât ile tekrim ederler, ey o bütün iman edenler! haydin ona teslimiyetle salât-ü selâm getirin. (Elmalı)

 

İnnAllâhe ve MelâiketeHÛ yusallûne alen Nebiyy şu kesin ki Allah ve O’nun melekleri peygamberi desteklerler. yâ eyyühelleziyne âmenû sallû aleyh ey iman edenler siz de onu destekleyin, siz de ona salât edin.

Dikkat buyurunuz yatra ’unessalâte, salâvate değil, salât edin. Allah ve melekleri peygambere salât ederler, onu desteklerler diye çevirmemin gerekçesini açıklamak istiyorum. Bir kere ayette bir fiili yapma emri var. Bir şeyi okuma değil bir fiil yapma emri. 3 fail var, Allah, melekler ve mü’minler. Aynı fiili yapmaya davet ediliyorlar. Ne bu? salât, salât etme.

Bu surenin 43. ayeti ile birlikte okunmalıdır bu ayet. Orada da Allah’ın mü’minlere salât ettiği, Allah ve meleklerinin Mü’minlere salât ettiği dile getiriliyor 43. ayette. Yine Bakara/157, Tevbe/99 ve 103. ayetlerinde de buy mealde ibareler bulunuyor. Bütün bu ayetleri birlikte ele almak lazım.

Salât nedir; Salât ıstılahi anlamı dua ve zaten namaz olması, namaza isim olması da duadan yola çıkarak konulmuş, çünkü namaz duanın harekete dönüşmüş biçimi. Fiili dua. Allah için dua caiz değil çünkü biz Allah’a dua ederiz. Allah nasıl salât eder. Allah dua eder diyemeyeceğimize göre. İşte burada anlaşılma problemi çözülmeye çalışılmış ve bu yüzden ilk otoriteler farklı görüşler ileri sürmüşler.

İbn. Abbas ve ona katılan Taberi bunu yuberriküne yani tebrik ederler, Allah ve melekleri peygamberi tebrik ederler. Veya bereket isterler mi diyelim. Evet tebrik ederler diye açıklamış.

Yine Süfyan-ı Servi farklı bir yorum getirmiş üçünü de ayrı ayrı tarif etmiş. Allah’ın salât etmesi; rahmet etmesi. Meleklerin salât etmesi dua etmesi demiş.

Said Bin Cübeyr rahmet ayetini okumuş, Allah’ın salât etmesi rahmetinin gazabını geçmiş olmasıdır demiş. Yani ilk otoriteler farklı farklı algılamışlar. 43. Ayette Allah ve meleklerinin duası değil, tabii ki salâtı, vahy idi. Çünkü 43. ayeti işlerken bunu söylemiştim, Allah ve melekleri mü’minlere vahiy göndererek salât etmiştir. Neden? Hemen arkasından karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için sizi diyor. karanlıklardan aydınlığa çıkaran vahiy idi. Demek ki orada kastedilen Allah ve meleklerin salâtı vahiydir. Allah vahyi göndermiş, melekler de onun gönderdiği vahyi indirerek salât etmiştir. Bu işte Allah ve meleklerin insana olan desteğidir. İnsanoğluna olan desteğidir.

Bugün burada salât etmesi de Allah ve meleklerinin Resulallah’a desteğidir. Resulallah’ı vahiyle  desteklemesi ki hemen önceki ayetler aslında ona birer destek değil mi? Ona eziyet etmeyin, onu üzmeyin, onu üzerseniz Allah’ı üzmüş olursunuz. O size söylemeye utanıyor fakat Allah utanmaz. Allah onu destekliyor, Allah onu görüp gözetiyor,

Allah ona rakıyb oluyor ibareleri ayetleri nedir? Hep birer destektir. Yani ey müminler Allah ve melekleri vahiyle peygamberi destekliyor, siz de onu destekleyin. Zaten salât, salâ kökünden türetilen bir kelime. Salâ ise insanın boyun kökünden son kuyruk sokumuna kadar omurgaya verilen isimdir yani dik tutan desteğe verilen isimdir. İnsan desteğine salâ denilir. Salâtın etimolojik kökü de budur. Onun için peygamberimiz namazı dinin direği, yani desteği olarak nitelendirmiştir. Essalâtu imadüddiyn orta direği, çadırın orta direği gibi. Bu nedenle bizim desteğimizi istemektedir. Rabbimiz bizim de onu desteklememizi istemekte, kendisinin desteklediğini bizimde desteklememizi istiyor.

Peki biz nasıl destekleriz? Onun risalet mirasını el üstünde tutarak, Onun bize bıraktığı en büyük miras olan vahyi insanlığa ulaştırmaya devam ederek, risalet mirasına ihanet etmeyerek. Daha sonra oluşan salâvat edebiyatı kültürü bu desteğin dil ile dua biçiminde verilmesidir ki, o sadece desteğin bir kısmını ifade eder. Ama asıl ayetin ifade ettiği destek Resulallah’ın rehberliğine verilen destektir. Onun bıraktığı en büyük miras olan vahye destektir. Peygamberler miras bırakmazlar, onların bıraktığı sadece misyonlarıdır unutmayın. Onun içindir ki bir peygamberin mirasına sadakat ona verilen destek olacaktır.

ve sellimû tesliymâ ve tam bir teslimiyetle onun öğretisine, onun rehberliğine teslim olun.

Salâtta hatırlayacağız, ayetin hemen üstünde Allah melekler ve müminler ortaklaşa. Fakat selâm’a gelince iş değişti. Sadece müminlere emrediliyor selâm. Bu farkı dikkate aldığımızda bunun teslimiyet, örneklik ve rehberliğe teslim olma olduğunu anlarız. Neml/59. ayetinde de selâm aynı buradaki anlamıyla kullanılır. Onu da anti parantez ifade etmiş olayım.

 

57-) İnnelleziyne yü’zunAllâhe ve RasûleHU leanehümullâhu fiyd dünya vel ahireti ve eadde lehüm azâben mühiyna;

Allâh’a ve O’nun Rasûlüne eziyet edenlere gelince, Allâh onlara dünyada ve sonsuz gelecek yaşamında lânet etmiş ve onlar için aşağılayıcı bir azap hazırlamıştır. (A.Hulusi)

57 – Çünkü Allah ve Resulüne eza edenler muhakkak ki Allah onları Dünyada ve Âhirette lânetlemiş (rahmeti sahasından kovmuş) ve onlara pek hakaretli bir azâb hazırlamıştır. (Elmalı)

 

İnnelleziyne yü’zunAllâhe ve RasûleH Allah’ı ve Resulünü incitenlere gelince. Destek devam ediyor; leanehümullâhu fiyd dünya vel ahireti ve eadde lehüm azâben mühiyna Allah onları bu dünyada da, öte dünyada da rahmetinden mahrum edecek ve onlar için alçaltıcı bir azab hazırlayacaktır.

53. ayetle birlikte düşünülmelidir bu ayet. Varlığını insanlığa rahmet olmaya adayanın koruyucusu Allah yeter. Yani burada Allah’ın varlığını insanlığa rahmet olarak adayan nebisini Resulallah’ı nasıl koruduğu ortada.

 

58-) Velleziyne yü’zunel mu’miniyne vel mu’minati Bi ğayri mektesebu fekadıhtemelu bühtanen ve ismen mubiyna;

İman etmiş erkeklere ve iman etmiş kadınlara yapmadıkları şeyler (iftira) ile eziyet edenlere gelince, onlar gerçekten bir iftira ve apaçık bir vebal yüklenmişlerdir. (A.Hulusi)

58 – Mü’minîn ve mü’minâta istihkak kesp etmedikleri bir vechile ezâ edenler de şüphesiz bir bühtan (açık bir vebal) yüklenmişlerdir. (Elmalı)

 

Velleziyne yü’zunel mu’miniyne vel mu’minati Bi ğayri mektesebu bir de mümin erkekler ve kadınları işlemedikleri şeylerle suçlayarak eza edenler, Yani mümin erkek ve kadınlara da eza edenler var. fekadıhtemelu bühtanen ve ismen mubiyna ama şunu iyi bilsinler ki böyle yapanlar çok büyük bir iftira etmiş olurlar ve bu sayede de büyük bir günah, vebal işlemiş olurlar, yüklenmiş olurlar. Bu apaçık bir suç olur.

Kadın erkek ilişkilerinin düzenlenmesinin illeti burada ima ediliyor. Belki açıkça söyleniyor, haysiyeti korumak. Yani insanın onur ve haysiyetini muhafaza etmek. Kadın erkek ilişkilerinde vahyin getirdiği sınırların sebebi bu.

 

59-) Ya eyyühenNebiyyü kul liezvacike ve benatike ve nisail mu’miniyne yüdniyne aleyhinne min celabiybihinn* zâlike edna en yu’refne fela yü’zeyn* ve kânAllâhu Ğafûran Rahıyma;

Ey Nebi! Eşlerine, kızlarına ve iman etmişlerin hanımlarına de ki: “Cilbap”larını (dış elbise) giysinler… Bu, onların tanınmalarına, bu yüzden de rahatsız edilmemelerine yarar… Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir. (A.Hulusi)

59 – Ey o Peygamber! Zevcelerine ve kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına hep söyle: cilbâblarından üzerlerini sıkı örtsünler, bu onların tanınmalarına, tanınıp da eza edilmemelerine en elverişli olandır, bununla beraber Allah bir gafûr rahîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Ya eyyühenNebiyy sen ey peygamberler ailesinin ferdi. kul liezvacike ve benatike ve nisail mu’miniyne yüdniyne aleyhinne min celabiybihinne eşlerine, kızlarına, bütün mü’minlerin hanımlarına toplum içine çıktıklarında üzerlerine tesettürü tam sağlayan elbiselerini almalarını söyle.

Nur/31. ayeti ile birlikte anlaşılmalıdır bu ayet. Nur suresi 31. ayeti daha önce ilgili yerde işlemiştik. O ayet özel. Bu ayet ise toplumsal tesettürle ilgilidir. Nur suresinin 31. ayeti bu ayetten önce inmiş olmak durumundadır. Çünkü onda baştan aksesuar olarak salınan örtünün göğüsleri, gerdanı da kapatması emr olunuyordu. Buradaki cilbab ise baştan ayağa bütün vücudu kapatan bir örtü olduğu ittifakla sabit. Eğer bu önce gelmiş olsaydı Nur/31 e gerek kalmazdı. Onun için Nur/31 önce gelmiş olmalıdır ki bu onu tamamlayan sosyal bir boyut katıyor tesettüre.

Örtünme fıtridir. Hz. Adem’den bahsedilirken Kur’an da cinselliğini fark edince örtünme ihtiyacını hissettiği dile getirilir. ..ve tafika yahsıfani.. (Tâhâ/121) yani başladılar cennet bahçesinin yapraklarıyla kendilerini örtmeye. Örtünmenin fıtri olduğunu gösteriyor bu da. Teşhir de, taciz de yasaktır. Yani bedenin kamuya açılması ve sergilenmesi, ya da kamuya aslında açık olmayıp özel bir güzellik olan, özel bir alan olan bedenin kamuya açılması için taciz edilmesi ikisi de yasaktır. Çünkü beden özeldir. Fakat kadın bedeni daha özeldir, çünkü kadın cinsi latiyftir, estetik bir formdur. Güzelliği temsil eder. Onun için beden kamuya açılamaz.

Bu ayet illeti, nedeni içinde bir hükümdür. Yani ayetin illeti kendi içinde yer alır. Her hüküm illetini içinde barındırmaz. Bazen illeti uzun akıl yürütmeler yoluyla, uzu çabalar yoluyla bulunur. Bazılarında ise böylesine açıkça yer alır.

zâlike edna en yu’refne fela yü’zeyn işte illet budur. İlleti kendi içindedir ki devamında da bu vardır onu okuyalım o zaman zâlike edna en yu’refne fela yü’zeyn bu onların hür ve Mü’min kadınlar olarak tanınmaları ve rahatsız edilmemeleri için daha uygundur. Burada daha uygunluğu edna, daha uygundur, belki takvaya daha uygundur şeklinde de çevrilebilir. Ama daha uygundur. Mota mot çevirisi budur.

Evet, illeti içindedir, bu da illetidir demiştik. Yukarıdaki, emrin illeti budur. Eza iffete yönelik her saldırıdır ayetteki eziyet. Değişkendir fakat tanınma. İki illet vardı eza ve tanınma. Eza edilmemeleri, eziyet edilmemeleri. Bu eziyet edilmiyor madem ilahi hüküm kalkar mı denilecekse ikincisi var tanınma. Bu kalıcıdır.

Cilbab örtünün niceliğinden çok bedeni örtme niteliğini ifade eder. Örten bir elbise olması şart, tesettür. Bu örtünme biçimi iffetsizleri simgelemeye başlarsa, herhangi bir örtünme biçimi, mesela birgün iffetsizleri, iffetsiz hanımları simgelemeye başlarsa, o örtünme biçimini terk etmek şart olur. Onun için tanınma yani arif, irfan, ma’ruf işte marifet hep aynı kökten gelir ve tanınma. Nasıl bir tanınma? Temiz olarak ve mü’min olarak tanınma, Mü’min kadının simgesi olarak görülmektedir.

Tesettür kadını korumak içindir, teşri kılınmıştır. Yani kadını korumak içindir. Neden ve nasıl? Çünkü kadın erkeklerin istismarına açılmamıştır. Kadın erkeklerle, kişiliğiyle ilişkiye girmesi, dişiliği ile ilişkiye girmemesi böyle temin edilmiştir. Kadının kişiliğinin gelişmesi için kamuya cinselliğini açmaması, daha doğrusu karşıt cinsle irtibata girdiğinde onunla kişiliği aracılığıyla ilişki kurması, dişiliği aracılığıyla ilişki kurmaması burada esas alınmıştır.

Vahiy özetle örtüye teabbüdi, ya da hukuki anlam yüklemez. Zaten ayetin sonu da bunu gösterir. ve kânAllâhu Ğafûran Rahıyma ne ki Allah zaten bağışlayıcıdır, merhamet edendir. Teabbüdi anlam yüklemez. Mesela domuz eti yasağında oldu gibi teabbüdi değildir. Veya hukuki anlam da yüklemez, mesela cinayet yasağında olduğu gibi. Fakat ahlaki anlam yükler. Onun içinde Kur’an da takva örtüsü, takva elbisesi, libas üd takva hayrulah. Takva elbisesi işin ruhudur. Tesettürse bu ruhun bedenidir. Bu ikisi birlikte olduğunda ahlaki tamamlayıcılık gerçekleşmiş olur.

İşte vahyin tesettür konusunda ki temel çıkış noktası ahlakiliktir. Bunun bir boyutu bireysel, bir boyutu toplumsal olana uzanır. Nur suresi bireysel, ahzap suresi 59. ayette toplumsal olanı temsil eder. Çünkü vahiy kadın erkek ilişkisinin kadının cinselliği, cinsel kimliğiyle değil, kadının kişiliğiyle, yani dişiliğiyle değil kişiliğiyle kurması gerektiği bir insanı ilişkiye dönüştürmeye çabalar. Bu gayrettir Kur’an ın, vahyin gayreti.

[Ek bilgi; Orijinal bir bakış açısı; BAŞ ÖRTÜSÜ GERÇEĞİ

İslam, kadına örtünme önerisinde bulunur. Ne zamana kadar? Blûğ çağına girip adet görmeye başladıktan itibaren doğurganlığının devam ettiği sürece. Sonra açabilirsiniz der. Bunun gerekçesi, kadının ve doğuracağı çocuğun atalarından gelen genetik formunun korunabilmesi içindir görüşündeyim.

Bir örnek uygulamaya işaret etmek istiyorum. Bilindiği gibi Haralarda cins at yetiştiriciliği yapılırken dişi ve erkek atların farklı cins veya karışık genlere sahip atlarla çiftleşmesine kesinlikle izin verilmez. Çünkü değerlidir, milyarlarca dolar anlamına gelir.  Ana baba kimlikleri hakkında mutlaka kayıt tutulur. Hatta kızgın oldukları dönemlerde diğer atların yanına bile bırakılmaz. Tek amaç; cins genlerinin karışmaması, bozulmaması içindir….. http://ekabirweb.blogspot.com/2012/06/basortusu-gercegi.html ]

 

60-) Lein lem yentehil münafikune velleziyne fiy kulubihim meradun vel murcifune fiyl Mediyneti lenuğriyenneke Bihim sümme lâ yücaviruneke fiyha illâ kaliyla;

Andolsun ki ikiyüzlüler, sağlıksız düşünenler ve Medine’deki dedikodu yayanlar eğer vazgeçmezler ise, kesinlikle seni onlara salarız… Sonra orada sana az komşuluk yapmış olurlar. (A.Hulusi)

60 – Celâlim hakkı için eğer vazgeçmezlerse o Münafıklar, kalplerinde maraz bulunanlar ve şehirde erâcif neşr eden, tahrikât yapanlar, mutlak ve muhakkak seni kendilerine musallat kılarız, sonra orada civarına pek az yanaşabilirler. (Elmalı)

 

Lein lem yentehil münafikune velleziyne fiy kulubihim meradun vel murcifune fiyl Mediyneh şu kesin ki eğer iki yüzlüler kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde yalan haber yayarak ortalığı karıştıranlar buna bir son vermezlerse lenuğriyenneke Bihim sümme lâ yücaviruneke fiyha illâ kaliyla seni onların üzerine öyle bir salarız ki sonra kısa bir süre dışında sana komşu olarak bile orada kalamazlar. Yani bir daha kısa bir süre hariç sana komşu bile olamazlar, yurtlarını yuvalarını kaybederler.

 

61-) Mel’uniyne, eyne ma sükıfu ühızû ve kuttilu taktiyla;

Lânete uğramışlar olarak… Nerede bulunup ele geçirilirlerse, tutulurlar ve öldürülür de öldürülürler. (A.Hulusi)

61 – Mel’un mel’un: nerede ele geçirilirlerse tutulurlar ve öldürülürler de öldürülürler. (Elmalı)

 

Mel’uniyne, eyne ma sükıfu ühızû ve kuttilu taktiyla Allah’ın rahmetinden dışlanmış olarak görüldükleri yerde enselenip kesinkes öldürülürler.

[Ek bilgi; {İRCAF,(60) aslında sarsıntı mânâsına olan "recfe"den alınarak ortalığı sarsacak tahrikler yapmak demektir ki, fiilî de olur, sözlü de. Bundan dolayı yalan yanlış uydurma haberler yaymaya "ircaf" denildiği gibi, o yoldaki yalanlara da "eracif" denilir. Bunu yapanlar içinde münafıklar dahi varsa da ayrıca zikrolunması daha başkalarını da göstermiş oluyor ki Medine ve civarındaki Yahudilerdi.

Bütün bunlar akıllarını başlarına alıp bu kötü huylarından tevbe ederek bu yaptıklarından vaz geçmezlerse azamet ve şanım hakkı için mutlak ve muhakkak seni onlara musallat kılar, saldırtırım, öldürülmelerin e ve uzaklaştırılmalarına teşvik ve sevk ederim. "Sonra da senin civarına pek az yaklaşabilirler."

Elmalı’lı;- Kur’an dili }]

 

62-) SünnetAllâhi filleziyne halev min kabl* ve len tecide lisünnetillahi tebdiyla;

Bu, önceden geçmişler içinde de Sünnetullâh’tır… Sünnetullâh’ın değişecek alternatifi asla yoktur! (A.Hulusi)

62 – Allahın bundan evvel geçenler hakkındaki kanunu ki Allahın kanununu tebdile çare bulamazsın. (Elmalı)

 

SünnetAllâhi filleziyne halev min kabl Allah’ın daha öncekilere uyguladığı bir uygulamasıdır, sünnetidir, geleneğidir bu. ve len tecide lisünnetillahi tebdiyla Sen Allah’ın uygulamasında, sünnetinde, geleneğinde asla bir değişiklik bulamazsın. Yani ilahi, kevni yasalar. İster tabiata koyduğu Allah’ın yasaları olsun, ister toplumsal dönüşümün yasaları olsun isterse biraz önce tesettür ayetinde dile getirdiğimiz gibi insanın fıtratında bulunan yasalar olsun. Ki insanın fıtratında güzelliğe eğilim. Erkeğin fıtratında kadına eğilim, erkeğin fıtratında görme isteği. Kadının fıtratında ise güzelliği gösterme isteği ve bütün bunlar dikkate alınarak Allah, insan ilişkilerini sağlıklı bir zemin üzerine inşa ediyor. Zihinlerimizi inşa ediyor.

İşte bütün bunlar aslında, temelde Allah’ın varlıkların içine yerleştirdiği temel yasalara bağlı olarak geliştirilen hükümlerdir. Bunu da en iyi bilen Allah’tır, çünkü O elâ ya’lemü men halâk.. (Mülk/14) yarattığını bilmez mi? yarattığı insanın neye zaafı olduğunu, neyi kötüye kullanacağını neyi istismar edeceğini, neyin altından girip üstünden çıkarak olumlu bir imkanken olumsuza çevireceğini çok iyi bilir. Onun içinde istismar kapılarını gösterip o kapıların kapanmasını istemektedir kullarından. Bunu da kendi çıkarı için değil, yine insanın çıkarı için yapmaktadır.

[Ek bilgi; Sünnetullah hakkında geniş bilgi Ahzab/38) ayette)]

 

63-) Yes’elükenNasü ‘anis sa’ati, kul innema ‘ılmuha ‘indAllâh* ve ma yüdriyke lealles sa’ate tekûnü kariyba;

İnsanlar sana o saatten (ölüm) sorarlar… De ki: “Onun ilmi ancak Allâh indîndedir”… Sana bildiren nedir, belki o saat yakındır! (A.Hulusi)

63 – O nâs sana saatten soruyor, de ki: onun ilmi Allahın nezdindedir ve ne bilirsin belki o saat yakında olur. (Elmalı)

 

Yes’elükenNasü ‘anis sa’a insanlar sana son saat hakkında soruyorlar. kul innema ‘ılmuha ‘indAllâh Peki, bilebilir mi Resulallah? Yani insanlar ona son saati soruyorlar da Resulallah’ın bileceği bir şey mi soruyorlar? İşte cevabı böyle ver diyor; De ki onun bilgisi sadece Allah katındadır. Hani Yes’eluneke anis saati eyyane mursaha. (A’raf/187) son saatin ne zaman kopacağını sana soruyorlar sen onun ne zaman olacağını nereden bileceksin ki, nasıl bileceksin ki Olacak iş değil. Ya kıyameti hesaplamaya kalkanlara ne demeli

ve ma yüdriyke lealles sa’ate tekûnü kariyba sana kim bildirebilir ki son saat belki yakındır. Müfessir Tahir Bin Aşur’un ifade ettiği gibi belki de uzaktır. Sözün geliminden bu anlam çıkar diyor, Belki yakındır beklide uzaktır.

Hadislerin bazılarında toplumsal çözülme ve medeniyetlerin çöküşü de kıyamet olarak nitelendiriliyor. Yani son saat; bireyin son saati var, medeniyetlerin son saati var, toplumların son saati var, devletlerin son saati var ve kozmik son saat var. Kozmik kıyamet, kozmik çöküş. Onun için iç içe bir son saatler zincirinden söz etmek lazım.

 

64-) İnnAllâhe leanel kafiriyne ve e’adde lehüm se’ıyra;

Muhakkak ki Allâh, hakikat bilgisini inkâr edenlere lânet etmiş; onlara alevli ateşi hazırlamıştır. (A.Hulusi)

64 – Şu muhakkak ki Allah kâfirleri lânetlemiş ve onlara bir çılgın ateş hazırlamıştır. (Elmalı)

 

İnnAllâhe leanel kafiriyne ve e’adde lehüm se’ıyra neden böyle bir ayetler silsilesinin arkasından kıyamet geldi? Biraz önce açıklamama dayalı olarak bunu cevabı verilebilir. Eğer bir toplumda kadın erkek ilişkilerinin zemini bozulursa o toplumun son saati gelir. Yani oralardan yola çıkarak toplumsal son saati, Medeniyetlerin son saatinin nasıl geldiğini insan ilişkilerinin bozulmasından yola çıkarak anlayabilirsiniz.

İnnAllâhe leanel kafiriyne ve e’adde lehüm se’ıyra şüphe yok ki Allah inkarcıları rahmetinden mahrum etmiş ve onlar için yakıcı, daha doğrusu se’ıyr, kışkırtılmış bir ateş. Yani çılgın bir ateş, çılgınca bir ateş hazırlamıştır.

 

65-) Halidiyne fiyha ebeda* lâ yecidune Veliyyen ve lâ Nesıyra;

Sonsuza dek orada yaşarlar… Bir velî ve bir yardımcı da bulamazlar. (A.Hulusi)

65 – Onda muhalled kalırlar ve ne bir veliy bulabilirler ne de bir nasîr. (Elmalı)

 

Halidiyne fiyha ebeda onlar orada ebediyen kalacaklardır. lâ yecidune Veliyyen ve lâ Nesıyra ne bir dost, ne de bir yardımcı bulabilecekler.

 

66-) Yevme tükallebu vucuhühüm fiyn nari yekulune ya leytena eta’nAllâhe ve eta’ner Rasûla;

Vechlerinin (şuurlarının) o ateşe dönüşeceği (pişmanlıkla yanacakları) o süreçte: “Yazıklar olsun bize! Keşke Allâh’a itaat etseydik, keşke O Rasûl’e itaat etseydik” derler. (A.Hulusi)

66 – O gün yüzleri ateşte çevrilirken ah derler: ah ne olurdu bizler Allaha itaat edeydik, Peygambere itaat edeydik. (Elmalı)

 

Yevme tükallebu vucuhühüm fiyn nari yekulu ateşte yüzlerinin ters çevrildiği o gün diyecekler ki tükallebu dikkat buyurun vucuhuhü, yüzlerin ateşte ters çevrilmesi. Bu ne olabilir ki? Maskelerin eriyip yanıp dökülerek gerçek yüzlerin ortaya çıkması olmasın sakın. Bana bunu çağrıştırdı. Dünyada ki manevi durumu orada bedene dönüşmüştür. Dünyada yılan gibi bir ahlaka sahip, insanları zehirliyordu orada o manevi hali kendi cismine dönüşecek. Kimi merkep suretinde,i kimi deve suretinde. Resulallah’ın ahiretle ilgili miraç hadisinde anlattıklarını hatırlarsanız, insanın dünyadaki manevi resminin ahirette kendi bedeni olacağı gerçeğini de anlarsınız.

ya leytena eta’nAllâhe ve eta’ner Rasûla peki ne diyecekler. Hani yüzlerinin maskelerini döktüğünde ateş diyecekler ki ah..! keşke Allah’a itaat etseydik, Resule itaat etseydik.

 

67-) Ve kalu Rabbena inna eta’na sadetena ve küberaena feedallunes sebiyla;

Daha da dediler ki: “Rabbimiz… Muhakkak ki biz önderlerimize ve inanç büyüklerimize itaat ettik de (onlar da) bizi (Hak) yoldan saptırdılar.” (A.Hulusi)

67 – Ya Rabbena, demektedirler: doğrusu bizler beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler. (Elmalı)

 

Ve kalu Rabbena inna eta’na sadetena ve küberaena feedallunes sebiyl yine rabbimiz diyecekler, fakat biz ileri gelenlerimize, büyüklerimize uyduk, yöneticilerimize uyduk, liderlerimize uyduk. Sonuçta onlarda bizi yoldan saptırdı. Yani taklit ettik, kafamızı kullanmadık, birilerinin arkasına takıldık bu hale geldik.

Furkan/27-28. ayetlerini hatırlayalım ki, bir üstteki ayeti hatırlatıyor zaten;

Ve yevme ye’adduzzâlimü alâ yedeyhi yekulü ya leytenit tehaztü maar Rasûli sebiyla. (Furkan/27) o gün kişi arkasına düştüğü adamın kendisini bile kurtaramadığını görünce can sıkısından elinin kemiğine dişini geçirecek ve diyecek ki diyor; Keşke bu adamın arkasına düşmeseydik.

Ya veyleta leyteniy lem ettehız fülanen haliyla. (Furkan/28) evet, keşke Resulallah’ı takip etseydim de falanca adamı dost edinip arkasına peşine takılmasaydım. Diyecek diyor.

 

68-) Rabbena atihim dı’feyni minel azâbi vel’anhüm lâ’nen kebiyra;

“Rabbimiz, onlara iki misli azap ver ve onlara çok büyük bir lânetle lânet et.” (A.Hulusi)

68 – Ya Rabbena onlara azâbın iki katlısını ver ve kendilerini büyük bir lânet ile lânetle. (Elmalı)

 

Rabbena atihim dı’feyni minel azâbi vel’anhüm lâ’nen kebiyra Rabbimiz ne olur onlara iki kat azab ver ve onları rahmetinden tamamen dışla diyecek, yalvaracak. Yani iblisleşmeyi dua edecek, tamamen dışla onları iblisleştir diyecekler.

 

69-) Ya eyyühelleziyne amenû lâ tekûnu kelleziyne azev Musa feberraehullahu mimma kalu* ve kâne indAllâhi veciyha;

Ey iman edenler! Musa’ya eziyet verenler gibi olmayın! Allâh, Onu (onların) dediklerinden temize çıkardı… Allâh indînde vechini teslim etmiş idi. (A.Hulusi)

69 – Ey o bütün iman edenler! Sizler o, Musâ ya ezâ edenler gibi olmayıp, ezâ ettiler de Allah, onu onların dediklerinden tebrie etti temize çıkardı, o, Allah yanında yüzlü idi. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenû lâ tekûnu kelleziyne azev Musa ey iman edenler Musa’ya eziyet eden İsrail oğulları gibi olmayın. İlginç değerli dostlar. Yani kısaca Yahudileşmeyin ey ümmeti Muhammed. Diyor. Ümmeti Musa’da sizin gibi Müslüman idiler, fakat yoldan çıkarak Yahudileştiler. Sizde ümmeti Muhammed olarak vahyi taşımak gibi büyük bir göreve seçildiniz.

Seçilmiş olmanızı siz torpil olarak düşünüp, algılayıp da yan gelip yatıp Allah’a isyan etmeye kalkarsanız Yahudileşmiş olursunuz. Buna hakkını verin sorumluluğunuzu yerine getirin. Peygamberinize sıradan biri muamelesi yapmayın Yahudileşen İsrail oğulları gibi.

feberraehullahu mimma kalu Hatırlayın ki Allah onların ithamlarına karşılık onu temize çıkarmıştı ve kâne indAllâhi veciyha ve O Allah katında zaten hatırlı, zaten şerefli, onurlu biriydi.

 

70-) Ya eyyühelleziyne amenüttekullahe ve kulu kavlen sediyda;

Ey iman edenler! Allâh’tan (yaptıklarınızın sonucunu yaşatacak olan sisteminden) korunun ve sağlam söz söyleyin! (A.Hulusi)

70 – Ey o bütün iman edenler Allah dan korkun ve sağlam söz söyleyin. (Elmalı)

 

Ya eyyühelleziyne amenüttekullahe ve kulu kavlen sediyda Ey iman edenler Allah’a karşı sorumlu davranın ve sözü yerinde ve doğru olarak söyleyin. Daha doğrusu sözü dosdoğru, doğru yerde, doğru zamanda, doğru bir biçimde söyleyin.

Sediyd, aslında bir gediği dolduran söz, lafı gediğine koymak bizde karşılığı dilsel karşılığı. Sözün gediğini bulsun, yerini bulsun. Sözün gücü doğruluğundan kaynaklanır diyor yani.

 

71-) Yuslıh leküm a’maleküm ve yağfir leküm zünubeküm* ve men yutı’ıllahe ve RasûleHU fekad faze fevzen ‘azıyma;

(Ki Allâh da) sizin davranışlarınızı düzeltsin ve suçlarınızı örtsün… Kim Allâh’a ve Rasûlüne itaat ederse, gerçekten büyük bir kurtuluş ile kurtuluşa ermiştir. (A.Hulusi)

71 – Ki işinizi yoluna koysun ve günahlarınıza mağrifet buyursun, her kim de Allaha ve Resulüne itaat ederse o hakikaten büyük murada ermiştir. (Elmalı)

 

Yuslıh leküm a’maleküm ve yağfir leküm zünubeküm o zamanda sizin işlerinizi yoluna koyar ve günahlarınızı bağışlar Allah eğer böyle yaparsanız. ve men yutı’ıllahe ve RasûleHU fekad faze fevzen ‘azıyma her kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse iyi bilsin ki o nihai kurtuluşa ermiş demektir. Kurtuluş tasavvurumuzu yeniden inşa ediyor. Ben kurtuldum diyenler kurtulmak nedir onu vahiyden öğrenin.

 

72-) İnna ‘aradnel emanete ales Semavati vel Ardı vel cibali feebeyne en yahmilneha ve eşfakne minha ve hamelehel İnsan* innehu kâne zalumen cehula;

Muhakkak ki biz o Emaneti (Esmâ şuuruyla yaşamayı), semâlara (benlik bilincine), arza (bedene) ve dağlara (organlara) önerdik de, onu yüklenmekten kaçındılar (Esmâ bileşimleri onu açığa çıkarmaya elvermedi); ve ondan korktular! Onu, İnsan (hilâfeti oluşturan Esmâ mânâlarını açığa çıkarma şuuru) yüklendi! Muhakkak ki o zâlim (hakikatini hakkıyla yaşamakta yetersiz) ve cahildir (sınırsız Esmâ’yı bilmede yetersizdir)! (A.Hulusi)

72 – Evet, biz o emaneti Göklere, Yere ve Dağlara arz ettik, onlar onu yüklenmeğe yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi, o cidden çok zalim, çok câhil bulunuyor. (Elmalı)

 

İnna ‘aradnel emanete ales Semavati vel Ardı vel cibal işin gerçeği şu. Biz akıl ve irade emanetini göklere ve yere ve dağlara sunmuştuk. İyi ile kötüyü seçme yeteneği burada emanet. Bu ayet emanet ayeti diye bilinen bu ayet Bakara/30. ayeti olan hilafet ayeti ve A’raf/172. ayeti olan misak ayetiyle birlikte okunduğu zaman anlaşılabilir.

feebeyne en yahmilneha ve eşfakne minha fakat sorumluluktan kaçıp onu üstlenmek istemediler. Yerler gökler sırtlanmadı. ve hamelehel İnsan nihayet onu insan üstlendi. Yani ey insan yükün, göklerin ve yerin taşımayacağı bir yük. Bu kadar ağır, insan olmak bu kadar ağır bir yükü taşımak demektir. Onun için gökleri ve yeri Allah senin emrine verdi, seni onun emrine vermedi. Neden? Çünkü sen irade ve akıl sahibisin, ira de ve akıl bu kadar önemli. Yerleri ve gökleri emrine boyun eğdirebilirsin bu akıl sayesinde.

innehu kâne zalumen cehula ne var ki o, yani insan da zalim ve cahil biri olup çıktı. Buradaki kâne; keynunet, yani ontolojik olarak baştan beri öyle oluşu değil sayrureti, daha sonradan bir şey yaparak başka bir şey olmayı ifade eder. Onun için insan başlangıçta emaneti aldı fakat emanete sahip çıkmayıp ihanet etti, zalim ve cahil biri olup çıktı anlamına gelir ki, İsra/27. ayetinde Kâne, yine bu anlama, sayruret anlamına kullanılır. Suyuti İtkan’nın 2. cildinin 17. sayfasında edatları işlerken kânenin sayruret anlamına da atıf yapar.

Ve lekad kerremna beniy Adem.. (İsra/70) biz ademoğluna kat kat ikram ettik, onurlu kıldık.

halaknel’İnsane fiy ahseni takviym. (Tin/4) biz insanı en güzel surette yarattık ayetleri böyle anlamamızı şart koşar. Çünkü insan doğuştan pavlus Hıristiyanlığının dediği gibi ilk günahla doğmaz, masum doğar, fakat sonradan saptırabilir.

 

73-) Li yu’azzibAllâhul münafikıne vel münafikati vel müşrikiyne vel müşrikâti ve yetubAllâhu alel mu’miniyne vel mu’minat* ve kânAllâhu Ğafûran Rahıyma;

Allâh, münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azaplandıracak; iman etmiş erkeklerle iman etmiş kadınların tövbelerini de gerçekleştirecektir… Allâh Ğafûr’dur, Rahıym’dir.(A.Hulusi)

73 – Çünkü Allah münafikîn-ü münafikate ve müşrikîn-ü müşrikâta azâb edecek, mü’minîn-ü mü’minata da Allah tevbe ile nazar buyuracak, ve Allah gafur rahîm bulunuyor. (Elmalı)

 

Li yu’azzibAllâhul münafikıne vel münafikati vel müşrikiyne vel müşrikât bundan dolayıdır ki Allah iki yüzlü erkeklerle kadınlara, Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıran erkekler ve kadınlara azab edecek veya azabı kelime manasıyla, etimolojik kök anlamıyla alırsak onları kendisinden mahrum edecek, onlardan yüz çevirecek, ilişki kesecek diye de anlayabiliriz.

ve yetubAllâhu alel mu’miniyne vel mu’minat inanan erkeklerin ve kadınların tevbelerini de kabul edecek. Yani öbürlerinden yüz çevirip inanan erkekler ve kadınlara dönecek, yönelecek. ve kânAllâhu Ğafûran Rahıyma zira Allah zaten bağışlayandır, merhamet kaynağıdır.

Bu ayetle biten Ahzab suresinin en sonunda biz de diyoruz ki; Rabbimiz bizi de bu sonsuz bağışına, sonsuz merhametine nail et. O sonsuz okyanustan bizim de üstümüze rahmet boca et. Amin..!

“Ve ahiru davana enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. FATIR (19-45) (137)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 

Değerli Kur’an dostları geçen dersimizde Fatır suresin 18. ayetine kadar işlemiştik. Bu dersimizi aynı surenin 19. ayeti ile sürdürüyoruz.

 

19-) Ve ma yesteviyl a’ma vel basıyr;

Âmâ (kör) ile basîr (gören) bir olmaz. (A.Hulusi)

19 – Ne kör ile gören, müsavi olur. (Elmalı)

 

Ve ma yesteviyl a’ma vel basıyr ne gerçeği görenle, gerçeği görmeyen bir olur.

 

20-) Ve lez zulümatü ve len nûr;

Karanlıklar (cehalet) ile Nûr da (ilim de)! (A.Hulusi)

20 – Ne zulümat ile nûr. (Elmalı)

 

Ve lez zulümatü ve len nûr ne de aydınlıkla karanlıklar bir olur.

Aslında bir önceki ayette, daha doğrusu geçen dersin sonlarından işlediğimiz ayetlerle bu ayetler arasında doğrudan bağlantı var. Özellikle Fatır suresinin, Allah’ın yaratışında ki farklılıklar, çeşitlilikler ilahi bir yasa olarak tanıtıldığı, takdim edildiği göz önüne alınacak olursa, işte o farklılıkların insana dönük yüzünde bir takım çift kutupluluklar dile getiriliyor. Yine bir yasa olarak dile getiriliyor. Ama bu tabii ki iradesi olan, seçme yeteneği olan, aklı olan bir insanla ilgili ise sonuçta tabiattaki çiçeklerin, tabiattaki böceklerin farklılığına benzemeyen bir farklılıktan söz ediliyor demektir. Fiziki körlükle alakası yok burada bahsedilen körlüğün. Ve ma yesteviyl a’ma vel basıyr (19) körle gören bir olur mu diyor, bir olmaz diyor.

Kur’an kendine özgü bir özürlülük kavramı inşa ediyor, özürlülük tasavvuru inşa ediyor. Kur’an a göre gözü kör olana, gözü görmeyene, görme engelli olana kör demezler. Çünkü Kur’an insanın fiziki durumuyla değil, maskesiyle değil, insanın toprağa dönüşecek yeri ile değil, insanın ölümsüz yeri ile ilgileniyor. İnsanın insanca tarafıyla ilgileniyor. İnsanı insan kılan yeri ile ilgileniyor, ruhu ile ilgileniyor, aklıyla ilgileniyor. Onun için burada kör olan baş gözü değil, yürek gözü ki, onu Kur’an da bir ayette aynen böyle buluyoruz.

..lâ ta’mel ebsaru ve lâkin ta’mel kulubülletiy fiyssudur. (Hac/46) Gözler kör olmaz, fakat asıl kör olanlar göğüstekilerdir. Yani kalp gözü diye de ifade ettiğimiz gönlün görme kapasitesi. Yakub’un Yusuf’un kokusunu aldığı yer, o yer. Mecnunun, Leylanın kokusunu aldığı yer o yer. İşte o yer. Görür duyar, işitir, sızlar, acı çeker, sever, özler, yanar. Ona Kur’an kalp diyor. Yani bütün bir iç dünya. İnsanı insan eden iç potansiyel, insanın görünmez boyutu. Bakanlar değil, görenlerden söz ediliyor burada. Yine çiftler devam ediyor.

 

21-) Ve lezzıllu ve lel harur;

Zıll (Esmâ kuvveleri gölgesi şuur) ile harur (yakan sıcak bedenler) de! (A.Hulusi)

21 – Ne de zıll ile harûr. (Elmalı)

 

Ve lezzıllu ve lel harur dahası, ne serinletici gölge ile kavurucu sıcaklıklar.

 

22-) Ve ma yesteviyl ahyâu ve lel emvat* innAllâhe yüsmi’u men yeşa’* ve ma ente Bi müsmi’ın men fiyl kubur;

Diriler (hakikat ilmi) ile ölüler (kendini vefat edince yok olacak sanan bedenliler) de bir olmaz! Muhakkak ki Allâh dilediğine işittirir… Sen, kabirlerin içindeki (kozalarının – beyinlerinin içindeki dünyalarında yaşayıp kendini bununla kilitlemiş) kimselere işittirme işlevine sahip değilsin! (A.Hulusi)

22 – Ölüler de müsavi olmaz diriler de, gerçi Allah her dilediğine işittirirse de sen kabirlerdekine işittirecek değilsin. (Elmalı)

 

Ve ma yesteviyl ahyâu ve lel emvat ne de (manen) dirilerle ölüler bir olur.

Manen dedim hayat ölüm tasavvuru da tıpkı gören görmeyen tasavvuru gibi manevidir. Yaşamak ne ölmek ne? Kur’an a sorarsanız bir çoğumuzun cevapladığı gibi cevaplamıyor bunu. Sizin yaşıyor diye baktığınıza Kur’an ölü diye bakabiliyor. Çünkü Kur’an a göre yaşamanın ölçüsü organizma değil, yaşamanın ölçüsü soluk alıp vermek değil, yaşamanın ölçüsü fiziki boyutunuzun çalışıyor olması değil.

Yaşamanın ölçüsü metafizik boyutunuzun, fizik ötesi boyutunuzun, iç dünyanızın, insanı insan eden tarafın çalışıyor olup olmaması, yaşıyor olup olmaması. Onun içinde taş gibi kalplerden söz eder Kur’an, taştan daha katı kalplerden. Mühürlenmiş gönüllerden söz eder Kur’an. Ya da bizim ölü dediklerimizin yaşadığından söz eder. Fakat onların yaşadığı hayatı bizim bilmediğimizden söz eder. İşte burada da olan bu, söylenen bu. Manen ölmüş olanlar, ya da yaşayanlar.

Bu meyanda aklıma gelen bir çok örnek var. Amir Bin Füheyre Bir’i Maune de tuzağa düşürülüp şehit edilen 40 ya da 70 kişilik kafilenin başındaydı. Onu öldüren katil Cebbar anlatıyor. “Onu ben öldürdüm” diyor. Öldürürken şöyle dedi legat füztû vallahi. Vallahi işte şimdi kazandım.” Ve Cebbar soruyor; Ben öldürenim o ölen nasıl o kazanıyor? Nasıl o kazanmış oluyor.

Cebbara göre müşrik tasavvura göre kendisi kazandı. Çünkü onun tasavvurunda hayat tek, hayatın bir tek mertebesi var o da bu. Ama Amir onun baktığı yerden bakmıyor. Amirin tasavvurunda hayatın mertebeleri çok ve hayatın bu mertebesi en küçük ve en düşük mertebesi. Onun için hayatın yüksek mertebesini kazandığını söylüyor o. Fakat karşısında ki onu anlamıyor. Kur’an ın inşa ettiği bir tasavvur işte hayata böyle bakıyor, farklı bakıyor. Herkesin ölüm dediğine o hayat diyor. herkesin diri dediğine o ölü diyor.

innAllâhe yüsmi’u men yeşa’ şu kesin ki Allah dilediğine işittirir. ve ma ente Bi müsmi’ın men fiyl kubur fakat sen mezardakilere asla işittiremezsin. Yani açılımı mezara girmiş gibi ölü olan kimselere, manen ölmüş olan kimselere asla işittiremezsin. Burada ki tabii ki bir mecazdır, manen ölmüş olanlar kastedilmektedir.

 

23-) İn ente illâ neziyr;

Sen kesinlikle yalnızca uyarıcısın! (A.Hulusi)

23 – Sen sade bir nezîrsin. (Elmalı)

 

İn ente illâ neziyr sen sadece ve sadece bir uyarıcısın. Doğrudan hitap Resulallah’a döndü ve eğer hidayet senin elinde olsaydı tamamdı. İstediğini hidayete erdirirdin. Fakat böyle değil. Yani hidayet tek taraflı bir şey değil demek bu. Bu ayetin söylediği şey bu. Hidayet sadece hidayet verenin katıldığı bir şey değil, hidayetinin muhatabının da katıldığı bir şey. Çift taraflı bir şey, enteraktif bir şey, hidayete layık olacak ki hidayete ulaşsın. Kendisi isteyecek ki ona hidayet verilsin. Kapıyı vuracak ki kapı açılsın. Talep edecek ki kavuşabilsin. Yürüyecek ki varabilsin.

Hidayet işte böylesine çift taraflı bir şey. Eğer böyle olmasaydı Peygamber Nuh, kafir oğlu Kenan için hidayet verici olurdu. Eğer böyle olmasaydı Peygamber İbrahim putperest babasına hidayet iletirdi, verirdi. Eğer böyle olmasaydı Peygamber Lût eşine ve kızlarına hidayet verirdi. Onları hidayete ulaştırırdı. Hidayet öncelikle insanın iradesiyle talebine bağlı. Öncelikle insanın duasına bağlı, yönelişine bağlı, tercihine bağlı. Yani hiçbir hidayet muhatabının iradesini yok saymaz, atlamaz, görmezden gelmez.

 

24-) İnna erselnake Bil Hakkı beşiyran ve neziyra* ve in min ümmetin illâ halâ fiyha neziyr;

Muhakkak ki biz seni Hak olarak irsâl ettik, müjdeci ve uyarıcı! Hiçbir ümmet yoktur ki onun içinde bir uyarıcı gelip geçmiş olmasın. (A.Hulusi)

24 – Muhakkak ki seni Hakk ile hem bir Beşîr hem bir nezîr gönderdik, hiç bir ümmet de yoktur ki içlerinde bir nezîr geçmiş olmasın. (Elmalı)

 

İnna erselnake Bil Hakkı beşiyran ve neziyra şüphe yok ki seni, hakikate sadık bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. ve in min ümmetin illâ halâ fiyha neziyr zira hiçbir ümmet yoktur ki illâ halâ fiyha neziyr içlerinden bir uyarıcı çıkmamış olsun.

Her ümmete bir peygamber. Aslında Kur’an ın değişik yerlerinde bu konuda bilgiye rastlıyoruz. …ve likülli kavmin had. (Ra’d/7) her toplumun bir yol göstericisi vardır buyurur. Bu sadece peygamberlikle dar anlamda sınırlı değil. peygamberlerden sonra da risalet mirasını nesil nesil taşıyan onların varisleri, yani alimler, davetçiler de belki bu kapsama girerler. Hicr/10, Nahl/36., Şu’ara/208. ayeti gibi bir çok ayet bu konuda bu ilkeyi dile getirir.

Risaleti ulaştırmak, aslında risaletin kendilerine iletildiği insanların risalete olan teşekkür borcudur. Hidayet sadece muhatabını hidayete ulaştırmakla, ya da muhatabında nakes bulmakla, yankı bulmakla yetinmez. Hidayete ulaşmış olmak o hidayeti başkalarıyla paylaşmayı gerektirir. Yani size nasıl taşındıysa sizin de başkalarına taşıyarak şükrünü eda etmeniz gerekir. O nedenle;

…ve uhıye ileyye hazel Kur’anu liünziraküm Bihi ve men belağa. (En’am/19)buyrulur. Bana bu Kur’an sizi ve onun ulaştığı kimseleri uyarmam için gönderildim. Burada 1. cümle açık ve biliyoruz. Ama özellikle 2. cümlecik yani onun ulaştığı kimseleri de ki ve men beleğa, onun ulaştığı kimseler. O kendi kendine mi ulaşıyor. Birilerinin onu ulaştırmak için çaba göstermesi gerekmiyor mu. Eğer gerekmiyorsa o zaman bu surenin ileriki ayetlerinde gelecek olan vahyi biz emanet ettik, miras bıraktık. O yeti nasıl anlayalım? Ki;

Sümme evresnel Kitabelleziynastafeyna min ‘ıbadiNA (32) aynen böyle diyor. Bu ilahi kelamı tebliğ işini kullarımızdan seçtiklerimize bıraktık, miras bıraktık. Bir şey miras kalıyorsa o mirasa sadakat gerekiyor. Vahyin miras bırakıldığı kimseler bu ümmet değil mi?

Ayet açık, Resulallah’ın vefatıyla risalet mirası kolektif bir mirasa dönüştü. Eğer o mirasa sadakatten söz edersek, ihanetten de söz etmemiz lazım. Zaten ayetin devamı ondan söz ediyor. Ve insanları üçe ayırıyor. Risalete karşı aldıkları tavra göre insanları üçe bölüyor. Yani ilahi vahyin muhatabı olan ümmeti, ümmeti Muhammedi özelde üçe ayırıyor; Vahye ihanet edenler, ortalama bir yol tutturanlar ve vahyi taşımada öncülük edenler.

Ayet gelecek,  o zaman bunun ne anlamı olur? İşte bu ayeti tefsir ederken mutlaka 32. ayete atıf yapmak ve onunla birlikte düşünmek durumundayız.

 

25-) Ve in yükezzibuke fekad kezzebelleziyne min kablihim* caethüm Rusulühüm Bil beyyinati ve Bizzuburi ve Bil Kitabil müniyr;

Eğer seni yalanlıyorlarsa, gerçekten onlardan öncekiler de yalanlanmıştı. Rasûlleri onlara apaçık deliller, zübur (hikmet bilgileri) ve aydınlatıcı bilgiler olarak gelmişti. (A.Hulusi)

25 – Seni tekzip ediyorlarsa bunlardan evvelkiler de tekzip etmişlerdi, onlara Peygamberleri beyyinelerle, suhuflarla ve nurlu kitab ile gelmişlerdi. (Elmalı)

 

Ve in yükezzibuke fekad kezzebelleziyne min kablihim eğer seni yalanlıyorlarsa unutma ki senden öncekiler de yalanlamışlardı. caethüm Rusulühüm Bil beyyinati ve Bizzuburi ve Bil Kitabil müniyr oysa ki elçileri onlara hakikatin  apaçık delilleri ile birlikte gelmişler, hikmet yüklü sayfalarla, aydınlatıcı vahiy ile gelmişlerdi.

 

26-) Sümme ehaztülleziyne keferu fekeyfe kâne nekiyr;

Sonra o hakikat bilgisini inkâr edenleri yakaladım… Benim Nekiyr’im (beni inkâr sonucu cezam) nasıl oldu! (A.Hulusi)

26 – Sonra ben o küfredenleri tuttum alıverdim, o vakit inkârım nasıl oldu? (Elmalı)

 

Sümme ehaztülleziyne keferu en sonunda inkarda ısrar edenleri yakaladım, enseledim, tabir caizse kıskıvrak enseledim. fekeyfe kâne nekiyr görsünler bakalım inkar nasıl olurmuş. Tanımamazlık nasıl olurmuş görsünler. Yani felaket sizin Allah’ı tanımamanız değil, asıl felaket Allah’ın sizi tanımaması. Felaket sizin Allah’ı inkarınız değil, asıl felaket Allah’ın sizi inkarı. Allah sizi tanımazdan gelirse, görmezden gelirse, göz ardı ederse işte felaket o, işte kıyamet o. İşte en büyük azap ve gazap o. Onun için tehdit cümlesi ile bitiyor. Görsünler bakalım inkar nasıl olurmuş.

 

27-) Elem tera ennAllâhe enzele mines Semai maen, feahrecna Bihi semeratin muhtelifen elvanüha* ve minel cibali cüdedün biydun ve humrun muhtelifün elvanüha ve ğarâbiybü sud;

Görmedin mi ki Allâh semâdan bir su (ilim) inzâl etti… Onunla renkleri muhtelif meyveler (düşünce sahipleri) çıkardık… Dağlardan (benlik sahipleri) da beyaz, renkleri muhtelif kırmızı ve simsiyah cüddeler (renkleri {anlamları – yaşam tarzları} farklı olan yollar var). (A.Hulusi)

27 – Görmedin mi Allah yukardan bir su indirdi de onunla bir çok meyveler çıkardık: renkleri başka başka, dağlardan da yollar var, beyazlı kırmızılı, renkleri muhtelif, hem de kuzgûnî siyahlar. (Elmalı)

 

Elem tera ennAllâhe enzele mines Semai maen yeni bir pasaja girdi sure ve yine sözü göklere, yere, suya, yağmura, kuraklığa getirdi. Yani vahiy rahmetinin kurak gönülleri nasıl sulayıp yeşerttiğine getirdi ve dedi ki; Görmedin mi ki Allah gökten suyu indirmiştir, feahrecna Bihi semeratin muhtelifen elvanüha derken onunla farklı renkte ki meyveleri yine biz çıkarmışızdır.

Bir önceki dersimde bu surenin ana fikrini, temasını söylerken yaratılışın olanca renkliliğine rağmen iç uyumundan söz etmiştim. İşte bire bir bundan bahseden ayetler geldi. Ve bir çok atıfla devam edecek. Varlık içinde ki farklı renklere. Farklılığın, yaratılışın bir boyutu olduğuna ve bunun yok edilemeyeceğine, aslında şu kainatta ki farklılıkların bir birlerinin zıddına bir savaşı değil, muhteşem bir uyumu getirdiğini. Yani her farklılığın ille de birbirini yok etmeye çalışması gerekmediği mesajını veren ayetler bunlar.

ve minel cibali cüdedün biydun ve humrun muhtelifün elvanüha ve ğarâbiybü sud ve dağlardan aşan beyaz, kırmızı rengarenk yollar ve zıtların hayranlık verici uyumunu simgeleyen siyahın her türü. Bazı bilgilere göre ğarabiyb karga anlamına gelen ğurab dan türetilmiş. Yani kuzguni siyah, karga siyahı, kara kargalar gibi.

Aslında burada söylenen şey tabiatta ki o çeşitlilik, o renklilik, o rengarenk görünüm. Tabii ki bu rengarenk çeşitliliğin içerisinde farklılığın kendi içinde ki muhteşem uyumu. Zımnen şunu söylüyor; İnsanoğlunun neden kendisinden farklı olanı yok etmeye yöneldiği sorgulanıyor, Resulallah’ı yok edilmesi gereken öteki olarak gören müşrik akıl burada yargılanıyor. Yani sizden farklı olanı neden hemen yok etmeye girişiyorsunuz. Ki surenin indirildiği zaman dilimini, Mekke döneminin orta periyoduna denk geldiği de aklımızda tutacak olursak surenin ayaklarıyla gayet uyumlu bir yorum olur bu. Ki 18. ayete de bir atıf yapmak gerekiyor burada.

 

28-) Ve minenNasi veddevabbi vel’ en’ami muhtelifün elvanühu kezâlik* innema yahşAllâhe min ‘ıbadiHİl ‘ulema’* innAllâhe ‘Aziyzün Ğafûr;

İnsanlardan, dabbelerden (beden türleri – ırklar) ve en’amdan da (hayvansı özellikler) renkleri muhtelif olanlar var! Allâh’tan, kullarından ancak âlimler (“Allâh” ismiyle işaret olunanı fark edenler, Azametini bilenler) haşyet duyar! Muhakkak ki Allâh Aziyz’dir, Ğafûr’dur. (A.Hulusi)

28 – İnsanlardan: hayvanlardan, davarlardan da kezâlik türlü renklileri var, ancak Allah saygısını kullarından bilenler duyar, haberiniz olsun ki Allah azîz bir gafûrdur. (Elmalı)

 

Ve minenNasi veddevabbi vel’ en’ami muhtelifün elvanühu kezâlik dahası insanlar, vahşi canlılar ve evcil hayvanlar da tıpkı bunun gibi uyumlu bir farklılığın renklerini taşıyorlar. Yine farklılıkların arasında ki var oluşsal hiyerarşi. Tabii ki söz yine insana, imaen de olsa insana getiriliyor. Fakat burada ki kezâlik ibaresini bir sonraki cümleye vererek okumak ta mümkün;

kezâlik* innema yahşAllâhe min ‘ıbadiHİl ‘ulema’ işte böyle tabiatta canlılar arasında nasıl farklılık varsa, Allah’a kulları içinde yalnızca bu farklı yaratılışın hikmet ve sebebini bilenler hakkıyla saygı duyarlar. Yani burada farklılık insana getiriliyor ve bilginin farklılığına göre insanın da Allah’a karşı duruşunun değişeceği söyleniyor. Ne kadar biliyorsa Allah’a karşı o kadar duruş sahibidir. Yani bu manada insanlar da farklı farklıdır demeye getiriyor ayet sözü.

innAllâhe ‘Aziyzün Ğafûr çünkü Allah çok yücedir sınırsız bağışlayıcıdır.

Bu ayet üzerinde bir miktar durmak gerekiyor. Çünkü Allah’tan layıkıyla sadece kulları içerisinde bilenler sakınır korkar. Ya da O’nun huzurunda tir tir titrerler, saygı duyarlar diyen bir cümle ile karşı karşıyayız. Bu gerçekten de önemli bir nokta.

İnsanlar da farklı diyor öncelikle ayet. Allah’a karşı küstahlaşanlar, O’nun şerefine halel getiremezler. Ayetin sonu bize bunu söylüyor. innAllâhe ‘Aziyzün Ğafûr yani eğer bunun zıddına bir şey yapacaksanız Allah’ın bundan zarar görmeyeceğinden emin olabilirsiniz. Aziyz ismi geldiğinde hep bu imayı içerir bağlam demiştim ya bu surenin başında, girişinde bu ismi tefsir ederken. Yine hatırlatıyorum: Aziyz ismi geldiğinde eğer bu söylenilenleri yapmazsanız, kaybedecek olan Allah değildir, sizsiniz mesajı var. Ama asıl ayetin bu cümlenin öncesi önemli;

Bilgi nedir diyenler gereği gibi saygı duyarlar diyordu. Bilgi eğer İbn. Faris’in tarifini esas alırsak; Alamettir, işarettir, atıftır, yani parmak gibi kendi başına bir şey değildir. Bir başka şeyi gösterir. Onun için bilginin kendisi bir amaç değildir, araçtır. “El ilmu yedullu ala eserin bis sey’i yetemeyyezu bihi an gayrihi” Diyordu İbn. Faris tarifinde bilgiyi, ilmi.

İlim bir şeyi, yani asıl şeyi o olmayan şeyden, sahtesinden ayırmamız için bize yol gösteren işarettir, izdir, eserdir. Demek ki bilgi kendi başına bir amaç değil bir araç.ç Zaten alem de ‘ilm den türetilir. Alem, yani evren tüm bir varlıklar evreni Bunlar bilgimize konu olduğu için alem denilmiştir. Hepsini bilmiyoruz, belki bilmemiz de çok mümkin değil. Ama her ne olursa olsun yine de insanın bilgisine sunulmuştur. İnsanın gayreti, çabası, tecrübesi oranında kendisini açar insana. Dolayısıyla bilgi havada uçuşan desteksiz şeyler değil. Bilgi; bilgi nesnesinin daha doğru ifade ile bilgi öznesinin objesinin kendisini ifşa etmesidir.

Siz ya yanlış bilirsiniz, ya doğru. Yanlış bilirseniz yanlış bilginizin bilgi objeniz üzerinde hiçbir etkisi yoktur. O sizin yanlışınızdan etkilenmez, sadece siz yanlış bilmiş olursunuz. Bunu Allah’ı bilmeye getirelim, en büyük bilgiye, marifetullaha. Eğer Allah’ı yanlış tanırsanız bundan zarar görecek olan Allah değildir, sizsiniz, biziz, insanoğludur ve sümmel emsel fel emsel tüm bilgi objelerine yayabiliriz bu örneği, bu kıyası.

Bizde bilgi alamettir dedim, kendi başına bir amaç değildir. İslam aklını Yunan batı aklından ayıran da bilgiye bakışımızdır. Onun içindir ki İslam aklında ahlaktan bilgiye gelinir. Yunan batı aklında bilgiden ahlaka gidilir. Kur’an da aklın isim olarak hiç kullanılmıyor oluşunun sebeplerinden biri de budur. Akl olarak geçmez, taakkul olarak geçer fiil olarak geçer. Çünkü aktif ve aktüel değilse akıl yok demektir. Akıl var olması için, var kabul edilmesi için aktif olması, fiilen çalışıyor olması, iş görüyor olması lazım.

İşte bizde bilginin kendi başına bir değer ifade etmekten daha çok ahlaka dönüştüğünde bir değer ifade etmesinin sebebi de budur . Bu nedenledir ki efendimiz faydasız bilgiden Allah’a sığınmıştır. Bu hem özünde faydasız olan bilgi, hem de özünde faydalı olduğu halde onu bilene faydası olmayan, yani bilenin ondan yararlanmadığı bilgi anlamına gelir.

Hard disk ile insanı ayıran işte budur. Bir CD ye de bilgiyi kopyalayabilirsiniz. Bir hard diske çok büyük bilgileri sıkıştırırsınız. Fakat fark nedir? Fark hard diskin o bilgiyi üretememesi, o bilgiyi ahlaka dönüştürememesi, o bilgiyi hayata dönüştürememesi, o bilgiden hikmet devşirememesi, o bilginin illetine ulaşamamasıdır. İnsan bunu yapar. Onun içindir ki bilenler sadece Allah’a karşı gereği gibi saygı duyarlar.

Sahabeden İbn. Mes’ud un ilim tarifi burada önem kazanıyor. Veysel ‘ilm kesretül ehadis. İlim çok hadis, çok haber, çok veri, çok data, çok malumat sahibi olmak değildir. Velâ kinnel ‘ilm kesretül haşyeh. fakat asıl ilim Allah’a saygıdır diyor. Bu aktif ve aktüel hale gelen bilgiden bahsediyordu aslında İbn Mes’ud. Bir bilgi ki eğer aktif değilse, sahibine yararlı sonuçlar üretmiyorsa, yani hikmete götürmüyorsa, bilgi objesi ile mutlak alim arasında bir irtibat sağlamıyorsa, yani gösterdiği yer görülmüyorsa, ki bilgi nesnelerini biz parmak olarak anlamıştık baştaki tariften. Bilinen her şey birer parmaktır, her parmak bir yeri gösterir. Bilginin gösterdiği yeri görüyorsanız ilim olur. Yoksa ilme dönüşmez, veri olur, data olur. Eğer gösterdiği yeri görüyorsanız o zaman atıf işlevini üstlenir. Çünkü Alem bir atıftır. Alem, el ‘alim’e atıftır. Alemin, varlığın tamamı Allah’a bir atıftır. Siz atfı görüyorsunuz, fakat kendisine atfedileni görmüyorsanız parmağa bakıyor, parmak ayı gösterirken ayı görmüyorsunuz demektir.

Zümer/9. ayeti bilgi ile ilgili tasavvurumuzu inşa eden ayetlerden biri;

..hel yestevilleziyne ya’lemune velleziyne lâ ya’lemun. (Zümer/9) bu ayetin bu ibaresi nedense kürsülerden sık sık söylenir, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Fakat Koskoca bir ayetin küçücük bir cümlesidir bu ve ait olduğu bütünden koparılınca neyi bilenlerle bilmeyenler sorusu boşta kalır. Ama ayeti başından aldığımızda bilginin aynı zamanda tarifini, vahyin bilgiye ilişkin tanımını da elde ederiz.

Emmen huve kanitün anaelleyli saciden ve kaimen yahzerul ahırete ve yercu rahmete Rabbih. (Zümer/9) Yoksa o kimse, o isyan eden, o bilmeyen kimse Allah’ın huzurunda uzun zamanlar boyu kıyamda durarak, Allah’ın huzurunda esas duruşunu takınarak havf ve haşyetle Allah’a karşı tir tir titreyen bir kalple rabbine yönelen kimseyle bir olur mu?

İşte bu, gece yarılarında diyor, hiç kimsenin görmediği ve bakmadığı anlarda sırf rabbine karşı duyduğu haşyetten dolayı rabbine esas duruşunu ve klas duruşunu tazeleyen gösteren kimseyle bunu yapmayan kimse bir olur mu? V e arkasında da;

..hel yestevilleziyne ya’lemune velleziyne lâ ya’lemun. İşte o zaman anlıyoruz biz neyi bilmekle neyi bilmemek ve işte o zaman anlıyoruz biz bilginin aktif ve aktüel hale geldiğinde akıl gibi, yani taakkul, akletmek gibi faydalı olduğunu. Yoksa bir böbrek taşı kadar, belki ondan daha fazla zararlı olabileceğini, bilginin kendisinin bizzat zararlı olmayacağını ama böbrek taşı nasıl böbreği tahrip ediyorsa kötü kullanılan, ya da kullanılmayan, yerinde kullanılmayan verilerin, dataların en azından boğaza durmuş su kadar insana zarar verebileceğini de unutmamak gerekiyor.

Bu manada bir şeyi daha unutmamak gerekiyor, şimdi aklıma geldi. Efendimiz ara ara bilginin hikmete dönüşmesi sürecini de ifade eden şu duayı yapardı, “İlahi erinel eşyae kemahi” Allah’ım bize varlığın, eşyanın hakikatini göster. Çünkü bilmek sahibini hakikate doğru götürmüyorsa o bilgi varlığın ambarına hırsızlık için girmek demektir. Bu manada sahibine bile hayrı olmayabilir demektir.

 

29-) İnnelleziyne yetlune KitabAllâhi ve ekamus Salete ve enfeku mimma razaknahüm sirran va alaniyeten yercune ticaraten len tebur;

Muhakkak ki Allâh’ın Kitabını “oku”yanlar, salâtı ikame edenler ve kendilerini beslediğimiz yaşam gıdalarından, gizli – açık, Allâh için karşılıksız bağışlayanlar, asla kaybetmeyecekleri yatırımı yaptıklarını umabilirler! (A.Hulusi)

29 – O Allahın kitabını okur, ardınca gider olanlar ve namazı kılıp kendilerine merzuk kıldığımız şeylerden gizli ve açık infak etmekte bulunanlar her halde öyle bir ticaret umarlar ki hiç batmak ihtimali yoktur. (Elmalı)

 

İnnelleziyne yetlune KitabAllâh şüphesiz Allah’ın kelamını okuyanlar, bir şeyi tilavet etmek yetlune KitabAllâh izlemeyi ve iletmeyi içerir. Onun için telâ fiili ‘utlû emri mesela. Hem izle, hem ilet emrini de içerir. Burada Allah’ın kitabını okumaktan kasıt, izlemek ve iletmekte dahildir.

ve ekamus Salâh namazı ikame edenler. Allah’a karşı esas duruşlarını koruyanlar genel itibarıyla Namazla inşa yani. Orta sütun peygamberimizin ifadesi ile. Esas duruş, belki ayağa kaldırmak.

ve enfeku mimma razaknahüm sirran va alaniyeten verdiğimiz rızıktan gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar. İnfakla servet tasavvurunu inşa ediyor burada Kur’an.

İnfak; Nefak, nifak, ilginçtir aynı kökten. Nifak biliyorsunuz münafığın türetildiği kök. Yani iki yüzlülük. Nefak aslında metroya denir. Tünele de nefak denilir. Hatta bu manada köstebek yuvasına da nefak denilir. Yani giriş ve çıkışı bol olduğu için. Bir yerden girip bir yerden çıktığı ve görünmez olduğu için. Burada infak neden bu kökten türetilmiş; Çift dünyalı bir anlayışın ifadesi olduğu için.

Bir tünelin en az iki kapısı vardır. Giriş ve çıkış. İnfak edecek, Allah yoluna harcayacak bir mü’minin iki dünyası, iki dünyalı bir tasavvuru olmalıdır. Bu dünyadan verince öbür dünyada kaldığını, orada kendini beklediğini, orada kendini bekleyen bir servete dönüştüğünü, ebedi ve kalıcı bir servete dönüştüğünü bilmesi ve inanması.

Tek dünyalı infak edemez. Tek dünyalının iki yüzü olabilir. Ama iki dünyalının tek yüzü olur ve iki dünyalı olan infak eder. Çünkü kimse kendisine geri dönmeyecek bir yere bir şey vermez.

Allah’a güvendir nifak. Aynı zamanda emanet bilincidir. Yoksulun kendine verilmiş olan, tevdi edilmiş olan payını sahibine iade etmektir. Çünkü bazılarını varlıkla bazılarını yoklukla sınar Allah. Bazılarının payını bazıları yolu ile verir eliyle. Onun payını onun eline vermesi onun kılması değildir. Bakalım kendine tevdi için verilmiş olan payın üstüne mi yatacak, yoksa sahibine mi verecek işte budur, bir sınamadır ve servetin imtihan olması, fitne olmasının gerekçesi de budur.

yercune ticaraten len tebur ancak kesintisiz bir kazanç elde edebilirler işte bu kimseler.

 

30-) Li yüveffiyehüm ücurehüm ve yeziydehüm min fadliHİ, inneHU Ğafûrun Şekûr;

Onlara hak ettikleri karşılığı tam verir ve fazlından da artırır… Muhakkak ki O, Ğafûr’dur, Şekûr’dur. (A.Hulusi)

30 – Çünkü Allah ecirlerini kendilerine tamamen ödedikten başka fadlından onlara ziyadesini verecektir, çünkü o hem gafûr hem şekûrdur. (Elmalı)

 

Li yüveffiyehüm ücurehüm ve yeziydehüm min fadliH netice de Allah onlara karşılıklarını tam olarak ödeyecek. Üstelik kendisinden bir bağış olarak fazlasını da lütfedecektir. inneHU Ğafûrun Şekûr zira O sınırsız bağışlayandır, şükre tarifsiz bir karşılık verendir. Ğafûrun Şekûrun kelimelerinin belirsiz formda  gelmeleri sınırsız ve limitsiz, tarifsiz. Yan anlamlarını zaten metne katıyor. İman güvenin ta kendisidir. İnfak emri güvenin sınanmasından başka bir şey değildir.

 

31-) Velleziy evhaynâ ileyke minel Kitabi “HU”vel hakku musaddikan lima beyne yedeyh* innAllâhe Bi ‘ıbadiHİ le Habiyrun Basıyr;

Hakikat ve Sünnetullâh BİLGİSİ’nden (Kitaptan) sana vahyettiğimiz, kendinden öncekini tasdik eden olarak Hakk’ın ta kendisidir! Muhakkak ki Allâh, Esmâ’sıyla kullarının varlığında olarak Habiyr’dir, Basıyr’dir. (A.Hulusi)

31 – Kitaplar içinde o sana vahy eylediğimiz kitab da önündekileri musaddık olmak üzere hak, ancak odur, her halde Allah, kullarına habîr bir basîyr bulunuyor. (Elmalı)

 

Velleziy evhaynâ ileyke minel Kitabi “HU”vel hakku musaddikan lima beyne yedeyh sana vahy ettiğimiz ilahi kelam önceki vahiylerden kendisine kadar ulaşmış olanları doğrulayan hakikatin ta kendisidir. Maide/48. hatırlayalım. Ne diyordu?

Ve enzelna ileykel Kitabe Bil Hakkı musaddikan lima beyne yedeyhi minel Kitabi ve Müheyminen aleyh.. (Maide/48) özellikle son iki kelime Müheyminen aleyh ibaresine dikkat. Onların doğrusunu yanlışından ayırt edici olarak gönderdik bu kitabı. Neylerin? Kendisinden önce gelmiş olan vahiylerin doğrusunu yanlışından ayırt edici bir sağlama kitabıdır son vahiy. Son vahyin önceki vahiylerden onayladığı kabul edilir, onaylamadığı kabul edilmez. Yani Kur’an vahyi önceki vahiylerin doğrusunu yanlışından ayıracak bir sağlama yöntemidir aynı zamanda.

innAllâhe Bi ‘ıbadiHİ le Habiyrun Basıyr elbette Allah kullarının gidişatından haberdardır, her şeyi görmektedir.

 

32-) Sümme evresnel Kitabelleziynastafeyna min ‘ıbadiNA* feminhüm zâlimün linefsih* ve minhüm muktesıd*ve minhüm sabikun Bil hayrati Biiznillâh* zâlike “HU”vel fadlül kebiyr;

Sonra kullarımızdan süzüp seçtiklerimizi Hakikat ve Sünnetullâh bilgisine vâris kıldık! Onlardan kimi nefsine zulmedicidir (hakikat bilgisinin hakkını vererek yaşayamaz)… Onlardan kimi muktesiddir (arada, kâh hakikatini hisseder kâh bedenselliğe düşer)… Onlardan kimi de Bi-iznillâh (Esmâ açığa çıkışının elvermesiyle) hayırlar – yaşantıları ile öne geçendir… İşte bu büyük lütuf, üstünlüktür! (A.Hulusi)

Not: Bu âyeti açıklayan bir hadis-i şerif: Ebud Derda r.a. dedi ki, Hz.Rasûlullâh’ı şu âyeti (yani bu 32. âyeti) okurken işittim de şöyle buyurdu: “Hayratlar ile öne geçene gelince, o hesap görmeden cennete girer… Muktesid (arada olan) ise kolay bir hesapla hesaba çekilir… Amma nefsine zulmedene gelince, kendisine hemm (hüzün – üzüntü) dokununcaya kadar bir makamda oturur, sonra cennete dâhil olur”… Sonra şu âyeti okudu: “Hamd, hazanı (üzülmeyi) bizden gideren (tüm kuvvelerin sahibi) Allâh’a aittir… Muhakkak ki Rabbimiz, Ğafûr’dur, Şekûr’dur. {34. âyet}” (Müsned-i A.Hanbel) (A.Hulusi)

32 – Sonra biz o kitabı kullarımızdan süzdüklerimize mîras kıldık, onlardan da nefislerine zulmeden var, muktesıd: orta giden var, Allahın izniyle hayırlarda ileri geçenler var, işte büyük fadıl o. (Elmalı)

 

Sümme evresnel Kitabelleziynastafeyna min ‘ıbadiNA derken bu ilahi kelâmı tebliğ işine kullarımızdan seçtiklerimizi varis kıldık. Biraz önce atıf yaptığım ayeti kerime geldi. Varisler ümmeti Muhammed. Hz. Peygamberin risalet sorumluluğu vefatıyla ümmete geçmiştir, bu ümmete. Delili Kur’an da Hz. peygamber için zikredilen her fazilet ve ödülün ayrıca da bu ümmet için zikredilmesidir. Şimdi burada sayamayacağım kadar bir çok örnekte Resulallah için hangi ödül zikrediliyorsa bu ümmet için de aynı ödül zikredilmiştir.

Bireysel olmaktan çıkıp toplumsal risalete dönüşmüştür Resulallah’tan sonra risalet mirası. A. İmran suresinde;

Veltekün minküm ümmetün yed’une ilel hayri ve ye’murune Bil ma’rufi ve yenhevne anil münker. (A.İmran/104) içinizden hayra çağıran, iyiliği emreden kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun ayetini hatırlayalım.

İçinizden dediği kimdir? Elbette bu ümmet. Yani içinizden bir topluluk bulunsun. Muhataplarının içinden. Niçin? O topluluk gelecekte gelmesi mukadder olan baharı müjdeleyen çiçekler olsun. O topluluk bu mirasa ihanet etmemiş olsun. Bu mirası yere düşürmesin. Sancağı, bayrağı yere düşürmesin, vahyi taşısın.

Mirasa ihanet edenler, Resulallah onlardan şikayet edecek Hatırlayınız ..ya Rabbi inne kavmittehazû hazel Kur’âne mehcura. (Furkan/30) buyuruyordu Kur’an Resulallah’ın dilinden. Resul yarın hesap gününde Ya rabbi diyecek bu toplum var ya benim bu toplumum, bu Kur’an ı terk edilmiş bir hitap olarak bıraktılar, metruk bıraktılar. Yani emanete ihanet ettiler. Resulallah’ın ümmetini şikayet ettiği, edeceği, edebileceği tek konu olarak gözüküyor. İşte ayette bunu yapanlar nefsine zulmedenler olarak geçiyor, ki devamında bu geliyor.

feminhüm zâlimün linefsihim bunlar üç kısımdır. Miras bırakılanların mirasa tavrına göre üçe ayrılacak bunlar.

1. kesim onların içerisinden kimisi kendisine zulmeder. Kendilerine zulmedenler. Yani vahiy emanetine ihanet edenler. Onu yüz üstü bırakanlar, onu taşımayanlar, onu hayatlarına koymayanlar.

 ve minhüm muktesıdun kimisi ortalama bir yol tutturacak, yani mirasa ihanet etmeyecek belki ama bireysel yaşayacak fakat onu taşımak için öncü de olmayacak. Ama 3. kesim;

ve minhüm sabikun Bil hayrati Biiznillâh kimisi de Allah’ın izni ile her iyi şeyde öncülük edecek, yani vahiy mirasını yere bırakmamak ve taşımak için hangi çaba gerekiyorsa onu göstermekten geri durmayacak. Vahyin amacını gerçekleştirmek için rol alanlar, bunu dert edinenler. Burada sözü edilen 3. kesim işte. Benzer bir üçlü tasnif Vakıa suresinde de birkaç kez geçer ki onlarla birlikte okunduğu zaman bu üçlü tasnif daha iyi anlaşılır.

zâlike “HU”vel fadlül Kebiyr bu, işte budur muhteşem zafer.

 

33-) Cennatu ‘Adnin yedhuluneha yuhallevne fiyha min esavira min zehebin ve lü’lüa* ve libasühüm fiyha hariyr;

Adn (Esmâ kuvveleriyle tahakkuk ederek yaşam) cennetleri ki, oraya girerler… Orada altından bilezikler ve inci ile süslenirler… Orada onların elbiseleri ipektir. (A.Hulusi)

33 – Adin Cennetleri: ona girecekler, orada altın bileziklerden, hem de inci süslenecekler, elbiseleri de orada ipektir. (Elmalı)

 

Cennatu ‘Adnin yedhuluneha onlar kalıcı mutluluk ve güzelliğin merkezi olan cennetlere girecekler. yuhallevne fiyha min esavira min zehebin ve lü’lüa altın künyelerin ve bileziklerin, inci takıların takınıldığı bir yer olacak orası. Orada altın künyeler takınacaklar ve inci ile bezenecekler. ve libasühüm fiyha hariyr ipekten elbiselere orada sahip olacaklar.

Dikkatinizi çekmiştir, aslında dünyada ki gönüllü mahrumiyetlerinin ahiretteki karşılığı olarak. Altın künyeler, bilezikler, inciler, ipekler, tabii ki bunlar kendi dünyamızda kendi bilincimize indirilmiş şekli. Yoksa bütünüyle bir gayb olan ahirette ki havsalamızın almayacağı nimetler bu kelimelerle ifade edilemeyecek kadar bize uzak, ama bizim dünyamızdan en çok bunlarla anlayabiliriz. Onun için de bunlarla anlatılıyor. Fakat bizin asıl alacağımız ders farklı.

Hz. peygamber Altına ve ipeğe nasıl davrandığını biliyoruz. Aslında onun tavrı işte bu ve buna benzer ayetlerden kaynaklanıyor. Böyle yorumlamamız çok daha doğru bir yaklaşım olur. Gönüllü mahrumiyetimiz mutlaka ödüllendirilecek.

[Ek bilgi; Soru;1- Bir erkeğin İpek seccade üzerinde namaz kılması dinimizce uygun mudur?

2- Bir erkeğin altın saat takması dinimizce uygun mudur?

        Cevap;

1. Erkeklere Hz. Peygamberin getirdiği ipek (harir) ve altın  "yasağı" (haramı değil) efendimizin cennette vaad edilen nimetleri ondan dünyada kendini mahrum ederek hak etme hassasiyetinin bir ürünü olsa gerektir. Zira harir, cennetteki sonsuz hürriyetin timsalidir (cenneten ve harira: cennet ve sonsuz hürriyet).

Taabbudi (İbadet ve Kulluk) bir yasak olsa kadın erkek fark etmez, her mümin için yasak uygulanırdı. Oysa ki kadınlar için yasak söz konusu bile değildir. Beri yandan Abdurrahman b. Avf'ın haşerelere karşı hassas vücudu için "Bit tutmuyor" gerekçesiyle İpek gömlek giyme izni istemesi üzerine Rasulullah bu izni vermişti. Kaldı ki seccade giyilecek bir şey değildir. İpeğin giysi dışında kullanımını yasaklayan ya da yeren bir rivayet bilinmemektedir.

2. Efendimizin altın yüzüğü erkeklere yasak kılmasının gerekçesi ipek yasağı ile aynıdır. Buna, altının kadınların zinet eşyası olarak bilinmesi ve kullanılması, dolayısıyla cinslerin kendilerini karşıt cinse benzetme girişiminin yasaklanması kapsamına girmesi de eklenebilir.

Ebu Davud'un tahriç ettiği bir haberde Suheybi Rumi'nin dört sahabenin parmağında altın yüzük gördüğünü söylemesi ve kendisinin de altın yüzük kullanması, Peygamber tarafından konulan bu yasağın "haram koyma" şeklinde anlaşılmadığını gösterir.

Hüküm: saat eğer takı niyetine takılıyorsa altın yüzük hükmündedir ve Efendimiz’in yasağı kapsamına girer. Eğer takı amacıyla değil de saat olarak kullanılıyorsa, saat bir hacet olduğu için bunda bir beis olmasa gerektir. zira Efendimiz kesik burnu yerine gümüşten bir burun yaptıran bir sahabeye, gümüş koku yaptığı için "altından bir burun edin" demiştir. (Mustafa İslamoğlu)]

[Ek bilgi-2; Prof. Dr. Bedri Gencer, zamanımızın önemli Müslüman düşünürlerinden ile sohbetten.

Dinen kendilerine haram kılınan altın ve ipeğin erkeklerde kadınlık hormonu olan östrojen miktarını arttırdığı tıbben ispatlanmıştır.

 

http://www.dunyabizim.com/?aType=haber&ArticleID=9603

 

Doç. Dr. Ahmet Selçuk Can; Erkeklerde östrojen fazlalığının belirtileri;

1 – memelerde büyüme,

2 – penis boyunda azalma,

3 – vücut kıllarında azalma,

4 – kaslarda şişme ve vücutta ödem.

 

http://www.uzmantv.com/ostrojen-hormonunun-fazla-olmasi-erkeklerde-ne-tur-sorunlara-yol-acar ]

 

34-) Ve kalül Hamdu Lillâhilleziy ezhebe ‘annelhazen* inne Rabbenâ le Ğafûrun Şekûr;

(Adn cenneti yaşamına girenler) dediler ki: “Hamd, üzülmeyi bizden gideren Allâh’a aittir… Muhakkak ki Rabbimiz, Ğafûr’dur, Şekûr’dur.” (A.Hulusi)

34 – Ve şöyle demektedirler: «hamd olsun Allaha, bizden o hüznü giderdi, hakikaten rabbimiz çok gafûr, şekûr. (Elmalı)

 

Ve kalül Hamdu Lillâhilleziy ezhebe ‘annelhazen ve diyecekler ki hüznü bizden gideren Allah’a hamd olsun. Cennet ehli cennete girdiğinde bunu söyleyecek. Artık hüzün bitti, hüznü, kederi, derdi sıkıntıyı, acıyı, elemi bizden tamamen söküp atan Allah’a sonsuzca hamd olsun. Diyecekler.

Gözlerimi kaldırdım devindi hüzün,

Hüzün ki çiçeği gül ömrümüzün.

Necati Polat.

Diyordu ya şair. Çiçeği gül ömrümüzün. O kadar çiçeği ki bilmek zaten hüzün verir. Onun için bilenler hep bir parça mahzundurlar. Onun için sevgili nebi, “İnniy Nebiyyül ahzan” (hadis) diyordu. Ben hüzünlerin peygamberiyim. Yine o; Lev tağlemune ma ağlem. Le dahiktum kaliylen. Vele bekeytüm kesiyren. (Hadis-Buhari)  eğer benim bildiğimi bilseydiniz, bir başka varyantında benim gördüğümü görmüş olsaydınız çok ağlar az gülerdiniz. Diyordu. Yine son nefeslerinde baş ucunda ağlayan kızı Fatımasına; “Ağlama kızım baban bir daha acı çekmeyecek.” Diyordu. Adeta bu ayetin sanki tefsiriydi. Ve kalül Hamdu Lillâhilleziy ezhebe ‘annelhazen işte bu, yani hüznün kökten söküldüğü yer cennet olacak. Bunun zıddı şu; Dünyada hüzün hiç kökünden sökülüp atılmayacak.

inne Rabbenâ le Ğafûrun Şekûr gerçekten de rabbimiz sınırsız bir bağışlayıcıymış, şükre tarifsiz bir karşılık verirmiş.

 

35-) Elleziy ehallenâ dârel mukameti min fadliHİ, lâ yemessünâ fiyhâ nesabün ve lâ yemessünâ fiyhâ luğûb;

Ki O, bizi fazlından Dâr-ül Mukame’ye (cennet yaşamını yaşatacak özellikli yapıya) yerleştirdi… Onda ne bir yorgunluk dokunur bize, ne de bir usanç. (A.Hulusi)

35 – Fadlın da bizi durulacak yurda kondurdu, burada bize yorgunluk gelmeyecek, burada bize usanç gelmeyecek».(Elmalı)

 

Elleziy ehallenâ dârel mukameti min fadliH lûtfuyla bizi bu varlığı ve güzelliği kalıcı diyara yerleştirdi Allah. Dârel mukame, cennet bedel değil ödüldür, lûtfuyla diyor ya ayet lûtfuyla, yani bedel değil ödül. Sizden hiç kimse diyordu efendimiz bir hadisinde cenneti amellerin karşılığı olarak elde edemez. O Allah’ın size olan bir rahmeti ve lûtfudur. Ya Resulallah sen de mi diye sormuştu dinleyenler. Evet, ben de. diye buyurmuştu. Onun için ..sevaben min indillâh. (A.İmran/195) Allah’tan bir ödül olarak cennet verilecek buyrulur.

lâ yemessünâ fiyhâ nesabün ve lâ yemessünâ fiyhâ luğûb orada semtimize ne yorgunluk ve bezginlik, ne de usanç ve bıkkınlık uğrayacak. Bu rahatlıktan insan sıkılmaz mı sorusunun cevabıdır. Rabbimiz bu muhtemel sorunun geleceğini elbette biliyordu ki, işte burada onun cevabı geliyor. Hayır asla usanma ve sıkılma olmayacak.

 

36-) Velleziyne keferu lehüm naru cehennem* lâ yukda aleyhim feyemutu ve lâ yuhaffefü anhüm min azâbiha* kezâlike necziy külle kefur;

Hakikat bilgisini inkâr edenlere gelince, onlar için cehennemî yanış vardır… Ne onlara ölümle hükmedilir ki ölsünler ve ne de azaplarından hafifletilir… Her (hakikat bilgisine karşı) nankörlük edeni böylece cezalandırırız. (A.Hulusi)

36 – Küfredenlere gelince: onlara Cehennem ateşi var: hüküm verilmez ki ölsünler, kendilerinden biraz azâbı da hafifletilmez, işte her nankörü böyle cezalandırırız. (Elmalı)

 

Velleziyne keferu lehüm naru cehennem inkarda ısrar edenlere gelince onlar cehennem ateşine mahkum olacaklar. lâ yukda aleyhim feyemutu ve lâ yuhaffefü anhüm min azâbiha evet, çok ilginç. İzin verilmez ki ölsünler, ölebilsinler. Yani ölmek isteyecekler, toprak olmak, yok olmak isteyecekler, bu ölüm öyle bir ölüm, buna Kur’an dilinde sübûr denilir. Fakat bunu beceremeyecekler. Dahası azapları kısmen dahi hafifletilmez. Ölümü değil ölümleri çağırın diyordu ya;

Lâ ted’ul yevme süburen vahıden ved’u sübura. (Furkan/14) bugün bir tek ölüm yetmez size bir tek ölümü çağırmayın, ölümleri çağırın.

kezâlike necziy külle kefur işte biz her bir nankörü böyle cezalandırırız.

 

37-) Ve hüm yastarihune fiyha* Rabbena ahricna na’mel salihan ğayralleziy künna na’mel* evelem nu’ammirküm ma yetezekkeru fiyhi men tezekkere ve caekümün neziyr* fezûku fema liz zâlimiyne min nasıyr;

Onlar orada (cehennemde) feryat ederler: “Rabbimiz! Bizi (bu şartlarımızdan) çıkar ki önceden yaptıklarımızdan farklı olarak esas yapılması gerekli olanları yapalım”… (Cevap verilir:) “Sizi, düşünme kapasitesi olan birinin, düşünebileceği kadar bir ömürle yaşatmadık mı? Size uyarıcı da geldi! O hâlde şimdi tadın (kendinize hazırladığınızı)! Zâlimler için bir yardımcı yoktur.” (A.Hulusi)

37 – Ve onlar orada şöyle feryat ederler: «ya Rabbenâ, bizleri çıkar, yapa geldiklerimiz gayri yarar bir amel yapalım» ya size düşünecek olanın düşüneceği kadar ömür vermedik mi ki, hem size Peygamber de geldi, o halde tadın, çünkü zalimleri kurtaracak yoktur. (Elmalı)

 

Ve hüm yastarihune fiyha ve onlar orada şöyle feryadü figan edecekler; Rabbena ahricna na’mel salihan ğayralleziy künna na’mel rabbimiz kurtar bizi, söz daha önce yaptıklarımızdan daha farklı, daha iyi şeyler yapacağız eğer bize bir fırsat daha tanırsan. evelem nu’ammirküm ma yetezekkeru fiyhi men tezekkere öyle mi diyeceğiz. Size aklını başına almaya gönüllü birine yetecek kadar uzun bir ömür vermemiş miydik? Vermiştik.

Aklı başa almaya yetecek kadar uzun bir ömür.  Bu konuda çok farklı görüşler ileri sürülmüş müfessirler tarafından. Fakat aslında Kur’an bize bu sorunun cevabını veriyor. Ahkâf/15. ayeti ışığında anlayabiliriz bunu; ..hattâ izâ beleğa eşüddehu ve beleğa erba’ıyne seneh. (Ahkâf/15) rüşt yaşına eriştiğinde, yani 40 ına geldiğinde diyor. Bu ayette ki o süreyi de 40 yaş olarak görebiliriz.

ve caekümün neziyr üstelik bir de uyarıcı gelmişti. fezûku fema liz zâlimiyne min nasıyr şu halde elinizle yaptıklarınızı tadın ama zalimlerin yardımcısı olmayacağını da asla unutmayın.

 

38-) İnnAllâhe ‘Alimu ğaybis Semavati vel Ard* inneHU ‘Aliymun Bi zatis sudur;

Muhakkak ki Allâh semâların (Esmâ hakikatinden gelen beyindeki kapasitenin) ve arzın (beyindekilerin) gaybını bilendir… Şüphesiz ki O, sadırların (derûnlarınızın) zâtı (hakikati) olarak Aliym’dir. (A.Hulusi)

38 – Şüphe yok ki Allah, Göklerin ve Yerin gaybına âlimdir. Elbette o sînelerin künhünü bilir. (Elmalı)

 

İnnAllâhe ‘Alimu ğaybis Semavati vel Ard şüphe yok ki Allah göklerin ve yerin gaybi gerçeklerini çok iyi bilir. inneHU ‘Aliymun Bi zatis sudur nitekim o göğüslerde saklı en mahrem sırları da bilir. Yani hem içinizde ki enfüsi sırlarınızı bilir, hem de kainatta ki afâki sırları bilir. Dolayısıyla Allah’tan bir şey kaçıramazsınız.

 

39-) “HU”velleziy ce’aleküm halâife fiyl Ard* femen kefere fealeyhi küfruh* ve lâ yeziydül kafiriyne küfruhüm ‘ınde Rabbihim illâ maktâ* ve lâ yeziydül kafiriyne küfruhüm illâ hasârâ;

“HÛ” ki sizi arzda halifeler olarak meydana getiren (hilâfet özelliği; meydana getirilmiştir, yaratılmamıştır. Bu ince ve derin düşünülmesi gereken bir konudur. A.H.)… Kim nankörlük eder (birimsel, bedensel zevkler ve kabuller uğruna halifeliğini örter) ise, onun (hakikatini) inkârı kendi aleyhinedir! Hakikat bilgisini inkâr edenlere bu inkârları Rableri indînde şiddetli gazap yaşatmaktan başka bir şey artırmaz! Hakikat bilgisini inkâr edenlere inkârları hüsrandan başka bir şey eklemez! (A.Hulusi)

39 – O ki sizleri Yer yüzünde halîfeler kıldı, o halde kim küfrederse küfrü kendi aleyhinedir. Kâfirlere küfürleri rablerinin kıtında buğzdan başka bir şey artırmaz kâfirlere küfürleri hasardan başka bir şey artırmaz. (Elmalı)

 

“HU”velleziy ce’aleküm halâife fiyl Ard odur sizleri yer yüzünde halifeler kılan.

Halife, ardıl, vekil, kefil. Yer yüzünde ama. Bu önemli, bu sınırlıyor. Yaratılış amacına uygun bir hayatı inşa için halife kıldık. Yani yer yüzünün halifesi. Kur’an da insanın halifeliği Allah’a atfedilmez. İzafe edildiği böyle bir yer yok. Yer yüzünün halifesi, yer yüzüne atfedilir.

Bu hayatı inşa sorumluluğudur. Keramet sahibisin ey insanoğlu Ve lekad kerremna beniy Adem.. (İsra/70) sorumsuzluk yapma. Sorumsuzluk küfür, nankörlüktür. İlahi misafir hanenin konuğusun ey insanoğlu. Size zimmetlendi bu misafirhane, zimmet suçu işleme. Misafir olduğun yeri kırıp dökme, mahvetme. Zararını yine siz çekersiniz. Aslında anlamamız gereken bu.

[Ek bilgi; HALİFE OLUŞUNU FARK EDEBİLMEK

İlim, gereği yaşanmak için ARAÇTIR!..

Hilâfetini yaşayabilmek ise AMAÇTIR!..

Halife olarak yaratılmış insan için tek amaç da bütün engelleri aşıp, bunu yaşayabilmektir...

Yarın zorunlu olarak terk edeceğin her şeyi, bugün şuur boyutunda ihtiyârınla terk etmedikçe, onlardan bağımsızlığını elde etmedikçe gerçek kimliğine ulaşamazsın!

Yaşadığımız devirde artık tarikat olayı bitmiş; gerçek anlamıyla şeyh-derviş ilişkisi son bulmuş; yetiştirici ve yetişecek ikilisi ortadan kalkmıştır!

Bu tür yetiştirilmenin örneği Yunus ve Taptuk olayıdır!.. Yunus yirmi yaşında tekkesine girdiği Taptuk'un yanında kırk yıl hamur gibi yoğrulmuş; oturup-kalkmasından, yiyip-içmesine, ağzından çıkan her kelimesine ve düşüncelerine kadar forme edilmiş, yontulmuş; altmış yaşında öğrendiklerinin gereğini yaşaması için dünya sahnesine salıverilmiştir...

Bugün ise böyle bir yaşam tarzı olanak dışıdır! Sizin her an yanında ve kontrolünde olup, her davranışınızı düzeltip yönlendirecek bir yetiştirici bulmanız imkânsızdır!

Hayali kavramlardan arınınız! Uzaklardan bir kontrol ile, kimse elini oynatasıya terbiye edilemez!..

İlim ötelerden, Çin'den yayılabilir; o ilme açık beyinler tarafından da alınarak değerlendirilebilir... Ama yaşam biçiminizin ve davranışlarınızdaki yanlışların kontrolü ise asla mümkün değildir!.. Bunu ancak ilminiz kadarıyla siz başarabilirsiniz!

Duyguların, yanlış değerlendirmelerin uzaktan hokus-pokusla düzeltilebileceği, ancak gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayaldir!..

İçinde yaşadığınız SİSTEM ve DÜZEN, Allâh ahlâkının eseridir!

Kur'ân, içinde yaşamakta olduğumuz "Allâh SİSTEM ve Düzeni"ni fark etmemiz için elimize verilmiş kitaptır!

Anladığımız Kur'ân, içinde yaşadığımız sistem ve düzen algılamamızla bütünleşmiyorsa, biz daha Kurân'ı "”OKU” mamışız demektir!

Kur'ân, okunduğu zaman sistem ve düzen fark edilir ki, bu da "Allâh ahlâkı"nın fark edilmesi sonucunu getirir. Ne kadar "Allâh ahlâkı" ile bütünleşmiş ve o bakış ile varlıkları ve yaşamı değerlendirebilmiş iseniz; o nispette de "Halife"siniz demektir!

        Gökten inecek bir hokus-pokus değneği sizi "Halife" ya da "Velî" yapmayacaktır; çünkü bunlar bir yaşam ve bakış açısının adlarıdır... Eğer bu yaşam ve bakış açısı sizde yoksa, altın varakla bu kelimeler yazılıp etiketlenseniz, gene de ne olduğunuz gerçeğini değiştiremezsiniz!

Lütfen kendinizi kandırarak, hayalî beklentilerle "nefsinize zulmetmeyin"!...(Devam ediyor) (A. Hulusi)

http://www.ahmedhulusi.org/yazi/halife.htm ]

femen kefere fealeyhi küfruh şu halde kim onu inkar ederse bundan kesinlikle kendisi zarar görür. ve lâ yeziydül kafiriyne küfruhüm ‘ınde Rabbihim illâ maktâ zira inkarcıların küfrü rableri katında sadece alçalışlarını, bayağılaşmalarını artırır. ve lâ yeziydül kafiriyne küfruhüm illâ hasârâ yine inkarcıların küfrü kendileri içinde sadece aldanışlarını artırır.

 

40-) Kul eraeytüm şürekâekümülleziyne ted’une min dunillâh* eruniy mazâ haleku minel Ardı em lehüm şirkün fiys Semavat* em ateynahüm Kitaben fehüm alâ beyyinetin minh* bel in ye’ıdüz zâlimune ba’duhüm ba’dan illâ ğurura;

De ki: “Allâh dûnunda tapındığınız ortaklarınızı – dostlarınızı gördünüz mü? Gösterin bana, arzdan ne yarattılar (bedeninizde ne tasarrufları oldu)?”… Yoksa onların semâlarda bir ortaklığı mı var (bilinç dünyanıza farklı bir kendini bilme hâli mi oluşturdular siz kendinizi beden kabullenirken)? Yoksa kendilerine hakikat bilgisi (kitap) verdik de onlar ondan bir açık delil üzere midirler? Bilakis, zâlimler birbirlerine aldanıştan başka bir şey vadetmezler. (A.Hulusi)

40 – De ki gördünüz a o Allahın berîsinden yalvardığınız şeriklerinizi? Gösterin bana onlar bu Arzdan hangi cüz’ü yaratmışlar? Yoksa onların gökler de mi bir ortaklığı var? Yoksa kendilerine bir kitab vermişiz de ondan bir beyyine üzerinde mi bulunuyorlar? Hayır o zalimler birbirlerine aldatmadan başka bir vaad de bulunmuyorlar. (Elmalı)

 

Kul eraeytüm şürekâekümülleziyne ted’une min dunillâh de ki; hiç Allah’ı bırakıp ta yalvarıp yakardığınız varlıklar olan şu şirk nesneleriniz hakkında kafa yordunuz mu? Düşündünüz mü? Kim bunlar, neyi becerirler, ne yaptılar, Sizin üzerinizde ki hakları ne, neyi borçlusunuz ve Allah’a neyi borçlusunuz hiç düşündünüz mü? Hiç kafa yordunuz mu? Allah’a ait vasıfları Allah dışında birilerine yakıştırırken cömertçe Allah’a ait sıfatları Allah dışındakilere verirken hiç ne kadar büyük bir cinayet işlediğinizi yani tanrı atama yetkisinin sizde olduğu gibi bir sapkınlığı ifade ettiğini hiç düşündünüz mü?

eruniy mazâ haleku minel Ardı em lehüm şirkün fiys Semavat gösterin bakalım yeryüzünde neyi yaratmışlar. Yoksa onların göklerin yönetiminde bir paylarımı var. em ateynahüm Kitaben fehüm alâ beyyinetin minh veyahut onlara bir vahiy indirdik te delil olarak ona mı dayanıyorlar.

Tabii bu hayatın bir yolculuk olduğunu hatırlatıyor. İnsan yolcu, hayat yolculuk, ömür yol. Yolcu ya sahih bir harita, pusula ve kılavuzla yol alır, ya da evet, ya da yolda kalır, dolaşır, yol almaz. Eğer pusulanız yanlış yolu gösteriyorsa, haritanız yanlışsa, kılavuzunuz yamuksa her halde buna yol alma denmez, yolda kalma denir.

bel in ye’ıdüz zâlimune ba’duhüm ba’dan illâ ğurura bu haddini bilmezler birbirlerine sadece ve sadece aldanış vaad ederler. Zalimler, ben haddini bilmezler diye çevirdim, serbest çeviri olduğu için değil, zulüm bir şeyi yerinden etmektir. İnsanın kendisine zulmetmesi, kendisi hakkında, kendisini Allah’ın koyduğu yerden başka bir yere koyması.

Bunu nasıl yapar? Kendini bilmeyen yapar. Kendini bilmemesidir zulüm. Onun için haddini bilmeyen kendini bilmez. Kendini bilmeyen kendine zulmetmiştir. Tabii kendini bilmeyeni takip eden elbette aldanır. Eğer kendini bilmiyorsa rabbini de bilmiyor, yani parmağın nereyi gösterdiğini görmüyorsa, parmağın gösterdiği yere de bakmıyor demektir. Onun için kendini bilmek Allah karşısında ki zayıflığını, yetersizliğini, eşya karşısında ki üstünlüğünü, şerefini ve onurunu bilmektir. Kula kul olmamak, Allah’a kul olmaktan geçer.

 

41-) İnnAllâhe yümsiküs Semavati vel Arda en tezula* ve lein zaleta in emsekehüma min ehadin min ba’diHİ, inneHU kâne Haliymen Ğafûra;

Muhakkak ki Allâh, semâları ve arzı, işlevlerini yitirmemeleri için ayakta tutuyor! Andolsun ki eğer işlevlerini yitirseler O’ndan sonra hiç kimse onları ayakta tutamaz… Muhakkak ki O, Haliym’dir, Ğafûr’dur. (A.Hulusi)

41 – Doğrusu Gökleri ve Yeri zeval buluvermelerinden Allah tutuyor, celâlim hakkı için zeval buluverirlerse onları ondan başka kimse tutamaz, o cidden halîm bir gafûr bulunuyor. (Elmalı)

 

İnnAllâhe yümsiküs Semavati vel Arda en tezula şu açık ki, şu bir gerçek ki sapmasınlar diye gökleri ve yeri yörüngede tutan sadece Allah’tır. ve lein zaleta in emsekehüma min ehadin min ba’diH eğer yörüngeden sapmalarına izin verirse bunun ardından hiç kimse onları tutamaz. İşte kıyamet o olur. O kıyamet olur. İnsan şu dünyada ki varlığının tek güvencesinin Allah olduğunu hiç unutur mu? inneHU kâne Haliymen Ğafûra ne var ki O cezalandırma da hiç acele etmeyen, sınırsız bağışlayandır.

Surenin son ayetinde açılımı yapılan ilahi merhamete bir atıf aslında. Allah ihmal etmez, yani görmezden gelmez. Ama inha eder, mühlet verir, süre tanır, fırsat verir. Yoksa bu ihmal anlamına gelmez. Onun içinde rabbimizin insana olan şefkat ve merhameti, sevgisi, onun kendinse dönüp dönüp ihanet eden, her şeyi kendisine borçlu olduğu halde, hatta inkar ettiği dili bile kendisine borçlu olduğu halde dönüp bir daha inkar eden insana açtığı ömürlük kredidir bu aslında. Bu krediyi bütünüyle çar çur edenin başka ne istemeye hakkı vardır.

 

42-) Ve aksemu Billâhi cehde eymanihim lein caehüm neziyrun leyekûnunne ehda min ıhdel ümem* felemma caehüm neziyrun ma zadehüm illâ nüfura;

Var güçleriyle (billâhi diye) Allâh’a yemin ettiler ki, eğer onlara uyarıcı gelir ise, mutlaka (geçmiş ve gelecek diğer) ümmetlerin (herhangi) birinden daha çok hidâyette olacaklardı… Kendilerine bir uyarıcı geldiğindeyse, (bu) onlarda nefretten başka bir şey artırmadı! (A.Hulusi)

42 – Yeminlerinin en kuvvetlisiyle Allaha kasem de etmişlerdi ki: billâhi kendilerine inzar edici bir Peygamber gelse her halde ilerideki ümmetlerin en birincisinden daha kabiliyetli olacaklar, daha iyi yola geleceklerdi, fakat kendilerine inzar edici bir Peygamber geldiği vakit onlara sırf bir ürküntü artırdı. (Elmalı)

 

Ve aksemu Billâhi cehde eymanihim lein caehüm neziyrun leyekûnunne ehda min ıhdel ümem bir de o inkarcılar kendilerine bir uyarı geldiği takdirde doğru yolu bulmakta tüm toplumların önünde yer alacaklarına dair Allah adına var güçleriyle yemin ettiler. Yani gelmiş geçmiş tüm toplumlardan hidayete daha önce koşacağız. Eğer bize de bir hidayet önderi gelirse, rehberi gelirse diyen bu mantık ne yaptı?

felemma caehüm neziyrun ma zadehüm illâ nüfura fakat onlara bir uyarıcı geldiğinde ise, bu onların sadece tepkilerini nefretlerini artırdı.

Şarta bağlı her iman değerli Kur’an dostları samimiyetsizdir. Şarta bağlıysa bir iman, şöyle yaparsa iman eder, böyle olursa iyi Müslüman olurum. Peygamber döneminde gelseydim bak sen ben nasıl iyi bir Müslüman olacaktım. Veya eğer bana şunu şunu şunu  verirsen Allah’ım sana iyi bir kul olurum. Bütün bu şartlara bağlı olan inanç, samimiyetsizdir. Onun için iman samimiyettir. İman özünde samimiyettir.

 

43-) İstikbaren fiyl Ardı ve mekres seyyi’* ve lâ yehıykulmekrusseyyiü illâ Bi ehlih* fehel yenzurune illâ sünnetel evveliyn* felen tecide lisünnetillahi tebdiyla* ve len tecide lisünnetillahi tahviyla;

Arzda kibirlenerek (benlikle) ve kötülüğün mekrini (hilelerini) kurarak (uzaklaştılar)… Kötülüğün mekri ise sadece oluşturanları kuşatır! Acaba onlar, öncekilerin tâbi olduğu sünnetten (Allâh sistem ve düzeninden) başkasını mı bekliyorlar? Sünnetullâh için bir alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh’ta bir değişme asla bulamazsın! (A.Hulusi)

43 – Yer de bir kibirlenme ve bir sui kasd düzeni, halbuki fena düzen ancak sahibinin başına geçer, o halde evvelkilerin sünnetinden başka ne gözetirler. O halde Allahın sünnetine bir tebdil bulamazsın, Allahın sünnetine bir tahvil de bulamazsın. (Elmalı)

 

İstikbaren fiyl Ardı ve mekres seyyi’ bir de yer yüzünde ki böbürlenmelerini ve çirkin tuzak kurma kapasitelerini artırdı gelen elçinin gelişi. Yani çok ilginç, ters tepti. Hidayetlerini artıracağı yerde, tuzak kurma, ya da kötü şeyleri iyi paketlere sarma kapasiteleri arttı. Çenelerini yarıştırdılar yani mazeret bulma konusunda ki kapasiteleri daha da artmış oldu. Hidayete ulaşma değil ama.

İmanı ret haddini bilmezliktir aslında küstahlaşmadır. İmansızlık için getirilecek her açıklama bir tuzaktır. Kişinin kendisine karşı kurduğu bir tuzak. Belki burada ki mekr den onu anlamak lazım.

ve lâ yehıykulmekrusseyyiü illâ Bi ehlih oysa ki her çirkin tuzak, bu tuzak ille de bizim bildiğimiz manada bir tuzak değil, dışında ki paket insanın gözünü aldatıp ta içindekinin de değerli olduğunu sandığımız şeydir. Yani bugün albenili ve cazibeli modern hayatta bu tür bir tuzak sayılabilir. Sadece onu kuranı çepe çevre kuşatır ve ağına düşürür diyor. Yani böyle bir tuzak kuranı ağına düşürür.

fehel yenzurune illâ sünnetel evveliyn bu durumda onlar öncekilere uygulanan ilahi uygulama dışında başka bir şeyi mi bekliyorlar. Yani ilahi geleneğin (Sünnetullah) dışına mı çıkılsın istiyorlar. felen tecide lisünnetillahi tebdiyla iyi bilsinler ki Allah’ın yasasında bir başkalaşma göremezsin. Yani bunu bekleyenler de, sen de iyi bil ki Allah’ın yasasında bir başkalaşma göremezsin.

ve len tecide lisünnetillahi tahviyla evet sen Allah’ın yasasında bir sapma da göremezsin. Sünnetullah, orijinal ifadesi ile, Allah’ın adeti. Biz sünnet-i Nebi yi biliriz de, peygamberin sünnetini, Allah’ın sünneti olduğunu pek hatırlamayız. Oysa Allah’ın sünneti var. Yani bu ilahi uygulama, ilahi gelenek. Yasa olmuş ilahi gelenek. Mesela toplumların değişimi bir sünnetullah’a tabidir ve biz bunu Kur’an dan anlarız.

Ve izâ eredna en nühlike karyeten… (İsra/16) Biz bir toplumun helak sürecine girmesini irade ettiğimizde, ..emerna.. emrederiz. İyilikleri, güzellikleri emrederiz. mütrefiyha fefeseku fiyha.. oranın önde gelen, ileri gelen seçkinleri, iktidar seçkinleri, servet sahipleri, şöhret sahipleri, yönetim sahipleri orada fısk işlerler. Yoldan çıkarıcı her şeye başvururlar. fehakka aleyhel kavl.. ve söz gerçekleşir. Onların aleyhinde ki yasa o zaman onlar için de gerçekleşir. fedemmernaha tedmiyra. (İsra/16) en sonunda onları yerle bir ederiz.

İşte bir yasanın ifadesi. Bir başka ifadesi daha;

Ve tilkel eyyamu, iktidar günleri, yönetim günleri, güçlü olunan günler, dönemler daha doğrusu nüdavilüha beynen Nas. (A. İmran/140) İnsanlar arasında döndürür dururuz. Bir iyilere bir kötülere veririz iktidar olma işini. Kötülere verdiğimizde iktidara imrenenler, aklını gücünü iktidara, güce, kuvvete, servete takanlar galiba bunu elde etmek için kötü olmak lazım derler ve oraya seğirtirler ve kaybederler. Böylelikle insanları seçeriz, ayırırız. Akıllılık edenler ve ahmaklık edenler. Doğruyu tercih edenler ve yanlışı tercih edenler böylece seçip ayrılır.

Yine bireysel yasa; innAllâhe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim. (Ra’d/11) hiç şüphe yok ki Allah bir topluluk, o topluluğu oluşturan bireyler kendilerini değiştirmedikçe Allah o toplumun halini değiştirmez. Evet, yani toplumsal değişme, bireysel değişmeden geçer. Bu da bir yasa.

İşte bu gibi yasalar Sünnetullah genel başlığı altında değerlendirilirler ve bunlar değişmezler. Hep aynı kalırlar.

[Ek bilgi; SÜNNETULLAH

Yaşadığımız Dünya'da otomatik olarak tâbi olduğumuz yasalar ile, tüm evrensel yasalar Kur'ân-ı Kerîm'de "Sünnetullâh" olarak isimlendirilmiştir...

Stringlerin hareketinden; holografik gerçeklikten; evrenler arası ilişkilerden; evrenin enerji bütünselliğinden; kozmolojik ilişkilerden; insanın kendi yapısı ve özündeki Arş'ından Kürsî'sine, semâvatına ve yedi kat arzına kadar tüm ilişkiler yumağı, hep "Sünnetullâh" kapsamında gerçekleşir!.. Devam ediyor) (A. Hulusi)

http://www.ahmedhulusi.org/yazi/sunnetullah.htm ]

 

44-) Evelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kablihim ve kânu eşedde minhüm kuvveten, ve ma kânAllâhu li yu’cizehu min şey’in fiys Semavati ve lâ fiyl Ard* inneHU kâne ‘Aliymen Kadiyra;

Arzda gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl oldu basîretle görsünler? Onlar (öncekiler) kuvvet itibarıyla bunlardan daha şiddetli idiler… Ne semâlarda ve ne de arzda hiçbir şey Allâh’ı etkisiz bırakacak değildir! Muhakkak ki O, Aliym’dir, Kaadir’dir. (A.Hulusi)

44 – Ya Yer yüzünde gezip bir bakmadılar da mı? Kendilerinden evvelkilerin akıbeti nasıl olmuş? Halbuki onlar onlardan daha kuvvetli idiler, Allah, ne Göklerde ne Yerde hiç bir şeyin onu âciz bırakmasına imkân-ü ihtimal yoktur. O hiç şüphesiz alîm bir kadîr bulunuyor. (Elmalı)

 

Evelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kablihim şimdi onlar hiç yeryüzünde dolaşıp ta kendilerinden öncekilerin nasıl bir akıbete uğradığını görmediler mi?

Kur’an da doğrudan bu formda ki ayet 7 yerde, -yanlış hatırlamıyorsam- gelir, ama dolaylı olarak 15 e yakın yerde gelir. Yer yüzünde dolaşmayı öneren, emreden bu ayetler aslında geçmiş uygarlıkların akıbetini görmeye davet eder. Yani onların kalıntılarına bakıp içinde yaşadıkları zamanın süper güçlerinin de gelecekte onların akıbetini beklediğini görsünler. Onun için eğer geçmiştekiler bu akıbete uğramışlarsa, gelecektekileri o akıbete uğramaktan koruyacak şey ne olabilir.

ve kânu eşedde minhüm kuvveten oysa ki onların gücü bunlarınkinden daha üstündü. ve ma kânAllâhu li yu’cizehu min şey’in fiys Semavati ve lâ fiyl Ard nitekim ne göklerde ne de yerde hiçbir şeyin Allah’ı aciz bırakma imkan ve ihtimali bulunmamaktadır, yoktur. inneHU kâne ‘Aliymen Kadiyra çünkü O her şeyi bilir, her şeye güç yetirir.

 

45-) Velev yuahızullahunNase Bima kesebu ma tereke alâ zahriha min dabbetin ve lâkin yuahhıruhüm ila ecelin müsemma* feizâ cae ecelühüm feinnAllâhe kâne Bi ‘ıbadiHİ Basıyra;

Eğer Allâh, insanlara, yaptıklarının getirisini anında yaşatmayı dileseydi yeryüzünde hiçbir DABBE (insan bedenini sağ) bırakmazdı! Ne var ki onları (bedenli yaşamlarını) takdir edilmiş bir ömrün sonuna kadar tehir ediyor. Onların ecelleri geldiğinde (dünyada işleri biter)! Muhakkak ki Allâh Esmâ’sıyla kullarının varlığında olarak Basıyr’dir. (A.Hulusi)

45 – Bununla beraber Allah insanları kesibleriyle hemen muâheze ediverecek olsa yer yüzünde bir deprenen bırakmazdı ve lâkin müsemmâ bir ecele kadar onları tehir buyurur, nihayet ecelleri geldiği vakit işte o vakit, şüphe yok ki Allah kullarını basîyr bulunuyor. (Elmalı)

 

Velev yuahızullahunNase Bima kesebu ma tereke alâ zahriha min dabbeh eğer Allah insanları yaptıkları yüzünden (hemen) cezalandıracak, hesaba çekecek olsaydı yer yüzünde bir tek çanlı insan bırakmazdı.

Evet değerli dostlar, yani suçu işler işlemez cezalandırsaydı yeryüzünde bir tek canlı kalmazdı. Allah’ın rahmetine gönderme yapan bir ayet. İlahi merhametin ifadesi bu. İnkar ettiği dili dahi O’na borçlu olanların Allah’a savaş açmış haline rağmen, Allah’ın süre tanıması şefkat ve sevgisinin göstergesi değil de nedir. ..ketebe Rabbüküm alâ nefsiHİr rahme.. (En’am/54) diyordu Kur’an O kendisi için rahmeti, merhameti ilke edindi.

Öyle, Muaz (RA) anh anlatıyor. Resulallah’ın Allah’ın rahmetini nasıl okuduğunu, onu nasıl gördüğüne ilişkin Buhari’nin ve diğer hadis derlemelerinin naklettiği müthiş bir haber var.

Ben Resulallah’ın terkisinde gidiyordum, çok uzun bir yolculuktu. Resulallah iç dünyasına kapanmıştı. Çok gittik sesizce. Bir den Resulallah sanki bambaşka bir dünyadan bu dünyaya dönmüş gibi;

Ya Muaz..!” dedi, lebbeyk ve saddeyk ya Resulallah dedim. Fedake ebi ve ümmi anam babam sana feda olsun buyur ya Resulallah.

Sen biliyor musun Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir.” Allah Resulü daha iyi bilir dedim.

Allah’ın kullar üzerinde ki hakkı ella tüşriku lillah Allah’a şirk koşmamalarıdır.”

Bir müddet daha içine kapandı, çok gittik gittik..! Yine aynı şekilde birden dünyamıza dönmüş gibi;

Ya Muaz..!” dedi. Buyur Ya Resulallah dedim. Bu kez;

“Peki kullarının Allah üzerindeki hakkı nedir biliyor musun?

Gerçekten insanı irkilten bir soru bu. Kulların Allah üzerinde ki hakkı..! Allah Resulü daha iyi bilir dedim.

“Ella yazzibehüm. Allah’ın onlara azab etmemesidir. “

Peki Kur’an ın her tarafında bunca azab vaid ayetini ne yapalım? Azab eden Allah değil insan kendi elleri ile kendi cezasını veriyor. Resulallah işte böyle okuyordu Allah’ın rahmetini, merhametini ve Kur’an da ki bütün azab ayetlerini.

ve lâkin yuahhıruhüm ila ecelin müsemma ama onları sonu yasa ile belirlenmiş bir süreye kadar erteliyor. Yani hemen cezalandırmıyor. Hemen kesmiyor pusulalarını, sonuna kadar erteliyor. Bakalım tevbe edecek, bakalım kendini bilecek, bakalım Allah’a yönelecek mi.

feizâ cae ecelühüm feinnAllâhe kâne Bi ‘ıbadiHİ Basıyra fakat süreleri dolunca artık anlarlar ki Allah kullarını her daim görüp gözetmekyedir.

Ayetin sonu Basıyra, tehdit biçiminde de anlaşılabilir, rahmet ve mağritet biçiminde de anma ben ikincisi olarak anlamayı daha doğru buldum. Onun için görüp gözetmektedir diye meallendirdim.

İlahi rahmetin ışığında bir hayat niyaz ediyorum tüö Kur’an dostlarına.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


İslamoğlu Tef. Ders. YASİYN (01-40) (138)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin!

Değerli Kur’an dostları bugün Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha giriyoruz. Yasiyn suresi. Kur’an ın 36. suresi olan Yasiyn bir yoruma göre “Ey insan” anlamına geliyor, adını 1. ayetinden alıyor. Hz. Peygamber bu sureyi bu adlanmış. Buhari ve Tirmizi’ye sure bu ismi ile girmiş.

Surenin Mekki olduğunda her hangi bir ihtilaf yok. Mekke döneminin 2. periyoduna, yani 3 dilimlik orta periyoduna denk geliyor. Cabir Bin Zeyd’in nüzul tertibine göre, yani iniş sırası tertibine göre 41. sırada yer alıyor sure. Cin suresi ile Furkan suresi arasında.

Surenin ana teması yeniden diriliş tek kelime ile. Surenin bütünü içerisinde bazen lafzen, bazen manen, bazen de bir dip akıntısı gibi işaret eden ahiret ve hassaten yeniden diriliş gerçeği, realitesi surenin ana temasını, konusunu teşkil ediyor.

Hz. Peygamber onu hassaten ölüm döşeğinde ölmek üzere olan kimselerin üzerine okumayı tavsiye etmiş bir hadislerinde. Ebu Davud ve İbn. Hibban bu hadisi naklederken özellikle bunu vurgulamışlar ki anlamı şu; ölüm döşeğinde iki dünya arasında ki köprüye gelmiş olan bir insan bu sure ile, bu surenin kendisine hatırlattığı ahiretle yüzleşir, karşılaşır, hatta onu gözünde ve gönlünde canlandırır da belki bu sayede hazırlıklı bir biçimde ebedi hayata yürür.

Sure Kur’an ın kalbi olarak nitelendirilmiş. Onun böyle nitelendirilmesi tesadüfi değil. Çünkü ahirete iman, yani surenin ana fikri, ana teması olan ahirete iman ilkelerinin kalbidir. Kur’an ın atan kalbi olarak nitelendirilmesinin sebebi de budur yasin suresinin. Adeta Kur’an ın tüm surelerine, tüm ayetlerine kan pompalayan bir kalp işlevi biçilmiş. Bu durumda Kur’an ın tamamına ilişkin ahiretle ilgili, mahşerle ilgili, yeniden dirilişle, hesap günü ile ilgili vurgular bu surenin sanki bir uzantısı , bir yasiyn uzantısı, bir yasiyn damarı gibi algılanmalı Kur’an ın her tarafında.

Ahirete iman gerçekten de iman ilkelerinin kalbidir. Bu sadece doğru bir Allah inancının değil, bizatihi Allah inancının kendi garantisidir. Eğer Allah olsaydı bunca mutsuzluğa, bunca zulme, bunca haksızlığa asla izin vermezdi diyen bir mantık düşünün. Böyle bir mantık Allah inancını sadece beşeri ve dünyevi beklentileri ile tanımlıyor demektir. Bu durumda öte dünya realitesini dikkate almadığı açık. Eğer böyle bir mantık öte dünya realitesini dikkate alırsa, yeniden diriliş gerçeğine iman ederse böylesine bir sakatlığa ve sapmaya düşer mi? Onun için Allah inancının temelinde ahiret inancı yatmak zorundadır. Yani adalet inancı, yani anlam inancı. Bu manada ahirete iman, adalete imanın ta kendisidir.

Çünkü Ahlaki davranış sorumluluk bilincine dayanır. Hiçbir ahlaki davranış kendisinden başlamaz. Niçin böyle davrandın sorusuna; Hiç..! diye cevap verildiğini düşünün. Hiçe dayalı bir ahlaki davranış olabilir mi? Hiçe dayalı bir davranış tekerrür etme garantisine sahip olabilir mi? Hiçe dayalı bir davranış anlamlı olabilir mi? Anlamsız bir davranış ahlaki olabilir mi?

Onun için bir ahlaki davranış mutlaka gücünü kendi dışında ki bir kaynaktan almalıdır. Derin bir kaynaktan. O davranışı yapan insan bu davranışın temel esasını o kaynağa dayandırabilsin ki bu davranış onda geçici, anlık bir harekete dönüşmesin, kalıcı sabit bir değere dönüşsün. Ahlaki davranışlar, kalıcı ve sabit bir değere dönüşmezlerse bu davranışın kendisi iyi olabilir. Fakat sahibini iyi kılmaz. Çünkü mutlak ahlak değil, mukayyet ahlak denir buna. Bir yerde bir topluluğa karşı o davranışı yapan bu insan, bir başka yerde kendi toplumunun dışında, veya görülmediği, gözetilmediği ya da tanımadığı bir yerde aynı davranışı göstermez.

İşte bu ikisi arasında ki fark iyinin onu yapan kimsede bizatihi ahlaki davranışa dönüşmemiş olmasıdır. Yani kaynağını onu yapanın yüreğinden almıyor, kökü orada değil. Dolayısıyla bu iliştirilmiş bir davranış olur. İyi dahi olsa bu iyiliğin garantisi yoktur, kırılgandır.

İşte bunun için sorumlulukla sorumsuzluk arasında ki ayrım şarttır. Sorumluluk gereği yapılan davranışlar mutlaka adalet ayrımına tabi tutulmalı. Yani sorumsuzlukla sorumluluk arasında ki farkın adil bir biçimde ortaya konmalı, konması gerekir.

İşte ahirete iman burada gündeme girer Adaletin tecellisine imandır ahirete iman. Hesap gününü inkar, hayatı sorumsuzca tüketmek kaygısından neş’et eder. Hayatı sorumsuzca tüketenler, hesabını verebileceği bir hayat yaşarlar mı? Veya niçin yaşasınlar. İşte bunun için hesabı verilebilecek bir hayat yaşayanlar ahirete inanırlar.

Ahireti inkar edenlerin temel derdi aslında sadece inkar değildir, sorumluluğu inkardır. Sorumlu yaşamayı, ahlaki davranışı inkardır. Böyle bir akıl hiçbir iyiliği bizatihi kayıtsız ve şartsız bir kökene dayalı olarak yapmaz. Hesaplı iyiliktir, kayıtlı iyiliktir, şartlı iyiliktir. Çünkü ahiret inancı kayıtsız ve şartsız iyiliğin ödüllendirileceği esasına dayanır. Eğer bir gün yaptığınız tüm davranışların onu hiç kimse görmemiş olsa dahi bir bir ortaya dökülüp hepsinin hesabını vereceğinize iman etmişseniz, iyi davranmak sizin için artık alternatifi olmayan, düşünülemeyecek olan bir davranış biçimine dönüşür.

Tüketilmiş bir hayatın hesabı verilemez. Fakat inkar hesap günü gerçeğini de ortadan kaldırmaz. Onun için bu sure 65. ayetinde;

Elyevme nahtimü alâ efvahihim ve tükellimüna eydiyhim ve teşhedü ercülühüm Bimâ kânu yeksibûn (65) O gün der, onların ağızlarını kapatırız, mühürleriz, bantlarız. Bize elleri konuşur ve ayakları şahitlik, tanıklık yapar. Ne kazandığı, ne yaptığı, ne ettiği, ne eylediğini bir bir sayar ve döker. İşte tamamının ana fikri yeniden diriliş ve hesap günü olan Yasiyn suresi içinden sadece bir ayet bu.

Bu surenin ahiret ana fikri etrafında böylesine yoğunlaşmasının bir başka sebebi de varlığın unuttuğumuz, ya da gözümüzden kaçan çoğu zaman bir yasasıdır. Tekamül yasası.

Tekamül yasası; materyalist kimi düşüncelerin de kabul ettiği bir yasa. Fakat nedense sadece madde ile sınırlı olarak gördü. Bu tekamülün manaya, maddeyi aşan boyuta geçmediğini sandığı bir yasa. Oysa ki tekamül maddenin sadece görünen boyutunu değil görünmeyen boyutunu, varlığın sadece maddi boyutunu değil manevi boyutunu da ilgilendiren bir yasadır.

Maden, bitki, hayvan ve insan bu yasaya tabi. Bu yasaya tabi olduğu içindir ki madenlerin en yüksek en soylu en gelişmiş birimi bitkilerle bir teğetlik oluşturur. Adeta kendisinden bir üstte ki varlık katmanına yükselir. Bitkilerin en gelişmiş türü, kendisinden bir üstte ki varlık katmanıyla irtibata geçer. Yoğun geçen bir cereyan akımının atlama yapması gibi bir üst varlık katmanıyla buluşur. Orada bir kontak noktası oluşur. Bir iletişim noktası kurulur.

Bu sadece insana kadar böyle değildir. Maddi ve manevi boyutuyla, ruhani boyutuyla, maddenin değil, aşkının konusu olan, lâhutun konusu olan insan, kendi türünün içinde yükselir ve yücelirse, bir üst alem olan alem-i Melekûtla irtibata geçer. Orada insan ruhunun çeperlerine tutunarak adeta yol alır, tekamül eder. Ve bu Tekamül sonuna kadar sürer. Madde de biten tekamül, manada devam eder gider. Ve aslında cennet insanın tekamül etmiş halinin son durağıdır.

Onun içindir ki ahiret bu sürecin maddi olmayan yüzünü temsil eder. Ve işte bu sure bu bakımdan da okunurken insanın tekamül sürecinin, varlığın maddi olan yüzü ile sınırlı olmayıp, manevi olan boyutuyla da devam ettiğinin bir göstergesi, bir işareti olarak okunmak durumundadır. Bu mukaddimeden sonra Yasin suresinin tefsirine geçebiliriz.

[Ek bilgi-1 ;  SURENİN İSİMLERİ

Bu sûreye «Kaîb» adı da verilmiştir. İtikada dair birçok esasları ihtiva ettiği ve okuyanların kalplerini nûrlandırdığı için de «Kalbü'r-Kur'an» adını almıştır. Birçok yanlış inançları ortadan kaldırdığı ve İslâmiyet’i müdafaa ettiği için de «Dafia» unvanını almıştır. Gafilleri ikaz edip haklarındaki hükmü-i ilâhîyi bildirdiği için de “Kaziye» adını almıştır. Kendisini, ihlâs ile okuyanların dünyevi ve uhrevî nimetlere nail olacaklarına vesile olacağı için «Muammime» unvanını da almıştır. (Ebü'l-Leys Semerkandi Tefsirü'l-Kur'an) ]

[Ek bilgi-2 ; YASİN SURESİNİN ESASLARI

Yasin suresi Kur’an ın 4 esas maddesinden 3. olan

1 - Tevhid, Allah’ın birliği demek,

2 – Ahiret

3 – Risalet yani peygamberlik hakikatini ayrıntılı denecek derecede ele alır. Şöyle ki;

1 – Yüce Allah’ın gök yüzünde tezahür eden, görünen kudreti, güneş ve ayın hikmetleri gece ve gündüzün oluşumu, bitkiler ve hayvanlar aleminde, insanın yaratılışında tezahür eden, ortaya çıkan, görünen deliller hatırlatılarak bütün bunların tek olan yüce yaratıcıyı gösterdiği zihinlere yerleştirilir.

2 - Yasin suresi 2. olarak ölmüş yer yüzünün her sene bahar mevsiminde canlanması, insanın bir damla sudan yaratılması, ölülerin diriltilmesinin delili olarak anlatılır.

3 – Üçüncü olarak insanlık tarihinde risaletin yani peygamberliğin öteden beri mevcut olup Hz. Muhammed (S.A.S.) ile devam ettiği, mahiyet olarak beşerden başka bir şey olmayan elçilerin sadec ilahi mesajı tebliğ ile görevli oldukları, onların bu ağır vazifeden ötürü insanlardan hiçbir karşılık beklemedikleri bildirilir.

Kısaca bu surede Hz. Muhammed (S.A.S.)in peygamberliğini inkar etmenin, alay ve zulüm ile karşı koymanın korkunç sonuçlarıyla dini inkar edenler korkutulmaktadır. Her ne kadar deliller öne sürülerek açıklamalar yapılıyorsa da bu surede inzar yani korkutarak uyarma esastır ve ağır basmaktadır…..

Prof Dr Davut Aydüz

http://www.youtube.com/watch?v=zzLHN5jI8Wc ]

“BismillahirRahmanirRahıym”

Rahman, rahiym Allah adına.

1-) Yaa, Siiiiyn;

Yâ Siiin (Ey Muhammed)! (A. Hulûsi)

01 – Yâsîn. (Elmalı)

Yaa, Siiiiyn ey insan. Aslında bu kelimenin kimi tefsir otoriteleri anlamlı bir kelime olmaktan öte bir çok surenin başında gelen mukaddaat harflerinden biri olduğunu söylemişler ve onlardan biri bu. Fakat Tercüman-ül Kur’an lakaplı İbn. Abbas bu harflerin, ya da bu kelimenin daha doğrusu hurufu mukadda değil, anlamlı bir isim olduğu görüşünde. Arap kabilelerinden Tay lehçesinde insan yerine kullanılan ya uneysiyn, yani bir şefkat ifadesi olan ismi teshıyr kipinde ya buneyy, yavrucuğum, canım yavrum, ey can insan, ey değerli insan, ey değerli varlık manasına, ey insan manasına kullanıldığını tespit etmiş.

Yine bu görüşe İlk tefsir otoritelerinden İkrime, Dehhak, Said Bin Cübeyr gibi Kûfe ekolüne mensup müfessirlerle, Hasan Basri gibi Basra ekolüne mensup müfessirler de katılmışlar. Hatta Said Bin Cübeyr bunun, Resulallah’ın isimlerinden bir isim olduğu yorumunu yapmış, öyle okumuş. Yine Habeş dilinde de Yasiyn in ey insan anlamına geldiği konusunda tespitte bulunmuşlar.

Neden böyle bir isimle giriyor sure, ey insan..! eğer bütün bu otoritelerin yorumlarını kabul edersek, ki en kabule şayan görüş bu olmalı; Ey insan. diye nida ile girmesinin sebebi ne. Öncelikle burada ey insan denilenin Resulallah olduğunu hemen hatırlatalım. Çünkü hemen devamında; İnneke leminelmurseliyn (3) sen diye devam ediyor. Gönderilmiş peygamberlerdensin diyor. Demek ki burada ki ey insan hitabı genel olarak insanlığa olmaktan daha çok Resulallah’a dır.

Peki neden? Bunun iki nedeni olabilir. İnsan olmanın haysiyet ve değerine bir atıf. Yani bizatihi insan olmak çok kıymetli bir şey, çok değerli bir şey, çok yüce bir şey onun için bir insanı övecekseniz ona insan demeniz yeter. Onun için bir insan eğer yücelmek istiyorsa, büyümek istiyorsa, gelişmek istiyorsa, kendisine tumturaklı, şatafatlı bambaşka sıfatlar aramaya kalkmasın “İnsan” olsun. Çünkü insan doğulmaz, insan olunur. Beşer doğulur, insan olunur.

İnsan olmak anatomik bir şey değildir. İnsanın fiziki boyutuyla ilgili bir şey değildir. İnsan olmak insanın ruhani boyutuyla, akli boyutuyla, iradi boyutuyla ilgili bir şeydir. Onun için 1. amacı insan olmanın değerine bir atıf.

2. si ise Peygamberin, Resulallah’ın, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.S.)in “insan” olduğuna, yani hem beşer olduğuna, melek olmadığına, ayaklarının yerden kesik olmadığına, yer yüzünde iz bıraktığına, dolayısıyla izlenecek birini arıyorsak onu izlememiz gerektiğine bir işaret, hem de kelimenin en güzel manalarının tamamıyla insanlığın ufku olduğuna bir atıftır.

Bu noktada Kalu mâ entüm illâ beşerun mislüna.. (15) i hatırlatırım. Dediler ki siz bizim gibi bir beşerden, ölümlü bir insandan başkası değilsin. Yani bu mantığa bir atıf adeta aynı zamanda. Tüm inkarcı toplumlar kendilerine gönderilen peygamberlere itiraz ederken ilk gösterdikleri itiraz delili siz de bizim gibi bir insansınız demek olmuştur.

Melek bekliyorlardı, aslında onların melek beklentileri muhataplarından çok kendilerinin bulacağı mazerete bir kulp olsun içindi. Eğer melek gönderilmiş olsaydı peygamberlerin insan yerine, o zaman da bizim bir meleği izlemek gibi bir şeyimiz, kabiliyetimiz olamaz, çünkü aramızda yapısal fark var. Tabiatımız uyuşmuyor diyeceklerdi. Zaten itaat etmeye, izlemeye gönüllü olmadıkları için, o zaman daha kolay mazeret uyduracaklardı. Onun içinde Kur’an açıkça Nisa suresinde olacak yanlış hatırlamıyorsam. (hayır İsra/95); Eğer yeryüzünde salına salına gezen insanlar değil de melekler olsaydı, biz de peygamber olarak melekler gönderirdik. (İsra/95) cevabını veriyor.

Bu anlamda ey insan hitabının, muhatabın aklında çağrıştırdığı ilk düşünce “insan ol” sözcüğünün en güzel anlamlarıyla beraber gözümüzün önüne kim gelir insan deyince? Aslında ders bu. İnsan deyince, veya biri bize insan ol deyince gözümüzün önüne Resulallah’ın, Allah’ın resulünün gelmesi gerektiğini ima ve ihsas ediyor bu ayet. Kim gibi, nasıl insan olalım..! işte insan olmak..! Ey insan.

Yine ilginç bir anekdot olabilir, Kur’an da Resulallah’ın Muhammed ismi mükerreren kullanılır, Ahmed ismi kullanılır. Fakat bunların hiç biri nida ve münada olarak kullanılmaz. Yani bu isimlerle nida edilmez, nida formunda gelmez. Ey Muhammed, Ey Ahmed, nida formunda gelmez. Bu kalıp kullanılmaz. Ama Resulallah’a nida formu ile gelen tek vasıf veya Said bin Cübeyr’in görüşüyle isim budur. Ey insan..! Yani her şeyi anlatmaya yetiyor aslında. Ey insan, o kadar Ey insanlığın zirvesi, ey insanlığın ufku, ey insanlığın mostrası, ey insanlık modeli üsvetün hasenetün de bu işte. İnsanlık için bir model, bir şahit, bir şehiyd, bir tanık, bir mostra.

Bu manada Hz. İsa’yı düşmanlarına şikayet eden hain Yahuda’nın hikayesi anlatılırken onun Romalı askerlere Hz. İsa’yı, İşte insan diye gösterdiği nakledilir. İşte İnsan, Yani demek ki tüm peygamberler aslında Allah’ın insanlığın önüne sunup da işte insan diye model gösterdiği ufuk şahsiyetlerdir ve onların tamamının ufkuda, zirvesi de bu surenin girişinde kendisine hitap edilen Allah Resulü A.S. dır.

2 -) VelKur’ânilHakiym;

Ve Kur’ân-ı Hakiym (ve bildirdiği Hikmet dolu Kur’ân)! (A. Hulûsi)

02 – Hikmetli Kur’an ın hakkı için. (Elmalı)

VelKur’ânilHakiym hikmetle (muhatabını inşa eden) bu Kur’an a and olsun.

Neden muhatabını inşa eden diye bir parantez içi bir ilaveye ihtiyaç duyduk, Çünkü el Hakiym kalıbı mübalağa ile ismi fail kalıbıdır. Dolayısıyla ismi fail kalıbı canlı ve şuurlu özneler için kullanılır. İlginç olan şu Kur’an a canlı ve şuurlu bir özne gibi bakmamızı istiyor El Hakiym sıfatını vererek Kur’an a rabbimiz. Yani Kur’an a özne olarak bakalım istiyor.

Kur’an a özne olarak bakmak nedir? Sizi inşa edecek bir usta olarak görmektir. Çünkü Kur’an ın indiriliş amacı, vahyin indiriliş amacı genelde inşadır. Vahiy ilahi bir inşa modelidir. İlahi bir inşa projesidir. Vahyin inşa ettiği şey de insandır. Zaten ey İnsan diye başlayıp VelKur’ânilHakiym diye devam ediyorsa, Kur’an a dikkat çekiyorsa ve Kur’an ın da Hakiym oluşuna dikkat çekiyorsa; İnsan olmak istiyorsanız vahyin kılavuzluğuna sarılın. İnsan olmak istiyorsanız vahyin hikmetine sarılın, insan olmak istiyorsanız vahiy ışığından ayrı kalmayın demek istemektedir.

İşte onun için bilinçli ve canlı özneler için kullanılan ismi fail kalıbını burada Kur’an ın bir niteliği olarak getirmiş. El Hakiym. Ey insan Kur’an a inşa edici bir özne olarak bak.

Bunun tersi nedir? Senin özne olup Kur’an ın nesne olması. Eğer Kur’an ı nesneleştirirsen vahyin dediğinin tam tersini yaparsın. Kur’an ı nesneleştirmek ne demek? Kur’an sizi inşa edip Kur’an size yol göstereceği yerde siz Kur’an ı inşa etmeye, yani kitaba uymak yerine, kitabına uydurmaya ve onun üzerinde tasarrufta bulunmaya, ona yol göstermeye kalkarsınız o size yol göstereceği yerde. İşte bu roller ters dönmüş olur bu durumda. Kur’an özne olacakken, Kur’an nesneleşmiş, nesneleştirilmiş olur ki o zaman fonksiyonunu icra edemez.

İşte o zaman ilk nesli yer yüzünün en büyük iman hamlesini yapacak şekilde eğiten Kur’an ilk nesle indiği gibi sizin elinizde de olmasına rağmen sizde hiçbir şey değişmez. Bu aradaki fark Kur’an dan kaynaklanmaz. Bu aradaki fark insanın Kur’an a, muhatabın Kur’an a bakışından kaynaklanır. İlk nesil Kendilerini Kur’an ın inşasına açmışlar, akıllarını, tasavvurlarını ve şahsiyetlerini Kur’an a inşa ettirmişler. Doğru ve yanlışın içini Kur’an a doldurtmuşlar. Kur’an doğruyu nasıl tanımlıyorsa doğruyu öyle kabul etmişler. Yanlışı nasıl tanımlıyorsa öyle kabul etmişlerdi. İyi ve kötüyü, kârı ve zararı, kazancı ve kaybı, yükseği ve alçağı nasıl tanımlamışsa Kur’an onlar da öyle bilmişlerdi. Zaten Kur’an ı özne bilmek budur. Kur’an ın inşa ettiği bir zihniyete bir akla, bir tasavvura sahip olmakta budur. O zaman artık vahiyle tutar, vahiyle görür, vahiyle konuşur, vahiyle yaşar, vahiyle ölürsün.

Ama bunun tersi Kur’an ın nesneleşmesidir ki artık Kur’an inşa edici bir özne olmaktan çıkmıştır. Sadece elinizde canınızın istediği zamanlar törensel bir unsura dönüşmüştür. Yani ölüm törenlerinde veya başka törenlerde geçici bir zaman için ruhuna nüfuz etmeden, aklınızı ona açmadan, zihninizi ona açmadan, ruhunuzu ona açmadan, hayatınızı ona açmadan, tabir caizse bir kadavra muamelesi yaparak, elinize eldiven, burnunuza maske, önünüze önlük takıp onu bozdurup bozdurup harcayarak ve bozup parçaladıktan sonra da aşağı atarak Kur’an okumuş olmazsınız. Olmayız. Bu Kur’an a nesne muamelesi yapmak olur.

İşte onun için Kur’an bizi daha 2. ayetinde El Hakiym niteliği ile uyarıyor, yani ismi fail, hem de mübalağa kipiyle ismi fail ki özneliğin en büyük biçimiyle özne. Özneliğin maksimum değeriyle özne. Kim üzerinde? Elbette insan üzerinde.

3 -) İnneke leminelmurseliyn;

Kesinlikle sen Rasûllerdensin. (A. Hulûsi)

03 – Emîn ol ki sen o risaletle gönderilen Peygamberlerdensin. (Elmalı)

İnneke leminelmurseliyn ki, sen elbette gönderilen elçilerden birisin. Seni yalanlamak, Kur’an ı yalanlamaktır. Kur’an ı yalanlamak, ahireti yalanlamaktır, ahireti yalanlamak Allah’ı yalanlamaktır. Bakınız silsile halinde nereye varıyor. Onun için aslında bu ilk ayetlerde gösterilen yol, silsile birbiri ardınca gelen halkalar bir yalanlama zincirinin ilk halkasının nasıl bizi son halkaya doğru götürdüğünü de gösteriyor. Allah korusun tabii ki.

İnkarın şiddetine bakın ki bu 3. ayette tam 4 te’kitle geliyor bu ayet.

1 – Muhataplar ne kadar ısrarlı inkârcılarsa ayet “inne” te’kidiyle geliyor.

2 – Bu bir pekiştirme ısrar. İnne Muhakkak, şüphesiz, kuşku yok “l” lemin de ki “lâm” te’kit lam ı 2. te’kit bu.

3 – Yemin VelKur’ânilHakiym deki yemin. O yemin buraya da raci.

4 – İsim cümlesi. İsim cümlesi de Arap dilinde fiil cümlesinden farklı olarak ısrara, yani sabit kadem olarak sübuta delâlet eder ki; ısrarcıyım, ayak diriyorum, bu böyledir anlamını içerir. Yan anlamını içerir.

4-) ‘Alâ sıratın müstekıym;

Sırat-ı müstakim üzeresin. (A. Hulûsi)

04 – Bir sıratı müstakîm üzerindesin. (Elmalı)

‘Alâ sıratın müstekıym dosdoğru bir yol üzeresin.

..ve inihtedeytü fe Bima yuhiy ileyye Rabbiy.. (Sebe’/50)  Hatırlayalım ayeti eğer hidayette isem bu rabbimin vahyi sayesindedir. Daha önce bu ayeti işledik. Eğer ben hidayette isem, kesinlikle bu rabbimin hidayeti sayesindedir, vahyi sayesindedir. Yani demek ki Allah’ın vahyi olmazsa bizim şaşırmamız içten değil. Onun için Ve vecedeke dâ(aaa)llen feheda. (Duha/7) yolunu kaybetmiş bulup da doğru yola yönetmedik mi diyen Kur’an işte buna atıf yapar. Ve Kur’an ın baş rolü muhatabına ilahi bir kılavuzdur. Yol haritasıdır.

5-) Tenziylel AziyzirRahıym;

Aziyz ve Rahıym’in sende tafsilâtlı olarak açığa çıkardığı ilim ile! (A. Hulûsi)

05 – Tenziliyle o azîz rahîmin. (Elmalı)

Tenziylel AziyzirRahıym çünkü bu vahiy en yüce, en merhametli olanın katındadır.

Vahiy ilahi rahmetin tecellisidir. Allah tenezzül buyurmuştur insanoğluna. Onun için insanoğlunun önüne bir gök sofrası açmıştır. Bu gök sofrası vahiy sofrasıdır. Karınlar acıkır, yer sofrasında doyar. Ruhlar acıkır, akıllar acıkır gök sofrasında doyar. Onun için bu gök sofrasının başına tüm insanlık davet edilmiştir. Bu sofra yedikçe çoğalan bir sofradır.

Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil ‘alemiyn. (Enbiya/107) de budur. Çünkü tüm alemler u sofraya davet edilmişlerdir. Tüm insanlık davet edilmiştir ve Allah Resulünün alemlere rahmet olmasının anlamı da budur. Bu sofrayı insanlığa açtığı için alemlere rahmet olmuştur.

6-) Litünzire kavmen mâ ünzire abâühüm fehüm ğafilûn;

Ataları uyarılmamış, bu yüzden (hakikatlerinden, Sünnetullâh’tan) kozalı olarak yaşayan bir toplumu uyarman için. (A. Hulûsi)

06 – İnzar edesin: vahameti haber veresin diye bir kavme babalar İnzar edilmedi de haberleri de yok gafiller. (Elmalı)

Litünzire kavmen mâ ünzire abâühüm fehüm ğafilûn bu sayede ataları uyarılmamış, dolayısıyla haktan gafil kalmış bir topluluğu uyarabilesin.

Tabii ki Kur’an vahyi tüm alemleri kapsar. Yani bütün bir insanlığa indirilmiştir. Ama şunu da unutmamak lazım; Ve enzir aşiyretekel akrebiyn. (Şu’ara’/214) uyarmaya yakınlarından aşiretinden akrabandan başla diyen ayet, aslında vahyin hitap sınırını daraltmış falan olmuyor kesinlikle. Çünkü öbür taraftan;

Ve ma erselnake illâ kâffeten linNasi beşiyran ve neziyra… (Sebe’/28) diyor. Biz seni bütün bir insanlığa müjdeci ve uyarıcı olman için gönderdik. Başka bir şey için değil. Yani kâffeten linNas tüm insanlığa. Bu iki ayet arasında ki irtibatı nasıl kuracağız? Elbette merkezden muhite, odaktan çevreye doğru bir üslup, bir yol yordam izlenir.  Kişinin hakikati ilk duyuracağı, kendisine en yakın olanlardır ve dolayısıyla daha sonra suya atılan bir taş gibi dalga dalga çember yayılacaktır. İşte burada başlama noktasına işaret edilmektedir.

7-) Lekad hakkalkavlü alâ ekserihim fehüm lâ yu’minun;

Andolsun ki onların çoğunluğuna o söz (Cehennem, insanların ve cinlerin çoğuyla dolacaktır; sözü) Hak olmuştur! Bu sebeple onlar iman etmezler! (A. Hulûsi)

07 – Celâlim hakkı için daha çoklarına karşı söz Hakk olmuştur da onlar imana gelmezler. (Elmalı)

Lekad hakkalkavlü alâ ekserihim fehüm lâ yu’minun doğrusu onların bir çoğu hakkında ki söz doğru çıkmıştır. Artık asla iman etmezler. Söz bu, çoğunluğun iman etmeyeceğine dair ilahi bilgi. Biz bunu Kur’an ın bir çok yerinde farklı kalıplarla görüyoruz. Çünkü ekseren Nasi lâ yu’minun. (Hud/17) diyor mesela. İnsanların çoğu iman etmez. Adeta bu bir ilke, sanki bu işin yasalarından biri. Gerçekten yığınlar, kalabalıklar ilgisi manevi olana değil maddi olanadır. İlgisi hakikate değil yalanadır. İlgisi eşyanın derinine değil yüzeyinedir. Onun içindir ki ekseruhüm lâ ya’kılun (Ankebut/63) insanların çoğu akletmez. Niye iman etmez? çünkü akletmez. Akletmeyen doğal olarak iman da etmez.

Peki iman etmeyince 3. bir kalıp daha var Kur’an da ekseren nâsi lâ yeşkurûn (Bakara/243) şükretmez. İman etmedi ki şükretsin. Akletmedi ki iman etsin. Dolayısıyla bu kalıplar aynı zamanda kitlelerin, yığınların tabiatını ele verir. İşte burada da sözden kasıt bu olsa gerektir.

8 -) İnna ce’alnâ fiy a’nakıhim ağlâlen fehiye ilel’ezkani fehüm mukmehun;

Muhakkak ki biz onların boyunlarında, çenelerine kadar dayanmış boyunduruklar (şartlanma ve değer yargıları) oluşturduk! Artık (onlar kendi hakikatlerini göremezler) başları yukarı doğru kalkıktır (benlikleriyle yaşarlar)! (A. Hulûsi)

08 – Çünkü biz onların boyunlarına kelepçeler geçirmişiz, onlar çenelerine dayanmıştır da burunları yukarı gözleri aşağı somurtmaktadırlar. (Elmalı)

İnna ce’alnâ fiy a’nakıhim ağlâlen fehiye ilel’ezkani fehüm mukmehun zira sanki biz onların boyunlarına çenelerine kadar uzanan demir halkalar geçirmişiz de başlarını bir türlü eğememektedirler. Orada ki sanki, tabii metnin ortaya koyduğu, daha doğrusu lafzın ortaya koyduğu bir şey olmaktan daha çok mananın ortaya koyduğu bir açıklama olarak anlaşılmalı.

İnkarcıların kibir ve küstahça tavırlarına bir atıf bu. Bu ayeti ahirete müteallik olarak anlama yanlısı olmuş müfessirlerimiz. Fakat Zemahşeri ve Razi başta olmak üzere bir çok müfessirimizin de dikkat çektiği gibi bu ayet gerçekten de temsili bir ayettir ve kafirlerin inkarcıların Allah’a baş kaldırmada ki ısrarlarını ifade etmektedir, küstahça tavırlarını ifade etmektedir.

Ve boyna geçirilen demir halkalardan söz etmektedir. Öyle ki demir halka çeneye kadar uzanıyor. Üst üste demir halkalar düşünün, o kadar sıkıştırılmış ki omuz üstünde, çenenin altında, boynu sıkan bu halkalar, artık çenesini havaya kaldırmış başı yere inmiyor. Yani burada ince bir ironi de söz konusu başını eğecek zaman gelince başını eğemeyecek, adeta demir bir halka varmış gibi.

[Ek bilgi; Boynu halkalı kadın. Örnek resim.) http://ekabiruzay.blogspot.com/2012/11/boynu-halkal-kadn.html

Burada tevriye de var bir yerde, çünkü demir halka köleliğin simgesi aynı zamanda. Öyle ki nefislerine kul olanlar, benliklerine kul olanlar, şeytana kul olanlar bakınız Allah’a baş kaldırıyorlar. Allah’a kafa tutanlar, başlarını Allah’a karşı dikenlere bakınız, kimin kulu oluyorlar. Yani aynı zamanda köleler.

Burada belki paradoksal biçimde bu iki şeyin bir arada olduğunu görüyoruz. Allah’a karşı baş kaldırırken, nefislerine, benliklerine, içgüdülerine, şehvetlerine ve şeytana kul olanların resmini çiziyor ayeti kerime.

9-) Ve ce'alna min beyni eydiyhim sedden ve min halfihim sedden feağşeynahüm fehüm lâ yubsırun;

Onların önlerinden bir set (geleceği göremezler) ve arkalarından bir set (geçmişlerinden ders almazlar) oluşturduk da böylece onları bürüdük... Artık onlar görmezler. (A. Hulûsi)

09 - Hem önlerinden bir set ve arkalarından bir set çekmişiz, kendilerini sarmışızdır da baksalar da görmezler. (Elmalı)

Ve ce'alna min beyni eydiyhim sedden ve min halfihim sedden feağşeynahüm fehüm lâ yubsırun yine burada dünyaya müteallik olarak anlayacaksak o adetayı bir daha parantez içinde almak zorundayız. Adeta önlerinden ve arkalarından birer set çekmiş ve gözlerini perdelemişizdir de artık görememektedirler.

Sembolik dil kullanıldığını daha önce söylemiştim. Manevi körlükten söz ediyor bu ayet. Yoksa birer duvar çekmeden değil. Çekilen bir duvar falan yok. Fakat sanki duvar varmış hatta duvardan da öte ses geçirmez, duygu geçirmez bir duvar beklide. Böyle bir ruhu engelleyen bir duvar düşünün, ruha sinyal gönderilen sinyalleri almayan, geçirmeyen bir duvar düşünün.

Göz var fakat ışık yok, ışığa kapalı, ışık; vahiy. Göz olsa ne yazar. Eğer vahiy ışığı yoksa en keskin göz bile karanlıkta neyi görebilir. İşte belki bu duvar, insanın kendi ruhunun önüne, insanın kendi yüreğinin önüne, insanın kendi bilincinin önüne, aklının önüne ördüğü ses geçirmez, iman geçirmez, vahiy geçirmez korkunç bir duvar. Ondan bahsediyor ayet.

10-) Ve sevaün aleyhim eenzertehüm em lem tünzirhüm lâ yu'minun;

Onları uyarsan da uyarmasan da birdir; iman etmezler! (A. Hulûsi)

10 - Ve onlarca müsavidir: ha İnzar etmişin kendilerini ha etmemişin; inanmazlar. (Elmalı)

Ve sevaün aleyhim eenzertehüm em lem tünzirhüm lâ yu'minun şu halde sen onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için fark etmez. İman etmezler, dönmezler, asla değişmezler. Çünkü algılamazlar, çünkü gözlerini güneşe kapatmışlardır yarasalar gibi. Çünkü yüreklerini ve akıllarını kapatmışlardır. Hiçbir etkisi olmaz. Etkisi olmayacak diye sen uyarıdan vazgeç manasına gelmiyor bu. Sen uyar çünkü kimin kapalı kimin açık olduğunu bilemezsin ki. Lem ad’as en aşukka ala kulûbin nas diyordu onun için efendimiz. “Ben insanların kalbini açıp yarmak için gönderilmedim.” O nedenle de herkesi uyardı, herkesi müjdeledi, herkesi davet etti. Çünkü kimin kapalı kimin açık olduğu davetten sonra belli olur. Davet edilmeden nasıl bilinebilirdi.

11-) İnnema tünziru menittebe'azZikre ve haşiyer Rahmâne Bilğayb* febeşşirhu Bimağfiretin ve ecrin keriym;

Sen ancak Zikre (hatırlatılan hakikate) tâbi olan ve gaybı olarak Rahmân'dan haşyet duyanı uyarırsın. Onu bir mağfiret ve kerîm bir bedel ile müjdele! (A. Hulûsi)

11 - Ancak zikri takip eden ve gayb de rahmana haşyet besleyen kimseyi sakındırırsın, işte onu hem bir mağrifetle hem bir ecri kerîm ile müjdele. (Elmalı)

İnnema tünziru menittebe'azZikre ve haşiyer Rahmâne Bilğayb ne ki sen sadece ilahi uyarıya tabi olan ve idraki aşan bir hakikat olmasına rağmen o Rahman’a derin bir saygı duyan kimseyi uyarabilirsin. febeşşirhu Bimağfiretin ve ecrin keriym o halde bu gibilerini tarifsiz güzellikte bir güzellikle, bir ödülle, bir mükafatla müjdele.

Tıpkı; Nebbi' ıbadiy enniy enel Ğafûrur Rahıym. (Hicr/49) kullarıma haber ver, haber verki ben sonsuzca bağışlayan bir rabbim. Ama; Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym. (Hicr/50) ama bir de azabım var ki o çok acıdır, çok acı bir cezalandırmadır ayetini hatırlatıyor.

Kullarıma haber ver rahman olduğumu, fakat istismar etmeye kalkmasınlar. Rahmetin kaynağı benim. Eğer bir yerde rahmet görmüşlerse, merhamet görmüşlerse onun kaynağını izlesinler, orada beni bulacaklar. Onun içinde bana yönelsinler. Bu kaynaktan onlara da pay ayırayım. Bu kaynağın arıtmayacağı kir yok. Bu kaynağın temizlemeyeceği günah yok, örtmeyeceği günah yok. Ama yeter ki yönelsinler.

Aslında ayetin söylediği açık. Allah’a yönelin, bağışlanmayacak hiçbir günah yoktur. Yeter ki itiraf edin Allah’a yönelin. Rahmetin kaynağının O olduğunu bilin ve bu bilinçle O’nun kapısına gelin. Bunu söylüyor.

12-) İnna nahnu nuhyilmevta ve nektübü ma kaddemu ve asârehüm* ve külle şey'in ahsaynâhu fiy imamin mubiyn;

Kesinlikle biz, evet yalnız biz ölüleri diriltiriz! Onların yaptıklarını ve meydana getirdikleri eserleri yazarız! Biz her şeyi İmam-ı Mubiyn'de (beyinlerinde ve ruhlarında) ihsa ettik (tüm özellikleriyle kaydettik)! (A. Hulûsi)

12 - Hakikat biz biziz, ölüleri diriltiriz ve takdim ettikleri şeyleri ve bıraktıkları eserleri kitaba geçiririz ve zaten her şey'i açık bir kütükte bir «İmamı Mübîn» de ıhsa etmişizdir. (Elmalı)

İnna nahnu nuhyilmevta elbette biz, evet, ölüyü biz dirilteceğiz. ve nektübü ma kaddemu ve asârehüm ve onların önden yolladıklarını da, arkada bıraktıkları eserleri de mutlaka kayda geçireceğiz. Burada sadakayı cariyeyi, Resulallah’ın öldükten sonra kişinin defterini şu 3 şey kapamaz haberini hatırlıyoruz. O 3 şey; salih evlat, hayırlı bilgi ve sadakayı cariye.

Sadakayı cariyeyi biliyoruz, insanlığa yararlı şeyler. Hayırlı evlat, onu da biliyoruz ve doğru bilgi. Geriye kalmış doğru bilgi yararlı bilgi. İşte o insanın yaşayan ameli. Yani insan ölür, fakat ölmeyen bir şey kalırsa geriye o da amelidir, yaşayan amelidir. Dolayısıyla bu hadiste beyan edilen 3 şey insanın arkasından çalışan açık bir cari hesap olması çok anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bir başkasının sevabı değildir o giden, onun kendi sevabıdır. Çünkü kendisi ölmüş ama eylemi yaşamaktadır, bilgisinde yaşamaktadır, kitap olarak yaşamaktadır. İnsanları irşad ederek yaşamaktadır. Onu her okuyandan bir pay gitmektedir.

Evladında yaşamaktadır, o evladın yaptığı her güzellik adeta altına bir karbon konularak bir nüshası da ona vesile olana gitmektedir. Yine onun geriye bıraktığı kalıcı, faydalı eserler. O da açık bir hesaptır. İşte bu hadisi hatırlatıyor.

ve külle şey'in ahsaynâhu fiy imamin mubiyn böylece her şeyi açık seçik gelişmiş bir ana bellekte kayıt altına almış oluruz.

İmam, en ileri, gelişmiş anlamına gelir kök anlam itibarıyla, Umm. Bir şeyin türediği asıl, anne de oradan gelir. Ama hemen bu anlamın yanında önde olan, emam da oradan gelir. Ön taraf demektir. İmam aynı kökten türetilir. Önde olduğu için, lider olduğu için, en gelişmiş ve en ileri şekline de bu kelime kullanılır bir şeyin. Yani kayıt tutmanın en ileri biçimiyle, “en ileri tekniği” neyse onunla kayıt tutacağız. Gören Allah’a imanı pekiştiren bir ifade bu.

3.000 boyutlu bir kamera düşünün, 3 boyutlu değil. Bugün 3 boyutlu çekilmiş kayıtları izlediğimizde hayran oluyoruz. 3.000 boyutlu. Bu boyutların içinde o işi yaparken aklından neler geçiyor, kalbinden neler geçiyor, hafızan ne durumda, seninle görevli meleklerin yüzü nasıl, yani ona nasıl tepki veriyorlar kayıtta o da var. Ve nefsin enen, egon nasıl, şeytanın ne durumda. Yani hepsi kayıtta. Bir tek eylem ama o eylemin arkasında görünen ya da görünmeyen ne kadar unsur varsa, bilincin, aklın, iraden, kalbin, duygun, düşüncen dahil olmak üzere hepsi de kayda girmiş.

Bunu insan havsalası almıyor, aklı düşünemiyor bile böyle bir kayıt sistemini. İşte öylesine en ileri kayırt tekniğiyle kaydedilmiş olarak hesaba geçecek.

13-) Vadrib lehüm meselen ashabel karyeti, izcaehel murselun;

Onlara o şehir halkını örnek ver... Hani oraya Rasûller gelmişti. (A. Hulûsi)

13 - Ve onlara, o karye sahiplerini temsil getir, o dem ki ona o gönderilen Resuller varmıştı. (Elmalı)

Vadrib lehüm meselen ashabel karyeti, izcaehel murselun imdi onlara kendilerine elçilerimizi gönderdiğimiz şehir halkının hikayesini anlat. Katade ve İkrime, -ki Taberi naklediyor bunu- bu karyenin, bu şehrin Antakya olduğunu söylerler. Ki aksal Medine, 20. ayette öyle diyor, şehrin en uzağından, Medine olarak geçiyor. Kur’an bir yer için Medine diyorsa orada hukuki her türlü alt yapı var demektir. Çünkü bir yerin Medine olabilmesi deyyana sahip olmasıyla mümkündür. Deyyan orada hukukun işlediğini gösterir. Onun içinde bura kelimenin tam anlamıyla bir uygarlık kenti. Ki Antakya buna uyuyor. Orada ki halkında Antakyalılar olduğu yorumunu yapmış bu otoriteler.

Racülün de ilerde gelecek Habibi Neccar olduğunu söylemişler Antakya da metfun olan yani Antakya da geçmiş tarihsel bir hadiseyle bu ayetler arasında bir bağ kurmuşlar. Elçilerin de Hz. İsa’nın havarileri olduğunu söylemişler.

Bu yorumu eksen alacak olursak el Mürselun u peygamber manasına elçiler değil, elçinin elçileri anlamına alabiliriz. Yani davetçiler anlamıyla alabiliriz. Çünkü Hz. İsa göndermişse, havarilerse; onlara peygamber manasına elçiler demek doğru olmaz.

Hz. Peygamberin Muaz Bin Cebel’i Yemen’e gönderirken Resuli Resulillah dediği gibi. Allah’ın elçisinin elçisi manasına belki kullanılabilir.

Murselun edilgen bir kip zaten. Kıssa boyunca hep bu kiple geçer ilginçtir. Hiç ne isim olarak ne de zamir olarak Allah’a izafe edilmez. Yani rusülüna gibi bir izafet terkibi kullanılmaz. Musa ve Harun örneğinde olduğu gibi Kur’an ın anlattığı peygamberler tarihinde aynı zaman ve aynı yere iki peygamberin birden gönderildiği enderde olsa vakidir. Fakat üçünün birden aynı anda aynı yere aynı zamanda gönderildiği Kur’an tarafından nakledilmemiştir. Buradan da yola çıkarak bunların; elçinin elçileri anlamına olabileceğini, alınabileceğini söyleyebiliriz.

Fakat burada asıl parmağa değil, parmak ayı gösterirken aya bakmak lazım. Kur’an ne yerden bahsediyor, ne isim veriyor, ne mekan veriyor. Bunları vermiyorsa eğer aslında bizin parmağa değil de aya bakmamız içindir. Zaten buda sadece yorumlardan bir yorumdur ve bu yorumu ilk nesilden itibaren reddeden büyük otoriteler olmuştur, İbn. Kesir bu reddi ciddi bir biçimde ele alır ve kendiside bu redde katılır.

Peki camdan bakarsak cama değil de ne görünür burada görünen aslında her coğrafya da, her mekanda hakikati ileten her insanın başına gelecek olanlardan bir örnek seçilmiştir burada. Yani hakikati insanlara ulaştıranlar neleri göze almışlar, nasıl bedeller ödemişler, bunun örneğine burada bak ve bu örnekten yola çıkarak ey ilk muhatap olan Resul sen de ibret al ey bu vahyin tüm muhatapları, sizde hakikati insanlığa götürmek istiyorsanız bu örnek aklınızdan çıkmasın. Aslında verilmek istenen derste budur ve bu kıssa zamanlar üstü olarak anılmalı ve bunun kıssadan hisse çıkarmak için burada anlatıldığı unutulmamalıdır.

14-) İz erselna ileyhimüsneyni fekezzebuhüma fe'azzezna Bisâlisin fekalû inna ileyküm murselun;

Hani onlara iki (Rasûl) irsâl ettik de o ikisini de yalanladılar... Bunun üzerine bir üçüncüsü ile güçlendirdik de: "Doğrusu biz size irsâl olunanlarız" dediler. (A. Hulûsi)

14 - O sıra ki onlara o ikiyi göndermiştik, bunları tekzip ettiler, biz de bir üçüncü ile izzet (ve kuvvet) verdik de varıp dediler: haberiniz olsun biz sizlere gönderilmiş Resulleriz. (Elmalı)

İz erselna ileyhimüsneyn bir zamanlar onlara iki elçi göndermiştik fekezzebuhüma ama ikisini de yalanladılar. fe'azzezna Bisâlis bunun üzerine onları bir üçüncüsüyle destekledik. Bu ayet rivayet ve yorumların ötesinde anlaşıldığında ortaya şu çıkar. Burada ki iki elçi Hz. Musa ve Hz. İsa ve onlarla yollanan Tevrat ve İncil. Yalanlanmaları onların bıraktığı mirasa ümmetlerinin ihaneti ve üçüncüsüyle desteklenmesi ise Resulallah’la onların vahiy mirasının desteklenmesi biçiminde anlaşılabilir. Belki bu yorum en güzel yorumlardan biridir. Hz. Peygamber ve Kur’an vahyinin Musa ve İsa’yı ve onların vahyini desteklediği ise zaten Kur’an ın sık sık söylediği bir gerçektir.

fekalû inna ileyküm murselun ve onlar dediler ki biz size gönderilmiş elçileriz.

[Ek bilgi -1; ANTAKYA HALKINA GELEN ELÇİLER

En doğru ve en açık olan görüşe göre bu ifadenin başındaki iz edatının zarf olup, fiillinin ise kendinden önce geçen câe olmasıdır. Buna göre mana, "O peygamber oraya, onları gönderdiğimiz zaman gelmiş (gitmiş)lerdi, yani, onlar kendiliklerinden gitmemişlerdir.  Onlar oraya emr olundukları  için  gitmişlerdi" şeklindedir.

Burada şöyle bir incelik var: Bu anlatıştan o peygamberin Hz. İsa (a.s) tarafından Antakya'ya gönderildikleri çıkmaktadır.

İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak "Hz. İsa'nın göndermesi, bizim göndermemiz sayılır. Allah'ın izni alınarak gönderilen, Allah'ın elçisinin elçileri, Allah'ın elçileri sayılır. Binâenaleyh ey Muhammed, aklına, "Bunlar, peygamber olan Hz. İsa'nın elçileriydi, ben ise Allah'ın elçisiyim" diye bir düşünce gelmesin. Çünkü onları yalanlamak tıpkı seni yalanlamak gibidir" demiş ve bu teselli, "Göndermiştik de" ifadesiyle tamamlanmıştır.

Bu, şöyle bir fıkhî meseleyi destekler: Müvekkilin izni ile tayin edilen vekilin vekili (avukatın avukatı), vekilin avukatı değil, müvekkilin avukatı sayılır. Binâenaleyh vekilin onu azletmesiyle, o azlolunma*. O ancak müvekkil azlederse, azlolunmuş olur. Bu izah, ayetteki "Onlara örnek ver" ifadesinin, Hz. Muhammed (s.a.s) için getirilmiş bir mesel oluşu, görüşümüz hususunda çok açık bir delildir. (Faruddin Er Razi-Tefsiri Kebir)]

[Ek bilgi: ANTAKYA HALKINA GELEN ÜÇ PEYGAMBER

Yüce Halik, putperest olan Antakya halkına Terman ile Tâlus'u elçi olarak göndermiştir. Onlar Antakya'ya gelip halkı imana davet ederek «Ey insanlar, siz putlara tapıp şeytana ibadet etmeyin. Allah'a ibadet edin, O'ndan başka ibadete lâyık yoktur» demişlerdir. Halk onların davetini kabul etmeyerek, kendilerini yalanlamışlar ve yakalayıp krallarına götürmüşlerdir.

Onlar kralın yanma girince putları görmüşler ve «Sizin taptığınız şu putlar bâtıldır. Onları asla ma'bûd edinmeyiniz. Sizin Ma'bûdunuz yerleri, gökleri yaratan ve her şeye sahip olan Allah'tır. O'ndan başka ma'bûdunuz yoktur. Kim O'ndan başka ma'bûd edinip ibadet ederse yeri cehennemdir» demişlerdir. Kral onların böyle konuştuklarını görünce gadaba gelir, ikisini de sopa ile döver ve zindana attırır.

Bunlar zindana atılınca Hâlik-ı Mutlak, o kasaba halkına Şemun'u gönderir. Şemun Antakya'ya gelir, onların zindana atıldığını öğrenir ve hemen bulundukları yere gelir. Zindanın bekçisinden onlara yemek vereceğini söyleyerek izin ister ve yanlarına girer. Karınlarını doyurduktan sonra «ben sizi kurtarmak için geldim. Siz işe yanlış başladınız, onların size itaat edip etmeyeceğini hesap etmediniz, önce onları yumuşaklıkla davet edecektiniz. Siz ise korkutarak davet ettiniz. Sizin durumunuz şu kadının durumuna benzer: Genç yaşında çocuğu olmayan, yaşlandığı zaman bir oğlu olan ve hemen onun bir anda büyümesini isteyen, büyümesi için de onu aşırı şekilde yediren, fakat çocuk bakımını bilmediği için boğup öldüren kadın gibidir. Siz de, o kadın gibi acele ettiniz, krala geldiniz, davet vakti olmadan, hemen onu imana davet ettiniz ve başınıza belâ getirdiniz.» der.

Sonra yanlarından ayrılır, puthaneye gelip oturur. Halkın gelmesini bekler. Halk puthaneye gelip ibadet etmeye başlar, Şemun da gönlünü Allah'a yönelterek secdeye kapanır. Halk Şemun'u kendilerinden zannederler.

Birkaç gün böyle devam eder, sonunda halk Şemun'un kendilerinden olmadığını anlarlar ve durumu krallarına bildirirler. Kralları, Şemun'u huzuruna davet eder, o da gider. Kral hangi milletten olduğunu sorar, o da, Îsrail oğullarından olduğunu, onların işlerini organize ettiğini, hepsi öldüğü için kendilerine sığındığını söyler. Bunun üzerine kral ona bir kaç mes'ele sorar, hepsinden olumlu cevap alır, sonra onu yakınlarının arasına alır.

Bir müddet geçtikten sonra Şemun, krala cezaevindekileri hatırlatır ve «Ey kral, uzun zamandan beri iki kişinin hapiste olduğunu öğrendim. Onlar seni başka bir Hâna tapmaya davet etmişler. Onları getirseniz de ne demek istediklerini ben de Öğrensem ve senin tarafından onlarla bu hususta mücadele yapsam der.

Bunun üzerine kral iki kişiyi getirtir. Şemun. bunların kim olduğunu tanımamazlıktan gelir ve «sizin ilâhınızın kim olduğunu bana söyleyin.» der. Onlar da «bizim ilâhımız dilsizleri konuşturur, sağırları işittirir, alaca hastalığa yakalananları iyi eder» derler.

Bunun üzerine Şemun körleri nasıl gördüreceksiniz gösterin bakalım» der. Sonra bunların huzuruna bir âmâ getirirler, onlar dua ederler, Allah ü Teâlâ dualarını kabul eder ve anadan doğma kör olan zat görmeye başlar. Bu defa Şemun «Ben de âmâları gördürürüm» der ve bîr kör çağırır, gizli dua eder o da görmeye başlar. Şemun onlara ben de, sizin gibi görmeyeni gördürdüm. Bu bakımdan sizin benden hiçbir farkınız yok» der.

Sonra bir alacalı hastayı getirmesini isterler, bunlar onu da iyi ederler. Şemun da aynı şekilde bir alacalı hastayı iyi eder. Yine onlara «sizin benden bunda da bir üstünlüğünüz yok, der. Başka yapacağınız bir şey var mı?» diye sorarlar. Onlar da «bizim Rabbimiz ölüleri diriltir, dirileri de öldürür derler.

Bu defa Şemun «Benim buna gücüm yetmez. Ey kral, putları getirelim, belki onlar öldürmeye ve diriltmeye muktedir olurlar. Eğer buna muktedir olurlarsa üstünlük sende kalır bunlara mağlûp olmazsın» der. Kral «putlar ne körleri gördürür, ne sağırları işittirir, ne alacalıları iyi eder, ne de Ölüleri diriltir. Onlar cansız şeylerdir, hiçbir şeye malik değillerdir” der.

Şemun “Ey padişah, bunlara sor, o söyledikleri şeye güçleri yeter mi bakalım” der. Padişah da «madem ki sizin Rabbiniz, ölüleri diriltiyor, bizim bir ölümüz var. öleli yedi gün oldu, babası tarlasına ekin ekmeye gittiği için yedi gündür onu defnetmediler, babasını bekliyorlar. Haydin bakalım, onu diriltin de sizi görelim, der. Sonra ölüyü getirirler. Bunlar aşikâr dua ederler, Şemun da gizli dua eder, ölü dirilir.

Bunun üzerine Şemun «şahitlik ederim ki, bunların söylediklerinin hepsi doğrudur. Ma'bûdları haktır» der. Padişah ve adamları Şemun'un da onlardan olduğunu anlarlar ve her üçünü de öldürürler. Bunlar öldürüldükten sonra, ölünün babası Habibin Neccar gelir, oğlunun dirildiğini görünce iman eder, kral onu da öldürtür.

Antakya halkı Allah'ın elçilerine bu işi yapınca Yüce Allah üzerlerine Cebrail'i gönderir. Cebrail gelip onlara bir sayha atınca hepsi bîr anda helak olur. Böylece inkarcılar ve zalimler cezalarını görürler. Hâlik-ı Zülcelâl, bunu şöyle beyan ediyor: «Onlara iki elçi göndermiştik. Onu yalanladıkları için üçüncü biriyle desteklenmiştik. Onlar 'biz, size gönderildik' demişlerdi. Onlar bu elçilerin davetini kabul etmeyerek yalanlamışlardı.”

(Ebü'l-Leys Semerkandi Tefsirü'l-Kur'an)]

[Ek bilgi – 3; İlginç bir makale:

….Hz. İsa kendine ve inananlara karşı Kudüs’de Yahudilerin ölüm planı hazırladıklarını sezince Havarilerini çeşitli ülke şehirlerine ilâhi dinin davetçileri olarak gönderdi. Havarilerden Yahya (Yuhanna) ile Yunus (Pavlos)’u Roma halkını ilâhi dine davet etmeleri için Antakya şehrine gönderdi.
“Onlara, o şehir halkını misal getir. Hani onlara elçiler gelmişti. Biz onlara iki elçi gönderdiğimizde, o ikisini yalanladılar. Bunun üzerine üçüncü bir elçi gönderdik…. (Devam ediyor).

http://www.hakimiyet.com/habib-i-neccar--makale,1946.html ]

{Allahû Alem..!}

15-) Kalu mâ entüm illâ beşerun mislüna ve mâ enzelerRahmânu min şey’in in entüm illâ tekzibun;

Dediler ki: “Siz bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz… Rahmân da hiçbir şey inzâl etmedi… Siz ancak yalan söylüyorsunuz.” (A. Hulûsi)

15 – Siz, dediler: bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsiniz, hem Rahman hiç bir şey indirmedi, siz sırf yalan söylüyorsunuz. (Elmalı)

Kalu mâ entüm illâ beşerun mislüna muhatapları dediler ki siz de sadece bizim gibi birer ölümlü beşersiniz, insansınız. Yani burada melek peygamber talebi var. Aslında Kur’an da helaki anlatılan tüm toplumların peygamberlerinden ilk istedikleri ilk itirazları daha doğrusu bize bir melek gönderilmeli değil miydi. Bununla Allah’ın hayata aktif müdahalesini inkar etmek istiyorlar. Bunun altında yatan gizli sebep o. Çünkü eğer melek gönderilmiş olsaydı onu izlemeyeceklerdi ve Allah’ın insanoğluna Melek göndermeyeceğini de biliyorlar. Çünkü Allah’ın maksadı hayatın içine müdahil olmaktır. Yani vahyi ile insana kılavuzluk yapmaktır ve insana vahy ile kılavuzluk yapacaksa bu vahyi yer yüzünde bir insan uygulayacak, bir insanın şahsında bu vahiy tecessüm etmesi, gerekecek. O da peygamberden başkası değil. Onun için mazeret ileri sürüyorlardı, üretiyorlardı.

Nisa/95. ayete de denildiği gibi; Yer yüzünde salına salına yürüyen melekler olsaydı eğer, melek peygamber gönderilirdi. Ama yer yüzünde  insanlar yürüyor.

ve mâ enzelerRahmânu min şey’in rahman da hiçbir şey indirmemiştir dediler. Yani onlar Allah’a inanmak, fakat O’nun müdahalesini reddetmek. Mantık bu. Allah’a inanmak, fakat hayata müdahalesini reddetmek. Onun için rahman ismi ısrarla geliyor çünkü Rahman ismi Allah’ın hayata rahmetiyle müdahil olduğunu ifade eder ve vahiy de Allah’ın bu rahmetinin bir tezahürüdür.

in entüm illâ tekzibun siz sadece yalan söylüyorsunuz dediler.

16-) Kalu Rabbüna ya’lemu inna ileyküm lemurselun;

(Rasûller) dediler ki: “Rabbimiz biliyor ki, gerçekten biz size irsâl olunanlarız.” (A. Hulûsi)

16 – Dediler: rabbimiz bilir, inanın biz gerçek size gönderilmiş, Resulleriz, (Elmalı)

Kalu Rabbüna ya’lemu inna ileyküm lemurselun elçiler dediler ki; Rabbimiz biliyor ki biz size gönderilmiş elçileriz.

17-) Ve ma aleyna illelbelağul mubiyn;

“Bize ait olan sadece apaçık tebliğdir.” (A. Hulûsi)

17 – Açık bir tebliğden ötesi ise bizim üstümüze değil, (Elmalı)

Ve ma aleyna illelbelağul mubiyn ve biz size açıkça tebliğ etmekten başka bir şeyle mükellef değiliz. Yani biz sadece size tebliğ ile emr olunduk. Görevimiz tebliğ etmektir polemik yapmak değil demeye getiriyor.

18-) Kalû inna tetayyerna Biküm lein lem tentehu lenercümenneküm ve leyemessenneküm minna azâbün eliym;

Dediler ki: “Kuşkusuz sizde uğursuzluk olduğunu düşünüyoruz… Andolsun ki, eğer vazgeçmezseniz, kesinlikle sizi taşlayarak öldüreceğiz ve elbette size bizden feci bir azap dokunacaktır.” (A. Hulûsi)

18 – Doğrusu dediler: biz sizinle teşe’üm ettik, yemin ederiz ki vaz geçmezseniz sizi hiç tınmadan recm ederiz ve her halde size bizden pek acıklı bir azâb dokunur. (Elmalı)

Kalû inna tetayyerna Biküm Onlar; Siz bize uğursuzluk getirdiniz dediler. Yani uğursuzsunuz dediler.

Bakınız Allah’a iman etmezken ya da vahyin Allah’tan geldiğine iman etmezken şunların inandığına bakınız, batıl inançlarına bakınız. Batıl inançlarında da vaz geçmiyorlar. Uğursuzluk, Allah’ın müdahalesini reddeden akıl, eşyayı özneleştiriyor. Uğursuzluk ya da uğurluluk bu anlama gelir.

A’raf/131 de İsrail oğulları da Hz. Musa’yı aynı şeyle suçlamışlardı. Sen bize uğursuzluk getirdin demişlerdi. Uğurlu ya da uğursuz olarak nitelemek eşyayı, onun karşısında kendinizi nesneleştirmektir. Artık o öznedir siz nesne. Siz onu değil o sizi kullanmaya başlar. Onun içinde Allah; El Kuddüs’tür her tür kutsallık atfı O’ndan gelmelidir. O’nun dışında bir şeye kutsallık atfı, O’na ait olan bir vasfı çalmaya kalkmaktır başka bir şey değil.

lein lem tentehu lenercümenneküm ve leyemessenneküm minna azâbün eliym eğer buna bir son vermezseniz sizi öldüresiye taşa tutar ve sizi keyfimizce şiddetli bir cezaya uğratırız dediler. Yani sözün gücüne karşı gücün sözünü kullanmaya kalktılar. Sözün gücü vahiydi, gücün sözü ise zulüm. Bu sadece o çağda değil, bu çağda da aynı oldu. sözün gücünü yüceltmeye çalışan vahiy erbabının karşısında hep gücün sözcüsü olan ve zorbalık ve güce başvuran, zulmü söze karşı çıkaran zorbalar olmuştur. Tarih bunun tanığıdır.

19-) Kalu tairuküm me’aküm* ein zükkirtüm bel entüm kavmün müsrifun;

Dediler ki: “Sizin uğursuzluğunuz sizinledir… Eğer (hakikatinizle) hatırlatılıyorsanız bu mu (uğursuzluk)? Hayır, siz israf eden bir toplumsunuz.” (A. Hulûsi)

19 – Dediler: sizin şum kuşunuz beraberinizde, ya… nasihat edilirseniz öyle mi? Doğrusu siz israfı âdet etmiş bir kavimsiniz. (Elmalı)

Kalu tairuküm me’aküm elçiler dediler ki kaderimiz size bağlıdır. Kaderimiz elinizde yani. Maiyet, me’a harfi cerri edatı maiyet ifade eder. Yani kaderimiz sizin elinizde size bağlı. İnsanın kaderi seçmektir, belki burada bunu hatırlamak lazım. Onun içindir ki En’am/148 de .lev şaAllâhu ma eşrekna.. (En’am/148)Allah dilemeseydi biz şirk koşmazdık diyen müşrikler gibi yapmaya kalkıyorlar. Şimdi müşriklerin kadere iman ettiğine mi inanacağız. Yoksa istismar ettiğine ve yamuk ve sapık bir kader inancı olduğuna. Galiba 2. sine.

ein zükkirtüm ne yani, size öğüt verdik diye mi böyle oldu. Yani öğüt verdik şimdi başımıza bumu gelecekti, böyle mi tepki koyacaktınız. Öğüt verdik diye teşekkür etmeniz gerekirken tehdit mi ediyorsunuz. bel entüm kavmün müsrifun hayır, asıl siz haddi aşmış bir toplumsunuz.

Evet, yani hayatını harcamış bir toplumsunuz. İsraf edilir, ekmek israfı, su israfı, para israfı. Ama israf edilen hayatsa, işte bu israfların en büyüğüdür.

20-) Ve cae min aksalmediyneti racülün yes’a, kale ya kavmit tebi’ul murseliyn;

Şehrin uzak tarafından koşarak bir adam geldi: “Ey halkım, Rasûllere tâbi olun” dedi. (A. Hulûsi)

20 – O esnada şehrin tâ ucundan bir er koşarak geldi, ey hemşerilerim: dedi: uyun o gönderilen Resullere. (Elmalı)

Ve cae min aksalmediyneti racülün yes’a, kale ya kavmit tebi’ul murseliyn derken şehrin en uzağından bir adam koşarak gelip ey kavmim dedi, ey kavmim, elçilere uyun.

21-) İttebi’û men lâ yes’elüküm ecren vehüm mühtedun;

“Sizden bir karşılık istemeyen; kendileri hakikat üzere olanlara tâbi olun!” (A. Hulûsi)

21 – Uyun sizden bir ecir istemeyen o zatlara ki onlar hidayete irmişlerdir. (Elmalı)

İttebi’û men lâ yes’elüküm ecren vehüm mühtedun uyun sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu kimselere. Zira bunlar doğru yoldadırlar.

Bu ayetten öncesi genel bir üslup ile anlatılıyor. Aslında genelleştirilebilir. Bu ayetten sonrası ille de tarihsel bir kıssaya atıf yapılacaksa, işte bu ayetle birlikte atıf yapılabilir. Habib’i Neccar olayı belki bu ayetle birlikte gündeme gelebilir.

Büyük müfessirimiz Elmalı’lı burada anlatılan kıssanın temsili olduğunun üzerinde sıkı sıkıya duruyor. Ki gerçekten doğru olan yorumda budur. Ayetlere getirilecek her türlü tarihsel karşılık bir yorumdur. Ama bu ayetler tarihsel karşılıklarıyla örtüştürülüp, zamanlar ve mekanlar üstü öğüt vericiliği görmezden gelinemez. Onun içindir ki temsil ettiği şey bellidir ayetlerin.

Resulallah’ın yakınında ki amca iman etmez, şehrin en uzağında, ülkenin en uzağından gelmiş Habeşli Bilal iman eder. Mekke’nin göbeğinde ki evi Kabe’ye Resulallah’ın evinden yakın olan Ebu Cehil iman etmez, Bizans’tan koşup gelmiş olan Süheyb-i Rumi iman eder. Utbe ve Şeybe iman etmez Mekke’nin göbeğinde yerleşik bulunan bu insanlar.

Ama İran’dan destani bir yolculukla çıkıp gelmiş Selman iman eder. Şehrin en uzağından, kentin en uzağından, ülkenin en uzağından, yer yüzünün en uzağından fark etmez. Bir yerde hakikat savunuluyorsa o hakikate, o yerde oturanlar, o yerde sakin olanlar dönüp bakmasa dahi o hakikat uzakta ki birilerini çeker kendisine cezp eder.

Bu evrensel hakikati müjdeliyor ayet aslında ve Resulallah’ı bir yerde teselli ediyor, dahası orada da kalmıyor kıyamete kadar gelecek tüm muhataplarına bu gerçeği söylüyor ve diyor ki; Siz hakikati savunun, Hakikate nispet edin kendinizi. Eğer bulunduğunuz yerde kıymeti bilinmezse, kıymetini bilecek birileri çıkar ve gelir.

22-) Ve maliye lâ a’budülleziy fetareniy ve ileyHİ turce’ûn;

“Beni (böylece) fıtratlandırana nasıl kulluk etmem? O’na rücu ettirileceksiniz.” (A. Hulûsi)

22 – Hem neyime kulluk etmeyeyim ben, o beni yaratana? Hep de döndürülüp ona götürüleceksiniz. (Elmalı)

Ve maliye lâ a’budülleziy fetareniy ve ileyHİ turce’ûn Hem ben, beni yaratana, dahası hepinizin huzuruna varacağı O zata neden kulluk etmeyeyim ki.

23-) Eettehızü min dûniHİ aliheten in yüridnir Rahmânü Bidurrin lâ tuğni ‘anniy şefa’atühüm şey’en ve lâ yunkızûn;

“O’nun dûnunda tanrılar mı edineyim! Eğer Rahmân bir zarar açığa çıkarmayı irade ederse, onların şefaati bana ne yarar sağlar ne de bir şeyden korur…” (A. Hulûsi)

23 – Hiç, ben ondan başka mabutlar mı tutarım? Eğer o Rahman bana bir keder irâde buyurursa onların şefaati benden yana hiç bir şeye yaramaz ve beni kurtaramazlar. (Elmalı)

Eettehızü min dûniHİ alihe O’nu bırakıp da başka ilahlar edineyim öyle mi? in yüridnir Rahmânü Bidurrin lâ tuğni ‘anniy şefa’atühüm şey’en ve lâ yunkızûn eğer Rahman bir zarar vermeyi dilerse ne onlar bana zerre kadar şefaat edebilir, ne de beni bundan kurtarabilir. Rahman, bakınız burada da geldi vahiy ile müdahil olmanın rahmetin bir eseri olduğuna bir atıf bu aslında.

Kur’an ın ilk 30 suresinde, ilk nazil olan 30 suresinde rahman suresi hariç, bakınız rab ismi 80 kez. İlah Allah ismi 20 kez. Tam ¼ e. Yani Allah isminden daha fazla rab ismi çerçevesinde Allah’a isyan ediyorlardı. Belki bu çerçeve de düşündüğümüzde, bu trentte Rahman ismi de, rab isminden sonra, belki Allah isminden daha fazla, ilk 30 surede geçen bir isimdi. Bu çerçevede Allah’ın rahmetiyle insanoğluna müdahalesine karşı bir itiraz yükseltiliyordu vahyin ilk inkarcı çevresi.

24-) İnniy izen lefiy dalâlin mubiyn;

“O takdirde muhakkak ki ben apaçık bir dalâlet içinde olurum!” (A. Hulûsi)

24 – Şüphesiz ben o vakit açık bir dalâl içindeyim. (Elmalı)

İnniy izen lefiy dalâlin mubiyn işte o zaman ben apaçık bir sapıklığa düşmüş olurum.

25-) İnniy amentü BiRabbiküm fesme’ûn;

“Gerçekten ben sizde de açığa çıkan Rabbe iman ettim; beni dinleyin!” (A. Hulûsi)

25 – Haberiniz olsun ki ben rabbinize iman getirdim, gelin dinleyin beni. (Elmalı)

İnniy amentü BiRabbiküm fesme’ûn işte artık ben sizin de rabbiniz olana iman etmiş bulunuyorum.

Evet, açık. Bu çığlık tüm zamanlarda yankılanan bir çığlık. Bunu bazı müfessirlerin yorumunda olduğu gibi Habibi Neccar’a atfedelim, fark etmez ve tarihin tüm adı unutulmuş Habibi Naccar’larının çığlığı olarak bilelim fark etmez. Bu çığlık imanın çığlığıdır, imana tanıklık davetidir aslında. Yani hepimizi tanıklığa, şahitliğe çağırıyor. Elçiler siz şahit olun diyor bu çığlığın sahibi.

İkincisi; Ey halk, ey inkarcılar siz de şahit olun.

Üçüncüsü; Ey benden sonra bu vahiyle benim adım kendisine ulaşacak olanlar siz de şahit olun. Yani her mü’min aslında hal dilince bu çığlığı tüm zamanlara koy vermiş olur.

26-) Kıyledhulil cennete, kale ya leyte kavmiy ya’lemun;

(Ona): “Cennete dâhil ol!” denildi… Dedi ki: “Halkım hâlimi bileydi!” (A. Hulûsi)

26 – Denildi ki: haydi gir Cennete! ay, dedi, ne olurdu kavmin bilselerdi? Rabbim bana ne mağrifet buyurdu. (Elmalı)

Kıyledhulil cenneh en sonunda ona cennete gir denildi. kale ya leyte kavmiy ya’lemun dedi ki keşke kavmim bir bilseydi bunu. Yani rabbimin beni cennetle şereflendirdiğini.

27-) Bima ğafere liy Rabbiy ve ce’aleniy minel mükremiyn;

“Rabbimin beni mağfiret ettiğini ve benim ikramlara nail olanlardan olduğumu…” (A. Hulûsi)

27 – Beni ikram olunan kullarından kıldı. (Elmalı)

Bima ğafere liy Rabbiy ve ce’aleniy minel mükremiyn rabbimin beni bağışladığını ve beni ilahi ikrama mazhar olan kimseler arasına kattığını keşke kavmim bir bilseydi.

Her kentin bir Habibi Neccar’ı olmalı sevgili Kur’an dostları. Her inkarı temsil eden birileri varsa, her yerde imanı temsil eden birileri de olmalı. Çağının tanığı olmak budur işte. Çağının şahidi olmak budur. Bu uğurda başına ne gelecekse ona göğsünü açıp katlanmalı. İşte burada şehiyd kimdir sorusu ortaya çıkıyor.

Şehiyd kimdir? Şehiyd hayatını imanına şahit kılandır. Bu zat hayatını, yani canını imanına şahit kıldığını aleme ilan ediyor ve Kur’an aslında kime şehiyd denileceğini, bir kişinin ne zaman şehiyd olmuş sayılacağını burada ki sembol kişinin şahsında cümle aleme ilan etmiş bulunuyor.

28-) Ve ma enzelna alâ kavmihi min badihi min cündin minesSemâi ve ma künna münziliyn;

Ondan sonra onun halkının üzerine semâdan hiçbir ordu inzâl etmedik, inzâl ediciler de değildik. (A. Hulûsi)

28 – Arkasından ise kavminin üzerine Semâdan bir ordu indirmedik indirecek de değildik. (Elmalı)

Ve ma enzelna alâ kavmihi min badihi min cündin minesSemâ’ ve bunun ardından üzerine gökten bir ordu indirmedik. Yani bunu yapan toplumun üzerine her kimlerse onlar, aslında ille de bir belli mekan olması gerekmiyor. Üzerine bir ordu indirmedik. ve ma künna münziliyn zaten biz asla indirmişte değiliz.

Burada ayetin sonu Tahir Bin Aşur’un, müfessirimizin de dediği gibi sünnetullahı ifade ediyor. Enfal/9 ve 12. ayetlerinde Allah’ın bin melekle yardım etmesini bu ayetle nasıl yan yana getireceğiz diye bir soru sorulabilir. Zaten ilgili ayetlerde adı geçen yardım iç ferahlatıcı bir müjde. Mesela Enfal/10. ayette. Yine iç sükunetin çepeçevre kuşatması 11. ayette. Yine mü’minlere kalbi bir destek ve moral destek, kafirlerin yüreğine de korku salmak biçiminde gerçekleştiğini yine ilgili ayetler beyan ediyor.

Onun içindir ki bir önceki surenin son ayeti; Eğer işledikleri suçlar nedeniyle insanları hemen cezalandırsaydı Allah, bir önceki surenin son ayeti. Yer yüzünde tek canlı kalmazdı, tek canlı bırakmazdı ayetini hatırlayalım. Onun için o ayetle bu ayeti yan yana getirdiğimizde rabbimiz ihmal etmez, süre tanır, ihmal eder gerçeği bir kez daha ortaya çıkıyor.

29-) İn kânet illâ sayhaten vahıdeten feizâ hüm hamidun;

Sadece tek bir sayha oldu; onlar hemen sönüverdiler! (A. Hulûsi)

29 – O yalnız bir sayha oldu derhal sönüverdiler: (Elmalı)

İn kânet illâ sayhaten vahıdeten feizâ hüm hamidun eğer bu gerekseydi tek bir çığlık yeterli olurdu. O zaman da onlar savrulmuş küle dönerlerdi. Yani eğer onları helak etmek gerekseydi bunu bir tek çığlıkla yapardık, bir orduya gerek yoktu. Burada ki in şartını olumsuz çağrışımıyla, yani burada ki in kânet, Zuhruf/84 te ki mesela; (Hayır Zuhruf/81 olacak) in kâne lirrahmani veledün.. (Zuhruf/81) eğer Allah’ın bir çocuğu olacak olsa, yani olmaz ya..! anlamına. Yapmadık ya, olmadı ya. Ama eğer yapsaydık bir tek çığlık yeterdi. Manasına alınabilir. Fakat burada mücerret şart içinde  alınabilir. O zaman olup bitmiş bir helake işaret eder ki bu da tarihte Antakya’nın böyle bir helake uğradığına dair hiçbir belirti yok. Belki Roma’nın kül gibi savrulup gitmesine yorulabilir.

30-) Ya hasreten alel ‘ıbad* ma ye’tiyhim min Rasûlin illâ kânu Bihi yestehziun;

Hüsran şu kullara! Kendilerine bir Rasûl gelmeye görsün, hep Onun bildirdiğiyle alay ederlerdi. (A. Hulûsi)

30 – Ey!.. ne hasret o kullara ki kendilerine her gelen Resul ile mutlaka istihzâ ediyorlardı. (Elmalı)

Ya hasreten alel ‘ıbad vay gele şu kulların başına. İlahi şefkat ve merhametin bir ifadesi. Yani ne oluyor şu kullara, niye böyle yapıyorlar. Ya hasreten alel ‘ıbad* ma ye’tiyhim min Rasûlin illâ kânu Bihi yestehziun ne zaman kendilerine bir elçi gelmişse onu alaya aldılar.

31-) Elem yerav kem ehlekna kablehüm minelkuruni ennehüm ileyhim lâ yerci’ûn;

Görmediler mi ki onlardan önce nice kuşaklar helâk ettik ki; gidenlerin hiçbiri geri dönmeyecek onlara! (A. Hulûsi)

31 – Baksalar a kendilerinden evvel ne kadar karınlar helâk etmişiz, onlar hiç onlara dönüp gelmiyorlar. (Elmalı)

Elem yerav kem ehlekna kablehüm minelkurun onlardan önce nice nesilleri helak ettiğimizi de mi görmezler. Evet, kurun uygarlıklar anlamını da içerisinde barındırır. Yani nice uygarlıkları yerle bir ettiğimizi görmezler mi, etraflarına hiç bakmazlar mı, sur kalıntılarını görmezler mi? ennehüm ileyhim lâ yerci’ûn ki onlar kendilerine dönüp gelmeyecekler.

32-) Ve in küllün lemma cemiy’un ledeyNA muhdarun;

Elbette hepsi, toptan zorunlu hazır bulunacaklar. (A. Hulûsi)

32 – Ancak hepsi toplanıp bizim kıtımıza ihzar edilmişlerdir. (Elmalı)

Ve in küllün lemma cemiy’un ledeyNA muhdarun ama hepsi bizim huzurumuzda toplanacaklar. Yani onlara gitmeyecekler, bize gelecekler buyuruyor ayet burada. Ki kendilerine dönüp gelmeyeceklerin açılımı şöyle olabilir; Onların dönüp gelerek “biz kaybettik, siz akıllı olun.” Demeleri mümkün değil, bunu demeyecekler.

33-) Ve ayetün lehümül Ardulmeytete, ahyeynâhâ ve ahrecnâ minha habben feminhu ye’külun;

Ölü arz da onlar için bir işarettir! Onu dirilttik, ondan ürünler çıkardık da ondan yiyorlar… (A. Hulûsi)

33 – Hem bir âyettir onlara ölü Arz: biz ona hayat verdik ve ondan habbeler çıkardık da ondan yiyip duruyorlar. (Elmalı)

Ve ayetün lehümül Ardulmeyteh ölü toprakta dahi onlar için bir ders vardır. Tabiat açılmış bir kitaptır demeye getiriyor ayet. Kainat, kevni vahiydir. her şeyin amaçlı ve anlamlılığına iman eden onu bir kitap gibi okumaya çalışır. Ey bu ayetleri okuyanlar yer ve göğe bakın o ayetleri de okuyun. ahyeynâhâ ve ahrecnâ minha habben feminhu ye’külun ona biz can verdik. Beslenmeleri için ondan tohumları biz çıkardık.

Yeniden diriliş, kıştan sonra gelen bahara bakın denilerek anlatılıyor burada. Yani yeniden dirilmeniz ey insanoğlu, kıştan sonra baharın gelmesi kadar doğaldır. Kıştan sonra bahar geleceğine inanıyorsunuz da yeniden dirileceğinize niye inanmıyorsunuz dercesine bir kıyas yapmamızı istiyor.

34-) Ve ce’alna fiyha cennatin min nehıylin ve a’nabin ve feccerna fiyha minel ‘uyun;

Orada hurma ağaçlarından, üzümlerden bahçeler oluşturduk, orada pınarlar fışkırttık. (A. Hulûsi)

34 – Ve onda Cennetler yaptık, hurma bahçeleri, üzüm bağları, neler! içlerinde kaynaklar akıttık. (Elmalı)

Ve ce’alna fiyha cennatin min nehıylin ve a’nab orada hurmalıları ve üzüm bağlarını biz var ettik. ve feccerna fiyha minel ‘uyun yine orada su gözelerini biz çağlattık, çağıldattık.

35-) Liye’külu min semerihi ve ma amilethü eydiyhim* efelâ yeşkürun;

Onun getirisinden ve ellerinin ürettiklerinden yesinler diye… Hâlâ şükretmezler mi? (A. Hulûsi)

35 – Yesinler diye mahsulünden ve kendi ellerinin mamulâtından, halâ şükretmeyecekler mi? (Elmalı)

Liye’külu min semerihi ve ma amilethü eydiyhim ki onunla yetişenlerin ve elleriyle ektiklerinin ürünlerini yiyebilsinler. efelâ yeşkürun hala şükretmeyeceksiniz öyle mi?

36-) Subhanelleziy halekal ezvace külleha mimma tünbitül Ardu ve min enfüsihim ve mimma lâ ya’lemun;

Subhan’dır; arzın (bedenin) oluşturduklarından, nefslerinden (bilinçlerinden) ve daha bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri (gen sarmallarını) yaratan! (A. Hulûsi)

36 – Tenzih o yardan sübhana bütün o çiftleri, hepsini, Arzın bitirdiklerinden ve kendi nefislerinden ve daha bilemeyecekleri neler, nelerden. (Elmalı)

Subhanelleziy halekal ezvace külleha mimma tünbitül Ardu ve min enfüsihim ve mimma lâ ya’lemun şanı ne yücedir O’nun ki, O Allah’ın ki yer yüzünün tüm bitkilerini, insanların bizzat kendilerinin ve hakkında henüz hiçbir bilgiye sahip olmadığınız şeyleri çift çift o yarattı. Sahip olmadıkları şeyleri, hiçbir şeye, hiçbir bilgiye sahip olmadıkları şeyleri de çift çift O yarattı.

İlginç gerçekten, bu ayet bize bilmediğimiz konularda bilinmeyen konusunda da ilkeler veriyor. Yaratılışın aslında sırrını veriyor bu ayet. Çift çift. Atoma bakın çift atomun çekirdeği bile çift. Evet, yani nötronla proton. Bakın cereyana, elektriğe, o bile çift. Nötr ve faz. Bakın insana erkek ve dişi. Bakın bitkiye bitki bile çift. Yani, bir biçimde ya kendi içinden çiftleşerek ürer, ya dışarıdan toz alarak ürer. Yani her şey çift. Bakın göklere yıldızlar bile çift. Onun için gördükleri yıldız sistemleri içerisinde yek olan tek yıldız güneş, onun eşi nereye gitti diye araştırıyorlar. Evet, evren çiftlerden oluşuyor varlığın yasası çift. Onun içinde gecenin çifti gündüz, yani aynı zamanda zıt kutupluluğu da buradan çağrıştıran bir ifade bu. Her şey çift. Polarite çift kutupluluk bir varlık yasasıdır.

37-) Ve ayetün lehümülleyl* neslehu minhünnehare feizâhüm muzlimun;

Gece de onlar için bir işarettir! Ondan gündüzü (ışığı) çekeriz de hemen onlar karanlık içinde kalırlar. (A. Hulûsi)

37 – Bir âyet de onlara gece, ondan gündüzü soyarız bir de bakarlar ki karanlığa dalmışlar. (Elmalı)

Ve ayetün lehümülleyl gecede de onlar için bir ders vardır. Gece de bir ayet diyor bakın. Zımnen imanın karşısında inkar geceye benzer. Her inkar gecesinin bir iman gündüzü vardır demeye getiriyor. neslehu minhünnehare feizâhüm muzlimun biz ondan gündüzün ışığını çekip alırız da onlar aniden karanlıkta kala kalırlar.

38-) VeşŞemsü tecriy limüstekarrin leha* zâlike takdiyrul ‘Aziyzil ‘Aliym;

Güneş de kendi yörüngesinde akar gider! Aziyz, Aliym’in takdiridir bu! (A. Hulûsi)

38 – Güneş de; kendisine mahsus bir müstekarr için cereyan ediyor, o işte o azîzi alîmin takdiridir. (Elmalı)

VeşŞemsü tecriy limüstekarrin leha güneşte de bir ders vardır, o istikrarlı bir hareket halindedir. İstikrarlı hareket yasası. Hem nizama, hem tekamüle atıf. Yani, rota varsa yol alınır, yoksa dolaşılır. Onun için rotanız olsun yol alasınız demeye getiriyor. zâlike takdiyrul ‘Aziyzil ‘Aliym bu O yüceler yücesi olanın, her şeyi bilenin takdiridir.

39-) VelKamere kaddernahü menazile hattâ ‘ade kel’urcunil kadiym;

Ay’a gelince, ona konak yerleri takdir ettik… Nihayet kadim urcun (kuruyup incelen eski hurma dalı) gibi görülür. (A. Hulûsi)

39 – Aya da: menzil menzil ona miktarlar biçmişizdir, nihayet dönmüş eski urcun gibi olmuştur. (Elmalı)

VelKamere kaddernahü menazile hattâ ‘ade kel’urcunil kadiym aya da sonunda kuru ve eğri bir hurma dalı haline gelinceye kadar farklı evreler takdir ettik. Ayın evreleri zamanı gösteren bir ayet, o sana amade ey insan, sen kime amadesin.

40-) LeşŞemsü yenbeğıy leha en tüdrikel Kamere ve lelleylü sabikun nehar* ve küllün fiy felekin yesbehun;

Ne Güneş, Ay’a yetişir; ne de gece gündüzü geçer! Her biri ayrı yörüngede yüzerler. (A. Hulûsi)

40 – Ne Güneş kendine aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçer, her biri birer felekte yüzerler. (Elmalı)

LeşŞemsü yenbeğıy leha en tüdrikel Kamere ve lelleylü sabikun Nehar ne güneş aya kavuşabilir, ne de gece gündüze, gündüzü kapatabilir. Yani güneşte, ay da yörüngesinde onun için ey insan ya senin yörüngen ne, senin yerin var mı? Yerini terk etme Allah sana vahiyle bir yer tayin etti. ve küllün fiy felekin yesbehun ve her biri bir yörüngede hareket edip dururlar. Sen de Allah’ın sana tayin ettiği yörüngede kulluğuna devam et ey insanoğlu.

Ek bilgi; GÜNEŞİN UZAYDAKİ HAREKETİ

Güneşin uzayda bir çok hareketleri vardır. Ekseni çevresinde dönüşü, içinde bulunduğu sarmal kol içindeki dönüşü, sarmal kol ile birlikte Galaksimizin çevresinde dönüşü, Galaksimiz ile birlikte Kainat içerisindeki hareketi.

Güneş Merkezi Galaksimizin merkezinde bulunan çember biçimindeki bir yörünge üzerinde saniyede 250 km lik bir hızla hareket etmektedir. Bu yörüngedeki bir turunu 250 milyon yılda tamamlamaktadır ve şimdiye değin 19 tur yapmıştır.

Güneş sistemimiz, halen galaksimizin düzleminin belirli derece üzerinde bulunup, bu düzlemden 50 ışık yılı uzaklıktadır ve bu düzlemden ise saniyede 7′km lik bir hızla uzaklaşmaktadır. Üstteki ayet, Güneş sistemimizin uzaydaki hareket, yön ve yörüngelerinin belirlenmiş olduğunu belirtmektedir ki, bu tüm uzay nesneleri içinde geçerlidir.

(Prof. Dr. Maurice Bucaille – Kitab-ı Mukaddes, Kuran ve Bilim)

Sadagallahul aziym.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. YASİYN (41-83) (139)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

Değerli Kur’an dostları geçen dersimizde Yasin suresinin 40. ayetine kadar işlemiştik. Geçen ders tefsirini yaptığımız ayetleri hatırlayacak olursak ve ayetüh lehüm (41) serisi idi. Yani onlar için belgeler, ayetler, işaretler, dersler vardır. Kim onlar? Elbette bizler, Kur’an ın tüm muhatapları. Ders alacak aklı, görecek gözü, çalışan yüreği, düşünecek zihni ve Akleden kalbi olanlar için. Varlık kitabını Akleden kalp sahipleri okurlar. Varlığa bir kitap gibi bakarlar. Varlık kitabını okumayanın ilahi kitabı tek başına okumuş olması çok büyük bir anlam ifade etmez. Çünkü ilahi hitap bu varlık kitabının bir şerhi, bir tefsiri, bir açıklamasıdır.

İşte bugün de 41. ayetle devam edeceğimiz dersimiz, ilgili seriye ait varlık kitabına atıfla başlıyor.

41-) Ve ayetün lehüm enna hamelna zürriyyetehüm fiyl fülkil meşhun;

Bizim onların zürriyetlerini o dopdolu gemilerde yüklenip taşımamız da onlar için bir işarettir! (A. Hulûsi)

41 – Bir âyet de onlara o dolu gemide zürriyetlerini taşımamız. (Elmalı)

Ve ayetün lehüm enna hamelna zürriyyetehüm fiyl fülkil meşhun bizim, onların nesillerini, zürriyetlerini dolu gemilerle taşımamızda da onlar için bir ders vardır, bir öğüt vardır. Yani bu da bir ayettir ve bu ayette okunmalı, anlaşılmalı, tefsir edilmeli, te’vil edilmeli, teşrih edilmelidir. Suya kaldırma kuvveti veren ilahi yasaya bir atıf, bu ayet o.

Ve ayetün lehüm onlar için dersler vardır, ayetler vardır diyen her ayet biraz önce de değindiğim gibi muhatabına hitap eder. Yani varlığa gören, sadece bakan değil, baktığını gören bir gözle bakan herkes varlığı okunacak bir kitap gibi görür. Dahası varlığı bir parmak gibi görür, işaret eden bir parmak, işaret parmağı. Neye işaret ediyor, neyi gösteriyor diye sorar.

Her gösterge bir şeyi gösterir, peki bu neyi gösteriyor? İşte bu soruyu sorduğu anda var edenle var edilen arasında ki bağ kuruluverir. O illiyet bağı keşfedilir. Bu bağ keşfedildiğinde var edileni bilmek ilme dönüşür. İşte ilim o zaman ilim olur. Yani bilgi, veri, data o zaman ilim olur, alamet olur, işaret olur ve alem Allah’ı gösteren bir parmağa dönüşür.

İşte burada da bize suyun kaldırma gücünün, o kaldırma gücünden istifade ile yüzen gemilerin neye işaret ettiğini, yani bu suya kaldırma gücü vermeseydi Allah bu yolculuğun yapılıp yapılamayacağını, tabii sadece bu değil, daha da arka planda suya bile insana hizmet etsin diye yasa koyan Allah’ın insan için hiçbir yasa koymadığını düşünmenin abes olduğunu ima ve işaret ediyor aslında. O nedenle suyu boş bırakmadı Allah ta sizi boş mu bırakacak. Suya bir amaç koydu da sizin için, yani suyu kendisi için yarattığı insanoğlu için bir amaç belirlemesin mi? Onu amaçsız mı bıraksın.

42-) Ve halaknâ lehüm min mislihi ma yerkebun;

Onlar için onun misli, binecekleri şeyleri yaratmış olmamız! (A. Hulûsi)

42 – Ve kendilerine o misilliden binecekleri şeyler yaratmamızdır. (Elmalı)

Ve halaknâ lehüm min mislihi ma yerkebun ve onları benzer nitelikte taşıma araçları (yapabilecek kabiliyette) yaratmamızda da onlar için ayetler vardır. Yani, min mislihi ma yerkebun her türlü taşıta atıftır. Bugün füzeye kadar, uçağa kadar, arabaya kadar, ne kadar taşıma aracı var bunları yapabilecek kapasiteyi insana veren Allah’tır.

Buradan belki yine bu parmağa bakarken bu işaret parmağına aslında çok görmezden geldiğimiz, unuttuğumuz bir hakikati hatırlatıyor. İnsanoğlu Hayran hayran uçağa bakar da, o uçağı yapan, icat eden insana hayran hayran bakmaz. Peki aslında hiçbir sanat eseri sanatkarsız olmayacağına göre, sanata hayran olup ta sanatkara hayran olmamak nasıl bir kafa. Esere hayran olup ta müessire hayran olmamak nasıl bir kafa. Füzeye, uzay araçlarına hayran hayran bakıp ta o aracı tasarlayacak, o aracı icat edecek bir varlık olan insana sıradan muamelesi yapmak. Hele o insanı tasarlayan Allah’ı unutmak, onu yok saymak. İşte bu, bu işaret parmağının gösterdiği, bu ayetin gösterdiği yer o.

43-) Ve in neşe’ nuğrıkhüm felâ sariyha lehüm ve lâ hüm yünkazûn;

Eğer dilesek onları suda boğarız da, ne imdatlarına yetişen olur ve ne de kurtarılırlar! (A. Hulûsi)

43 – Dilersek onları gark da ederiz o vakit ne onlara feryatçı vardır, ne de onlar kurtarılırlar. (Elmalı)

Ve in neşe’ nuğrıkhüm eğer dilersek biz onları suda boğabiliriz. Ya da boğarız. Bu hem suyun kaldırma yasasına bir atıf. Eğer biz o yasayı koymazsak suda boğulurlardı. Hem de mevcut yasasıyla birlikte yine de suda yüzen taşıtların Allah’ın hıfz-ı emanına muhtaç olduğuna bir atıf. Yani istersek kaldırma yasasına rağmen yine boğarız. Onun için suya böyle bir yasa koyduk diye Allah’a muhtaç olmadıklarını düşünmesinler, sanmasınlar. Yine Allah’a muhtaçlar. Çünkü o yasayı koyanın elindedir onların kaderi.

felâ sariyha lehüm ve lâ hüm yünkazûn Bu takdirde imdatlarına kimse koşamaz, yetişemez ve onlar kurtarılamazlar da. Gerçekten Bu ayetin hatırlattığı tarihte çok büyük kazalar var. Yani Allah’a baş kaldırmış, Allah’a kafa tutmuş insanların, bunu Artık Allah bile batıramaz diye yaptıkları gemilerin mesela Titanic’in Kalat meşhuruyla, batması, onu yapan insanların duyguları. Tarihi verilere göre Titanic i kızağa oturtan, yani bu projenin sahibi olan kişi, böylesine muhteşem bir taşıtı denize indirdikten sonra bunu tanrı bile batıramaz demiş.

Bilmiyorum, Allah’la ayaklaşan her insanın başına gelecek olan aynı şeydir. Burada da zaten bu ayetler bağlamında verilmek istenen ders bu. Allah’ın koyduğu yasaları kullanarak bir takım kolaylıklar sağlıyorsunuz kendiniz için. Bir takım icatlar gerçekleştiriyorsunuz, bir takım tasarımlar yapıyorsunuz. Fakat bütün bunlar yine sizi Allah’tan müstağni kılmaz. Yani yine Allah’a mahkum ve mecbursunuz. Nasıl mecbur olmazsınız ki, Allah’ın verdiği kabiliyeti ve kapasiteyi kullanarak yapıyorsunuz onları. Ama bu gerçeği unuttuğunuz anda bu kapasite başınıza bela olur. Yani sizi yaşatsın rahat ettirsin, size huzur versin diye yaptığınız her şey size bela getirir, size mezar olur, sizin huzursuzluğunuzu artırır. Onun için ne yapıyor olursanız olun Allah ile bağlantıyı koparmayın, irtibatı kesmeyin. Allah ile irtibatı kestiğiniz anda ortaya koyduğunuz her şey amacının tam tersi bir işleve bürünüverir.

Tabiat alışılmış davranışların dışında davranmaya başlarsa eğer, düşünsenize bizler tabiatın alışılmış davranışlarla sonsuza kadar tekrar edeceğini, kendisinin tekrar edeceğini düşünüyoruz. Fakat alışılmış davranışları göstermemeye başlarsa bu bizim için alışılmamış. Çünkü insan oğlunun şu tabiatta ki, şu dünya misafirhanesinde ki misafirliği çok kısa. Şu evrenin yaşına göre insanoğlunun soyunun yaşı nedir ki, ne kıymeti var ki birkaç milyon yılın 15 milyar yıl karşısında. Dolayısıyla bu kısacık misafirlikte ne gördü ki insanoğlu? Ama insanoğlunun görmediğini gören biri var, bilmediğini bilen biri var. Tabiatın hep alışılmış davranışlar göstermeyeceğini bilen biri var. Daha doğrusu alışılmışın dışında davranışlar gösterme yeteneği veren biri var.

Düşünün, su hep alışıldık davranışın dışına çıkıp ta kaldırma gücünü bir an için geri çekiverirse. Rüzgar hep alışıldık davranışın dışına çıkıp ta maksimum esiş birimini ikiye katlayıverirse, 200 mil hızla değil de bir gün 500 mil hızla esmeye başlarsa. Deprem hep alışılmış davranışı olan 8 e kadar güçle sallama davranışını 12 ye katlayıverirse yeryüzünün şekli değişir. Bunu hiç hesap etmiyor insanoğlu.

Daha ötesi var insanoğlunun yeryüzü misafir hanesinde güvenliği nasıl saplanacak. İnsanoğlu güvenlik deyince çok küçük toprak birimlerinde aldığı tedbirleri aklına getiriyor. Peki kürenin güvenliğini kim sağlayacak, yer kürenin güvenliğini. Yer küre bir yığın kozmik kazaya açık, peki bu güvenliği kim sağlayacak. Allah’tan başka bir ihtimal var mı? Yer kürenin güvenliğini sağlayacak biri var mı. İşte bütün bunları düşünmemiz ve nihayetinde Allah’a iltica etmemiz, Allah’a yönelmemiz isteniyor.

Tabii bunun tersi insanoğlunun tabiatı hoyratça kullanması. Yani suyu çürütmesi,i suyu kokutması, havayı çürütmesi, kokutması. Toprağı çürütmesi, kokutması. Elini değdiği her şeyi berbat etmesi. Üstelik kendisi için yaratılmış ve kendisine emanet edilmiş bu şeylere ihanet etmesi.

Sonuç? Bu sorumsuzluktur. Sorumsuzluk bir zincirleme günah galerisidir. En düşüğü varlığın en aşağısına, en yükseği varlığın zirvesine karşı sorumsuzluk. Toprağa karşı sorumsuzluk başlamışsa, Allah’a karşı sorumsuzluğa kadar gider. Onun için takva sadece  İnsan Allah ilişkisinde değil, insan toprak ilişkisinde de geçerli. İnsan – tabiat ilişkisinde de geçerli. Sorumluluk bilincinin kaybolması. Bunun temelinde ahiret inancının zafiyeti yatar. Bir insan ahireti gözden kaçırdığında, kulak ardı ettiğinde, göz ardı ettiğinde ancak sorumsuz olabilir. İşte ayette aslında oraya getiriyor sözü.

44-) İllâ rahmeten minNA ve meta’an ilâ hıyn;

Ancak bizden bir rahmet olarak ve yalnızca belli bir süre nasiplenmeleri için ömür vermemiz hariç. (A. Hulûsi)

44 – Ancak tarafımızdan bir rahmet ve bir zamana kadar yaşatmak için başka. (Elmalı)

İllâ rahmeten minNA ve meta’an ilâ hıyn sadece katımızdan bir rahmet ve geçici bir mühlet tanımamız sayesinde yaşayabilirler, (ayakta kalabilirler, hayatta kalabilirler.)

45-) Ve izâ kıyle lehümütteku ma beyne eydiyküm ve ma halfeküm le’alleküm turhamun;

Onlara: “Önünüzdekinden (karşılaşacaklarınıza karşı) ve arkanızdakinden (yapmış olduklarınızın sonuçlarından) korunun ki rahmete eresiniz” denildiğinde (yüz çevirirler). (A. Hulûsi)

45 – Hal böyle iken onlara önünüzdekini ve arkanızdakini gözetip korunun ki rahmete şayan olasınız denildiği zaman. (Elmalı)

Ve izâ kıyle lehümütteku ma beyne eydiyküm ve ma halfeküm le’alleküm turhamun kendilerine sizi bekleyen ahiret ve geride bıraktığınız dünya hayatından dolayı sorumluluktan titreyin ki, tir tir titreyin ki, sorumluluğunuzu o kadar içten duyun ki ilahi merhamete ulaşabilesiniz denildiğinde, (yüz çevirdiler.)

Biraz önce sorumsuzluğun temelinde ahirete inançtaki zaafın yattığını söylemiştim. İşte o ayet geldi. Sorumluluktan kaçmak için insanoğlu o kadar büyük bir yanlış işliyor ki insanın tabiatında ölümsüzlük arzusu vardır, insan böyledir. Çok sever, ister ki 1.000 yıl yaşayım ..lev yu’ammeru elfe sene.. (Bakara/96) diyor ya Yahudileşmiş İsrail oğullarını ele aldığı bir ayette Kur’an. Tabii bu dünya da yaşamak. Aslında dünya da yaşamak değil onun kisi, onun tüm yaşamı dünyaya ait olduğu için dünyevileşmiş bir akıl, tüm hayatı buraya hasrettiği için, teksif ettiği için burada düşünüyor. İnsanoğlu fıtratı icabı ölümsüzlüğü ister.

Fakat sorumsuzluk insanın fıtratında ki bu arzuyu bile bastırıyor. Sorumsuz bir hayat yaşadığında bu dar-ı dünyada, bu geçici hayatta, kalıcı bir ölüm sonrası hayatı inkar etmeye kalkıyor. Şuna bakınız, yani küçücük hayatı sorumsuzca yaşadım diye, sonsuz ebedi hayatın üstünü çizmeyi istemek. Nasıl bir şey, işte ahireti inkar budur. İnsan fıtratında ki bir arzuyu bile sırf sorumsuzluk için feda edebilmek. Ölümsüzlüğünü sorumsuzluğuna feda etmeyi isteyebiliyor. Ama tabii bunu beceremiyor, yapamıyor.

46-) Ve ma te’tiyhim min ayetin min âyâti Rabbihim illâ kânu ‘anha mu’ridiyn;

Onlara Rablerinin işaretlerinden bir delil gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler. (A. Hulûsi)

46 – Kendilerine rablerinin âyetlerinden her hangi bir âyet de gelse mutlaka ondan yüz çevire geldiler. (Elmalı)

Ve ma te’tiyhim min ayetin min âyâti Rabbihim illâ kânu ‘anha mu’ridiyn zira onlara ne zaman rablerinden bir mesaj ulaşmışsa, her seferinde ondan yüz çevirmişlerdir. ‘anha mu’ridiyn. Yüz çevirmişler, ona sırt dönmüşlerdir.

47-) Ve izâ kıyle lehüm enfiku mimma razekakümullâhu, kalelleziyne keferu lilleziyne amenû enut’ımü men lev yeşaullahu at’ameh* in entüm illâ fiy dalâlin mubiyn;

Onlara: “Allâh’ın sizi beslediği yaşam gıdalarınızdan Allâh için karşılıksız bağışlayın” denildiğinde hakikat bilgisini inkâr edenler, iman edenlere dedi ki: “Dileseydi Allâh, kendisinin doyuracağı kimseyi mi yedirip doyuralım? Siz ancak apaçık bir dalâlet içindesiniz.” (A. Hulûsi)

47 – Allahın size merzuk kıldığı şeylerden hayra sarf edin denildiği zaman da onlara o küfredenler iman edenler için şöyle dediler, biz hiç yedirir miyiz o kişiye ki Allah dilese ona yiyeceğini verirdi, siz apaçık bir dalâl içinde değil de nesiniz! (Elmalı)

Ve izâ kıyle lehüm enfiku mimma razekakümullâhu, kalelleziyne keferu lilleziyne amenû enut’ımü men lev yeşaullahu at’ameh kendilerine Allah’ın size verdiği rızıktan, servetten, nimetten Allah yoluna sarf edin denildiğinde küfürde direnenler tabii ki. İnkarda ısrar edenler, imanda sebat edenlere ne yani derler Allah’ın istemesi halinde doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım. Yani Allah’ın doyurmadığını biz mi doyuralım derler. in entüm illâ fiy dalâlin mubiyn ve eklerler işte gördünüz, işte açıkça görülüyor ki siz iyice kaçırmışsınız, iyice sapıtmışsınız. Yani siz acıklı bire şaşkınlık içinde değil de nesiniz. Derler.

Evet, İnfak önerildiğinde, İnfak ne demek? Servetten Allah yolunda harcamak. İnfakın bahusus karşılığı bu. Yoksa Kur’an da sadakat olarak ta gelir, zekat olarak ta gelir. Artma ve arınma yöntemi. Sadaka, Allah’a sadakati ispatlama yöntemi sadaka. Ama infak özellikle Allah yolunda, ya da Allah yoluna, ya da Allah rızası için harcama. Burada infak denilmesinin sebebi nefak kökünden gelmesinin sebebi, çok ince bir nükte var. Biliyorsunuz münafık ta aynı kökten türetilir. Bu kökten türetilmesinin sebebi bir tünelin bir ucundan atınca, tünelin ahirette ki çıkışından alınacağına inanmak. Yani nefak zaten tünel demektir. Köstebek yuvasına da onun için aynı isim verilir. Yani dünyada ki ucundan atınca, infak edince, ahirette sizi bekleyen bir yatırıma, bir servete dönüşmesi. Onun için çift dünyalı olanlar infak ederler. Tek dünyalı olanlar nifak ederler. Çift dünyalı olanların tek yüzü olur, tek dünyalı olanların çift yüzü olur. İki yüzlülerdir.

İşte infak Allah’a daha fazlasını almak için vermektir. İnfak Allah’ın verdiğini paylaşmaktır ki daha fazlasını versin. Dahası Allah’ın verdiği geçici nimeti paylaşarak, Allah’tan kalıcı nimet almaktır. İnfak budur.

İmanın test edilmesinin yöntemlerinden biri olarak geçer Kur’an da, iman infakla test edilir. Karşılığını orada almak için bu dünyada seve seve vermek. İnkarcı tavır vereceğine takılmış burada. Ama alacağını görmüyor. Sadece vereceğine takılmış. Onun için de diyor ki, Allah istese doyururdu, biz mi doyuralım. Allah’ın doyurmadığını biz mi doyuralım. Onun için bunu görmüyor Allah’ın onu doyurmayıp bunu da doyacağından fazlasıyla rızıklandırmasının sebebini görmüyor. Aslında onun doyacağını bunun eli ile vermiş ona. Onu görmüyor. Yani emanet verildiğini görmüyor. Kendisinin doyacağından fazlasının elinde olmasının hikmetini kavrayamıyor.

Bu Allah’tan bağımsız ve bağlantısızı düşünmenin acıklı sonucu. Çünkü tek dünyalı dedim ya biraz önce. Servete hesabı sorulacak bir emanet olarak bakmıyor. Bakmadığı içinde infak etmeye yanaşmıyor. Dünyevileşmiş bir aklın akıbeti bu.

48-) Ve yekûlûne meta hazâlva’dü in küntüm sadikıyn;

Derler ki: “Eğer sözünüzde sadıksanız, bu tehdidiniz ne zaman (gerçekleşecek)?” (A. Hulûsi)

48 – Ve ne zaman bu vaat, doğru iseniz? Diyorlar. (Elmalı)

Ve yekûlûne meta hazâlva’dü in küntüm sadikıyn bir de derler ki; eğer dürüstseniz söyleyin bakalım şu vaad ettiğiniz son saat ne zaman gerçekleşecek.

49-) Ma yenzurune illâ sayhaten vahıdeten te’huzühüm ve hüm yahıssımun;

Onlar tartışırlarken, kendilerini yakalayacak bir tek çığlıktan (beden sur’una üfleniş) başkasını beklemiyorlar? (A. Hulûsi)

49 – Başka değil, tek bir sayhaya bakıyorlar, bir sayha ki onlar çekişip dururlarken kendilerini yakalayıverir. (Elmalı)

Ma yenzurune illâ sayhaten vahıdeten te’huzühüm ve hüm yahıssımun Evet, çok ilginç bir cevap. Onlar diyor ayet. Bunu tartışırlarken kendi aralarında bu tartışmayı yaparlarken kendilerine enselenecekleri bir tek bela çığlığından başka bir şey bekliyor olmayacak. Sadece bir tek bela çığlığı.

Dikkat buyurun, infak ile ilgili bir ayetin hemen arkasından 47. ayetin arkasından ahiretle ilgili ayetler gelirler. İnfakla ahiret arasında ki doğrudan bağı kuruverdi. Yani insan yer yüzünde gerçekten ahlaki bir davranış, bir erdem olarak paylaşma işini ancak ahirete iman ettiğinde yapabilir. Ahirete iman etmemiş bir akıl verince eksileceğini düşünür. Bu akıl düz matematikten yola çıkar. 3 – 2 = 1 kalır ona göre. 40 – 1 = 39 kalır ona göre.

Ama burada iman matematiği geçerlidir. İman matematiğinde 40-1 =80 eder. Yani Allah için verdiğinizde katlar. İman matematiği böyledir. Hatta 800 eder, hatta 8000 eder.  ..seb’a senabile fiy külli sünbületin mietü habbeh. (Bakara/261) her başağında 100 dane olan yedi başak gibidir diyordu ya Kur’an. İşte böyle bir şey. İman matematiğinin işleyişi farklı. O matematiğin işleyişini ancak ahirete imanı olanlar bilirler. Allah’a güven demektir bu zaten. Bir başka dünyanın daha bizi beklediğini, bu hayatın tek bir hayat olmayacağını, bu hayatın bir de öbür yüzünün olduğunu, hayatın mertebe mertebe olduğunu ve bu geçici hayatın bir de kalıcısının bulunduğunu bilenler ve inananlar infak ederler.

Değerli dostlar bu ayetle 48. ayetle birlikte surenin asıl konusuna girdik. Bu sure ilk nesil tarafından Kur’an ın kalbi olarak nitelendirildi. Neden Kur’an ın kalbi olarak nitelenirdi? Çünkü bu surenin ana teması ahiret. Ahiret ise akidenin kalbi. Akaidin kalbi ahiret ahiretten söz eden yoğunlukla bir dip akıntısı gibi tüm ayetlerin altında ahiret akan bu sure de Kur’an ın kalbi. Onun için ahiret aslında hayatın kalbi. Ve bu ayetler tam da hayatın kalbinden konuşuyor. Hayata kanı, ahiret kalbi pompalar. Eğer ahiret kalbi hayata kan pompalamazsa hayat durur. Hayata hayat veren erdem durur.

Eğer ahiret inancını çekip alırsanız hayattan şu darı dünyada ahlaki davranış bir sabiteye, bir temele, bir esasa kavuşamaz. Tesadüflerden müteşekkil olur Ahlaki davranışlar ve bunu ahlaki davranış olup olmadığını da bilemezsiniz özü itibarıyla. Yüzünden, görünüşte ahlaki gibi gelebilir ama, çok derinlerine indiğinizde en büyük ahlaksızlık niyetini taşıyor da olabilir. O nedenle ahlaki davranış mutlaka kendini aşan bir köke sahip olmalıdır. Kendini aşan bir kökte ahirettir. Yani yaptıklarının hesabını vereceği bir günün mutlaka geleceği ve o gün de sadece yaptıklarının değil, düşündüklerinin de, duyduklarının da, o şeyi yaparken hissettiklerinin de kayda alınmış olduğuna iman ettiği bir ahiret inancı.

Bu 49. ayette Ma yenzurune illâ sayhaten vahıdeh yani onlar başka bir şey beklemesinler, bir tek çığlık, bela çığlığı. Sayha bu aslında beklesinler. Son saatin nasıllığı ile ilgili bir ip ucu da veriyor. Demek ki yer yüzünde hayata son verecek olan, halk arasında kıyamet diye bilinen, ama daha doğrusu son saat, sa’ah, Kur’an ın sa’ah dediği ki kıyamet, yeniden kalkış. Sa’ah dediği şey işte onun hakkında bir ipucu, ilahi bir bela sayhası. Ona suûr da deniliyor kelamda. Kur’an da atıf yapan ayetler var.

Yer kürenin güvenlik garantisi yoktur demiştim ya. Allah değilse kim sağlayacak bu garantiyi ve bu manada bu geçici hayat bir yerde son bulacak. Çünkü aslolan kalıcı hayattır. İşte o son buluş noktasının nasıl olacağına dair bir ipucu bu.

Burada bir şeyi daha söylemeliyim. Fatır/10. ayetini daha önce işledik. Bu sureden önceki sure, hatırlar mısınız? (Hayır Fatır/14 olması lazım) ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr. (Fatır/14) diyordu ya, ne demek? Sana her şeyi bilenin, her şeyden haberdar olan Allah’ın verdiği gibi bir haberi kim verebilir. İşte bu. Yani şu ayetlerin bize verdiği haberi alabileceğimiz bir başka haber kaynağı bulunmamaktadır. Ahiretten bize kim haber verecek. Ölüm ötesinden bize kim haber verecek. Allah değilse ki. Vahiy işte bunun için insana, başka hiçbir yerden alamayacağı haber veren ilahi bir haber kaynağıdır.

[Ek bilgi; AHİRET

…… "Âhiret"; Dünya'daki bedenli yaşam sonrası, devam edegiden ve sonraki tüm boyutlara uzanan yaşamın genel adıdır, anlamıyla olaya yaklaşırsak.

Kişinin içine girdiği bu yeni yaşam boyutunda, kendini sorgulama olayını "Sorgulamak" (Münker-Nekir) yazısında anlatmıştık... Bu, o süreçte ve o boyutta şuurlu bir şekilde yaşanacak bir olaydır. Bu yaşamın tevil edilecek bir yanı yoktur.

Daha sonra kişi, yaşadığı bu kabir âleminde, dünyada yapmış olduğu ibadetlerden elde ettiği nûrun -enerjinin- çeşitli yararlarını da yaşayacaktır o boyutun canlı türlerine karşı.

Bu yaşam, Dünya'nın kıyametine kadar devam edecektir.

Kıyametle birlikte "Kabir âlemi" yaşamı sona erecek, bütün insanların Dünya'dan ayrıldıklarındaki son sûretlerinde olan ruhları toplu bir hâlde "mahşer" diye isimlendirilmiş ortamda bir araya geleceklerdir.

Bu süreç, herkesin dünyada edindiklerinin ve elde ettiklerinin kendine neler kazandırıp neler kaybettirdiğini en detaylı bir şekilde yaşadıkları bir evredir ki, insanlar için hayli sıkıntılı ve uzun süren bir süreç olacaktır.

Daha sonra insanlar Dünya'yı kuşatan cehennemden uzaklaşmak için, Dünya'da iken inanmış oldukları Rasûl ve Nebilerin peşine takılarak yola çıkacaklardır. Bu yolculukta, iman sahipleri bu geçişi başararak "cennet" ismiyle tanımlanan boyuta geçecek; iman nûrundan mahrum olanlar ise "cehennem" ismiyle tanımlanan boyutta yaşamlarını sürdüreceklerdir. Bu konunun detaylarını ilgili âyet ve hadisler ile "İNSAN VE SIRLARI" isimli kitapta anlatmıştık. İlgi duyanlar oradan okuyabilir detayını.

İman nûruna sahip olanların Dünya'dayken yaptıkları "ibadet" diye tanımlanmış çalışmaları, onların bu geçişi daha kolay yapmalarını sağlayacak; Rasûl ve Nebilerin haber verdikleri konularda yeterli çalışmaları yapmamış olanlar da, o geçiş sırasında bunun sıkıntısına katlanacaklardır.

"Cehennem" boyutunda kalanlar, ruh bedenle yaşamlarına devam ederlerken, "cennet" ismiyle işaret edilen boyuta geçenler ise bir tür transformasyon yaşayarak, "ruh" bedenden arınıp, "nûr" yapılı yaşamlarına başlayacaklardır.

Bize Allâh Rasûlü'nden gelen, Allâh'ın bahşettiği ilme göre, olayın çok özetle seyri böyledir. İnancımız bunadır. Elbette herkes kendi inancından sorumludur.

Allâh hepimize indîndeki gerçeklere göre iman etmeyi, yakîni ihsan etsin. (Ahmed Hulusi) http://www.ahmedhulusi.org/yazi/ahiret.htm ]

50-) Felâ yestetıy’une tavsıyeten ve lâ ilâ ehlihim yerci’ûn;

O zamanda ne bir vasiyete güçleri yeter ve ne de ailelerine dönebilirler! (A. Hulûsi)

50 – O zaman bir tavsiyeye bile kadir olamazlar, ailelerine de dönecek değillerdir. (Elmalı)

Felâ yestetıy’une tavsıyeten ve lâ ilâ ehlihim yerci’ûn her şey o kadar ani olacak ki, o kadar kısa zamanda olup bitecek ki ne vasiyet edebilecekler, ne de yakınlarına dönebilecekler. Bu kadar ani olacak.

Kıyameti, son saatin yani doğru ifadesi ile nasıl bir hercümerc içinde kopacağına dair. Hz. Nebiy bir hadisinde şöyle buyuruyor; “Kişi elindeki lokmayı ağzına atmaya bile fırsat bulamayacak.” İşte böyle. Yani yarın yaparım diye ahlaki sorumluluklarını erteleyen herkese aslında kendi küçük kıyametin kopmadan evvel ki ne zaman kopacağını bilmiyorsun, Bugün yap o şeyi, şimdi yap o şeyi. Aslında verdiği öğüt bu.

[Ek bilgi; KIYAMET.

Bundan sonra kıyamet dediğimiz devre gelir, yani âhiretin ikinci devresi. Bu ikinci devre kıyametle birlikte oluşur.

Kıyamet ne zaman?

Bunun hakkında dinî kaynakların hiçbirinde, herhangi bir zaman verilmemiştir. Verilmediği için, şu anda bizim de burada bir şey söylememiz câiz olmaz!..

Belli hadislerden faydalanarak; kıyamet koptuğu anda, Dünya'da yaşamış olan bütün insan ruhlarının o ortama özel bir beden ile Dünya üzerinde olacağını; Dünya üstünde hepsinin bir araya geleceğini; cehennemin melekler tarafından çekilerek getirilip, bütün Dünya'yı kuşatacağını, Dünya'nın üzerinden, cehennemi aşıp cennete ulaşacak biçimde bir köprü oluşacağını; insanların bu geçitten geçebilenlerinin cennete ulaşacağını; geri kalanların da cehenneme düşeceğini söyleyebiliriz.

Şimdi köprü denince aklımıza hemen bir boğaz köprüsü geliyor! Ya da başka türlü bir köprü mü kurulacak?

Hadiste de Hz. Resulallah, insanlara o meseleyi anlatabilmek sadedinde misal veriyor;

"Köprünün üzerinde çengeller vardır. Mesela bir kişi dünyada namazını kılmamışsa namazla ilgili çengel uzanır, o kişiyi yakalar cehenneme atar veya oruç eksiği varsa, orucunun eksiği dolayısıyla o kişiyi kapar oruç çengeli, cehennemde cezasını çeker ve sonra cehennemden çıkar" diyor. Buradaki tâbir, mecazî bir anlatım!

Mesela, ben bunu size şöyle anlatmaya çalışayım. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikalılar Berlin'e hava köprüsü kurdular ve hava köprüsü ile pek çok yiyecek, giyecek ve insan taşıdılar. Şimdi "hava köprüsü" deyince, aklınıza Boğaziçi köprüsü gibi bir köprü geliyor ve Amerika'dan Berlin'e kadar böyle bir köprü kurulmuş!..

Hayır!.. Amerika'dan Berlin'e uçaklar sürekli çalışarak, oraya gerekli ikmali yaptılar! Bunun gibi, Dünya'nın üzerinden de insanlar, kendi çalışmalarına göre elde ettikleri kuvvetleri kadar bir güçle kaçmaya başlarlar. Çünkü Dünya, o anda cehenneme gidiyor, Güneş'in içine girecek; Cehenneme düşecek insanlar Dünya'dan kaçacaklar; herkes kendi gücüne göre kaçacak.

"Sıratı geçenlerin kimisi şimşek gibi geçer, kimisi deve hızıyla geçer, kimisi koyun hızıyla geçer, kimisi at hızıyla geçer, kimisi de sürüne sürüne geçer" diye tarif ediyor Hz. Rasûlullâh.

Başka türlü nasıl anlatılır, o devrin insanını bir düşünün.

Peki buradaki hâdise ne?

Herkesin belli bir ruhaniyeti var; o ruhundaki enerji dolayısıyla, yani belli kaçış gücü dolayısıyla; kimisi yerçekiminden kendini kolaylıkla soyutlayıp hızla fırlayabilecek, kimisi de çok büyük güçlüklerle yükselebilecek.

Şimdi şu da bilimsel bir gerçek! Daha önce izah ettiğimiz üzere Güneş belli bir süre sonra, bugünkü hacminin 400 katı büyüyerek Dünya, Merkür, Venüs ve Mars'ı içine alacak. Güneş'in yüzeyindeki hararet 6000-6500 derece! Dünya eriyor, su gibi oluyor!

Dünya Güneş'in içine girerse ne olur? Su gibi erir akar mı?

Zaten Hz. Rasûlullâh da hadiste;

"Cehennemin içine düşünce, Dünya eriyip su damlası gibi buharlaşır" şeklinde tarif etmiyor mu? Bir su damlası gibi kalmayacak mı Dünya?

Güneş'in bugünkü hâli, Dünya'nın 1.303.000 katı büyüklüğünde! O gün en az 400 milyon kere daha büyük olacak Dünya'dan! Dünya'nın manyetik çekim alanından kendini kurtaramayıp da cehennem sınırları içinde sürünenler eğer bu çekim alanının ilk anlarındaysalar; yanlarından geçenler tarafından çekilip götürülmeye çalışılacak. Fakat o kurtulma hâlini, gücünü hiç elde etmemiş olanlar da ebedî olarak Güneş çekiminin içinde kalacaklar.

Peki böyle bir şey var mı? Yani söz konusu olabilir mi?

Bugün uzayda "kara delikler" adı verilen ölmüş güçlü yıldızlar var. Bunlar hacim olarak, Ay kadar olmalarına rağmen; civarlarından geçen bir Jüpiter kadar veyahut ta ondan daha büyük Güneş gibi koskoca bir kütleyi alıyor, yutuyor, hazmediyor, içinde yok ediyor!.. Ve bana mısın da demiyor!..

Bunun gibi, insan ruhlarının da karşılaşacağı, "cehennem" adı verilen bu korkunç durumdan kendilerini ebedî olarak kurtarabilmeleri mümkün değil!

Eğer şu anda Dünya'da belli çalışmalar yapıp da belli bir ruhaniyet, belli güç elde edemezse insan, bunun neticesi olarak, kendilerini oradan kurtarabilmeleri ebedî olarak mümkün değil!

Ondan sonra, cehennem böylece geçilebilirse eğer, tabii biz burada haşr sahasında olacak olaylara değinmiyoruz! O da ayrı bir konu! Geçebilirlerse eğer; cennete gidiyorlar.

Cennete girecek en düşük mertebeli bir insana, bu Dünya'nın on misli büyüklüğünde bir dünya verileceği söyleniyor hadiste.

Uzaydaki, galaksideki yıldızların en küçüğü o, bundan daha küçük yıldız yok!.. Hatta daha da büyük belki de; Hz. Rasûlullâh, "mübalağa zan olunur" diye, o kadarla yetindi.

Cehennemin gerçek şiddetini, Hz. Rasûlullâh anlatmamıştır! Zira bu anlattığı kadarıyla bile, "cehennemin korkunçluğunu" insanlar kavrayamamakta ve "olamaz böyle şey" demektedirler! Eğer hakiki boyutlarıyla anlatmaya kalksaydı, zaten kimse kabul etmezdi!

Gerçekte çok daha korkunç bir şey!..

Cehennemde, ölüm diye bir şey yok!..

Cehennemde değil; ölüm tadıldıktan sonra, herkes için ebediyen ölüm diye bir şey yok!.. Yok olmak, "yok olup gitmek" diye bir olay söz konusu değil!..

Zira esas olarak, senin ana yapın; ruh dediğimiz dalga yapı. Manyetik yapının yok olması, söz konusu değil artık!.. Ve bu manyetik yapının, bulunduğu ortama göre yoğunluk kazanarak oluşturduğu terkip, çeşitli şekillerde zedelenebilir, bozulabilir, değişebilir, fakat ortadan kalkmaz! Çünkü o terkibin aslı, dalga bedendir! Holografik dalga yapı olduğu için, bozulmaz!

Bu neye benzer? Bunun misalini de rüya âleminden verelim. Rüyada ölüyorsun. Sonra, rüya içinde gene yaşamaya başlıyorsun! Yani, ruhanî yapıda ölmek diye bir şey yok!.. Manyetik yapı için, ölmek diye bir şey yok! Dolayısıyla cehennemdekiler binlerce defa öldüklerini sanırlar ve binlerce defa ölmeden yaşarlar!

"Onlar için acıklı sonsuz birer ıstırap vardır" (Maide/35) diye tarif edilmesinin sebebi budur.

Buna mukabil Cennetler dediğimiz diğer âlemlere gidenlere, yani diğer yıldızların boyutsal derinliklerine gidenlerse kendilerinde mevcut ruhanî kuvvetlerle; ki bu ruhanî kuvvetler de ilâhî isimlerin mânâlarına dayanır, ilâhî isimlerin mânâlarını ortaya koyup gerçekleştirme kabiliyetini kendilerinde bulacaklar! Çünkü bu ilâhî mânâların gereğini ortaya koyabilmede, Dünya'da bir güçlük var! Bir madde beden oluşması var! Şu madde beden, senin her düşündüğünü bilfiil ortaya koymanı çok güçleştiriyor.

Ama cennette lâtif bir yapı! Lâtif bir yapı olması nedeniyle de her düşündüğün, tahayyül ettiğin şey anında gerçekleşiyor!.. Ve böylece, cennet hayatı onlar için de ölümsüz olarak, ebedî olarak sonsuza dek devam eder!

İşte "bâ'su bâdel mevt"in, yani ölüm denen madde bedenin terkinden sonra hayatın devamı ile ilgili olarak kısaca söyleyebileceklerimiz bunlar! (Ahmet Hulusi) http://www.ahmedhulusi.org/yazi/kiyamet.htm ]

51-) Ve nüfiha fiysSuri feizâhüm minel’ecdasi ilâ Rabbihim yensilun;

Sur’a nefholunmuştur! Bir de bakarsın ki onlar kabirleri hükmünde olan bedenlerinden çıkmış, Rablerine (hakikatlerini fark etme aşamasına) koşuyorlar! (A. Hulûsi)

51 – Bir de sur üfürülmüştür ne baksınlar kabirlerinden rablerine doğru akın ediyorlardır. (Elmalı)

Ve nüfiha fiysSuri feizâhüm minel’ecdasi ilâ Rabbihim yensilun derken sura üflenmiştir. Aslında fiysSuri okunuşunu Katade, -ilk otoritelerden- fiys suveriy okumuş. Buna göre suretlere ruh üflenmiştir manasına gelir. Ama biz bu okuyuşa göre mana verdik. Sure üflenmiştir. Ve işte o zaman hemen mevzilerinden çıkıp ilâ Rabbihim yensilun rablerine doğru süratle koşarlar.

Yukarıdaki ayetler son saatten söz ediyor. Bu ayet işte kıyametten söz ediyor. Bu haberi de ancak Allah verir. Ve burada insanoğlunun kaçmak istese dahi kaçamayacağı  bir saati haber veriyor Allah. Hani ..eynelmeferr, (Kıyamet/10) nereye kaçmalı ibaresi vardı ya Kur’an da, hatta cevabını da yine Kur’an dan bulabiliriz bunun. Fefirrû ilAllâh. Zariyat/50) Allah’a kaçın. İnsanoğlu istese de istemese de Allah’tan kaçamayacak. Kaçamayacak ama kaçmak istemesi en büyük cinayetini oluşturacak. Kaçamayacağı halde kaçmak istemesi. Kaçamayacağı halde Allah’ı unutması insanoğlunun kendine yapabileceği en büyük kötülük olacak.

52-) Kalu ya veylena men beasena min merkadinâ* hazâ ma ve’ader Rahmânu ve sadekalmurselun;

(O vakit) dediler ki: “Vay bize! (Dünya) uykumuzdan kim bizi yeni bir yaşam boyutuna geçirdi? Bu, Rahmân’ın vadettiğidir ve Rasûller doğru söylemiştir.” (Hadis: İnsanlar uykudadır, ölümü tadınca uyanırlar!) (A. Hulûsi)

52 – Eyvah, başımıza gelenlere derler: kim kaldırdı bizi uyuduğumuz yerden? Bu işte, o Rahmanın vaat buyurduğu, doğru imiş o gönderilen Resuller. (Elmalı)

Kalu ya veylena men beasena min merkadinâ eyvah..! yazıklar olsun bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı diyecek ve tabii cevabı yine kendisi verecek. hazâ ma ve’ader Rahmânu ve sadekalmurselun rahmanın vaad ettiği bu olsa gerek. Demek ki gönderilen elçiler doğru söylemişler diyecek. Evet, demek ki doğru söylemişler diyecek ama hiçbir işe yaramayacak. Yani bunu tasdik etmenin işe yaramayacağı yerde tasdik edecek.

Bu noktada İmam Cafer’in ahireti inkar eden bir mülhitle, bir kafirle diyalogu geldi aklıma. İmam Cafer ahireti ısrarla inkar eden karşısında ki inkarcıya şöyle der. Kıpti farzı muhal bu dünyayı gördüğümden daha fazla ahirete iman ediyorum. Ama tut ki senin dediğin haydi haklı, farzı muhal değil ya, öyle kabul edelim bir an için. Haklısın diyelim. Ben Allah’ın emirlerine uygun olarak bir hayat yaşamakla ne kaybederim? Disiplinli, özverili, ahlaklı, erdemli bir hayat yaşamakla ne kaybederim. Zaten dünyamı da mamur etmiş oluyorum. Çünkü Allah emir ve nehiylerinde beni kolluyor, beni gözetiyor. Fakat yine senin zihnine göre tut ki senin inkar ettiğin ahirete bir ihtimal var ve bu ihtimal de gerçekleşti. Sen ne kaybedersin? Yani imam Cafer’in ahireti inkar eden bu kafirle olan diyalogumda alacağımız çok dersler var ve tabii ahiret münkirlerinin alacağı çok fazla dersler var.

53-) İn kânet illâ sayhaten vahıdeten feizâhüm cemiy’un ledeyNA muhdarun;

Sadece tek bir sayha (İsrafil’in sur’u) oldu… Bir de bakarsın ki onlar toptan huzurumuzda hazır kılınmıştır. (A. Hulûsi)

53 – Başka değil, sâde bir tek sayha olmuş, derhal hepsi toplanmış huzurumuza ihzar edilmişlerdir. (Elmalı)

İn kânet illâ sayhaten vahıdeten feizâhüm cemiy’un ledeyNA muhdarun sadece bir tek bela çığlığı, olanın hepsi bu. Ve hemen ardından herkes huzurumuzda sıra sıra dizilecek, boy gösterecek.

54-) Felyevme lâ tuzlemü nefsün şey’en ve lâ tüczevne illâ ma küntüm ta’melun;

O süreçte hiçbir nefse en ufak bir şey zulmedilmez… Yaptıklarınızdan başkası ile cezalandırılmazsınız. (yaptıklarınızın sonuçlarını yaşarsınız)! (A. Hulûsi)

54 – Artık bu gün hiç kimseye zerrece zulmedilmez, ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz. (Elmalı)

Felyevme lâ tuzlemü nefsün şey’en ve lâ tüczevne illâ ma küntüm ta’melun artık bugün hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacak ve sadece yaptıklarınızda edip eylediklerinizden, işlediklerinizden sorumlu tutulacaksınız.

55-) İnne ashâbel cennetil yevme fiy şüğulin fâkihun;

Gerçek ki o süreçte, cennet ehli cennet nimetleriyle meşgul ve bunun keyfini çıkarmaktadırlar. (A. Hulûsi)

55 – Cidden ashabı Cennet bu gün bir şuğl içinde zevk etmektedirler. (Elmalı)

İnne ashâbel cennetil yevme fiy şüğulin fâkihun evet, yepyeni bir bölüme girdik. Ama bir önceki bölümün de bir devamı niteliğinde. Cennetten bahsediyor bu ayetler.

Cennet; güzelliğin üretildiği merkez. Cennet deyince insanoğlunun aklının alamayacağı güzellik merkezi gelmeli. Onun için cennette insanoğlunu bekleyen sürprizleri insanın aklının alamayacağını daha önce Kur’an söylemiş biz de tefsir etmiştik. Gerçekten akıl almaz sürprizler bekliyor insanı diyordu. Akıl almaz, çünkü dünyada gördüğümüz füzelikler, güzelliğin birer kopyası. Onların asılları cennette. Dünya da gördüğümüz güzellikler güzelliğin geçici olanı cennet güzelliğin kalıcı olanlarına verilen ad. Onun içindir ki Cennetü adn, güzelliğin madeni olarak geçer Kur’an da. Maden, adn güzelliğin gözü, güzelliğin üretildiği merkez.

Cennet bedel değil, bu niteliği ile bedel değil, olamaz da zaten. Yer yüzünde bir ömür çalışıp didinip de boğaz manzaralı bir evlik yer alamayan insanın, şu geçici hayatta güzelliğin üretildiği ve yüz ölçümü kilometrelerle ölçülemeyen, yerler ve gökler kadar olan, -Kur’an ın ifadesi ile- cenneti bir bedel olarak değil, bir ödül olarak alacak. Yani bu Allah; Allah kadar verir. Bu bunun göstergesinden başka bir şey değil.

[Ek bilgi; CENNET

….Bunlar benim kişisel yorumlarımdır. Yorumlarımı diler değerlendirirsiniz; dilerseniz güvenilmez bulur; böyle de düşünen varmış deyip, bir yana koyar; fırsat bulunca da doğru bildiğinizi bize yazarsınız. Elbette bu konuda soracaklarımızı da kabullenmek kaydıyla.

Önce şu tasnifi yapalım.

Dünya yaşamının cennet kavramı var; kendi şartları içinde.

Kabir âleminin cenneti var; kendi şartları içinde.

Mutlak mânâda cennet var. Kendi şartları içinde.

Bazıları "Cennet" kavramını, bunlardan yalnızca biri için kullanınca, olayın anlaşılmasında çok güçlükler yaşanıyor.

"Dünya Cenneti" denince, bundan kişinin tabiatına uygun gelen, zevklerini tatmin edebildiği bir ortam anlaşılıyor genelde. Yanı sıra, içinde bulunduğu manevî âlemdeki huzur da anlaşılabiliyor. Tabii, bu kısa süreli de olabiliyor; uzun süreli de.

"Kabir âlemi cenneti" ise, bir hayli farklı "Dünya cenneti"nden! Kişi mezarda yaşanan maddesel algılamalı boyuttan, kabir âlemine geçtikten sonra. Eğer, âkıbeti cennet olacak ise, yaşamı "Kabir Cenneti" denen bir biçimde gelişme gösteriyor.

Kişi, kabir âlemine geçtiği andan itibaren, cehennem ve cennet boyutlarını algılamaya başlıyor, ruhanî algılama sistemiyle! Burada, beş duyu yok artık. Onun yerine, kendisine ulaşan dalga boylarını Dünya'da edindiği kapasiteye göre algılayıp, değerlendiren bir ruhî algılama sistemi var. İsterseniz buna, "ruhun beyni" adını verelim, anlatımda kolaylık olsun diye.

Kabir âleminde yaşamakta olan kimse, bir yandan cehennem boyutunu seyrederken ve bundan büyük korku duyarken; diğer yandan da, cennet boyutunu seyretmekte; bunun özlemini çekmekte; bu arada kendi türünden ve boyutundan ruhanî varlıkları ve ruh boyutuna tenezzül etmiş melâikeyi de algılamaktadır.

Rüyada, nasıl belli duygular ve düşünceler belirli sembollere bürünerek kişi tarafından seyredilmekte ise, kabir âleminde de kişi, bir tür rüya gibi, Dünya'da edindiklerinin getirisini otomatik olarak seyretmekte ve yaşamaktadırlar. Bazen zevkle, bazen kabûslar şeklinde!

Artık Dünya ile iletişimi kesilmiştir. Yalnızca, dünya'dakilerin kendisi hakkındaki yönlendirilen düşüncelerini ve dualarını, anladığı kadarıyla Kurânsal mesajlarını almaktadır. Fakat bütün bunlar onu uzun süreli meşgûl etmemektedir. Bu tıpkı, tek yönlü çalışan bir receiver (alıcı) gibi olmaktadır. Ruhun beyninde oluşan dalgalar, bizim beynimizin alma kapasitesinin çok üstünde olan yüksek frekanslı dalgalar olduğu için, onların alınması insanlar tarafından mümkün olmamaktadır. İnsan beyinleri bazı şartlarda, en fazla Cin boyutundakilerin dalgalarını değerlendirebilmektedirler.

Kabir âlemi yaşamında, uykuda yaşadığınız duyguları, çok daha fazlasıyla ve çok daha yoğunluklu olarak yaşayacaksınız.

Bu durum "Sistemin kıyameti" dediğimiz, Dünya'nın Güneş tarafından yutulması evresine kadar devam edecektir. Güneş, Dünya'yı yutmaya başladığında; Dünya'nın manyetik alanı ortadan kalktığında, bütün insan ruhları, otomatik olarak kendilerini bizim anlayışımıza ve yapımıza göre "Cehennem" olarak tanımlanan Güneş'in, dalga boyutlu yapısı içinde bulacaklardır.

Bu evre, "insanların kabirlerinden çıkması" olarak tanımlanmıştır.

Dünya'da "ibadet" adı verilen (hakikatleri olan Allâh'a ait özelliklerin kendilerinde açığa çıkması) çalışmalara gereken önemi vermiş olanlar; bu çalışmalar sonucu edindikleri NÛR ile, enerji ile, kendilerini cehennemin ve içinde yaşamakta olan canlılarının ortamından kurtarıp, cennet boyutuna geçiş yapacaklardır. Sahip oldukları NÛR oranının getirdiği hız nispetinde.

Cehennemden kaçış; Ruh bedenlerin cehennem ortamında terk edilmesi ve NÛR bedenle yeni bir boyuta geçilmesi suretinde olacaktır!

Nasıl madde beden, Dünya'da bırakılıp, ruh bedenle kabir âlemi ve cehennem boyutuna geçildiyse; ruh beden de cehennem boyutunda terk edilerek, NÛR bedenle cennet boyutuna geçilecektir!

Esasen âlemdeki her yapıda, ruh ve nûr boyutları mevcuttur! Mesela Güneş'in dahi ruh ve nûr boyutu vardır. Gözümüzün algıladığı ise, Güneş'in madde-gaz boyutudur. Bu yüzden de Güneş içinde yaşamakta olan "ruh boyutu ve nûr boyutu canlıları"nı algılayamamaktayız!

Ruh gözü ile görenler o boyutu; Nûr boyutunu algılayabilenler ise, elbette ki, o boyuta dair algılamaları yapmaktadırlar.

Nûr boyutunda, ruh boyutunda olduğu gibi bir sâbit beden görüntüsü, şekil yoktur! Burası salt bilinç boyutu olup, bilinç tahayyül ettiğini canlı olarak anında yaşar! Rüyada algılanan maddemsi yaşam duygusuyla!

Cennetteki kişinin kudreti, kendindeki vehim kuvvesini kullanabildiği miktardadır. Bu esasen Dünya'da dahi böyledir!

Ruh boyutundaki beden görüntüsü, şekli genelde; kişinin Dünya'dan ayrıldığı andaki son görüntüsü üzerinedir.

Nûr yapılı birimler ise bir beden veya şekille bağımlı olmayıp, dilediği beden şekline bürünebilir.

Nûr boyutundaki cennette yaşayanların tümü, gerçekte nûr yapılı, şekilden berî bilinç varlıklardır; algılayanın veritabanına göre görüntü verirler. Kabir âlemindeki sorgu meleklerinin, herkese değişik gelmesinin de nedeni budur.

Cennet boyutunda, o kişinin ilmiyle sınırlı olmak şartıyla, Allâh isimlerinin özellikleri açığa çıkacak; o boyutta yaşayanlar; Allâh'ın kuvvet-kudret ve yaratıcılığıyla, diledikleri her şeyi istedikleri anda, istedikleri şekilde yaşayabileceklerdir! (Ahmed Hulusi) http://www.ahmedhulusi.org/yazi/cennet.htm ]

İşte sözün bittiği ve artık aslında insanın havsalasının almayacağı için sadece bildiğimiz güzellikten teşbih yaparak, atıf yaparak bize izah edilen o mutlak güzellik merkezini, güzelliğin üretildiği o merkezi tarif eden ayetlere girdik.

İnne ashâbel cennetil yevme fiy şüğulin fâkihun şüphe yok ki cennet ehli o gün sevinç ve huzur veren bir meşguliyet içinde olacaklar.

İlginç, fiy şüğulin fâkihun şüğun; meşgale, iş. Cennette iş te mi var? ama yok dersek bu sefer de bu akıl biliyorum aa..! canım sıkılır benim. Boşluktan canım sıkılır. Bu kadar güzelliğin içinde de insan. Oturur, yer, içer, oturur, canı sıkılır diyecek. İşte bu ikisini de dedirtmiyor Kur’an. Fatır/35. ayetini hatırlasanıza, yine bundan bir önceki surenin tefsir ettiğimiz ayeti.

lâ yemessünâ fiyhâ nesabün ve lâ yemessünâ fiyhâ luğûb. (fatır/35) öyle diyordu. Ne yorgunluk, ne de can sıkıntısı ve usanç olacak orada. Yani yorulacak bir iş değil. Nasıl bir iş peki. İşte bu ayette o “nasıl” geldi. fiy şüğulin fâkihun neş’e sürur ve huzur veren bir meşgale. Evet, yani yaptıkça yorulduğun değil, yaptıkça huzur bulduğun, yaptıkça sürur bulduğun, yaptıkça haz aldığın bir meşgale. Fâkihun; sevinç, sürur, neşe, hatta refah anlamındaki fekihten türetilmiş.

Onun içinde Arapça’da meyveye fakihe derler. Fakihe neden meyveye verilmiş? Çünkü meyve refahın en yüksek düzeyini, daha doğrusu bir sofranın son halkasını oluşturur. Sofrada asli olanlar ekmek ve su. İşte gerekli olanlar ettir, süttür.. İşte, hatta arkasından tatlıdır, tuzludur. Ama mükemmeli olsun istiyorsanız, yani bir de üstüne taç kondurulsun istiyorsanız meyvedir. Onun için tacı olan refah. Refahın maksimum derecesi onun için fakihe denilmiştir meyveye. Burada da fakihun, ya da fekihun, iki şekilde de okunur, sürur veren bir meşgale, mutluluk veren bir meşguliyet.

56-) Hüm ve ezvacühüm fiy zılâlin alel’erâiki müttekiun;

Onlar ve eşleri gölgeler içinde tahtlar üzerinde yaslanmışlardır. (A. Hulûsi)

56 – Kendileri ve zevceleri erîkeler üzerine kurulmuşlardır. (Elmalı)

Hüm ve ezvacühüm fiy zılâlin alel’erâiki müttekiun onlar ve eşleri bu huzurun, bu mutluluğun gölgesi altında, zıl; Arapçada mecaz olarak kullanıldığında yine huzur ve mutluluğa denk gelir. Bu huzurun gölgesi altında, kuş tüyü yataklar üzerinde uzanmışlardır. İç dinginliğe ve manevi doygunluğa bir işaret bu.

Cennet; insan tekamülünün zirvesidir. İnsan maddi olarak tekamül ettikten sonra hatırlayın anne karnında cenin tekamül eder, dünyaya gelir. Aslında ceninin ahiretidir dünya. Dünyası anne karnıdır. Dünyaya gelir. Dünyaya geldiğinde başlar ağlamaya. Korkar, çünkü oraya alışmıştır. Orada sadece tüketmektedir. Orada sıfır riskle yaşamaktadır hesapta değildir tabii. Dünyaya geldiğinde ağlar. Çünkü artık bir başka aleme gelmiştir. Ama nedense dünyadan giderken de ağlar. Bilmemektedir ama, bilmediği aleme güvenemediği için ağlar.

Yer yüzünde büyür, akil ve baliğ olur, tekamül eder, gelişir. Çünkü hayatın yasasıdır bu. Kemikleri gelişir, yirmi küsur yaşında kemik gelişimi tamamlanır. Dahası bu gelişme hep bir şeylerle sürer. Akıl gelişimi tamamlanır 30 yaşlarında ve 40 lı yaşlara geldiğinde ruh gelişimi tamamlanır. Tamamlanmışsa tabii.

Bazen de yarım kalır. Kemik gelişimi yarım kalırsa kemik hastalığı, akıl gelişimi yarım kalırsa akıl hastalığı, ruh gelişimi yarım kalırsa ya, yani bizim bildiğimiz manada, psikiyatrik manada bir ruh hastalığı değil, işte tam da Kur’an ın söylediği manada bir iman hastalığına yakalanır. Eğer bu gelişim devam ederse, bu tekamül devam ederse, ki etmek zorunda, nereye kadar eder? Cennete kadar.

İşte cennet insan tekamülünün sonudur. Cennet dediğimiz şey insanın kemal halidir. Kemale ulaşmış insan mükemmel bir mekanda konuk edilmelidir. Onun için kemale ulaşmış insanla, güzelliğin kemale ulaşmış halinin buluşmasıdır. Cennet ehlinin cennete kavuşması.

57-) Lehüm fiyha fâkihetün ve lehüm ma yedde’un;

Onlar için orada meyveler vardır… Onlar için keyif alacakları şeyler vardır. (A. Hulûsi)

57 – Onlara orada bir meyve var: hem onlara orada ne iddia ederlerse var. (Elmalı)

Lehüm fiyha fâkihetün ve lehüm ma yedde’un orada her tür refaha sahip olacaklar, ve arzuladıkları her şey onlara sunulacaktır. Yedde’un, burada şöyle bir ima içeriyor bu kelime, istemeye bile gerek kalmadan, yani gönüllerinden istemeleri yeterli, geçirmeleri yeterli. O bile kafi. İstediklerine, arzu ettiklerine ulaşacaklar.

58-) Selâmün kavlen min Rabbin Rahıym;

Rahıym Rab’den “Selâm” sözü ulaşır (Selâm ismi özelliğini yaşarlar)! (A. Hulûsi)

58 – Bir selâm, rahîm bir rabden kelâm. (Elmalı)

Selâmün kavlen min Rabbin Rahıym rahmeti sonsuz rabbin sözüyle gelen tarifsiz bir mutluluktur bu. Ya da rahim olan rabden bir selam almışlardır.

Evet, belki de cennetin tacı bu olacak, yani cennetin güzelliğini örten bir güzellik bu olacak. Allah Tealadan doğrudan selam almak. ..‘Ahsenül Hüsna ve ziyadeh (Yunus/26) de ki güzelliğin daha güzeli ve bir de artısı var diyen Kur’an i ibarede ki o artı bu olsa gerek. Selam; mutluluk ve güven garantisidir. Kurtuluş, rahat, iç barışı anlamına gelir. Onun için rabbimizden alınan selam; Ne mutlu size, artık garantidesiniz, artık güzelliğin üretildiği merkezdesiniz. Güzelsiniz, güzele layık bir hayat yaşadınız ve güzel bir akıbete kavuştunuz. Onun için selam olsun size. İşte belki asıl mutluluk Allah ile barış içinde, Allah ile bilişik, tanışık ve barışık bir hayat yaşamak ve sonunda selamı hak etmek. Selamı hak edenler selameti hak ederler. Selameti hak etmek içinde teslim olur İslam olurlar.

59-) Vemtazul yevme eyyühel mücrimun;

“Ey suçlular! Bugün ayrılın!” (A. Hulûsi)

59 – Ve haydin ayrılın bu gün ey mücrimler! (Elmalı)

Vemtazul yevme eyyühel mücrimun ama suçlulara gelince, onlara denilir ki; siz ey mücrimler bugün şöyle ayrı durun seçilip ayrılın bakayım. Mücrimun; suçu tabiat haline getirmiş kişiler, yani suç isim olmuş onlara. Onun için isim olarak geliyor.

60-) Elem a’had ileyküm ya beniy Ademe en lâ ta’budüş şeytan* innehu leküm ‘adüvvün mubiyn;

“Ey Âdemoğulları… Size ahdetmedim (bildirip bilgilendirmedim) mi şeytana (bedene – hakikatinden habersiz bilince) kulluk etmeyin, muhakkak ki o sizin için apaçık bir düşmandır?” (A. Hulûsi)

60 – And vermedim mi size? «Ey adem oğulları! Şeytana kulluk etmeyin, o size açık bir düşmandır» diye. (Elmalı)

Elem a’had ileyküm ya beniy Ademe en lâ ta’budüş şeytan* innehu leküm ‘adüvvün mubiyn imdi ben size buyurmadım mı ey Ademoğulları, söylemedim mi ki şeytana kulluk etmeyin çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır diye.

Şeytana kulluk etmek, Es şatanu; çok uzun ip, halat kökünden türetilmiş. Tek anlamı bu. Hatta ibikli yılana da es şatanu deniyor. Özelliği ne bunun? Çok çevik, hızlı ve anında gözden kaybolan. Dahası özel bir zevki var bu yılanın uyuyan insanların açık duran ağızlarından girmek. Şimdi şeytanın neden şeytan denildiğinin çok ilginç bir iması da var. Uykuya gelmez şeytan, uyumaya hiç gelmez. Eğer bir anlık gaflet gösterirseniz hemen ağzınızdan giren bir yılan gibi giriverir. Damarlarınıza giriverir. Dolayısıyla uyumayan bir düşmandır. Su uyur, şeytan uyumaz onun için mü’minin imanı da uyumamak zorundadır. Uyumayan bir iman geliştirmek zorundadır. İşte buna karşı uyarılıyor.

Şeytan, insan, cin, somut, soyut her şeyden olabilir. Onun için de Kur’an da insan içinde kullanılır. Yani şeytanlık yapan insan, şeytana asker olmuş olan insanlar için. Hatta bazı insanlar, şeytana pabucu ters giydirebilir. Onun için şeytana besmele çekilir, onun için şeytan da bazı tiplere besmele çekerek yanaşır. Öyle insanlar da olabilir.

Yılana zehir veren diye bir sürüngen türü vardır. Yani yılan zehirlidir, yılan zehrini aldığı daha zehirli biri daha varmış demek. Onun için şeytan her tür insanın ebedi mutluluğuna düşmanlığı temsil eder. İnsanın negatif iç benliği de bir tür şeytandır. Yani insanı Allah’tan koparan her şey.

Günahı tabiat haline getirmek, şeytana tapmaktır. Düşman, dost tasavvurunu inşa ediyor bu ayet. Yani ey insan şeytan o kadar sinsi ki senin ebedi düşmanın olduğu halde sana dost gibi yaklaşır, atan Adem’e yaklaştığı gibi. ..en teküna melekeyni ev teküna minel halidiyn. (A’raf/20) iki melek olmak istemez misiniz ya da ebedileşmek? Kim istemez, Şu tumturaklı gerekçelere bakınız.

Onun için şeytan insana yaklaşırken mutlaka itlaf ekibi gibi yaklaşır. Nedir itlaf ekibinin yaptığı? İtlaf ekibinin yaptığı kuduz köpeği telef edecekken verilen köftenin içine zehir koymak. Yani zehri zehir olarak vermez. Köftenin, hem de çok kaliteli bir köftenin içine koyar. Onun için zehri altın tas içre sunmak, altın kupayla sunmak. Kupaya bakarsanız zehri içersiniz.

İşte bu noktada düşman ve dost tasavvurumuzu iyi geliştirirseniz, inşa ederseniz yutmazsınız demeye getiriliyor. Ve kula kul olmayın. Belki burada bu. Şeytana kul olmak, kula kul olmaktır. Eşyaya kul olmak, hatta düşmana kul olmaktır şeytana kul olmak. Şeytana kulluk etmeyin.

61-) Ve enı’buduniy* hazâ sıratun müstekıym;

“Bana kulluk edin (hakikatin gereğini hissedip yaşayın)! Sırat-ı müstakim budur” (diye?). (A. Hulûsi)

61 – “Ve bana kulluk edin doğru yol budur» diye. (Elmalı)

Ve enı’buduniy* hazâ sıratun müstekıym ve yalnız bana kulluk edin, dosdoğru yol budur.

62-) Ve lekad edalle minküm cibillen kesiyra* efelem tekûnu ta’kılun;

“Andolsun ki (kendinizi yok olup gidecek beden zannınız) sizden pek çok cemaatleri saptırdı! Aklınızı kullanmadınız mı?” (A. Hulûsi)

62 – Böyle iken celâlime karşı o içinizden bir çok cibilletleri yoldan çıkardı, ya o vakit sizin akıllarınız yok muydu? (Elmalı)

Ve lekad edalle minküm cibillen kesiyra doğrusu o şeytan sizden bir çok nesli yoldan çıkarmıştı. efelem tekûnu ta’kılun o zaman aklınız başınızda değil miydi?

63-) Hazihi cehennemülletiy küntüm tu’adun;

“İşte bu vadolunduğunuz cehennemdir!” (A. Hulûsi)

63 – Bu işte o Cehennem ki vaad olunur dururdunuz. (Elmalı)

Hazihi cehennemülletiy küntüm tu’adun işte size vaad olunan cehennem budur.

Önceki ayetin sonu ile birlikte düşünelim hemen bir önceki ayetin; efelem tekûnu ta’kılun ile birlikte o zaman ne çıkıyor? Akletmemenin kendisi cehennemdir.

64-) Islevhel yevme Bima küntüm tekfürûn;

“Hakikatinizi inkârınızın karşılığı olarak şimdi yaşayın sonucunu!” (A. Hulûsi)

64 – Bu gün yaslanın ona bakalım küfrettiğiniz için. (Elmalı)

Islevhel yevme Bima küntüm tekfürûn ısrarla inkar etmenizin bir sonucu olarak bugün orayı boylayın.

Islavha; ateşi alevlendirmek için yakıt atmak, yani odun atmak, ateşe odun atmaktan mülhem bir kelime es sılâ bu manaya geliyor. Ateşin alevini artırmak için yakıt atmak, odun atmak. Bu ne demek? Bu yanma sonuçta kendi kendisinin yakıtı olan bir yanmadır. Yani insan bir başka şeyle yansın diye değil. kendi kendisini yaksın. Evet, kendi yanıp kendi yakan bir yanma. Yani insanın ateşi kendisi. Kendi ateşini kendisi hazırlıyor.

Hud/101. ayetini hatırlayın; Ve ma zalemnahüm ve lâkin zalemu enfüsehüm fema ağnet anhüm alihetühümül letiy yed’une min dûnillâhi min şey’in lemma cae emru Rabbik. (Hud/101) onlara biz zulmetmedik, asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler. Bu bir yürek yangını dostlar, bu bir yürek yangını. Yürek yangını dıştaki bir ateşten daha ferî dir. daha acı yakar.

Düşünün bir anneyi kendisini hayata bağlayan tüm bağlar kopmuş bütün evladını bir anda vermiş, kaybetmiş. Eşini, çocuklarını, sahip olduğu her şeyi. Böyle birini düşünün. Bu insanın içinde ki içine düşmüş ateşi düşünün. Ölüm cana minnettir denilen acıları düşünün. Ey ölüm nerdesin. Böyle diyen çok insan görürsünüz. Bu tip yürek yangınları yaşayan insanlar ki bizim yaşamayacağımız dair de bir garanti yok. Böyle bir yürek yangınıyla kıyaslanamaz bile. Çünkü nihayetinde sizi dışarıdan yakan bir şey, derinizde ki sinir uçlarını yakıncaya kadar acıdır. Onun için yüksek dereceli yanıklarda acı biter. Acıma deride ki sinir uçları algılayıncaya kadardır. Onlar yandığında biter.

Ama yürek yangınları, içe düşmüş kor ateşler. İşte bu nedir? Siz en büyük değerinizi kaybettiğinizde, Ya Allah’ı kaybettiğinizi anladığınızda? Allah’ın sevgisini kaybettiğinizi kıyamet günü, mahşer günü, hesap günü anlarsınız. Artık yüzünüze bakılmadığını görüyorsunuz. Yani her şeyiniz aslında. Onu görünce insanın içine düşen yürek yangınını hesap edelim diyeceğim ama, sanırım hesapta edemeyeceğiz. Bunu kavramak bile mümkün değil. Bunun verdiği acıyı, acının kat sayısını anlamak ve anlatmakta mümkün değil.

Lâ ted’ul yevme süburen vahıden ved’u süburen kesiyra. (Furkan/14) bugün bir tek ölümü çağırmayın size bir yok oluş yetmez, ölümleri, bir çok ölümü çağırın diyordu ya ayet. İşte öyle bir yürek yangını.

65-) Elyevme nahtimü alâ efvahihim ve tükellimüna eydiyhim ve teşhedü ercülühüm Bimâ kânu yeksibûn;

O süreçte ağızlarını mühürleriz; yaptıkları hakkında elleri konuşur ve ayakları şahitlik eder bize. (A. Hulûsi)

65 – Bu gün ağızlarını mühürleriz de bize elleri söyler ve ayakları şahadet eyler: neler kesp ediyorlardı. (Elmalı)

Elyevme nahtimü alâ efvahihim ve tükellimüna eydiyhim ve teşhedü ercülühüm Bimâ kânu yeksibûn o gün onların ağızlarına mühür vururuz ve bize onların elleri konuşur, ayakları yaptıklarına şahitlik eder.

İkra’ Kitabek* kefa Bi nefsikel yevme aleyke Hasiyba. (İsra/14) diyordu ya bir başka ayette Kur’an. Oku kitabını, oku sicilini, seyret hayat filmini. Zira bugün hesap görücü olarak sen sana yetersin. Yani bir başka muhasibe gerek yok. Onun için bir başka şahide de gerek yok, senin şahidin sensin.

66-) Velev neşâu letamesna alâ a’yünihim festebekussırata feenna yubsırun;

Dileseydik gözlerini silme kör ederdik de yolda (öylece) koşuşurlardı… Fakat nasıl görebilecekler (bu gerçeği)? (A. Hulûsi)

66 – Hem dilersek gözlerini üzerinden silme kör ediverdik de yola dökülürlerdi, fakat nereden görecekler? (Elmalı)

Velev neşâu letamesna alâ a’yünihim eğer Ademoğlunu iradesiz yaratmak isteseydik, onun görüp anlama yeteneğini yok ederdik. festebekussırata feenna yubsırun de, akılsız canlılar gibi yolda itişip kakışırlardı. O takdirde doğruyu nereden ve nasıl görecekti. Feenna yubsirun, eğer böyle yapsaydık doğruyu nasıl seçecek ayırt edeceklerdi. Yani akılsız hayvanlar gibi yoldan çıkmak için birbiri ile yarışırlardı. Eğer insana irade vermek istemeseydik.

Peki irade verdikte ne oldu? Akıl verdikte ne oldu? onu da bu ayet söylüyor.

67-) Velev neşau lemesahnahüm alâ mekanetihim femesteta’u mudıyyen ve lâ yerci’ûn;

Dileseydik mekânları üzere onları mesh ederdik (bulundukları anlayış üzere onları sâbitlerdik) de artık ne ileri gitmeye güçleri yeterdi ve ne de eski hâllerine dönebilirlerdi. (A. Hulûsi)

67 – Daha dilesek kendilerini oldukları yerde mesh ediverdik de ne ileri gidebilirlerdi ne dönebilirlerdi. (Elmalı)

Velev neşau lemesahnahüm alâ mekanetihim eğer böyle olmalarını dileseydik mutlaka onları kendi konumlarına göre başka bir hale dönüştürürdük. Alâ mekanetihim, kendi konumları manası verdim. Doğrusu da bu. Çünkü bu manada Kur’an ın başka yerlerinde de gelir. Kendi konumuna göre. Mesela bir insan hayatı, bir hayvanın algıladığı gibi algılıyor. Yeme, içme, yatma, uyuma, çiftleşme. Şimdi böyle bir insanın suretini de hayvana dönüştürebilirdik diyor. Ama bunu yapmadık. Bu nerede olacak. Bu için dışa döndüğü o gün olacak. İnsan hayatı nasıl algılamışsa ahirette algıladığı bir surette haşr olunacak. Peygamberimizin açıklamalarından da anladığımız bu .

femesteta’u mudıyyen ve lâ yerci’ûn o takdirde ne savuşturabilirler, ne de geri dönebilirler.

68-) Ve men nu’ammirhu nünekkishü fiylhalk* efelâ ya’kılun;

Kimi uzun ömürlü yaparsak onu yaratılışı itibarıyla zayıflatırız. Hâlâ akıllarını kullanmazlar mı? (A. Hulûsi)

68 – Bununla beraber her kimin ömrünü uzatıyorsak hilkatte onu tersine çeviriyoruz, hâlâ da akıllanmayacaklar mı? (Elmalı)

Ve men nu’ammirhu nünekkishü fiylhalk ve kimin ömrünü uzatırsak onun doğuştan gelen yeteneklerinde de eskitmeye gideriz, eskitme yaparız kısaltırız yani. efelâ ya’kılun hala akıllanmayacaklar mı?

Burada söylenmek istenen şu; Ey insan ahlaki sorumluluklarını erteleyip durma. Yani ilerde yaparım diyorsan eğer, bu bir Kabil kompleksidir. Nedir Kabil kompleksi? Sahip olduğunun en değersizini Allah’a adamak. Öyle değil mi. Ömrünün en değerli yıllarını günaha ayıracaksın, en zayıf yıllarını zaten istesen de günah işleyemeyeceğin ihtiyarlık yıllarını Allah’a. Bu Kabil’in sahip olduğu malının en kötüsünü sadaka vermesinden ne farkı var bunun.

69-) Ve ma allemnahüş şi’re ve ma yenbeğıy leh* in huve illâ zikrun ve Kur’ânun mubiyn;

O’na şiir öğretmedik! O’na yakışmaz da! O ancak bir hatırlatma ve apaçık bir Kurân’dır! (A. Hulûsi)

69 – Biz ona şiir öğretmedik, ona yaraşmaz da, o sâde bir zikir ve parlak bir Kur’an dır. (Elmalı)

Ve ma allemnahüş şi’re ve ma yenbeğıy leh şimdi biz ona şiir yeteneği vermedik. Bu onun için asla gerekli de değil.

Nebi’ye şair, Kur’an a şiir denilmesini ret. Vahyin ilk muhatapları arasından birçok inkarcı peygambere şair iftirasını, Kur’an a da şiir diyorlardı. Aslında burada şaire ve şiire bir tariz yok. Bunu söyleyince Şu’ara’ suresinin son üç ayeti aklımıza geliyor hemen. O zaman neden Şu’ara’ suresinin son ayetlerinde şairler yeriliyor. Yine o ayetlerin içinde iman eden şairlerin övüldüğünü de unutmayalım.

Yerilen burada şair ve şiir değil. O günün şairine yüklenen misyon. O günün şairi şaman koltuğunda oturuyordu. Şiir, kehanet, şair de kâhin gibi görülüyordu. Cahiliye insanı Allah ile cinler arasında nesep bağı kuruyordu, bunu biz biliyoruz Kur’an dan Saffat/158. ayeti buna delil. Şiir, şairin cin ile ilişkisinin bir ürünü olarak görülüyordu. Şairler de bunu körüklüyorlardı bu duyguyu, bu anlayışı. Yani işlerine geliyordu. Herkes şair olamazdı, ancak cinleriniz varsa şair olursunuz. Vahyi şiir, peygamberi şair olarak algıladı işte o günün insanı u yüzden. Yani veyahut ta algılamadı kafirler, böyle algılamaya kalktılar.

Aslında biz bunun kendilerinin de inanmadığı bir şey olduğunu çok iyi biliyoruz. Çünkü itirafları var. Mesela Ebu Zer, kardeşi Uneys’i Mekke’ye gönderiyor. Git dinle, dinlediklerini de al bana getir. Gidiyor Resulallah’ın okuduğu Kur’an ı dinliyor ve geliyor Kardeşi Ebu Zer, ne gördün diyor. Okuyor. Peki bu şiir mi diyor. Vallahi ben şiir söylerim, şiirin hasını da bilirim, bu şiir değil. Ben böyle şiir görmedim.

Aynı şeyi Mekke’de ki müşrik şairler de söylüyorlar. Yine diğer müşrikler de söylüyorlar. Ümeyye Bin Halef’in de böyle bir itirafı var. Utbe ve Şeybe’nin de böyle bir itirafı var. Yani bu şiir değil, o da şair değil. Zaten daha önce şiire benzer bir şey söylediği hiç duyulmamış. Yani şiirle ilgilendiği duyulmamış Resulallah’ın.

Onun için peygamber şiiri reddetmedi. Şairin şaman koltuğuna oturtulmasını reddetti. Şiiri reddetseydi insanlık tarihi boyunca şiire verilmiş en büyük ödül olan hırkayı saadetini bir şairin sırtına giydirir miydi. Aslında Kaab Bin Züheyr Baned suad kasidesini söylediğinde Resulallah’ın sırtından çıkarıp ta onun sırtına giydirdiği hırka dünya tarihinde şiire verilmiş en büyük ödüldür. Şiirin başına kondurulmuş bir taç idi o. Onun içindir ki efendimiz şiir dinlerdi. Hatta Cahiliyenin en büyük şairlerinden biri olan Ümeyye Bin ebis Salt’ın şiirlerini, yüzlerce beyit tutan uzun destan ve gazellerini okutturur dinler, ve bir kezinde de dinledikten sonra. Onun şiiri Müslüman oldu demişti. Yani kendisi Müslüman olmayan bir insanın şiirinin Müslüman olduğunu ifade edebilmişti.

in huve illâ zikrun ve Kur’ânun mubiyn o vahiy sadece bir uyarı ve öğüttür. Dahası açık ve açıklayıcı bir hitaptır.

70-) Liyünzire men kâne hayyen ve yehıkkal kavlü alel kâfiriyn;

Tâ ki diri olanı uyarsın ve hakikat bilgisini inkâr edenler üzerine de o hüküm gerçekleşsin. (A. Hulûsi)

70 – Hayatı olanı uyandırmak, nankörlere de o söz Hakk olmak için. (Elmalı)

Liyünzire men kâne hayyen ve yehıkkal kavlü alel kâfiriyn ki bu sayede (kalben) diri olanları Liyünzire men kâne hayyen kalben diri olanları uyarabilsin, bu sayede uyarabilesin. Evet. men kâne hayyen Kur’an demek ki her yer yüzünde gölgesi olana diri demiyor. Kur’an ın diri dediği şey başka. Kur’an; yiyen, içen, yatan insanı diri olarak görmüyor. Kur’an fiziğine bakmıyor insanın ölümsüz tarafına, insanı insan eden tarafına bakıyor. ve yehıkkal kavlü alel kâfiriyn ve bunu ısrarla inkar edenlere karşı verimli  söz gerçekleşsin.

Evet, diri olanlar Kur’an a göre bir kalbi, Akleden bir kalbi olanlardır. Başka değil. Tefsir olarak Kaf/37. ayeti yeter.

İnne fiy zâlike le zikra limen kâne lehu kalbun.. (kaf/37) bu vahiyde içinde bir kalp taşıyanlar için bir öğüt vardır. Demek ki Kur’an ın kalp dediği şey kan pompasından farklı bir şey. Diri dediği şey de yiyip içip gezmekten farklı bir şey. Onun için Kur’an ın kendine has diri – ölü, iyi – kötü, kâr – zarar, güzel – çirkin, yüksek – alçak, geçici – kalıcı tarifleri var.  bu tarifleri anlayıp sindirmeden Kur’an a göre bir tasavvur inşa edilmiş olmaz.

71-) Evelem yerav enna halaknâ lehüm mimma ‘amilet eydiyna enamen fehüm leha mâlikûn;

Görmezler mi ki, eserlerimiz arasında onlar için kurban edilebilir hayvanlar yarattık… Onlara mâliktirler. (A. Hulûsi)

71 – Şunu da görmediler mi? Biz onlar için ellerimizin yaptıklarından bir takım (En’am) yumuşak hayvanlar yaratmışız da onlara malik bulunuyorlar. (Elmalı)

Evelem yerav enna halaknâ lehüm mimma ‘amilet eydiyna enamen fehüm leha mâlikûn şimdi onlar kendileri için kudretimizin bir nişanesi olarak evcil hayvanlar yarattığımızı ve bu sayede onlara sahip olabildiklerini de mi görmezler.

İmanın özü olan tevhid değerli dostlar. Bütün bir varlık zincirini oluşturan halkaları ait olduğu bütün içinde algılar ve onu yaratana atfeder. Alem alemdir, alamettir, hayvan, su, deniz, bulut, gemi fark etmez. Hepsi bir zincirdir, bu zincirin her biri bir ayet olarak Allah’ı gösterir. İşte burada da var edilmiş olan evcil hayvanlara bir atıf.

72-) Ve zellelnâhâ lehüm feminha rekûbühüm ve minha ye’külun;

Onları (en’amı) bunlara boyun eğdirdik… Hem binekleri onlardandır ve hem de onlardan kimini yerler. (A. Hulûsi)

72 – Ve onları kendilerine zebun etmişiz de hem onlardan binitleri var, hem de onlardan yiyorlar. (Elmalı)

Ve zellelnâhâ lehüm feminha rekûbühüm ve minha ye’külun dahası onları emirlerine amade kıldık ki bir kısmına binsinler, bir kısmını da yesinler diye. Hayvanın yaratılış amacı insan. Zımnen söylenen şu ey insan ya senin yaratılış amacın ne. Hayvan sana musahhar kılındı. Ya sen kim içinsin? Ayetin bize sordurmak istediği soru bu.

73-) Ve lehüm fiyha menâfi’u ve meşarib efelâ yeşkürun;

Onlarda kendileri için menfaatler ve içecekler vardır… Hâlâ şükretmezler mi? (A. Hulûsi)

73 – Onlardan daha bir çok menfaatleri ve türlü içecekleri de var, hâlâ şükretmeyecekler mi? (Elmalı)

Ve lehüm fiyha menâfi’u ve meşarib ve onlardan başkaca da yararlansınlar, içecek süt sağsınlar diye onlara boyun eğdirdik. efelâ yeşkürun hala şükretmeyecekler mi? Yani şükretmeyeceklerse eğer bu takdirde küfretmiş olmazlar mı? Nankörlük aslında küfür değil mi.

74-) Vettehazû min dûnillâhi âliheten le’allehüm yünsarun;

Belki kendilerine yardım olunur ümidiyle Allâh dûnunda tanrılar edindiler! (A. Hulûsi)

74 – Tuttular da Allah dan başka bir takım ilâhlar edindiler güya yardım olunacaklar. (Elmalı)

Vettehazû min dûnillâhi âliheten le’allehüm yünsarun ne ki onlar, şükretmeleri gerekiyordu değil mi? Şükretmek yerine kendilerine yardım ederler ümidiyle Allah’tan başka ilahlar edindiler. Bakın, şükretmemekle kalmadılar, bir de Allah’tan başka kendilerine yardım ederler ümidiyle ilahlar edindiler.

75-) Lâ yestetıy’une nasrehüm ve hüm lehüm cündün muhdarun;

(Tanrılar) onlara yardım edemezler! (Aksine) onlar, tanrılara (hizmete) hazır duran ordudurlar! (A. Hulûsi)

75 – Onların onlara yardıma güçleri yetmez, onlar ise onlar için hazırlanan askerler. (Elmalı)

Lâ yestetıy’une nasrehüm ve hüm lehüm cündün muhdarun bunların onlara yardıma asla güçleri yetmez, cevabını Kur’an veriyor. Yani yardım etsinler diye ilah edindikleri asla yardım edemezler. Aksine kendileri bunlar için hazır askerdirler. Hazır kıta askerdirler. ve hüm lehüm cündün muhdarun onlar bunlar için hazır asker. Ne demek bu? Şirkin en büyük zararını ifade ediyor bu ayet. Şirk; Şirk koşanın şirk koşulan karşısında nesneleşmesidir. Hazır asker, hazır kıta asker.

Oysa ki şirk koşan şirk nesnesine tanrılık yakıştırıyor değil mi. İş orada kalmıyor, artık onun hazır askeri oluyor kendisi. Allah’a ait bir sıfatı mesela bir yontuya, bir eşyaya, bir heykele, bir nesneye veriyor değil mi. Artık o onun öznesi olmaya başlıyor. Bu benim uğurum demeye başladığınız zaman artık o sizi yönlendirmeye başlar. Allah’a ait bir vasfı birine yakıştırdığınızda onun nesnesi olursunuz. İç enerjinizi tüketir. Yani akıl ve iradenizi ipotek eder. Şirkin insana verdiği en büyük zararda budur zaten.

76-) Felâ yahzünke kavlühüm, innâ na’lemu ma yüsirrune ve ma yu’linun;

O hâlde onların lafı seni mahzun etmesin… Muhakkak ki biz onların gizlediklerini de açıkladıklarını da biliriz. (A. Hulûsi)

76 – O halde onların lâkırdıları seni mahzûn etmesin, biz onların içlerini de biliriz dışlarını da. (Elmalı)

Felâ yahzünke kavlühüm artık onların sözleri seni üzmesin, üzülme yani. innâ na’lemu ma yüsirrune ve ma yu’linun unutma ki biz onların gizlediklerini de çok iyi biliriz, açıkladıklarını da çok iyi biliriz.

77-) Evelem yeral’İnsanu enna halaknâhu min nutfetin feizâ hüve hasıymun mubiyn;

İnsan görmedi mi ki biz onu bir spermden yarattık… Bu gerçeğe rağmen şimdi o apaçık bir hasımdır! (A. Hulûsi)

77 – Görmedi mi o insan? biz onu bir nutfeden yarattık da şimdi o çeneli bir çekişgen kesildi. (Elmalı)

Evelem yeral’İnsanu enna halaknâhu min nutfeh insan görmez mi ki biz kendisini bir damlacık hayat suyundan yarattık. (Tabii Kur’an ın başka yerlerinde ki bu meyanda ki ayetlerden yola çıkarak söylüyorum; akıl ve fikir verdik. Yani onu bir damlacık hayat suyundan yarattık, basit bir su, yani Allah’ın yaratışına göre. Ama akıl ve ruh verince o muhteşem bir varlığa dönüşüverdi. Ve ne oldu? aslında asıl burası önemli);

feizâ hüve hasıymun mubiyn fakat o apaçık bir hasım olup çıktı. Bir damlacıktan, başka ayetlerde min turabin, min amein mesnun, min salsalil kel fahhar, min dıyn yani bir çok, çamurdan, topraktan, pişirilmiş çamurdan, kurutulmuş çamurdan yarattık ta ne oldu. Yaratıp akıl verdik, ruh üfledik ve onu adam olsun diye donattık iradeyle de ne oldu? Fakat gelip verdiğimiz akıl ve irade ile değer kazanacağı yerde, bunları alır almaz, sahip olur olmaz Allah’a ihanet etti. Yani bu akılla Allah’a yaklaşacağı yerde Allah’tan uzaklaştı. Bu ruhla ve onun insanda ki ışıklarıyla, onun insanda ki diğer enerjileriyle kendini bulacağı yerde kendini kaybetti.

Evet, 73. ayette ki şükretmiyor musunuz un açılımı bu işte. Şükretmeyince de  böyle olur. Aklın şükrü varlıkla var eden arasında ki ilişkiyi bulmaktır. Eğer akıl şükrünü eda etmiyorsa küfretmeye başlar. Sahibini Allah’tan uzaklaştırır. Sahibini Allah’a yaklaştırması gereken yerde.

İradenin şükrü insanın kötüye karşı direncini korumaktır. Ama irade şükrünü eda etmeyince insanı günaha yaklaştıran bir araca dönüşür. Yani iradesizlik insanın kendine yabancılaşmasına dönüşür.

78-) Ve darebe lena meselen ve nesiye halkah* kale men yuhyiyl’ızame ve hiye ramiym;

Kendi yaratılışını unuttu da bize bir misal getirdi: “Çürümüş hâldeki şu kemiklere kim diriltip hayat verecek?” dedi. (A. Hulûsi)

78 – Yaratılışını unutarak bize bir de mesel fırlattı: kim diriltir o kemikleri onlar çürümüşken? Dedi. (Elmalı)

Ve darebe lena meselen ve nesiye halkah* kale men yuhyiyl’ızame ve hiye ramiym bir yandan bizim için benzerler uydururken, öte yandan kendisinin bir damlacık sudan yaratılışını unutarak şöyle der. Çürüyüp toz toprağa karıştıktan sonra, yani karışmış kemikleri yeniden mi diriltecek Yani bu kemikler mi diriltilecek der.

Evet, men yuhyiyl’ızame ve hiye ramiym toza toprağa dolanmış bu kemikleri kim diriltecek diye isyan ve itiraz eder. Kendini bilmezlik eder, haddini aşar. Kendi rolünü unutup Allah’a rol biçmeye kalkar, ayetin başı bu. Yani bizim için bir takım şeyler yakıştırırken, öyle mana vermek lazım, Öbür taraftan kendini unutur, haddini unutur, haddini unutunca Allah’a akıl vermeye kalkar.

79-) Kul yuhyiyhelleziy enşeeha evvele merretin, ve HUve Bikülli halkın Aliym;

De ki: “Onları daha önce inşa eden diriltip hayat verecektir! ‘HÛ’ Esmâ’sıyla her yaratışı Aliym’dir.” (A. Hulûsi)

79 – De ki onları ilk defa inşa eden diriltir ve o her halkı bilir. (Elmalı)

Kul yuhyiyhelleziy enşeeha evvele merreh de ki onları ilk defa kim var etti ise O diriltecek ve HUve Bikülli halkın Aliym zira O he tür yaratığın ve yaratılmanın, yaratmanın halk, İki manaya da gelir; Akıl sır ermez bilgisine bütünüyle vakıftır.

80-) Elleziy ce’ale leküm mineş şeceril’ahdari naren feizâ entüm minhü tukıdûn;

O ki, sizin için yeşil ağaçtan bir ateş oluşturdu… İşte bak ondan yakıyorsunuz! (A. Hulûsi)

80 – O ki size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da şimdi siz ondan tutuşturup duruyorsunuz. (Elmalı)

Elleziy ce’ale leküm mineş şeceril’ahdari naren feizâ entüm minhü tukıdûn O’dur sizin için yeşil ağaçta ateş var eden. Bu sayede sizler ondan ısı elde edersiniz. Yani Fatır suresinin ana fikri olan varlığın içerisinde ki çift veya zıt kutupluluk. Farklılığın muhteşem uyumuna bir atıf bu aslında.

81-) Eveleyselleziy halekasSemâvati vel’Arda BiKâdirin alâ en yahluka mislehüm* belâ ve “HU”vel Hallâkul Aliym;

Semâları ve arzı yaratan, onların benzerini Esmâ’sıyla yaratmaya Kaadir değil midir? Evet! “HÛ”; Hâllak’tır, Aliym’dir. (A. Hulûsi)

81 – Ya Gökleri ve Yeri yaratan onlar gibisini yaratmağa kadir değil midir? Elbette kadir, hallâk o, alîm o, (Elmalı)

Eveleyselleziy halekasSemâvati vel’Arda BiKâdirin alâ en yahluka mislehüm değil mi ki Ona gökleri ve yeri yaratan Allah’ın onlar gibisini yeniden yaratmaya kudreti yetmez mi. Yani böyle mi düşünüyor insanoğlu. Mislehüm, benzerlerini, yani onlar gibileri, çürüyüp toprak olduktan sonra kim yaratacak diyen gibilerini. belâ ve “HU”vel Hallâkul Aliym Elbette yeter zira O her şeyi bilen mükemmel bir yaratıcıdır.

82-) İnnema emruhû izâ erade şey’en en yekule lehu kün feyekûn;

Bir şeyi irade ettiğinde, O’nun hükmü, ona “Kün = Ol!”dan (olmasını istemesinden) ibarettir!.. (O şey kolaylıkla) olur. (A. Hulûsi)

82 – Onun emri bir şeyi murad edince ona sâde ol demektir, o oluverir. (Elmalı)

İnnema emruhû izâ erade şey’en en yekule lehu kün feyekûn O eşsiz yaratışıyla bir şeyin olmasını dilediği zaman sadece ona Ol demesi yeterlidir. O da hemen oluverecektir. Bütün oluş ve bozuluş Onun eseridir çünkü.

83-) Fesubhanelleziy BiyediHİ melekûtü külli şey’in ve ileyHİ turce’ûn;

Her şeyin melekûtu (Esmâ kuvveleri) elinde olan (tedbirâtın bu mertebede oluştuğuna işaret) Subhan’dır… O’na rücu ettirileceksiniz.(A. Hulûsi)

83 – Artık tesbih edilmez mi öyle her şeyin melekûtu yedinde bulunan sübhana! hep de döndürülüp ona götürüleceksiniz. (Elmalı)

Fesubhanelleziy BiyediHİ melekûtü külli şey’in her şeyin tasarrufunu kudret elinde bulunduran Allah her tür kişileştirmeden uzaktır. Yani bu surede, bu vahiyde, bu kitapta Allah’a ilişkin ne geçiyorsa onu Allah’ın aşkın varlığına münasip bir biçimde anla ey insanoğlu. ve ileyHİ turce’ûn ve hepiniz O’na döndürüleceksiniz. Ve tüm yollar Allah’a çıkar. innâ Lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn; (Bakara/156) Allah’tan geldik Allah’a döneceğiz. O aramakla bulunmaz, lakin bulanlar arayanlardır. Yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. SÂFFÂT(001 – 082) (140)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin!

Değerli Kur’an dostları Kur’an lı bir hayat, Kur’an lı bir memat dileyerek, rabbim Kur’an ı bize aç, bizi Kur’an a aç niyazında bulunarak Kur’an ın gölgesi altında yaşanmış bir hayatı bize lütfet duasıyla bugünkü dersimize giriyoruz.

Bugün Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha yelken açacağız. Görmediğimiz nice sularda birlikte seyahat edeceğiz. İnşallah o derin suların , nefesimiz derinliklerine inmeye ne kadar yeterse dalışlar gerçekleştirip inciler, mercanlar, mücevherler çıkartacağız ve onları ömrümüz boyunca dünyamız ve ukbamızda göğsümüze taktığımız yüreğimiz kadar pirupak tutacağız ve yolumuza ışık yapacağız.

Bu sitenin adı Sâffât. Elimizde ki mushafta 37. sure. Sure adını 1. ayetinden alıyor. Saf saf dizilenler, sıra sıra olanlar, hizaya gelenler, ya da dizenler, getirenler, sıra sıra edenler anlamına gelir. Surenin tek meşhur adı bu tüm kaynaklarımızda.

Surenin iniş dönemi, öncelikle söyleyeyim ki Mekki bir sure. Mekke döneminin 3 periyodundan orta periyoduna denk geliyor. Habeş hicretinden sonra olduğu açık. Sure hangi dönemde indiğine dair bize içinde bir takım işaretler de vermiş. Mesela bu surenin 62. ayetine, İsra suresinin 60. ayeti atıfta bulunur. Bunun anlamı şu Bu sure İsra’dan sonra inmiş olamaz. Yine aynı ayet Duhan/43 e yapılan itiraza cevaptır. Yani bu surenin 62. ayeti, Duhan/43 ayetine yapılan itiraza bir cevap olarak inmiş. Bunun anlamı da şu; Bu sure Duhan suresinden önce inmiş olamaz. Yani en son ve en ön aralığı tespit etmiş bulunuyoruz. En’am, lokman sureleri arasına yerleştirmiş ilk otoritelerimiz.

Surenin konusu bir önceki sure olan Yasin suresi gibi ahiret, yani hesap günü. İlk ayetler, 1. ayetten 11. ayete kadar dikkati manaya önceleyen Mekki üslubun en güzel örneklerinden. Aslında bu surenin tamamında Mekki üslup çarpıcı bir biçimde kendini gösteriyor.

Mekki Üslup kısaca şu; Kur’an ın üslubunu ikiye ayırabiliriz dönemsel olarak. Mekki ayetler kendine has bir üslup taşırlar, medeni ayetler de kendine has bir üslup taşırlar. Bu iki üslup arasında ki fark ta şu. Mekke de inen ayetler anlamdan daha çok muhatabın dikkatini çekmeyi önceler. Medine de inen ayetler ise anlamı önceler. Onun için Mekki ayetler kısa, veciz, çarpıcı ve “ses düzeni olan, akustik ve şiirsel” dir. Şiirle alakalıdır demiyorum. Yani içinde böyle dip akıntısı gibi akan bi4r şiirsellik var, bir ses uyumu vardır. Medeni ayetler ise nispeten uzun, daima bir açılım taşıyan, adeta Mekki ayetlerin tefsiri niteliğindedir. Bu da Kur’an ın iniş süreci, ile alakalıdır.

Birine bir söz anlatacaksanız, önce onun dikkatini çekmek zorundasınız. Dikkatini çekmek, dikkatini toplamak, bana bakar mısın demek, beni dinler misin demek, bana kulak ver demek ve kulak verdiğine kani olduktan sonra söyleyeceğini, söylemek.

Yasa belli, iyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Sure de bundan söz ediyor. Kendilerine atalar yolunu mazeret kılan vahyin ilk muhatapları, ve daha sonra ve çağdaş modern muhatapları kim olursa olsun onların hepsine birden modeller veriyor. 9 peygamber özelinde modeller sunuyor. Ama özellikle vahyin ilk muhatabı olan inkarcılara Hz. İbrahim modelini biraz ayrıntılı sunuyor. Yani bununla şunu söylüyor;

Atalarımızın yolunu mu izliyoruz diyorsunuz? Peki siz atalarda da mı ayırımcılık yapıyorsunuz. İbrahim de atanız. Niçin iyi atalar dururken kötü ataları izliyorsunuz. Kötü örnek olmaz, kötü misal olmaz. O zaman siz samimi değilsiniz. Aslında atalarınızı mazeret gösteriyorsunuz fakat kötü olan sizsiniz. Çünkü iyiyi örnek almanız gerekirken geçmişin içinden kötüyü seçip örnek alıyorsunuz. Bunu da açıkça söylüyor.

İnnehüm elfev abaehüm dâlliyn (69) Onlar atalarını sapık olarak buldular. Devam ediyor; Fehüm alâ asârihim yühre’un (70) Bu çok ilginç fakat diyor onların ardından öylesine körü körüne seğirtiyorlar ki anlayana aşk olsun. Yani hem sapık olarak buldular hem de onların ardından yetişelim diye tabana kuvvet koşuyorlar. Yühre’un, aslında bu kelime hre’, körü körüne birini izlemek, körü körüne, şaşkınca ona yetişeyim de ne olursa olsun diye ona yetişmeye çabalamak.

Hz. İbrahim ve kurbanlık oğlunun sınavı ele alınıyor surede. Hem de ayrıntılı olarak. 100 ve 105. ayetler arasında ve sonunda iyilik bedelsiz değildir diyor sure. inna kezâlike neczil muhsiniyn (105) işte biz iyileri böyle ödüllendiririz. Yani 4.500 yıl önce gök kubbeye koy verilmiş bir çığlık hala bugün kendisine aşıklar topluyorsa, hala yüreklerimizde yankı buluyorsa, Allah sadece ahirette değil, burada da ödüllendiriyor demektir. İşte İbrahim ve İsmail (A.S.) örneğinden yola çıkarak İnananların, mü’minlerin alması gereken ders bu.

Ve sure, en büyük sapma Allah ile insan arasında ki doğrudan iletişimi kesen şirktir diyor. Bunu da 149 – 166. ayetleri arasında uzun uzun işliyor. Şirk İnsanın Allah karşısında haddini bilmemesi. Tanrı tayinine kalkışması, Allah’a ait mükemmel bir niteliği onun dışında bir varlığa yakıştırıp, yakıştırdığı varlık karşısında da nesneleşmesidir. Ama bundan da öte şirkin İnsana yaptığı en büyük kötülük doğrudan iletişimi kesmesidir. Rabbi ile doğrudan iletişim kurmak. İnsana yakışan bu. Eğer dolaylı iletişim kurmaya kalkarsanız anlam kayba uğrar, mesaj kayba uğrar. Sizin mesajını da kayba uğrar, alacağınız karşılıkta kayba uğrar. Onun için rabbinizle doğrudan bağlantı kurun. Dolaysız iletişim kurun mesajıdır şirki reddeden her ayet.

Bu kısa özetten sonra şimdi Sâffât suresinin tefsirine geçebiliriz.

 

“BismillahirRahmanirRahıym”

 

1-) VesSaaaffati saffâ;

And olsun o saflar olarak dizilenlere (boyutları oluşturan kuvvelere). (A.Hulusi)

01 – Kasem olsun ol kuvvetlere: o saf dizip de duranlara. (Elmalı)

 

VesSaaaffati saffân düşün, Fikret, aklet, teemmül et, üzerinde uzun uzun dur. Sıra sıra dizilenlerin ve sıra sıra dizenlerin.

Bu manayı vermem boşuna değil, gerekçesini izah edeceğim. Sâffât, tekili sâffe. İnsan, melek, kuş gibi hareket yeteneği olan varlıklarla ilgili kullanılan bir kelime. Kur’an da hareket yeteneği olan tüm varlıklara atfedilir. İlk 3 ayette kim kastediliyor sorusu farklı cevaplar bulmuş. Klasik müfessirlerimiz burada hemen bir çoğu melekler cevabını vermişler ki, ben tevakkuf ediyorum bu cevap üzerinde, yani duraksıyorum. Tereddüdüm var. Çünkü bu surenin 165. ayetinde şöyle buyruluyor;

Ve inna le nahnus saffun (165) işte o saf saf olanlar, o sıra sıra dizilenler bizleriz. O ayetin bağlamına baktığımızda Allah’ın has kulları olduğunu görüyoruz. Yani surenin içinde burada ki saf saf dizilenlerin kimliğine dair bir delil var. Buradan yola çıkarak burada saf saf dizilenler Allah’ın has kulları, müminler, ona teslim olanlar diyebiliriz.

Tabii daha ötesi de var. Burada bazı müfessirler, ki başta Razi, burada ki sıra sıra dizilenler vahiydir, bununla kasıt vahiydir demiş. Ki aslında 3. surede ki tâliyat harflerin sıra sıra dizilerek anlamlı kelime, kelimelerin sıra sıra dizilerek anlamlı cümle, cümlelerin sıra sıra dizilerek anlamlı metin oluşturması anlamına gelir. O halde ilk 3 ayetten bahsettiğimize göre acaba sâffât’a da böyle bir anlam yüklenebilir mi sorusu önemli.

Vahiy eğer bu yorumu kabul edersek ki güzel bir yorum, bu durumda sıra sıra dizilen vahiy sanki canlı, kanlı özne gibi takdim edilmiş. Bu mühim, bunun altı çizilmesi gerek. Zaten Kur’an da vahye özne muamelesi yapmamızı isteyen bir çok işaret var. Unutmayınız bundan önce Yasiyn, VelKur’ânilHakiym. (1-2) Hakiym’i tefsir ederken ısrarla vurgulamıştım. Hakiym mübalağa ile ismi faildir, özne formudur. Yani özne olan biri için kullanılır. Muhatabı üzerinde öznelik yapacak, Hakiym, ismi fail, yani failin ismi. O halde Kur’an ismi faildir. Hakiym olan Kur’an. Unutmayın bu Allah’ın da sıfatı aynı zamanda. Kendi sıfatından bir pay vermiş vahye ve vahiy muhatabı üzerinde bir inşada bulunuyor. Muhteşem bir inşada. İşte burada da onu görmek mümkün. Bu ikinci yoruma göre.

Acaba 1. yorumla 2. yorumu, yani Sâffât; hem samimi mü’minleri hem de vahyi, ikisini birden içermez mi? Diye bir soru sorabiliriz haklı olarak. Cevabını da çok güzel alıyoruz. Merhum büyük müfessirimiz, bu toprakların yetiştirdiği Ebus Suud; Evet diyor. Bu kelime sarf olarak 2 manayı birden içerir. Yani hem fail, hem mef’ul manasını. Hem dizen, hem dizilen manasını. O halde ben de ikisini birden içermek yerine neden bir tanesini tercih edip diğerini atalım ki. Zaten usulse böyle bir kural vardır. Eğer delillerin arasını cem etmek, birleştirmek, te’lif etmek mükinse iki delilden biri atılmaz. İşte bu noktada;

VesSaaaffati saffân sıra sıra dizilenleri düşün, onları sıra sıra dizenleri düşün. Hizaya dizilenler Mü’minler, onları hizaya sokan da vahiy. Saf saf olan mü’minler, onları saf saf eden kurşunla berkitilmiş bir duvar gibi, hani Hucurat suresinde ifade buyruluyor ya; (hayır Saff/4 olacak) ..saffen keennehüm bünyanun mersus. (Saff/4) kurşunla birbirine berkitilmiş tuğlalardan yapılmış muhteşem bir duvar gibi omuz omuza, saf saf çelik gibi, yani dağılmış yürekleri kurşundan bir duvar gibi birleştirdik.

İşte bunu kim yaptı sorusunun cevabı da ilk ayetin içinde vahiy yaptı. Vahiy parçayı bütünler, dağınığı toplar, bölünmüşü bütünleştirir, parçalanışı, parçayı bütünün içine koyar. Sizin parça olarak gördüğünüz şeyi bütün içinde görmenizi sağlar ve parçayı bütün içinde değerlendirme yeteneği kazandığınızda parça da kökü duran, kötü gibi gelenin bütünde çok güzel olduğunu görürsünüz. O zaman uçağa yetişmek için gaza basıp ta kaza yapmanızı çok kötü olarak nitelendireceğiniz yerde, 1 saat sonra o uçağın düştüğü haberini aldığınızda. Bu bana ne büyük bir iyilik oldu deme ihtimalinizi hep aklınızda tutturur. İşte parça bütün ilişkisini Kur’an inşa ettiği akılla, tasavvurla böyle kurar.

 

2-) Fezzacirati zecra;

O (Allâh’tan engelleyici – perdeleyici faktörleri) şiddetle defedenlere. (A.Hulusi)

02 – O haykırıp da sürenlere. (Elmalı)

 

Fezzacirati zecran vazgeçirip set çekenleri.

Vahyin nehiyleri, ikili anlamı tercih ettiğimize göre vahiy ve mü’minler. Yani set çeken ve vazgeçiren, geri durduran, bazı şeylerde tutan sizi. Yürüme diyen, dur diyen, buraya girme diyen. Bu vahye yönelik olarak anladığımızda vahyin nehiyleri, vahyin yasakları. Çünkü vahiy; içinde zehir olan köftelere el uzatmamızı engeller Çünkü vahiy zakkum’u yememizi engeller. Güzel kokar, albenilidir, güzel görüntüsü vardır, ama yemeye kalktığınızda zehirlidir, öldürebilir. Zaten bu surenin içinde de zakkum gelecek. Onun için günah öyledir, Zakkuma benzer. Dışardan albenilidir, caziptir. Ama yemeye kalktığınızda zehirler. İşte vahiy ona karşı sizi uyarır ve engeller.

Mü’minler için aldığımızda nehy i anil münker, kötülükten sakındırma, vazgeçirme. Mü’minin böyle bir görevi var. Ona tekabül eder bu ayet.

 

3-) Fettaliyati zikra;

O zikir (hatırlatıcıyı) okuyanlara. (A.Hulusi)

03 – Ve o yolda zikir okuyanlara. (Elmalı)

 

Fettaliyati zikra uyarmak için peş peşe gelenleri.

Evet, uyarmak için peş peşe gelenler. Yine vahiy eksenli düşündüğümüzde vahyin uyarmak için ardı ardı sıra gelmesi. Saf, hareketli varlıklar için değil mi. Tilavette harfler için kullanılır. Yani harfler yan yana gelince anlamlı kelime, kelimeler yan yana gelince anlamlı cümle, cümleler yan yana gelince metin oluşturur. Burada saf, bir amaca ulaşmak için sıraya dizilmekse, tilavette bir anlama ulaşmak için sıraya dizilmektir. Onun her ikisini de birden ilk 3 ayette birden görüyoruz. Nasıl ki harfler bir manaya, ilahi manayı içine almak için sıra sıra dizilmeleri gerekiyorsa ey mü’minler, sizi de ilahi misyonu üstlenmeniz için sıra sıra dizilmeniz gerek, saf saf olmanız, disipline girmeniz gerekiyor. Biz bu mesajı alıyoruz.

 

4-) İnne ilâheküm le Vâhıd;

Muhakkak ki sizin tanrınız (olarak düşündüğünüz) Vâhid’dir! (A.Hulusi)

04 – Ki ilâhınız birdir sizin. (Elmalı)

 

İnne ilâheküm le Vâhıd şüphe yok ki ilahınız elbette bir tektir.

 

5-) Rabbüs Semâvati vel Ardı ve ma beynehüma ve Rabbül meşarık;

Semâların, arzın ve ikisi arasında olanların Rabbidir (Esmâ’sıyla açığa çıkaranı) ve doğu(ş)ların (açığa çıkacakların) da Rabbidir! (A.Hulusi)

05 – Hep o Göklerin Yerin ve aralarındakilerin rabbi ve bütün müşriklerin rabbi. (Elmalı)

 

Rabbüs Semâvati vel Ardı ve ma beynehüma ve Rabbül meşarık göklerin, yerin ve onlar arasında ki her şeyin rabbi ve bütün doğuların rabbi.

İlginç, bütün doğuların rabbi. Güneşin doğum yerleri, meşarık. Güneş iki gün aynı yerden doğmaz. Daima derece derece kayar. Ama burada güneşle, ayla, geceyle gündüzle, yerle gökle, yağmurla ilgili bir şey söylendiği zaman, tabiatla ilgili bir şey söylüyor olmaktan daha çok, onun aracılığı ile manevi bir şey söyler Kur’an. Çünkü Kur’an fizik kitabı, coğrafya kitabı değil. Bu manada hep bize, bizi biz eden, bizi biz kılan, bizi ebedi kılan insani tarafımızı onarır.

İşte o noktada ne söylüyor manevi güneşlerin farklı farklı doğum merkezlerine işaret ediyor. Mesela peygamberler. Her biri bir güneşti, her biri farklı doğdu. Ama güneş olmalarını engellemedi. Her biri bir güzelliği temsil etti, ama ortak güzellikleri de hep oldu. Her biri farklı coğrafya da geldi. Ama hepsi de güneşti. Farklı dilleri konuştu, ama hepside güneşti.

Dahası her vahiy farklı farklı yerden doğan güneşin doğuşuna benzer. Her vahiy aynı güneşin farklı yerlerden doğuşuydu. Kökü aynı idi. Allah’tan geliyordu, ama farklı farklı yerlerden doğuyordu. Güneş farklı yerden doğar ama, güneş aynı güneştir. Çünkü ışık kaynağı olan bir şeydir, karanlığın tersine. Karanlıksa kaynaksız bir şeydir. Onun için karanlık bir başına var olan bir şey değildir. Karanlık, ışığın yok olduğu halidir. Işık olmadan karanlığı tarif edemeyiz, tanımlayamayız. Çünkü karanlık kendi başına bizatihi var olan bir şey değil.

Batıl budur işte. Aslında batıl yoktur, “mış” gibi görünür. Varmış gibi. Yoktur aslında. Çünkü bir temeli yoktur. Bir gerçekliği yoktur, yalana dayanır. Bakınız tüm batıllar yalana dayanırlar. Hakikatse tektir. Kaynağı tektir, fakat hakikatin geliş yolları farklı farklıdır. Tıpkı güneşin geliş yolları gibi.

İşte bu farklılıklar arasındaki uyumu gör. Bu farklılıklara düşman olma. Bu farklılıkları algıla, bu farklılıklar hayatın doğasında vardır. Olanca farklılığına rağmen muhteşem bir uyumu sergiler. Ey insanoğlu sen de farklı mizaçlara, farklı huylara, farklı yapılara, farklı dillere, farklı renklere sahip olmana rağmen güneş gibi tek bir hakikate yönelmelisin. Farklı yerlerden doğabilir sana hakikat ama unutma ki kaynağı tektir.

 

6-) İnna zeyyennes Semâed dünya Bi ziynetinil kevakib;

Muhakkak ki biz, o Dünya semâsını gezegenler ile zinetlendirdik. (A.Hulusi)

06 – Bakınız biz o Dünya Semayı (o yakın Göğü) bir ziynetle donattık: kevakib. (Elmalı)

 

İnna zeyyennes Semâed dünya Bi ziynetinil kevakib şüphesiz biz yerin en yakın göğünü yıldızların güzelliğiyle süsledik. Evet, insanoğlu nedense yıldızları yer yüzünde arar, gök yüzündekileri unutur. İnsanoğlu nedense otellerin duvarlarında ki yıldızları sayar da gökteki sayılamayacak yıldızların ihtişamını unutur. İnsanoğlu böyledir. Alıştığı mucizeleri unutur da alışmadığı sıradanlıklara hayran olur. İnsanoğlu böyledir ve Rabbimizde alıştığımız mucizelere bir kez daha dikkatimizi çeker. Yani bütün bu muhteşem mucizelerin tek kusuru sizin çok görmüş olmanız mı? Aslında bu hatırlatılır.

Aslında el kevakip gezegen anlamına gelir. Afaki ayetler içerisinde. Fakat yıldızlar diye çevirmek daha doğru Çünkü burada bize bahsedilen şey gezegen ya da yıldızların bizzat cismi değil gelen ışığı. Semanın süslendiği şey ışık. Onun içinde bize kadar gelen ışık bildiğimiz bu evrenin içinde her buuttan, her boyuttan bize kadar gelir. Onun için burada ki dünya, yani seması en yakın gök. Bizim evren dediğimiz. O halde seb’a semavat, yedi gök, ne anlayacağız, o çıkmıyor mu. En yakın gök şu evrense, onun ötesinde göklerden söz ediyor. Bilmediğimiz, bilemeyeceğimiz, aklımızın ermeyeceği, akıl sır ermeyen bambaşka alemlerden söz ediyor. Yedi kat gökten söz ederken. Aslında burada ki yedi rakamı kat katlılığa, çok katlılığa çeşitliliğe delalet eder. Yani aritmetik değildir.

[Ek bilgi; "Yakın gök" ifadesi ile, gözlerimizle görebilmenin mümkün olduğu uzaya işaret edilmektedir. Nitekim daha uzakta bulunan, yerlerini bilemediğimiz birçok "sema" vardır. Başlangıçtan günümüze kadar insan, "sema=gök" ifadesi ile belli bir yeri kastetmemiş ve uzayın görebildiği kadarını "sema" olarak adlandırmıştır. (Ebu’l Alâ Mevdudi – Tefhimu’l Kur’an)]

 

7-) Ve hıfzan min külli şeytanin marid;

(Dünya semâsını) kurallara itaatten çıkan her şeytandan koruduk. (A.Hulusi)

07 – Hem mütemerrid ve her şeytandan koruduk. (Elmalı)

 

Ve hıfzan min külli şeytanin marid üstelik onları her isyankar şeytanın tasallutundan koruduk.

Marid; kontrol dışı diye de çevrilebilir. Kontrol dışı her şeytanın. El Haric anidda’a. Öyle demiş üstad Aşur. Kontrol dışı, itaat dışı. İradeyi zaafa uğratan her türlü kehanet ve onu yapan kâhine bir atıf var burada. Şeytanlaşmış tip. Kehanet ve Kâhinlerin en büyük zararı nedir? İnsan iradesini sıfıra indirmek. Neden? Bazı kehanetler kendi kendini gerçekleştiren kehanetlerdir. Nasıl olur? Der ki size; sizin yıldızınız, sizin burcunuz hep başarısızlığı gösteriyor. Mesela, şimdi siz buna bir kere inanırsınız, inandıktan sonrada başarısız olmak için elinizden geleni yaparsınız. Çünkü kendi, kendini gerçekleştiren kehanet diyoruz biz buna işte. Önce inanıyorsunuz, sonra başarısız olmak için elinizden ne geliyorsa onu yapıyorsunuz. Ve başarısız olduktan sonra da; Gördün mü nasıl doğru çıktı diyorsunuz. Aslında doğru çıkan falan yok siz doğrulamak için kendi kendinizi mahvettiniz. İç enerjinizi tükettiniz. Yamuldunuz tabir caizse.

İşte tüm bu tip hurafelerin ve batıl inançların en büyük zararı insan iradesinin istikametini saptırmasıdır. Tıpkı pusulayı saptıran sahte manyetik alanlar gibi. Sahte manyetik alanlar yaratır, sahte manyetik alanlar doğurur ve sizin pusulanız o sahte manyetik alan sayesinde sapar. Siz zannediyorsunuz ki pusulanızın ucu kuzeyi gösteriyor, hayır, kuzeyi gösteriyor diye hesaplayıp yürüyüşünüzü ona göre devam ettirdiğinizde Mekke’ye varacakken bir de bakmışsınız Moskova’ya varmışsınız. Veya Washington’a varmışsınız. Yani yanlış yere varmışsınız. Çünkü pusulanız sapmış. Onun içinde burada ayet ve ayetler bu pasaj saptırıcı her tür iradeyi kısıtlayıcı her tür müdahaleye tekabül eder.

 

8-  Lâ yessemme’une ilel Meleil A’la ve yukzefune min külli canib;

(O şeytanlar) Mele-i Âlâ’yı dinleyemezler ve her taraftan şiddetle defedilirler! (A.Hulusi)

08 – Onlar melei alâyı dinleyemezler, tart için her taraftan sıkıya tutulurlar. (Elmalı)

 

Lâ yessemme’une ilel Meleil A’la ki yüce katın sakinlerini dinleme iddiasında bulunamasınlar. İsyankar şeytanın tasallutundan koruduk demişti bir önceki ayet, Neden? Ki yüce katın sakinlerini dinleme iddiasında bulunamasınlar, dinleyemesinler, dinlemesinler. Yüce kat, Melei âlâ, melekler alemi. Daha özelde vahiy meleğini dinleyemesinler.

ve yukzefune min külli canib bu ayet, biraz önceki okuduğumuz ayetin aslında bir kısmı, yarısı şunu söylüyor; Kâhinler, kehanette bulunanlar, falcılar ve ona benzer gaybdan haber verdiğini iddia eden şarlatanlar, hemen bütün bunların hepsi nedense yalanlarını sahici bir kaynağa atfederler. Zaten yalan diye söylese kim dinler. İşte onu ret içindir bu ibare. ve yukzefune min külli canib ve her yandan terslensinler, yüz geri edilsinler, çevrilsinler.

 

9-) Dühuren ve lehüm azâbün vasıb;

Kovularak… Onlar için daimî bir azap vardır. (A.Hulusi)

09 – Ve onlara ayrılmaz bir azâb vardır. (Elmalı)

 

Dühuren ve lehüm azâbün vasıb dünyada dışlansınlar ve ahirette de sürekli bir azaba mahkum olsunlar.

 

10-) İlla men hatıfel hatfete feetbe’ahu şihabün sâkıb;

Ancak bir söz kapan olursa, bu yüzden onu yakıcı bir alev takip eder. (A.Hulusi)

10 – Ancak bir çalıp çarpan, onun da peşine bir şihabı sâkıb takılır. (Elmalı)

 

İlla men hatıfel hatfete feetbe’ahu şihabün sâkıb ancak bir bilgi kırıntısı kapanlar olursa onlar da delik deşil eden, burgu gibi oyan, matkap gibi oyan bir ateş korunun pençesine düşsünler. Sanki beddua eder gibi ayetler. Yani bir bilgi kırıntısı, onun için her sahte peygamber gaybdan haber verdiğini iddia eden herkes mutlaka bir parça doğru söyler. Zaten söylediğinin tamamı baştan sona yalan olması şeytan için bile mümkün değil. Onun için hiçbir kitap yazlamaz ki baştan sona yalan olsun. En azından içinde bir doğru bulursuz.

Bu noktadan yola çıkarak şunu söylüyor bu ayet; Eğer söylediği içinde bazı gerçekleri görüyorsanız, bu diğer yalanları meşrulaştırmaz, ya da onun gaybdan haber aldığı anlamına gelmez. Çünkü birçok şey zaten iki ihtimallidir. Atar, %50 tutma payı vardır. Eğer siz %50 tutma payının içinde bazıları tutmuşta bildi diye alkışlamanız gerekmiyor siz de atsanız o kadar tutar, belki ondan çok tutar. O nedenle sahte ile yalan, yalanla gerçeği ayırt edin ve yalanın peşine düşmeyin, kapılmayın.

 

11-) Festeftihim ehüm eşeddü halkan emmen halaknâ* inna halaknâhüm min tıynin lazib;

O hâlde görüşlerini sor onlara (seni inkâr edenlere): Yaratılışları itibarıyla onlar mı daha güçlü yoksa yarattıklarımız mı? Doğrusu biz onları Tıyn-i Lazib’den (yapışkan – kopup ayrılmayan bir balçıktan) yarattık. (A.Hulusi)

11 – Şimdi sor onlara yaradılışça kendileri mi daha çetin yoksa bizim yarattıklarımız mı? Biz kendilerini bir cıvık çamurdan yarattık. (Elmalı)

 

Festeftihim onlardan şu sorunun cevabını iste ehüm eşeddü halkan emmen halaknâ kendileri yaratılışça takdir ettiğimizden daha üstün ve güçlümüdürler, yoksa bizim yarattığımız ve çok iyi bildiğimiz kimselerden midirler. Biraz tasarruflu çevirdim bunu Yani açmalıyım galiba, Kendileri bizim kendilerini yarattığımız kapasitede midirler, yoksa biz çoktan aştık Allah’ın kapasitesini mi demeye getiriyorlar. (haşa) Yani yaratılıştan getirdiğimiz yeteneklerin kapasitesini aştık, dolayısıyla bizim türümüz için Allah’ın koyduğu yasalar bize işlemez demeye mi getiriyorlar. Evet onu diyor burası.

inna halaknâhüm min tıynin lazib açık gerçek şu ki onları konsantre bir balçıktan, yani bir çamursan yaratan biziz.

Zımnen şunu söylüyor Yaratılıştan konulan sınırları aştıklarını mı zannediyorlar. O zaman şunu söylemeli onlara Elâ ya’lemü men hâlâk, (Mülk/14) Allah tarattığını bilmez mi. Yani siz Allah’ın sizin için koyduğu sınırları aştığınızı mı söylemek istiyorsunuz. Bu nasıl bir iddia, bu nasıl bir arlanmazlık demeye getiriyor ayet.

Kaderi aşmak, Burada ki kader Allah’ın koyduğu ölçü. Kader ölçüdür. Ölçüsüz şey yok, Allah ölçüsüz şey yaratmaz. Onun için Allah’ın koyduğu ölçüyü aşma iddiası ha, bu ne cüret. Toprakta bulunan elementlere de dikkat çekerek ayetin sonu, yani topraktaki elementlerden yarattık sizi. Fakat toprakta o elementler hala duruyor. Haydi sizde ondan yola çıkarak laboratuarınızda bir şeyler yaratsanıza. Orada ki elementler orada. 140 küsur element var. Toprakta ne kadar element varsa, sanırım 144, insanda da o kadar var. Çok ilginç. Aynı, aynen, aynı sayıda, ne fazla ne eksik. Fakat buyurun bir avuç toprağı alın bu insan deyin.

Peki onu insan haline getiren kim bize bu soruyu sordurmak istiyor aslında. Yani basit bir hammaddeden kompleks bir şaheser yaratan biziz.

[Ek bilgi; Çünkü biz kendilerini, cıvık, yapışkan bir çamurdan yarattık. Onlar yaratıldıktan sonra cıvık bir çamurun ne çetinliği olur? Bir cıvık çamur ki, en gelişmiş şekli nutfe (bir damla su)dir. (Elmalı- Tefsir)]

 

12-) Bel ‘acibte ve yesharun;

Hayır, onların alaylı hâllerine şaşıp kaldın. (A.Hulusi)

12 – Fakat sen taaccüp ettin onlar eğleniyorlar. (Elmalı)

 

Bel ‘acibte ve yesharun ama hayır sen hayranlık ve şaşkınlık duyarken onlar işin gırgırındalar. ‘acipte’yi; hem hayranlık, hem şaşkınlık olarak çevirdim, doğrudur iki anlamı da içeriyor. Hayranlık duyarken böyle bir şaheser yaratan Allah’a ve böyle bir Allah’a isyan edenlere de şaşkınlık duyarken onlar işin dalgasındalar, gırgır geçiyorlar.

 

13-) Ve izâ zükkiru lâ yezkürun;

Onlar hatırlatıldıklarında da hatırlayıp düşünmezler! (A.Hulusi)

13 – İhtar edildiklerinde de düşünmüyorlar. (Elmalı)

 

Ve izâ zükkiru lâ yezkürun hatırlatıldığı zamanda öğüt almazlar. Yani uyarırsınız uyarı da kar etmez, dinlemezler.

 

14-) Ve izâ raev ayeten yesteshırun;

Bir işaret gördüklerinde, alaya alırlar. (A.Hulusi)

14 – Bir mucize gördükleri vakit da eğlence yerine tutuyorlar. (Elmalı)

 

Ve izâ raev ayeten yesteshırun ve bir ayet gördüklerinde küçümsemeye kalkarlar. Bir ayet, Allah’ın bir hitabı, ilahi hitap, ya da bir mucize fark etmez. ama burada özellikle zaten kendisi mucize olan ilahi vahiy ifade ediliyor olsa gerek.

 

15-) Ve kalu in hazâ illâ sıhrun mubiyn;

“Bu apaçık bir büyüleyici etkidir” dediler. (A.Hulusi)

15 – Ve, bu, diyorlar başka bir şey değil, apaçık bir sihir. (Elmalı)

 

Ve kalu in hazâ illâ sıhrun mubiyn ve derler ki açıkça bu büyüleyici sözden başka bir şey değildir.

Ahiretten söz edilen her yerde akılları almadığı için sevgili dostlar Ahiretten ve gaybdan bahseden her ayeti sihir olarak görüyorlar. Aslında burada gördükleri olağanüstü bir hal falan yok, sadece kafalarının, havsalarının almadığı bir dünyadan söz edildiğini gördüklerinde buna sihir diyorlar. Akıllarının almadığı ahiretle ilgili tüm ayetlere yaklaşımları bu.

 

16-) Eizâ mitna ve künna türaben ve ızamen einna le meb’usûn;

“Öldüğümüz, toprak ve kemikler olduğumuzda, gerçekten biz bâ’s olunacak mıyız?” (A.Hulusi)

16 – Öldüğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz vakit mı? biz mi ba’s olunacakmışız? (Elmalı)

 

Eizâ mitna ve künna türaben ve ızamen einna le meb’usûn ne yani biz ölüp gittikten, toza toprağa karışmış bir iskelet halini aldıktan sonra tekrar mı diriltileceğiz derler.

 

17-) Eve abaünel evvelun;

“Evvelki atalarımız da mı?” (A.Hulusi)

17 – Evvelki atalarımız da mı? (Elmalı)

 

Eve abaünel evvelun yani eski atalarımızda mı diriltilecek, hala devam ediyorlar. Salvo üstüne salvo. Aslında burada alttan alta farklı bir şey görüyorum ben. Bir korku eski atalarımızda mı diriltilecek derken babalarımızla yüzleşmeyelim. Babalarımız da diriltilecekse yandık der gibiler yani. Onlarla yüzleşmeye kalkarsak eğer hesabı veremeyiz. Yani şimdi onlar gittiler bir daha dönmeyecekler diyerek onların arkasından istediğimizi söylüyor, onları takip ediyor, onlara öldükten sonra yol yordam biçiyoruz. Daha doğrusu misyon giydiriyoruz. Ama şimdi onlar da diriltilecekse bizim halimiz ne olacak. Sanki böyle bir korku var gibi geldi bana. Yani atalarıyla yüzleşmekten korku.

 

18-) Kul ne’am ve entüm dahırun;

De ki: “Evet! Siz de boyun bükmüş zavallılar olarak (bâ’s olunacaksınız).” (A.Hulusi)

18 – De ki: evet, hem siz çok hor, hakîr olarak. (Elmalı)

 

Kul de ki, cevap ver onlara ne’am evet, elbette de. ve entüm dahırun hem de rezil rüsva bir halde diriltileceksiniz.

 

19-) Feinnema hiye zecretün vahıdetün feizâ hüm yenzurun;

O ancak bir tek çığlık; birden onlar bakınırlar! (A.Hulusi)

19 – Çünkü o bir zorlu kumandadan ibarettir derhal gözleri açılıverir. (Elmalı)

 

Feinnema hiye zecretün vahıdetün feizâ hüm yenzurun nitekim o gün bir tek sarsıcı komut yankılanır her tarafta. Ve işte o gün herkes bön bön bakakalır.

 

20-) Ve kalu ya veylena hazâ yevmüd diyn;

“Vay bize! Bu, Din Günü’dür!” dediler. (A.Hulusi)

20 – Eyvah bizlere derler bu o din günü. (Elmalı)

 

Ve kalu ya veylena hazâ yevmüd diyn ve eyvaahh..! derler, eyvah.! Bu; işte o haber verilen hesap günüdür.

 

21-) Hazâ yevmül faslilleziy küntüm Bihi tükezzibun;

“Bu, kendisini yalanladığınız ayırt etme sürecidir!” (A.Hulusi)

21 – Bu işte o sizin yalan dediğiniz fasıl günü. (Elmalı)

 

Hazâ yevmül faslilleziy küntüm Bihi tükezzibun işte bu yalanlayıp durduğunuz, iyi ile kötünün arasını ayırma günüdür.

 

22-) Uhşürulleziyne zalemu ve ezvacehüm ve ma kânu ya’budun;

“Toplayın o zulmedenleri (bilinçleri), onların eşlerini (bedenlerini) ve tapınıp kulluk yaptıkları şeyleri.” (A.Hulusi)

22 – Toplayın mahşere o zulmedenleri ve eşlerini ve Allah dan başka taptıkları şeyleri. (Elmalı)

 

Uhşürulleziyne zalemu ve ezvacehüm ve ma kânu ya’budun toplayın bütün o zalimleri onların türdeşlerini ve kulluk ettikleri her bir şeyi toplayın.

Ellezine zalemu geliyor burada, zulümde direnenler diye mana vermek lazım zalemu; mazi fiil, çoğul kipinden. Kendilerini bilmeyenler için kullanılır Kur’an da genelde. Çünkü zulüm bir şeyi yerinden etmektir. Allah’ın koyduğu yerden etmeye zulüm denir. İnsanı Allah bir yere koymuş, ona bir misyon biçmiş, bir rol biçmiştir. Ama insan Allah’ın kendisini koyduğu yerden kendi eliyle kendisini ederse zulüm olur bu. İşte bu da kendini bilmezliktir, yerini şaşırmaktır. Yerini şaşıranlar zalim olurlar.

 

23-) Min dûnillâhi fehduhüm ila sıratıl cahıym;

“Allâh dûnundakileri! Onları cehennem yoluna yollandırın!” (A.Hulusi)

23 – Toplayın da götürün onları sırata; Cehennem köprüsüne doğru. (Elmalı)

 

Min dûnillâh Allah’tan başka her şeyi, yani burada demişti ki toplayın o zalimleri, türdeşlerini, taptıklarını, Allah’tan başka taptıkları her şeyi fehduhüm ila sıratıl cahıym ve hepsini gözleri fal taşı gibi açacak bir ateşe sürün.

Cahıym; etimolojik olarak Cahmet-ül ayn derler mesela gözleri yuvalarından fırlamış. Onun için gözleri pörtlek olana böyle denilir Araplarda. Onun içinde öyle dehşetli bir gazap ki onu gören göz yuvasından fırlayacak. Gördüğünün dehşetinden, gördüğü şeyin dehşeti gözü çekecek bir mıknatıs gibi.

 

24-) Ve kıfuhüm innehüm mes’ulun;

“Durdurun onları! Muhakkak ki onlar sorumludurlar!” (A.Hulusi)

24 – Ve tevkif edin onları, çünkü sorguya çekilecekler. (Elmalı)

 

Ve kıfuhüm innehüm mes’ulun ve onları orada alıkoyun. Çünkü onlar sorgulanacaklar.

Sorgulanmaktan kim kaçmaz? Belli sorumluluktan kaçmayanlar kaçmaz. Sorumluluktan kaçmaması içinde sorumlu bir hayat yaşaması lazım. Eğer sorumsuz bir hayat yaşamışsa sorgulanmaya nasıl evet desin Onun için kaçacaklar ama, kaçamayacaklar.

 

25-) Ma leküm lâ tenâsarun;

“Ne oldu size ki (bugün) birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?” (A.Hulusi)

25 – Ne oldu sizlere yardımlaşmıyorsunuz? (Elmalı)

 

Ma leküm lâ tenâsarun denilecek ki ne oldu, neden birbirinize yardım etmiyorsunuz ki, hadi. Dünyada birbirinizin yalanını da, sapkınlığını desteklemek için omuz omuza veriyordunuz. İnkarda, küfürde. Bu hesap gününde de birbirinizi desteklesenize.

 

26-) Bel hümül yevme müsteslimun;

Aksine onlar bugün boyun eğip teslim olmuşlardır! (A.Hulusi)

26 – Hayır bu gün onlara teslim olmuşlardır. (Elmalı)

 

Bel hümül yevme müsteslimun yoo..! ama hayır bu imkansız. Onlar o gün Allah’a ister istemez teslim olacaklar. Dünyada gönüllü teslim olmayanlar, hesap günü gönülsüz de olsa mecburen teslim olacaklar. Dünyada teslim olsalardı Müslüman olmuş olacaklar, bu teslimiyetlerinin adı da İslam olacaktı. Ama orada teslim olmanın hiçbir getirisi olmayacak.

 

27-) Ve akbele ba’duhüm alâ ba’dın yetesaelun;

Birbirlerini sorgulayıp suçlarlar! (A.Hulusi)

27 – Ve bazısına dönmüş soruyorlardır: (Elmalı)

 

Ve akbele ba’duhüm alâ ba’dın yetesaelun ve birbirlerine yönelerek yardım talebinde bulunacaklar, ya da birbirlerine soracaklar. İki manaya da gelir yetesaelun. Birbirlerine yardım talebinde bulunmak, ya da birbirlerine sormak. Ama yardım talebi gibi geldi bana burada.

 

28-) Kalu inneküm küntüm te’tunena anil yemiyn;

“Muhakkak ki siz bize sağdan (sanki hakikati bildirirmiş gibi) gelirdiniz?” (A.Hulusi)

28 – Siz diyorlardır: bize sağdan gelir dururdunuz. (Elmalı)

 

Kalu inneküm küntüm te’tunena anil yemiyn bir kısmı şöyle diyecek…

Değerli dostlar burada anti parantez şunu hemen vurgulamalıyım. Burada anlatılanları başka hiçbir kaynak anlatamaz. Öyle bir yerden konuşuluyor ki şu anda, Allah’tan başkasının haber veremeyeceği bir yer. Ahiret. Arkeolojik kazılarla bilgi elde edemeyeceğiniz bir alandan konuşuyor Kur’an. Uzayda ki kulaklarınızla dinleyemeyeceğiniz bir alandan konuşuyor Kur’an. Laboratuarda çalışarak elde edemeyeceğiniz bilgiler veriyor şu anda Kur’an ve kimse bu bilgileri veremez başka. Bu bilgileri verse verse; Sadece ve sadece Kur’an verir. Unutmayın. İşte Kur’an oradan konuşuyor. Onun içinde dinlerken can kulağıyla dinlemek gerekiyor.

Kalu inneküm küntüm te’tunena anil yemiyn bir kısmı şöyle diyecek; siz bize hep sureti haktan görünerek yanaştınız, Anil yemin, sağdan demek kelime manası. Ama Arap dilinde sağdan yanaşmak aldatarak, tumturaklı gerekçelerle yaklaşmak.

 

29-) Kalu bel lem tekûnu mu’miniyn;

(Onlar da) dediler ki: “Hayır, siz iman etmediniz (bildirilenlere)!” (A.Hulusi)

29 – Yok, diyorlardır: siz inanmamıştınız. (Elmalı)

 

Kalu bel lem tekûnu mu’miniyn onlar da cevap verecekler; asla diyecekler siz zaten hiç inanmamıştınız ki.

 

30-) Ve ma kâne lena aleyküm min sultan* bel küntüm kavmen tağıyn;

“Bizim, üzerinizde bir hâkimiyetimiz yoktu… Aksine siz azgın bir topluluk idiniz.” (A.Hulusi)

30 – Ve bizim size karşı cebredebilecek bir saltanatımız yoktu, fakat siz azmış bir kavim idiniz. (Elmalı)

 

Ve ma kâne lena aleyküm min sultan hem bizim sizi zorlayacak hiçbir gücümüz de yoktu. bel küntüm kavmen tağıyn bilakis siz küstah ve azgın bir topluluk idiniz.

Hani İbrahim suresinde geçer ya, hatırlayınız. Orada da ahirette şeytanın aldattıkları arasında ki diyalog sırasında geçer. O ayeti hatırlayalım; ..illâ en deavtüküm festecebtüm liy* fela telumuniy ve lumû enfüseküm. (İbrahim/22) Beni kınamayın diyor şeytan kendi yandaşlarına, arkasına dökülenlere, kendinizi kınayın, beni kınamayın. Kınayacak biri varsa o da sizsiniz. Çünkü ben davet ettim, siz de tıpış tıpış geldiniz. Sorgulamadınız. Ben tuzağın içine peynir koydum, Allah size akıl vermiş ama siz fare gibi davranış gösterdiniz, peynir burada ne geziyor, kim koymuş bunu buraya demediniz. Hemen atladınız. Ben itlaf etmek için sizin imanınızı telef etmek için köftenin içine zehir koyup verdim siz ise akıllı bir insan gibi değil, köfte sever bir canlı gibi davrandınız. Yani ona atıldınız. Ve dolayısıyla bunu buraya kim koymuş, bunun için ne bedel ödedim, bunu yiyince başıma ne gelir diye sormadınız. Oysa akıl bunun içindi ve yediniz. Onun için öyle diyecek beni kınamayın, kendinizi kınayın.

ma ene Bi musrihıküm ve ma entüm Bi musrihıyye (İbrahim/22) bugün ne benim size bir yararım olur, ne ben sizin imdadınıza yetişebilirim, ne de siz benim imdadıma yetişebilirsiniz diyecek. Bu ayette ki diyalogla burayı birlikte okumak lazım.

 

31-) Fehakka aleyna kavlü Rabbina* inna lezâikun;

“İşte sonunda Rabbimizin bildirisi gerçekleşti! Doğrusu (şimdi) biz (azabı) tadıcılarız.” (A.Hulusi)

31 – Onun için üzerimize rabbimizin kavli Hakk oldu, her halde hepimiz tadacağız. (Elmalı)

 

Fehakka aleyna kavlü Rabbina* inna lezâikun fakat şimdi rabbimizin sözü hepimizin aleyhine gerçekleşti. Hepimiz yaptıklarımızın acısını tadacağız. Yani bir başka acı değil, kendi elimizle yaptığımızın. Onun için Allah insana gazap etmez. Allah insana azab etmez. insan kendi eylemleriyle kendine eder.

ve ma zalemnahüm ve lâkin kânu enfüsehüm yazlimun. (Nahl/118) onlara biz zulmetmedik asla, Asıl onlar kendi kendilerine zulmettiler. O kadar.

 

32-) Feağveynaküm inna künna ğaviyn;

“Bundan ötürü sizi saptırıp azdırdık… İşin gerçeği biz azmıştık!” (A.Hulusi)

32 – Evet biz sizi kışkırttık, çünkü biz azgındık. (Elmalı)

 

Feağveynaküm inna künna ğaviyn fakat biz sizi aldatmadık. Ben burayı böyle anladım, böyle çevirdim. Başka türlü çevirenler de var. Ama asıl burada ki 28. ayette ki sureti haktan görünüp bizi aldattınız diyorlardı ya, ona cevap gibi geldi bana. Fakat biz sizi aldatmadık, o aldatmadık yok literal olarak. Parantez içinde onu söylüyorum. Açıkça saptırdınız. Yani sureti haktan görünüp de bizi aldattınız demeyin açıkça saptırdık sizi. Niye? Arkasında inna künna ğaviyn geliyor. Çünkü biz zaten sapıtmış kimselerdik. Buradan zımnen söylediği şu sapığı takip edince  sapıtacağınızı akledemediniz mi. aklınıza gelmedi mi diyor.

 

33-) Feinnehüm yevmeizin fiyl azâbi müşterikûn;

Muhakkak ki onlar, o süreçte azapta ortak olanlardır. (A.Hulusi)

33 – O halde hepsi o gün azâpta müşterektirler. (Elmalı)

 

Feinnehüm yevmeizin fiyl azâbi müşterikûn şu halde onlar o gün azapta da ortak olacaklar.

Bu açık ve net dostlar, bu açık ve net. Kim kimin yolundan yürüyorsa o, onun vardığı yere varır. Bunu bilmek için kahin olmaya, hatta zeki olmaya bile gerek yok. Kimin yolundan yürüyorsanız onun durduğu yere varırsınız, onun menziline varırsınız. Yolunuz müşterekse durağınız da müşterek diyor. Bu, bu kadar.

 

34-) İnna kezâlike nef’alu Bil mücrimiyn;

Kesinlikle biz, şirk suçunu açığa çıkaranlara işte bunu uygularız! (A.Hulusi)

34 – İşte biz mücrimlere böyle yaparız. (Elmalı)

 

İnna kezâlike nef’alu Bil mücrimiyn çünkü biz suçu tabiat haline getirenlere işte böyle davranacağız. Mücrimiyn i suçu tabiat haline getirenler diye çevirdim. Çünkü bir tek cürüm, bir tek suç işlemek sahibini mücrim yapmaz. Suçu içselleştirmesi, suçu tabiat haline getirmesi, suçu bir ahlaka dönüştürmesi lazım. Onun için o suçu isim olarak alır. Artık mücrim diye anılır.

 

35-) İnnehüm kânu izâ kıyle lehüm lâ ilâhe illAllâhu yestekbirun;

Onlara “lâ ilâhe İllAllâh” gerçeğini kabullenin denildiğinde, muhakkak ki onlar benliklerini öne çıkarmışlardı! (A.Hulusi)

35 – Çünkü onlar «la ilahe illallah» denildiği zaman kafa tutuyorlardı. (Elmalı)

 

İnnehüm kânu izâ kıyle lehüm lâ ilâhe illAllâhu yestekbirun şu bir gerçek ki ne zaman kendilerine Allah’tan başka ilah yoktur denilmişse, mutlaka küstahça kibirlenmişler, böbürlenmişlerdir.

 

36-) Ve yekulune einna letarikû alihetina lişa’ırin mecnun;

“Tanrılarımızı, cinlenmiş bir şair için terk mi edeceğiz?” derlerdi. (A.Hulusi)

36 – Ve «hiç biz mecnun şâir için ilâhlarımızı bırakır mıyız?» diyorlardı. (Elmalı)

 

Ve yekulune einna letarikû alihetina lişa’ırin mecnun ve; ne yani şimdi kalkıp ta mecnun bir şairin sözüne uyup ilahlarımızı mı terk edelim demişlerdir. Böyle demişlerdir.

Aslında zihnen kurdukları bir bağ var. Vahyi şiire benzetiyorlar. Yasini şerifte ilgili ayetleri işlerken bunu da işledik hatırlayınız. Ve ma allemnahüş şi’re ve ma yenbeğıy leh. (Yasin/69) ayetlerinin tefsirinde bunu işlemiştik. Şiiri vahye benzetiyorlar, vahyi şiire. Peygamberi de şaire benzetiyorlar. Daha arkası var. Şiirle kehanet arasında doğrusal bir bağ kuruyorlar. Şairlerle cin arasında da doğrusal bir bağ kuruyorlar. Yapısal bir bağ bu. Dolayısıyla böyle düşününce şu sonuca varıyorlar. Bu şiirdir, bunu söyleyen şairdir, şairlere şiiri cinler verir. Cinlerle haşır neşir olanda mecnundur, cinlenmiştir. İşte oradan yola çıkarak böyle bir yafta yapıştırıyorlar.

 

37-) Bel cae Bil Hakkı ve saddakal murseliyn;

Hayır, O, Hak olarak gelmiştir ve Rasûlleri de tasdik etmiştir. (A.Hulusi)

37 – Hayır o Hakk ile geldi ve bütün Peygamberleri tasdik eyledi. (Elmalı)

 

Bel cae Bil Hakkı ve saddakal murseliyn yoksa onlar bilmiyorlar mı..

Peygambere, peygamberlikten önce Muhammed ül emiyn dediklerini ve toplumun en ahlaklı, en zeki en kaliteli insan olarak gördüklerini bilmiyorlar mı. Onlar da biliyorlar ama, inkar böyle bir şey.

Hayır bilakis o hakikati getirmiş ve geçmiş gitmiş elçileri tasdik etmiştir.

 

38-) İnneküm lezâikul azâbil eliym;

Muhakkak ki siz o feci azabı tadıcılarsınız! (A.Hulusi)

38 – Elbette siz o elîm azâbı tadacaksınız. (Elmalı)

 

İnneküm lezâikul azâbil eliym şu kesin ki siz acıklı bir azabı hak ettiniz. Neden? Çünkü siz kendi kendinizi inkar ettiniz. Çünkü siz hakikate gözlerinizi kapadınız, yalanı içselleştirdiniz.

 

39-) Ve ma tüczevne illâ ma küntüm ta’melun;

Yaptıklarınızın sonucundan başka bir şey yaşamazsınız! (A.Hulusi)

39 – Mamafih başka değil, hep yaptığınız amellerinizle cezalanacaksınız. (Elmalı)

 

Ve ma tüczevne illâ ma küntüm ta’melun ve yaptıklarınızın dışında bir şeyle cezandırılmayacaksınız. Yani cezalandırılacaksınız ama, yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız.

Tevbe/21 le birlikte (Hayır 121. olacak) anlamak lazım, onun ışığında anlamak lazım bu ayeti. .. li yecziyehümullâhu ahsene ma kânu ya’melun. (Tevbe/121) evet, orada diyordu ki mü’minlere; hak ettiklerinizin en güzeli ile cezalandırılacaksınız. Mü’minlere. Yani Mü’minler Allah’ın rahmetini böyle elde edecekler. Mesela namazlar tasnif edilmiş sıra sıra namazlar, teneke namazlar, demir namazlar, bakır namazlar, tunç namazlar, gümüş namazlar, altın namazlar, elmas namazlar. Varsa tabii. Bir tane bile. En iyisi ne mümine rahmet ederken Allah elmas namazlar mı bir tane, maksimumuna ulaşmış hangisi ise diğerlerini de ona katın. Ama burada inkarcılar için tersi yok. Yaptıklarının en kötüsü değil, yaptıkları kadar. İşte Allah’ın rahmet farkı.

 

40-) İlla ‘ıbadAllâhil muhlesıyn;

Allâh’ın ihlâsa (samimiyete, sâfiyete) erdirilmiş kulları (azaptan) müstesna. (A.Hulusi)

40 – Müstesnâ ancak Allahın ihlâs verilmiş kulları. (Elmalı)

 

İlla ‘ıbadAllâhil muhlesıyn ancak Allah’ın ihlasını desteklediği kulları hariç. Muhlesiyn; Kur’an da 2 tür gelir. Muhlisiyn ve muhlesıyn. Yani hem ismi fail olarak, hem ismi meful olarak. Bu ne manaya gelir? Hem aktif bir özne olarak kişi ihlas sahibi olur, hem de Allah ona ihlas verir, samimiyetini artırır. Bu şu demektir; özünde samimi olmaya çaba gösterirse, Allah onun bu çabasını destekleyerek samimiyetini maksimum seviyeye yükseltir. Onun için bu ayetin söylediği de aslında bu.

Hani Üzmer/11. ayetinde deniliyordu ya; Kul inniy ümirtü en a’budAllâhe muhlisan lehüd diyn. (Zümer/11)aslında ihlasın tarifidir bu. De ki ben dini yalnız Allah’a has kılarak, onu başka her tür sapmadan, kirlenmeden korumakla emr olundum, O’na kulluk etmekle emr olundum. Yani dini temiz tutarak, inancı, imanı temiz tutup ona sağdan soldan kir karıştırmamak ihlastır işte, budur.

 

41-) Ülaike lehüm rizkun ma’lum;

İşte onlar için bilinen (takdir edilmiş olan) bir rızık vardır. (A.Hulusi)

41 – Onlar için bir «malûm rızık» var. (Elmalı)

 

Ülaike lehüm rizkun ma’lum işte onlar için ahirette belirlenmiş bir rızık vardır.

 

42-) Fevakih* ve hüm mükremun;

Meyveler (elde etmiş oldukları kuvvelerin getirileri)… Onlar ikram olunanlardır. (A.Hulusi)

42 – Meyveler, ve onlar hep ikram olunurlar. (Elmalı)

 

Fevakih lezzet kaynağı her tür ürün. Fakihe de meyve manasına gelir Arap dilinde ama üretildiği fe ki he kökü aslında neş’e, lezzet, haz, sevinç manalarına gelir. Yani hazzın, refahın sevincin sürurun kaynağı. ve hüm mükremun zira onlar tarifsiz bir ikrama mazhar olacaklar. Yani tarifsiz bir ikram, mükemmel ikram daha doğrusu.

 

43-) Fiy cennatin ne’ıym;

Nimetler cennetlerinde. (A.Hulusi)

43 – Naîm Cennetlerinde. (Elmalı)

 

Fiy cennatin ne’ıym nimetlerle tıka basa dolu olan cennetlerde. Cennet; güzelliklerin üretildiği merkezdir değerli Kur’an dostları. Bildiğimiz, dünyada tanıdığımız ne kadar lezzet, tat, neşe, zevk varsa hepsi cennette ki mükemmel aslının çok geri bir kopyasıdır. Aslı cennettedir. Cennet, varlığın tekamül ettiği yerdir. Cennet güzelliğin üretildiği merkezdir unutmayınız ve onun için cennete girmiş Mü’min, tekamül sürecinin sonuna ermiş mümindir. Yani yürüyüşün sonu cennet olursa içinizdeki potansiyelin maksimum gerçekleştirildiği yerdir orası. Yani siz de maksimum noktanıza çıkmış olursunuz. Onun için cennet en iyinin en iyi ile en iyi ortamda buluştuğu en iyi yerdir.

[Ek bilgi; Cennet hakkında detaylı bilgi için Yasin/55 bakınız.]

 

44-) Alâ sürurin mütekabiliyn;

Serirler (makamlar) üzerinde karşılıklı olarak otururlar. (A.Hulusi)

44 – Karşılıklı tahtlar üzerinde. (Elmalı)

 

Alâ sürurin mütekabiliyn muhteşem tahtlarda birbirlerine bakışarak. Cennette kimse kimsenin ensesinden bakmayacak. Kur’an da cennetliklerden söz ederken hep yüz yüze bakmaktan, sevgi dolu bakışlarla bahseder. Enseden bakmak aslında arkadan bakmaktır. Cennette herkes herkesin yüzüne bakacak, yüzünden tat alacak. Çünkü yüzüne bakılacak insanlar olacak. Sevginin aslı orada. Adeta sevgi ırmağı cennetten doğuyor. Dünyaya da birkaç damla gelmiş olsa gerek. O birkaç damlacık dahi insanın hayatını günü gülzar ediyor, ya aslı ne etmez.

 

45-) Yutafü aleyhim Bi ke’sin min me’ıyn;

Kaynaktan (Esmâ hakikatinden) doldurulmuş kâseleri (kuvveleri) gezdirilir. (A.Hulusi)

45 – Maînden bir ke’s ile üzerlerine pırlanılır. (Elmalı)

 

Yutafü aleyhim Bi ke’sin min me’ıyn aralarında kaynak sularından doldurulmuş kristal kaseler dolaştırılacak. Ke’s; Arapça da dolu bardak, dolu kâse, dolu kadeh. Boşuna kû’t denir. Kû’t ta ke’s te bardak manasına gelir ama dolu olanına ke’s, boş olanına kû’t denir. Arap dilinde iclis te u’kut ta otur manasına gelir. Fakat arasında ciddi bir nüans vardır. Nedir o? Ayaktakine otur demektir iclis, yatana otur demek te u’kut tur. Böylesine harika bir ayırım vardır. Yani incelik vardır dilde.

 

46-) Beydae lezzetin lişşaribiyn;

Bembeyaz (marifet nûru), içenlere (kullananlara) keyif veren kâseler (kuvveler). (A.Hulusi)

46 – Bembeyaz, içenlere lezzet. (Elmalı)

 

Beydae lezzetin lişşaribiyn içenlere tarifsiz bir lezzet veren berraklıkta olacak.

 

47-) Lâ fiyha ğavlün ve lâ hüm anha yünzefun;

Aklı yanlışa yönlendiren bir özellik yoktur onda… Onlar ondan sarhoş da olmazlar (neyi nasıl yaptıklarının bilincini hiç yitirmezler)! (A.Hulusi)

47 – Onda ne bir gaile vardır, ne de başlarına vurur. (Elmalı)

 

Lâ fiyha ğavlün ve lâ hüm anha yünzefun ne zahmet verir ne de baş döndürür.

 

48-) Ve ‘ındehüm kasıratüt tarfi ıyn;

Yanlarında gözlerini yalnızca onlara dikmiş, göz aydınlığı olanlar vardır. (A.Hulusi)

48 – Yanlarında iri gözlü nazarlarını kasretmiş nazenînler. (Elmalı)

Ve ‘ındehüm kasıratüt tarfi ıynun ve yanlarında gözü dışarıda olmayan tatlı bakışlı eşler olacak. Bunun cinsiyeti falan verilmiş değil. Geleneksel tefsirimiz hep beyli cinslere hasreder ama gözü dışarıda olmayan kasıratüt tar. Bakışın bir kısmını kısmak demektir kelime olarak. Yani belli şeylere bakmayan. Daha doğrusu bakışını kontrol altında tutan, kontrol eden bakışını demektir. Bu da çevirdiğim gibidir. Yani gözü dışarıda olmayan, gözü hep eşinde olan eşler. İşte bu, adeta burada iffet timsali sevgi dolu eşlere tekabül ediyor.

 

49-) Keennehünne beydun meknun;

Sanki onlar (kendileri için) korunmuş yumurtalar (kuvvelerini açığa çıkarmada yardımcı objeler) gibidir. (A.Hulusi)

49 – Sanki saklı yumurtalar. (Elmalı)

 

Keennehünne beydun meknun sanki kumda gizlenmiş deve kuşu yumurtaları gibi kusursuz eşler. Kumda gizlenmiş deve kuşu yumurtaları. Yani burada gün görmemiş, ellenmemiş. Bu manaya gelir. El değmemiş, bu manaya gelir. Evet, eşler.

[Ek bilgi; “Bu ayet müfessirler tarafından çok çeşitli şekillerde yorumlanmış olmasına rağmen en doğrusu, Hz. Ümmü Seleme'den rivayet edilen şu hadistir. Rasûlullah'a (s.a.) bu ayetin anlamı sorulduğunda o şöyle dedi: "Bunlar, yumurtanın kabuğu ile içi arasındaki zar kadar nazik ve yumuşak olacaklardır." (İbn Cerir.) (Ebul Al’a Mevdudi- Tefhimu’l Kur’an)]

 

50-) Feakbele ba’duhüm alâ ba’dın yetesaelun;

(Cennettekiler) birbirlerine yönelip soruşurlar. (A.Hulusi)

50 – Derken bazısı bazısına dönmüş soruyorlardır: (Elmalı)

 

Feakbele ba’duhüm alâ ba’dın yetesaelun işte onlar da birbirlerine dönerek sualler soracaklar.

 

51-) Kale kailün minhüm inniy kâne liy kariyn;

Onlardan biri dedi ki: “Gerçekten benim bir arkadaşım vardı.” (A.Hulusi)

51 – İçlerinden bir söyleyen «benim der: bir karînim vardı. (Elmalı)

 

Kale kailün minhüm inniy kâne liy kariyn içlerinden biri diyecek ki bir zamanlar benim bir arkadaşım vardı.

 

52-) Yekulü einneke le minel musaddikıyn;

(O) derdi ki: “Hakikaten sen (bildirilenleri) tasdik edenlerden misin?” (A.Hulusi)

52 – Derdi: sen cidden inananlardan mısın? (Elmalı)

 

Yekulü einneke le minel musaddikıyn bana; “Ne, yoksa sen onun doğruluğunu tasdik mi ediyorsun.” Diye itiraz ederdi.

 

53-) Eizâ mitna ve künna türaben ve ‘ızamen einna le mediynun;

“Gerçekten biz öldüğümüz, toprak ve kemikler olduğumuzda mı cezalandırılacağız?” (A.Hulusi)

53 – Öldüğümüz de bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz vakit hakikaten biz cezalanacak mıyız?» (Elmalı)

 

Eizâ mitna ve künna türaben ve ‘ızamen einna le mediynun ne yani derdi, biz şimdi ölüp gittikten, toza toprağa karıştıktan sonra bir iskelet halini aldıktan sonra hesap vereceğiz öyle mi? Diye eklerdi. einna le mediynun Medine, bakınız aynı köktendir. Medeniye, temeddün. Aslında Medine; içinde hukukun uygulandığı yerleşim merkezi anlamına gelir. Medeniyette hukukun hakim olduğu uygarlıktır. Hukukun üstün olduğu. Burada reddettiği şey hesap, yargılama. Aslında ahireti inkarın arkasında yatan gizli gerçeği söylüyor bu ayet. Sorumsuzca bir hayatı yaşamak istiyor, onun içinde yargılanmayı reddediyor, hesap vermeyi reddediyor. Hesapsız yaşamak istiyor, hepsi bu. Ahireti inkarın temelinde bu yatıyor.

 

54-) Kale hel entüm müttali’un;

Dedi ki: “Siz söz ettiğinizin gerçekleşmesine şahit oldunuz mu?” (A.Hulusi)

54 – Nasıl der bir bakıştırır mısınız: (Elmalı)

 

Kale hel entüm müttali’un sözüne devamla sordu. Onun halini görmek ister misiniz. Onun ne durumda olduğunu bilmek ister misiniz?

 

55-) Fettale’a fereahü fiy sevail cahıym;

İşte şimdi onu yaşadılar; üstelik onu cehennemin tam ortasında gördü. (A.Hulusi)

55 – Derken bakmış onu tâ Cehennemin ortasında görmüştür. (Elmalı)

 

Fettale’a fereahü fiy sevail cahıym bunun üzerine bakar etrafına ve onu cehennemin taa..! orta yerinde görür.

 

56-) Kale tAllâhi in kidte le turdiyn;

Dedi ki: “TAllâhi, az kalsın beni de bu çukura yuvarlayacaktın.” (A.Hulusi)

56 – Tallahi, der: doğrusu sen az daha beni helâk edecektin. (Elmalı)

 

Kale tAllâhi in kidte le turdiyn aman Allah’ım der. Aman Allah’ım, az kalsın beni de mahvedecektin. Beni de yanına buraya alacaktın der.

 

57-) Velev lâ nı’metü Rabbiy leküntü minel muhdariyn;

“Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, kesinlikle (cehennem) kapısına zorunlu getirilenlerden olurdum.” (A.Hulusi)

57 – Rabbimin nimeti olmasa idi ben de bu ihzar edilenlerden olacaktım. (Elmalı)

 

Velev lâ nı’metü Rabbiy leküntü minel muhdariyn eğer rabbimin yardımı olmasaydı ben de burada tutulanlardan olmuştum diyecek.

Burada bir diyalog geçiyor, temsili bir diyalog. Zaten bu ayetlerde anlatılan ahiret hayatının ve hassaten cennet hayatının, bizim şu sınırlı havsalamız ve aklımızla algılayabileceğimiz bir gerçeklik değil. Aklımızı aşan bir gerçeklikten, aklımızın alacağı kelimelerle söz ediliyor ve burada ki diyalogdan amaçta kötü arkadaşın ne dehşet zararı olduğu yeriliyor. Yani aslında akıbeti kötü olanların bir çoğu, kötü arkadaş yüzünden oluyor. Belki Sadi Şirazi’nin dediği gibi;

Yâri bed bed ter-bâd ez mâri bed” kötü arkadaş engerek yılanından daha zehirlidir dediği gibi gerçekten de kötü arkadaşın soktuğu ölüyor. Burada söylenen gerçekte o olsa gerek.

 

58-) Efema nahnu Bi meyyitiyn;

“Biz beden kaydından kurtulmuşlardan değil miyiz?” (A.Hulusi)

58 – Nasılmış bak? Biz ölecek değiliz. (Elmalı)

 

Efema nahnu Bi meyyitiyn cennet arkadaşlarına yönelerek, bir daha ölmeyeceğiz değil mi der sevinçle.

 

59-) İlla mevtetenel ula ve ma nahnu Bi muazzebiyn;

“İlk ölümü tadışımız dışında (artık başka ölüm yaşanması söz konusu değil)! Biz azap olunacaklar da değiliz.” (A.Hulusi)

59 – ilk ölümümüzden başka. Ve biz muazzep değiliz. (Elmalı)

 

İlla mevtetenel ula ve ma nahnu Bi muazzebiyn ölüm sadece şu ilk ölümümüzdü değil mi. ve biz artık asla azaba uğratılmayacağız değil mi. Allah, Allah, insanın cennette dahi nasıl sevindiğini gösteren ayetler bunlar.

 

60-) İnne hazâ lehüvel fevzül azıym;

“Muhakkak ki bu büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (A.Hulusi)

60 – Bu işte hiç şüphesiz o büyük murad, büyük kurtuluş. (Elmalı)

 

İnne hazâ lehüvel fevzül azıym evet bu, işte budur muhteşem zafer. Evet dostlar işte budur muhteşem zafer. Kazanmak nedir, başarı ne, başarısızlık ne, kaybetmek ne. Allah’tan bağımsız bir başarı tasarımı yok. Allah’tan bağımsız bir kariyer planlaması yok. Bir mü’min Allah’tan bağımsız bir kariyer planlaması yapamaz, yapmamalı. Çünkü başarı dediğiniz şeyin içini Allah dolduracak. Yoksa yok. Parçada başarı görünen öyle şeyler var ki bütünde korkunç bir kayıptır. Nasıl garanti edeceksiniz. Bütünü gören birine sığınmadan nasıl garanti edeceksiniz. Sizi aldatan bir parça ise ve bütün içinde gerçekte çok berbat duruyorsa..! Evet..!

 

61-) Limisli hazâ felya’melil amilun;

Çalışanlar işte bunun için çalışsınlar! (A.Hulusi)

61 – Böyle bir murad için çalışsın çalışan erler. (Elmalı)

 

Limisli hazâ felya’melil amilun çalışıp çabalayanlar işte buna benzer bir akıbet için çalışmalıdırlar.

Bir daha okuyalım mı? Bu ayet bir kez daha okunmayı hak ediyor. Limisli hazâ felya’melil amilun çalışıp çabalayanlar işte böyle bir başarı için çalışıp çabalamalıdırlar.

 

62-) Ezâlike hayrun nüzülen em şeceretüz zakkum;

Nüzûl itibarıyla bu mu hayırlıdır yoksa zakkum ağacı (kişinin bedeni) mı? (Buraya kadar kişinin hakikatine imanla açığa çıkardığı Esmâ kuvvelerinin yaşatacağı cennet hâlinden bahsedilmişken; şimdi de kişiye cehennemi yaşatacak, kendini beden kabul etmesi sonucu yalnızca bedenî zevklere dönük yaşamasının sonuçları, benzetmelerle anlatılmaya başlanmıştır. A.H.) (A.Hulusi)

62 – Nasıl bu mu hayırlı konmak için yoksa o zakkum ağacı mı? (Elmalı)

 

Ezâlike hayrun nüzülen em şeceretüz zakkum şimdi konuğu böyle ağırlamak mı iyidir, yoksa zehir zakkumla ağırlamak mı. Aslında zakkum ağacıyla, lafzen bu. zehir zıkkım olsun derler ya, aslına zehir zakkum olsun, Anadolu’da deyim olmuş, yani konuğu böyle muhteşem bir sofrayla ağırlamak mı, cennet gibi bir yerle ağırlamak mı, yoksa zehir zakkumla ağırlamak mı. Onu söylüyor. Nüzülen ağırlamak, mükellef ziyafet manasına gelir. Vahiy bir gök sofrası olduğu için nazil olmuştur. Yani vahyin nazil olmasından söz ederken de vahyin insanlığın önüne açılmış bir gök sofrası olduğunu söylemiş oluyoruz.

Şeceretüz zakkum ilk geçtiği yer Duhan/43. ayet. Buna ateşte ağaç biter mi, ki Yasin/80. ayetinde bunu görmüştük. Yani ağaçtan ateş çıkıyor, ateşte de ağaç bitiyor. Birbirinin zıddı. Ağaçtan ateş, ısı çıktığını gördünüz inandınız da ateşin ortasında ağaç çıktığını Allah söyleyince niye inkar ediyorsunuz. İlk inkarcılara aslında söylenen de bu.

Zakkum lügatte, yemek, yutmak, nahoş bir şey yutmak ya da nahoş şekilde, kötü şekilde yemek anlamına geliyor. Biraz sonra daha ayrıntılı bilgi vereceğim.

 

63-) İnna ce’alnaha fitneten liz zâlimiyn;

Doğrusu biz onu (zakkum ağacını – bedeni) zâlimler için bir sınav objesi kıldık (hakikatlerini mi hatırlayacaklar yoksa kendilerini beden kabul ederek mi yaşayacaklar). (A.Hulusi)

63 – Ki biz onu zalimler için bir fitne kılmışızdır. (Elmalı)

 

İnna ce’alnaha fitneten liz zâlimiyn şüphe yok ki biz onu zalimler için bir imtihan aracı kıldık.

Sınav aracı, iman; gaybi hakikatlere inanmaktır dostlar. Sınav aracı kılınan bir çok şey var Kur’an da tek tek bu ayet kullanılır oralarda da, bu ibare. Salih peygamberin devesi mesela, Kamer/27. ayeti. Üzerinde 19 vardır ayetin. 19 melek mi, 19 başka bir şey mi, bu sayı da bir sınav aracı kılındığı söylenir. Müddessir/31. ayetinde. Yine İsra- miraç hadisesinin sınav aracı kılındığı söylenir İsra/63. ayetinde. (Hayır İsra/60 olacak) ki bütün bunlar sınav aracı kılınmıştır. Onun için sınanma aracı kılınan bu hususlar üzerinde spekülasyon yapıp tartışmak, sınavı kaybetmek anlamına gelir.

 

64-) İnneha şeceretün tahrucü fiy aslil cahıym;

Muhakkak ki o cehennemî (yanmayı oluşturan) kaynaktan oluşan bir ağaçtır (biyolojik bedendir). (A.Hulusi)

64 – O bir ağaçtır ki Cehennemin kökünde çıkar. (Elmalı)

 

İnneha şeceretün tahrucü fiy aslil cahıym elbet o cehennemin ta orta yerinde yetişen bir ağaçtır.

 

65-) Tal’uha keennehu ruusüş şeyatıyn;

Onun (kendini yalnızca beden kabulünün) meyvesi, sanki şeytanların kafaları (bilincin içgüdüsel dürtüleri) gibidir. (A.Hulusi)

65 – Tomurcukları Şeytanların başları gibidir. (Elmalı)

 

Tal’uha keennehu ruusüş şeyatıyn tomurcukları yeleli yılanların başları gibi albenilidir. Bu ayet gerçekten açıklamaya ihtiyaç duyuyor;

Araplar yeleli bir yılan türüne şeytan derler. Hatta bir hadiste şeytan adı verilen bu yılanın çok zehirli olduğu için öldürülmesi emredilmiş, itlaf edilmesi. Buradan hisse nedir? Şu. Bu yılan başının üzerinde altın sarısı bir tüy taşır saç gibi başka yılan türlerinde olmayan muhteşem bir görüntüsü vardır başının. Çok hayret verici, şaşkınlık verici bu yılanın bu albenili başını gören biri ona hayran hayran bakarken o onu sokar ve öldürür. Yani şeytana belki de oradan mülhem olarak şeytan dendi.

İşte aslında günahın tabiatı veriliyor burada. Günah , siz onun zevkine, lezzetine ağız tadına bakarken sizi zehirleyen bir yılan, ibikli yılan, yeleli yılan (Kobra) gibi bir şey. Şeytan da böyle. Onun için burada kıssadan hisse olarak belki bugün zakkum adını verdiğimiz Nerium oleander isimli bitki. Latincesi bu. Bu bitki biliyorsunuz her yerde yetişen zakkum dediğimiz bitki. Bunu hiçbir hayvan yemez. Kokusu albenili, çiçeği de albenili ama yemeye kalktığınızda belli bir dozu aşırırsanız ölürsünüz.

İşte tıpkı günahta bunun gibi, şeytanın aldatması da bunun gibi. Eğer size dış kabuğuna bakarak aldatır da yedirirse o zaman zakkumu yemiş olursunuz. İşte burada söylediği de bu.

 

66-) Feinnehüm le akilune minha femaliune minhel butun;

Muhakkak ki onlar (dünya yaşamı boyunca) ondan yerler ve ondan karınlarını doldururlar. (A.Hulusi)

66 – Her halde onlar ondan yiyeceklerdir. Yiyecekler de ondan karınlarını dolduracaklardır. (Elmalı)

 

Feinnehüm le akilune minha femaliune minhel butun ve onlar kesinlikle ondan yemeye ve karınlarını onunla tıka basa doyurmaya mahkum ve mecburdurlar. Yani isteklerine kalmış bir şey değildir diyor.

 

67-) Sümme inne lehüm aleyha le şevben min hamiym;

Bunun sonucu onlara, yapılarına işleyecek yakıcı su (benlik duygusu) vardır. (A.Hulusi)

67 – Sonra üzerine onların hamîmden bir haşlamaları vardır. (Elmalı)

 

Sümme inne lehüm aleyha le şevben min hamiym sonra onun üstüne birde yürek dağlatan, yürek dağlayan, iç parçalayan, iç kaldıran bir umutsuzluğu yudumlayacaklar.

 

68-) Sümme inne merci’ahüm leilel cahıym;

Bundan sonra onların dönüş yerleri elbette cehennemdir. (A.Hulusi)

68 – Sonra da dönümleri şüphesiz ki Cehennemedir. (Elmalı)

 

Sümme inne merci’ahüm leilel cahıym neticede son durakları elbet gözleri fal taşı gibi açan bir ateş olacak.

 

69-) İnnehüm elfev abaehüm dâlliyn;

Çünkü onlar atalarını (hakikatten) sapmışlar olarak buldular. (A.Hulusi)

69 – Çünkü onlar babalarını dalâlette buldular. (Elmalı)

 

İnnehüm elfev abaehüm dâlliyn çünkü onlar atalarını sapkın kimseler olarak buldular.

 

70-) Fehüm alâ asârihim yühre’un;

Böylece onların izleri üzerinde ısrarla koşarlar.

70 – Şimdi de onların izlerince koşturuyorlar. (Elmalı)

 

Fehüm alâ asârihim yühre’un fakat kendileri arkalarından körü kürüne seğirtiyorlar, koşturuyorlar. Onları sapık olarak buldukları halde. Burada söylediği hakikat; değerini kıdeminden almaz. Hakikat hakikattir, değerini kendinden alır. Atalarının doğru yolda yürüyüp yürümedikleri hakikati belirleyici olmaz.

 

71-) Ve lekad dalle kablehüm ekserul evveliyn;

Andolsun ki onlardan önce, ilk nesillerin çoğunluğu da (Hakikatten) sapmıştı! (A.Hulusi)

71 – Hakikat onlardan evvel eskilerin ekserisi dalâlette idi. (Elmalı)

 

Ve lekad dalle kablehüm ekserul evveliyn doğrusu onlardan öncekilerin çoğu da sapmıştı.

 

72-) Ve lekad erselna fiyhim münziriyn;

Andolsun ki onların da içinde uyarıcılar irsâl ettik. (A.Hulusi)

72 – Celâlim hakkı için içlerinde inzar edici Peygamberler de gönderdik. (Elmalı)

 

Ve lekad erselna fiyhim münziriyn ve elbette onların içerisine de uyarıcılar göndermiş, peygamberler yollamıştık.

 

73-) Fenzur keyfe kâne akıbetül münzeriyn;

O uyarılanların sonu nasıl oldu bir bak! (A.Hulusi)

73 – Sonra da bak o inzar edilenlerin akıbeti nasıl oldu? (Elmalı)

 

Fenzur keyfe kâne akıbetül münzeriyn dön de bir bak şu uyarılanların akıbeti ne olmuş. Yani uyarılıp ta uyarıya uymayan, isyan edenlerin sonu ne olmuş. Ad kavminin sonuna bir bak, Semud kavminin sonuna bir bak, Lût kavminin sonuna bir bak, Nuh kavminin sonuna bir bak. Bak ta ibret al.

 

74-) İlla ‘ıbadAllâhil muhlesıyn;

Sadece Allâh’ın ihlâsa (samimiyete, saflığa) erdirilmiş kulları bunun dışında kaldı. (A.Hulusi)

74 – Ancak Allahın ihlâs ile seçilen kulları başka. (Elmalı)

 

İlla ‘ıbadAllâhil muhlesıyn bunun tek istisnası var Allah’ın samimi ve saf imanını desteklediği kullar. Evet. Onlar bunun istisnası. 40. ayette geçti, ki açıkladık. İnançları üzerine titizlenenlerin Allah tarafından desteklenmesine işaret. Yani bunu müjdele. İnançları üzerine titizlenenler Allah tarafından desteklenirler. Yoksa sırf kendileri baş edemeyebilirler. Ama titizlenmeleri yeterli, Allah onların eksiğini giderir.

 

75-) Ve lekad nadana Nuhun felenı’mel müciybun;

Andolsun ki Nuh bize yönelmişti… Biz ne güzel icabet edenleriz. (A.Hulusi)

75 – Celâlim hakkı için bize Nuh nidâ etmişti, biz de hakikat ne güzel mucîbiz. (Elmalı)

 

Ve lekad nadana Nuhun felenı’mel müciybun doğrusu onlardan biri olan Nuh’ta yardım dilemişti, imdat dilemişti ve onun imdadına derhal yetişmemiz ne güzeldi. Öyle buyuruyor ayeti kerime, ben de aynen çeviriyorum. Onun imdadına yetişmemiz ne güzel oldu. Yani güzel imdat dilerseniz güzel yetişiriz diyor. Tıpkı güzel adayan olursa güzelce yetiştiririz buyurduğu gibi, Meryem’i yetiştirdiği gibi.

Nuh suresinin 26 – 28. ayetlerine bakarsanız imdat dileyen Hz. Nuh’un imdadı için.

Ve kale Nuhun Rabbi lâ tezer ‘alel Ardı minelkafiriyne deyyara. (Nuh/26) Nuh dedi ki can havliyle artık burasına gelmiş. Bir insan olarak yaşayacağı en uzun sürenin tamamını tebliğe hasretmiş, ama hala direniyor ve inkar ediyorlar. Ve artık boğazına gelmiş, ağzına kadar dolmuş, elini kaldırmış, çünkü artık yapacak hiçbir şeyi yok. Ya rabbi dedi, kafirlerden bir tane bırakma.

İnneKE in tezerhüm yudıllu ‘ıbadeKE ve lâ yelidû illâ faciren keffara. (Nuh/27) onlardan bir tanesini bırakırsan onlardan kafir doğacak, kafirden başka kimse doğmayacak. Ve arkasından devam etti tabii.

Rabbiğfirliy ve livâlideyye ve limen dehale beytiye mu’minen ve lilmu’miniyne velmu’minât… (Nuh/28) Rabbim beni affet, annemi babamı affet, benimle beraber olan mü’min erkekleri, mü’min kadınları affet diye dua etti. İşte yardım çağrısı bu.

 

76-) Ve necceynahu ve ehlehu minel kerbil ‘azıym;

Onu ve Onun ehlini çok büyük tasadan kurtardık. (A.Hulusi)

76 – Hem onu ve ehlini o büyük sıkıntıdan kurtardık. (Elmalı)

 

Ve necceynahu ve ehlehu minel kerbil ‘azıym zira onu ve yakınlarını büyük bir badireden kurtarmıştık.

 

77-) Ve ce’alna zürriyyetehu hümül bakıyn;

Onun zürriyetini de devam ettirdik. (A.Hulusi)

77 – Hem zürriyetini bâki kalanlar kıldık. (Elmalı)

 

Ve ce’alna zürriyyetehu hümül bakıyn onun soyunu da baki kıldık.

 

78-) Ve terekna aleyhi fiyl ahıriyn;

Sonrakiler içinde, Onun anılmasını sağladık. (A.Hulusi)

78 – Hem de namına bıraktık sonrakiler içinde. (Elmalı)

 

Ve terekna aleyhi fiyl ahıriyn geriden gelen herkesin zihninde ona ilişkin örnek bir hatıra bıraktık. Dillerde onun adını yadını bıraktık.

 

79-) Selâmun alâ Nuhın fiyl alemiyn;

İnsanlar arasında Nuh’a Selâm olsun. (A.Hulusi)

079 – Selâm Nuh’a bütün âlemler içinde. (Elmalı)

 

Selâmun alâ Nuhın fiyl alemiyn bütün milletler arasında Nuh’a selam olsun.

 

80-) İnna kezâlike neczil muhsiniyn;

Doğrusu biz muhsinleri (müşahedelerinde Hak’tan gayrı bulunmayanları) böylece cezalandırırız! (A.Hulusi)

80 – Biz böyle mükâfat ederiz işte Muhsinlere. (Elmalı)

 

İnna kezâlike neczil muhsiniyn elbette biz iyi olup güzel davrananları işte böyle ödüllendiririz.

 

81-) İnnehu min ıbadiNEl mu’miniyn;

Muhakkak ki O, iman eden kullarımızdandır. (A.Hulusi)

81 – Çünkü o bizim mü’min kullarımızdan. (Elmalı)

 

İnnehu min ıbadiNEl mu’miniyn çünkü o bizim hakiki iman sahibi kullarımızdandı.

 

82-) Sümme ağraknel âhariyn;

Sonra diğerlerini (şirk ehlini) suda boğduk. (A.Hulusi)

82 – Sonra da diğerlerini suya boğduk. (Elmalı)

 

Sümme ağraknel âhariyn nihayet inkarda direnen diğerlerini boğulmaya terk ettik.

Rabbim onların güzel yolunu izleyip, o yolda yaşayıp, o yolun hakkını verenlerden kılsın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 



İslamoğlu Tef. Ders. SÂFFÂT(083 – 182) (141)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 Sevgili Kur’an dostları Sâffât suresinin geçen dersimizde ilk 82 ayetini işlemiştik. Surede 9 peygamberin kıssası anlatılıyordu. Bu kıssalar surenin ana fikrini, ana temasını da veriyordu. Bu tema Allah’ın salih kullarına, başta peygamberler olmak üzere onların yolunu izleyen herkese bittim ya rabbi dediğinde nasıl yardım ettiğini, edeceğini ifade ediyordu. Peş peşe zikredilen bu peygamber kıssaları iman küfür mücadelesinin insanlık tarihi boyunca süren bu mücadelenin özeti mahiyetinde idi.

Geçen ders işlediğimiz ayetlerde bir kıssayı da işlemiştik. Hz. Nuh kıssası, ki bütün peygamber kıssaları bu surede Hz. Nuh kıssasıyla başlıyordu. Kendisinden sonraki insanlığın iman atası olan Hz. İbrahim’e getiriliyordu söz. Aslında Hz. İbrahim’den söz edilen her yerde şöyle bir sorunun cevabı veriliyordu. “Bir kişiden ne çıkar.” Bu sorunun cevabını merak eden, eğer o bir kişi alemlerin rabbine teslim olmuş bir kişi ise, ahlakıyla, erdemiyle, imanıyla, yaşantısıyla, sabrıyla, direnciyle örnekse, bir kişiden bir dünya çıkar. Cevap işte şimdi geliyor.

83-) Ve inne min şi(y)atihi le İbrahiym;

Muhakkak ki İbrahim de Onun anlayışındandır. (A.Hulusi)

083 – Şüphesiz İbrahim de onun kolundan. (Elmalı)

Ve inne min şi(y)atihi le İbrahiym Nuh’un tarafında, bir önceki kıssaya atıf yapıyor çünkü, orada ki “h” zamiri ona, Nuh’a işaret. Nuh’un tarafında saf tutanlardan biri de elbette İbrahim idi. Şi(y)a; taraftar, yandaş, kafadar anlamlarına gelir.

Her peygamberin aynı safta olduğunu ifade eden bir ibare. Yani insanlık tarihi iki yatakta akar. Bu yataklardan birinden Nûr, diğerinde kir akar. Birinden ak, diğerinden kara bir nehir akar. Birinden iman akar, öbüründen küfür. Birinden ruh akar, öbüründen nefis. Benlik, ego, dürtü, içgüdü. Ve tabii burada muhataba sen de ne taraftan olduğunu seç. Hangi yatakta akıyorsun, dön de bak. Kendine bir yatak seç ve o yatakta ak. Seçtiğin yatağa layık ol, kirletme, kendini temizle ama yatağı kirletme. Ak yatağı seçiyorsan ak bir alna sahip ol, ak bir yüreğe sahip ol, ak bir bakışa sahip ol, ak bir hayata sahip ol. Söylenen bu.

84-) İz cae Rabbehu Bi kalbin seliym;

Rabbine selim bir kalp ile (şuurunda Esmâ hakikatini yaşamakta olarak) yönelmişti! (A.Hulusi)

084 – Çünkü rabbine selîm bir kalp ile geldi. (Elmalı)

İz cae Rabbehu Bi kalbin seliym hani o rabbine arı, duru, seliym, sağlıklı bir kalp ile, daha doğrusu bir iç dünya ile gelmişti. Bi kalbin seliym; sağlıklı bir iç dünya manasına geliyor. Parçalanmamış, heder edilmemiş, rehin bırakılmamış, sakatlanmamış bir iç dünya. Bir parçası şeytana satılmamış bir iç dünya. Virüs bulaşmamış bir iç dünya. Mikroba kurban gitmemiş bir iç dünya. Allah’tan başkasına satılmamış bir iç dünya. İhanet edilmemiş bir iç dünya. Evet,

Yevme lâ yenfe’u malun ve lâ benun.

İlla men etAllâhe Bi kalbin seliym. (Şû’arâ’/88-89)’

Biz, Kur’an da ki bir başka ayetten daha hatırlıyoruz bu ibareyi. O gün, o hesap günü ne mal, ne evlat fayda verir. Hiçbir yarar sağlamaz bunlar. Kişiye fayda verecek olan bir tek şey vardır., o da seliym bir kalp. Yani ihanet edilmemiş bir iç dünya, bir yürek. Bütünlüğünü koruyarak, emanete riayet edilerek, Allah’ın verdiği saflığı bozmadan Allah’a teslim edilmiş, avuçlarınızda getirip; Ya rabbi bana emanet ettiğin en değerli hazineyi çaldırmadan sana geri getirdim. Pirupak olarak kirletmeden geri getirdim. Demek. İşte bu fayda verir.

 85-) İz kale li ebiyhi ve kavmihi ma zâ ta’budun;

Hani (İbrahim) babasına ve kavmine: “Neye tapınıyorsunuz?” (A.Hulusi)

085 – Çünkü babasına ve kavmine şöyle dedi: siz nelere tapıyorsunuz? (Elmalı)

İz kale li ebiyhi ve kavmihi ma zâ ta’budun İbrahim o zaman babasına ve kavmine şöyle demişti. “Sizler nelere tapıyorsunuz böyle bakayım.”

Aslında bir nükte var burada. Babasına ve kavmine. Atalar yolunun yolcusu, vahyin ilk muhatabı olan müşriklere nispet ediliyor. Kendisiyle övündüğünüz İbrahim, öz atasının, öz babasının yoluna karşı yiğitçe direndi. Babamın yoludur diye “Eyvallah” demedi. Babam söylüyorsa doğrudur demedi. Babamın canı sağ olsun demedi. Eğer yanlışı babamda yapsa kabul etmem dedi. İşte bu ayet o. Onu veriyor.

86-) Eifken aliheten dunAllâhi türiydun;

“Asılsız şeyler uydurarak, Allâh dûnunda tanrılar mı ediniyorsunuz?” (A.Hulusi)

086 – Yalancılık etmek için mi Allah dan başka ilâhlar istiyorsunuz? (Elmalı)

Eifken aliheten dunAllâhi türiydun ne yani Allah’ı bırakıp ta uyduruk tanrılara tapmak mı istiyorsunuz.

87-) Fema zannüküm Bi Rabbil alemiyn;

“Rabb-ül âlemîn’i ne zannediyorsunuz?” (A.Hulusi)

087 – Siz rabbül’âlemîni ne zannediyorsunuz? (Elmalı)

Fema zannüküm Bi Rabbil alemiyn sahi siz Alemlerin rabbini ne zannediyorsunuz.

Ne dehşet sorular bunlar. Bunlar sadece o çağın soruları değil, bu çağın da soruları. Bunlar sadece münkirlere sorulacak sorular değil, aynı zamanda iman ettiğini iddia edenlere de sorulması gereken sorular. Sahi siz Allah’ı ne zannediyorsunuz. Ve ma kaderullahe hakka kadrih.. (Zümer/67) Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edebiliyor musunuz, sormak lazım. Bu büyük bir şey, bu basit bir şey değil.

88-) Fenazara nazreten fiyn nücum;

Sonra (İbrahim) yıldızlara (akıl gözüyle) bir bakıp düşündü de. (A.Hulusi)

088 – Derken bir bakım baktı da nücume. (Elmalı)

Fenazara nazreten fiyn nücum ardından İbrahim yıldızlara şöyle bir göz attı.

89-) Fekale inniy sekıym;

Dedi ki: “Hasta oluyorum (bu yaptığınıza)!” (A.Hulusi)

089 – Ben dedi: hastayım. (Elmalı)

Fekale inniy sekıym ve ben galiba rahatsızım dedi. Bu bizce tıpkı Yusuf peygamberin Yusuf/23. ayetinde ki; Kale me’azâllahi inneHU Rabbiy…(Yusuf/23) Yusuf dedi ki Allah’a sığınırım ben, O benim rabbimdir, O benim efendimdir. Sözünde ki tevriyeye benziyor. Yani ikili kullanım var. Duyan sizi bir şey söylüyor zannediyor ama siz farklı bir şey kastediyorsunuz İnneHU Rabbiy.. O benim efendimdir. Yani Mısır’lı bakanı kastetmiş oluyor hesapta. Ama aslında me’azallah derken Allah’a sığınırım demişti. Bu ikinci cümlede bence sığındığı Allah’a atfedilmeli, O benim rabbimdir. Yani kendisi Allah’ı kastederken muhatabının farklı bir şey anlamasına da izin veren bir kullanım.

Burada da böyle bir şey var. Kıssanın arka planında şöyle bir ilave anlatım var muhatabı olan putperestler Hz. İbrahim’den kuşkulanmışlardı. Bu kuşkularını dağıtmak için bir bayram günü, ben sizinle bulunmuyorum, size karşı duruyorum diye onları terk etmek yerine ben rahatsızım diye terk ettiği anlatılır. Fakat burada aslında ben sizin bu tavrınızdan rahatsızım demiş olmalı. Çünkü bağlam bunu gerektiriyor. Sizin bu tavrınız rahatsız edici, iç burkucu bir tavır. İnniy me’riydun demiyor. Ben hastayım demiyor sakıym, özellikle bu kelime bedensel bir rahatsızlıktan daha çok kalbi bir rahatsızlığı ifade eder. Yani muhatabın eyleminden rahatsız olmayı ifade eder. Ki bizce de isabetli anlam bu.

90-) Fetevellev ‘anhü müdbiriyn;

Bunun üzerine dönüp Ondan uzaklaştılar. (A.Hulusi)

090 – O vakit arkalarını dönerek başından kaçışıverdiler. (Elmalı)

Fetevellev ‘anhü müdbiriyn bunun üzerine etrafındakiler ondan yüz çevirip gittiler.

91-) Ferâğa ila alihetihim fekale ela te’külun;

(İbrahim de) onların tanrılarına yaklaşıp yöneldi de: “Yemez misiniz?” dedi. (A.Hulusi)

091 – Derken kurnazlıkla onların ilâhlarına vardı da buyursanız a, dedi, yemez misiniz? (Elmalı)

Ferâğa ila alihetihim fekale ela te’külun derken İbrahim onların putlarına usulca yaklaştı ve dedi ki önünüze konulanları neden yemiyorsunuz, yesenize onları. Neden yemiyorsunuz. Yani önünüze bir yığın işte çelenk konuluyor, yiyecek sunuluyor, bir takım sumaklar sunuluyor, insanlar en sevdiği şeyleri getiriyorlar putlara. Gariptir insanoğlunun en garip tavırlarından biridir kendi eli ile putunu kendi yapar, kendi tapar. Yemeyeceğini bile bile getirir önüne bir şeyler koyar. Onun için İbrahim de dedi ki; neden yemiyorsunuz, hadi yesenize.

Peki Kur’an bunu niye verir? İbrahim onların yemeyeceğini bilmiyor muydu. Onların cansız birer nesne olduğunu bilmiyor muydu. Aslında ders veriyor. Hem İbrahim ders veriyor, hem de onun ebedileşmiş bu hikayesini anlatan Kur’an ders veriyor.

92-) Ma leküm lâ tentıkun;

“Niye konuşmuyorsunuz?” (A.Hulusi)

092 – Neyiniz var söylemiyorsunuz. (Elmalı)

Ma leküm lâ tentıkun size ne oldu böyle neden konuşmuyorsunuz, bana cevap vermiyorsunuz?

93-) Ferağa aleyhim darben Bil yemiyn;

(İbrahim) yaklaşıp sağ eliyle darbe vurdu tanrı heykellerine! (A.Hulusi)

093 – Diyerek bir takrip ile onlara kuvvetli bir darbe indirdi. (Elmalı)

Ferağa aleyhim darben Bil yemiyn ve onların üzerine abanıp bütün gücüyle vurmaya başladı. Evet, demin söylediğim burada da geçerli. İbrahim aslında puta tapanlara mı vurmalıydı, putlara mı. Bu soru önemli. Putlara vursanız ne ifade eder? Onların canı yanmaz. Peki niye İbrahim puta tapanlar dururken putlara vurdu ve Kur’an bunu böyle naklediyor. Aslında İbrahim’in ne yaptığından çok Kur’an ın bize neyi naklettiği, neyi verdiği burada önemli. Üzerinde durmamız gereken bu. O bilmiyor mu putların canının yanmayacağını, onların birer nesne olduğunu, taş olduğunu. Kendilerini ayaklarınızın altında ezseniz balyozla kırsanız da bunun hiçbir şey ifade etmeyeceğini.

Biliyordu tabii. Ama o bir ders veriyordu. Onun şahsında rabbimiz ders veriyordu. Suçluyu hedef alma suçu hedef al. İnsanı hedef alma insanın hatasını hedef al. Yanlışa yönel, yanlışa sık kurşunu, insana değil. Çünkü sen yanlışı hedef alırken aslında insanı sevdiğin ve savunduğun için hedef almış olmalısın. O yanlışa olan buğzun, insana olan sevginin ifadesi olmalı. Yoksa insanı da hedef alacaksan, yani bir vızdan, bir de bizden gidecekse o zaman bir sinek uğruna bir insan feda edilmiş olmaz mı. İşte verilen ders, asıl ders bu.

94-) Feakbelu ileyhi yeziffun;

Bunu görenler hızla dönüp Ona geri geldiler. (A.Hulusi)

094 – Bunun üzerine birbirlerine girerek ona yöneldiler. (Elmalı)

Feakbelu ileyhi yeziffun Derken etraftan koşuşarak başına üşüştüler.

Kur’an da ki ender kelimeleri, Türkçede ki ender kelimelerle çevirdim. Bunu hep gözettim. Hatta Kur’an da bir yerde kullanılan nadir kelimeleri mealim boyunca Türkçe çeviride de bir tek yerde kullandım. Yani çevirimde o kelime 2. sefer geçmedi. Çünkü Kur’an ın bütününde o kelime bir sefer geçiyor. Buna elimden geldiğince dikkat ettim çevirim sırasında. Onun için nadir kelimeleri, az kullanılan kelimeleri, ben de Türkçede ki nadir kelimelerle karşılamaya çalıştım ki Kur’an ın edebi değeri mümkün olduğu kadar kaynak dilden hedef dile taşınabilsin.

95-) Kale eta’budune ma tenhıtun;

(İbrahim) dedi ki: “Elinizle yapıp tanrı kabul ettiğiniz heykellere mi tapıyorsunuz?” (A.Hulusi)

095 – A, dedi siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz? (Elmalı)

Kale eta’budune ma tenhıtun İbrahim dedi ki elinizle yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz. Demiştim ya insanoğlunun en garip taraflarından biri, bir putunu kendi yapar, kendi tapar diye.

96-) VAllâhu halekaküm ve ma ta’melun;

“Hâlbuki sizi de yaptıklarınızı da Allâh yaratmıştır!” (A.Hulusi)

096 – Halbuki sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı. (Elmalı)

VAllâhu halekaküm ve ma ta’melun oysa sizi de yarattıklarınızı da yaratan, sizi de yonttuklarınızı da, yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.

97-) Kalübnu lehu bünyanen feelkuhü fiyl cahıym;

Dediler ki: “Onun için bir bina yapın da Onu, yakanın (ateşin) içine atın!” (A.Hulusi)

097 – Haydin dediler, bunun için bir bina yapın ve bunu ateşe atın. (Elmalı)

Kalübnu lehu bünyanen feelkuhü fiyl cahıym onlar onu yakmak için bir yapı yapın ve onu çılgınca yanan ateşin ortasına atın dediler.

Aslında bu tarih boyunca küfrün imana tavrının bir göstergesi. Bakınız İbrahim’in tavrıyla imana karşı savaşanların tavrını karşılaştırın. İbrahim insanı hedef almadı. Ama onlar kendileri gibi düşünmeyen birini dinlemek yerine yok etmeye kalktılar. İnsanoğluna yapılabilecek en ağır işkenceyi ateşte yakma suretinde yaptılar. Onun içinde yakın diyor. Küfrün tabiatı bu, söyletmen, vurun. Aslında İbrahim onlara sadece gerçeği söyledi. Sadece düştükleri komik durumu söyledi, sadece hakka davet etti, onların iyiliğini düşünüyordu. Komik duruma düştüklerini göstermek istiyordu. Rableriyle ilişkilerini bozunca kendileriyle de ilişkilerini bozduklarını hatırlatıyordu. Ama onların cevabı böyle oldu. Tarih boyunca küfrün cevabında olduğu gibi. Bir ateş ocağı yapın ve yakın onu, atın içine.

Aslında bu Firavunun da önünde iman eden sihirbazlara yönettiği tehdidi hatırlatmıyor mu? Ne demişti sihirbazlar iman edince; …amentüm lehu kable en azene leküm. (Tâhâ/71)şimdi siz benden izin almadan iman ettiniz ha? Evet, izin almanız gerekiyor. Firavununuzdan izin almadan iman edemezsiniz. Tüm firavunların tabiatı bu. Veyahut ta onların izin verdiğinden fazla iman edemezsiniz ve hemen sizi tehdide başlarlar. Güç kullanırlar. fele ükattıanne eydiyeküm ve ercüleküm min hılafin ve le usallibenneküm fiy cüzû’ınnahl. (ecmaıyn yok.) (Taha/71) işte böyle yaparlar. Yemin olsun ki diyordu firavun sizin bu muhalefetinizden dolayı ellerinizi ve ayaklarınızı kestireceğim, topunuzu asacağım.

Nemrutta, firavun da aslında aynı yerden bakıp aynı düşünüyorlar. Onun içinde farklı çağlarda, farklı zamanlarda, farklı kültürlerde, farklı yerlerde olsalar da aynı tepkiyi veriyorlardı. Aynısı günümüz içinde geçerlidir aslında.

[Ek bilgi; HZ. iBRAHİM'İN ATEŞE ATILMA OLAYI DETAYLARI , (hikayesi) ]

98-) Feeradu Bihi keyden fece’alnahümül esfeliyn;

Ona tuzak irade ettiler… Biz de onları esfelîn (en aşağılar) kıldık. (A.Hulusi)

098 – Böyle ona bir tuzak kurmak istediler, biz de tuttuk kendilerini daha alçak düşürdük. (Elmalı)

Feeradu Bihi keyden fece’alnahümül esfeliyn böylece ona zarar vermek istediler. Fakat biz onları zelil ettik rezil ettik.

İnsanın gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar, aslında söylenen bu. EleysAllâhu Bi kâfin abdeH. (Zümer/36), Allah kuluna yetmez mi? diyordu ya Kur’an. ve kâne hakkan aleyna nasrul mu’miniyn. (Rum/47) müminlere yardım etmek boynumuza borç oldu diyordu ya. Aslında gereği gibi iman etmiş olan mü’minler imanlarının yani Allah’a güvenlerinin karşılığını hemen almışlardır. Hiç yarı yolda bırakılmamışlardır. Bu sure ve bu sure de anlatılan peygamber kıssaları bunu veriyor.

99-) Ve kale inniy zâhibün ila Rabbiy seyehdiyn;

(İbrahim) dedi ki: “Muhakkak ki ben Rabbime gidiciyim… (O), bana hidâyet edecek.” (A.Hulusi)

099 – Bir de dedi ki: ben rabbime gidiyorum, o bana yolunu gösterir. (Elmalı)

Ve kale inniy zâhibün ila Rabbiy seyehdiyn ve İbrahim ben rabbime kulluk edebileceğim bir yere gideceğim. O bana yol gösterecektir diyerek şöyle yalvardı.

100-) Rabbi hebliy mines salihıyn;

(İbrahim): “Rabbim, bana sâlihlerden hibe et!” (dedi). (A.Hulusi)

100 – Rabbim! bana salihînden ihsan buyur. (Elmalı)

Rabbi hebliy mines salihıyn rabbim bana erdemli bir evlat bağışla.

101-) Febeşşernahu Bi ğulamin Haliym;

Bunun üzerine Onu Haliym bir oğul ile müjdeledik. (A.Hulusi)

101 – Biz de ona uslu bir oğul müjdeledik. (Elmalı)

Febeşşernahu Bi ğulamin Haliym bunun üzerine ona uyumlu ve olgun bir oğlan çocuğu müjdeledik. Bu oğlun İsmail mi, İshak mı olduğu tartışılmış. İsrail oğullarından gelen rivayetler bunun İshak olduğunu tabiatıyla söylemiş, iddia etmişler ısrarla. Çünkü biliyorsunuz İsrail oğulları Hz. İshak vasıtasıyla Hz. İbrahim’e ulaşır. Ama şu da bir gerçek ki Kur’an da Hz. İbrahim’in iki oğlunun nitelikleri ayrı ayrı zikredilir. Hz. İshak’tan bahseden ayetlerde ki ikisi de müjdedir aslında. İkisi de müjdelenmiştir. İsmail’de müjdedir, İshak’ta müjdedir. Fakat ikisinin müjde oluşu süreçleri farklıdır. İsmail ilk evlattır, ilk çocuk. Hz. Hacer den olma ilk çocuk. Müjdedir, Hz. İbrahim’in duasının bir müjdesidir. Yani ilk çocuk müjdesi o. Ama Hz. İshak’ta müjdedir. O da dua etmeksizin bir mucize olarak müjdedir.

Hz. Lut’un kavmini helâk için gönderilen melekler Hz. İbrahim’e uğrayıp ona bu müjdeyi vererek geçmişlerdir, yol uğrağı müjdesidir adeta. Ama Hz. İsmail duasının eseridir ve ikisinden iki ayrı sıfatla bahsedilir. Hz. İshak’tan bahseden ayetlerde onun Aliym, yani bilgili. Ama birde Haliym var. Burada Haliym geçiyor. Oysa ki İshak adıyla yapılan dualarda aliym bir evlat, ama burada Haliym. Biz anlıyoruz ki iki çocuğun vasfı da ayrı. Hz. İsmail ve Hz. İshak aynı babadan olmasına rağmen iki farklı karakterde. Bu aynı zamanda insanoğlunun tabiatını da veriyor. Dolayısıyla Burada geçen Hz. İsmail’dir diyoruz.

Sadece buna dayanarak demiyoruz, aynı zamanda 112. ayette, hemen ilerde gelecek İshak ayrıca müjdelenecek. Onu da birlikte düşündüğümüzde. Fakat bu konuyu yine de ilk otoriteler arasında ihtilafa necar olmuş, medar olmuş. Ebu Hüreyre, Ebud Tufeyl, İbn. Ömer, İbn. Abbas, Said bin Müseyyeb, tabiinden tabii. Şabi, Mücahit, Alkame, Kelbi, Rebi bin Enes; Bu Hz. İsmail’dir demişler. Abdullah İbn Mesut, Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Abbas, Abbas bin Abdulmuttalip, Hz. Cabir, Ata, İkrime, Zühri gibi otoritelerse İshak’tır demişler. Çünkü burada yine de bir müphemlik var. Bilinçli bir müphemlik, kapalılık.

Ben bu bilinçli kapalılığın bize verdiği mesajın şu olduğunu düşünüyorum. Siz bunun kim olduğunu tartışıyorsanız, parmak ayı gösterirken aya bakmıyorsunuz, parmağa bakıyorsunuz. Eğer parmağın gösterdiği yere baksaydınız bu kıssanın verdiği ahlaki öğüdü alırdınız. O zaman bunun kim olduğunu tartışmayı bırakın, kendinize pay çıkarmayı bırakın da, parmağın gösterdiği yere bakın. O zaman şunu görürsünüz; Bu bir teslimiyet abidesidir. Bu insan oğlunun Allah’a teslimiyetinin nasıl ödüllendirildiğinin de bir kıssasıdır. Siz ibret almaya, örnek almaya, model almaya bakın. Demektedir aslında.

Tevrat’ın Tekvin kitabının 22-2. cümlesinde biricik oğul der. Çok ilginç biricik oğlunu al ve Moriya diyarına götür. Tekvin kitabının 2. ayeti böyle başlar. 18. ayete kadar da bu kıssa verilir. Fakat hemen arkasından hiç ilgisi olmaksızın İshak’tan bahseder. İshak ismi iyi bakan, dikkatli bakan, İshak isminin oraya sonradan konulmuş gibi durduğunu görür. Zaten Tevrat’a göre de biricik oğul İsmail’dir. Yani ilk oğul. İshak ikinci kardeştir. İshak geldikten sonra artık biriciklik kalkmıştır. Hem biricik oğul deyip hem de arkasından bağlama ters bir biçimde İshak’ı yerleştirmek sanırım Tevrat yazıcılarının mahareti olsa gerek. O da kendini orada gösteriyor.

102-) Felemma beleğa maahüs sa’ye kale ya büneyye inniy era fiyl menami enniy ezbehuke fenzur mazâ tera* kale ya ebetif’al ma tü’mer* setecidüniy inşaAllâhu minas sabiriyn;

(Oğlu İsmail) Onunla birlikte yürüme olgunluğuna ulaşınca, (İbrahim) dedi ki: “Ey oğulcuğum! Muhakkak ki ben seni uykuda görüyorum ve ben seni kurban ediyorum… Bak bakalım sen ne dersin bu işe?”… (Oğlu) dedi ki: “Ey babacığım… Emrolunduğun şeyi yap! İnşâAllâh beni sabredenlerden bulacaksın.” (A.Hulusi)

102 – Vakte ki yanında koşmak çağına erdi, ey yavrum! dedi ben menamda görüyorum ki ben seni boğazlıyorum, artık bak ne görüyorsun! ey babacığım dedi: ne emr olunuyorsan yap! beni inşallah sabirînden bulacaksın. (Elmalı)

Felemma beleğa maahüs sa’ye kale ya büneyye inniy era fiyl menami enniy ezbehuke fenzur mazâ tera derken çocuk onun çaba ve tasasına ortak olacak olgunluğa eriştiğinde İbrahim şöyle dedi. ya büneyye yavrucuğum inniy era fiyl menami enniy ezbehuk kendimi rüyada seni kurban ederken görüyorum fenzur mazâ tera bir bak sen bu işe ne dersin, ne düşünüyorsun der. kale oğul da der ki ya ebetif’al ma tü’mer ey babacığım emr olunduğun şeye hiç tereddüt etme, yap setecidüniy inşaAllâhu minas sabiriyn Allah’ın izni ile, Allah dilerse beni sen sabredenlerden biri olarak bulacaksın.

Evet, Görülen bir rüya var, bir rü’yet belki de, bir ilham veya ilham benzeri bir başka şey. Her ne ise adını ne koyarsak. Peygamber rüyası ya vahiydir, ya salih bir ilhamdır. Diğer rüyalardan farkı da budur. Rüya ile amel edilmez. İslam ilim tarihinin tüm otoritelerinin ortak görüşüdür. Rüya bilgi kaynağı olmaz. Ama neden olmaz, çünkü rüyanın kaynağının nereden olduğunu biz kesinlikle tespit etmekte zorlanırız. Eğer kaynağını tespit etmemiz kesin olarak mümkün olsaydı rüya bilgi kaynaklarından biri olurdu. Peygamber rüyası onun için bilgi kaynağıdır. Çünkü kaynağı sahihtir, seliymdir, temizdir.

Ama onların dışında ki insanların rüyalarına müdahil olan birden çok kanal vardır. Şeytani müdahale mümkün, nefsani müdahale mümkün, bilinçaltı mümkün, içgüdü mümkün, her şey mümkün. Onun için rüya ile amel olunmaz denilir.

Fakat bu rüya Hz. Peygamberin rüyası ise, bu rüya Hz. İbrahim’in rüyası ise, bu Rüya Hz. Yusuf’un rüyası ise işte o zaman başkalaşır iş. Çünkü onların yürekleri Allah’ın yed’i kudretindedir. Sabitlenmiştir. Sebbit kalbi ‘ala diynik, sebbit kalbi ‘ala muhabbetik diyen Resulallah’ın yüreğinin sabitlenmesi gibi.

Ömür sonunda gelen biricik evlatla sınanmak. Anne ve baba olmak gerekir böyle bir sınavın ne demeye geldiğini hissetmek için. Yetmez, anne ve baba olmak, bir ömrü çocuksuz, evlat hasretiyle geçirmekte gerek. Evlat hasretiyle geçen bir ömrün arkasından size ömrünüzün sonunda son bahar goncası gibi sunulan hediye olması gerekir. Hediyenin de İsmail gibi olması gerekir. Çünkü o da yetmez. Kurban edeceğiniz yavru öyle bir yavru ki adeta insanlık güzeli övmüşte yaratmış cinsinden, böyle gerekir.

Bütün bunları bir araya getirdiğinizde Hz. İbrahim’in baba yüreğinin nasıl çırpındığını siz anlayabilirsiniz, veya anlayabilir miyiz acaba.

103-) Felemma eslema ve tellehu lil cebiyn;

İkisi de (hükme) teslim olup Onu (İsmail’i) yüzüstü yatırdığında. (A.Hulusi)

103 – Vakte ki bu suretle ikisi de teslim oldular ve onu tuttu şakağına yıktı. (Elmalı)

Felemma eslema ve tellehu lil cebiyn sonunda o ikisi Allah’a teslimiyetlerinin bir gereği olarak, Rüyayı yorumlayarak vardıkları sonucu uygular ve babası onu yüz üstü yatırınca,

104-) Ve nadeynahu en ya İbrahiym;

Biz Ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. (A.Hulusi)

104 – Ve şöyle ona nida ettik: ya İbrahim! (Elmalı)

(Aşağıdaki ayetle bitiştirildi)

105-) Kad saddakterrü’ya* inna kezâlike neczil muhsiniyn;

“Gerçekten rüyanı doğruladın… Doğrusu biz muhsinleri (müşahedelerinde Hak’tan gayrı bulunmayanları) böylece cezalandırırız (yaptığının sonucunu yaşatırız).” (A.Hulusi)

105 – Rüyayı gerçek tasdik eyledin, biz böyle mükâfat ederiz işte Muhsinlere. (Elmalı)

Ve nadeynahu en ya İbrahiymu Kad saddakterrü’ya biz kendisine Ey İbrahim diye seslendik. Artık rüyanı gerçekleştirmiş bulunuyorsun.

Bu bir senaryo değil dostlar. Senaryo değil, Hz. İbrahim de bir oyuncu değil. Yani ben bu senaryo da oynayayım nasıl olsa film icabıdır falan demiş değil. Yavrusunun kurbanlık koç gibi yatırdığında bittim diye davranmış. Ağır bir imtihan, çok ağır. En sakındığınız şeyle sınanmak, en çok sevdiğiniz şeyle sınanmak. Kaybetmekten korktuğunuz, tir tir titrediğiniz, üzerine kol kanat gerdiğiniz şeyle sınanmak. Sınanmak budur zaten, sınavların en çetini budur. Sakındığınız göze çöp batar, genellikle onunla sınanırsınız.

Rüyasını yerine getirdi Kad saddakterrü’ya diyordu ya, rüyanı yerine getirmiş bulunuyorsun. Çünkü kestiğini değil, kurban ederken görmüştü. Metin bu. enniy ezbehuke, inniy zebahüke değil. seni kesmiş olduğumu kurban etmiş olduğumu görüyorum değil metin. Muzari fiille geliyor. Seni kurban ederken görüyorum. İnce bir fark gibi duruyor ama ciddi bir fark. Onun için rüyanı yerine getirdin çünkü bu kadarını görmüştün zaten. Ötesini görmedin. Kesmiş olarak görmedin, kurban etmiş olarak görmedin.

inna kezâlike neczil muhsiniyn işte biz iyilik yapanları böyle ödüllendiririz. Ödülle mi, ödül 4.200 yıl öteden gök kubbeye koy verilmiş bir çığlık. İşte bugün bile bu çığlık yüreğimizin ta ortasında güm güm ötüyor. Bugün bile bu çığlığın arkasına milyonlarca kadın ve erkek dökülüyor. İnanmayan gitsin Kâbe nin etrafından insanları seyretsin. Bu çığlığın ardına geldiler o milyonlar. 4.200 yıldan beri bu çığlık gök kubbede yankılana yankılana bir çok insanın peşine takılmasına neden oluyor. Yüz milyonların gönlünde çoğala çoğala yayılıyor. İşte ödül bu. Asıl büyük ödül bu.

106-) İnne hazâ le hüvel belaul mubiyn;

Muhakkak ki bu apaçık bir belâdır (öğretici, idrak ettirici deneyim)! (A.Hulusi)

106 – Şüphesiz ki bu açık bir iptilâ, katî bir imtihan. (Elmalı)

İnne hazâ le hüvel belaul mubiyn hiç şüphesiz bu elbet apaçık bir sınavdı. Açık belâ diyor, ağır sınav. Bu noktada bir menkıbe anlatılır. Menkıbeler mitolojiktir onun içinde kaynağı aranmaz. Onun içinde bilgi kaynağı olmazlar. Yani sıhhatleri konusunda herhangi bir ispat yükümlülüğü de taşımazlar. Sadece öğüt vermek için anlatılır. Kıssadan hisse almak için anlatılır. Ben de o manada bu menkıbeyi kıssadan hisse almak için çok etkili olan bu menkıbeyi anlatmak isterim bu olay sadedinde.

Hz. İbrahim menkıbeye göre Rabbine sormuş, hani serde meraklılıkta var ya. Allah ın nasıl yarattığını da soruyordu ya. Ya rabbi benden öncekileri çok farklı imtihanlarla sınadın. Hepsi de aslında benim imtihanıma göre daha kolaydı. Fakat beni ömrümün sonunda bulduğum biricik yavrumu kurban etmekle sınadın, bu çok ağırdı, neden ya rabbi.

Menkıbeye göre cevap şu; İbrahim hani bir zaman bir kulumu bana günah işlerken, isyan ederken görmüş ve ellerini kaldırıp ya rabbi sana isyan eden bu kulunu kahret demiştin. Ben onu kahrettim. Fakat bir annenin evladına olan şefkatinden çok daha fazla kuluna şefkati olan rabbine kulunu kahrettirmek için dua etmek neymiş bunu gör anla diye öz yavrunun kurban edilmesi ile seni sınadım. Yani Allah’ın kullarına olan sonsuz şefkat ve merhametini anla diye.

Bu bana çok etkili gelir. Üzerinde gerçekten düşünülüp ibret alınası bir menkıbe olarak gelir. Menkıbelerin biraz önce de dediğim gibi kaynağı olmaz ama ibret verir, ders verir.

[Ek bilgi 1 ; İbrahim (a.s.) Kurban kıssası;

İbrahim (a.s.)'e bir gece rüyasında Allah ü Teâlâ tarafından oğlunu kurban etmesi emredildiği söylenir. Bu rüyanın rahmani değil, şeytani olduğuna hükmederek kalkar, sabaha kadar ibadet eder. İkinci akşam aynısını görür, «Şeytandan Allah'a sığınırım» diyerek, yine kalkar sabaha kadar ibadet eder. Üçüncü akşam yine aynısını görünce «şayet bu rüya şeytani olsaydı, defolur giderdi. Bu hüküm Allah'tandır. Bize, emr olunanı yerine getirmek düşer» diyerek sabahı bekler.

Sabah olunca hanımına «Ey Hacer, Allah'ın emrini yerine getirmem gerekiyor, onun için çıkıyorum» der ve İsmail (a.s.)'i de beraberinde götürmek ister. Her şeyden habersiz olan Hacer validemiz biricik yavrusunu süsler, babasına katar. Her ikisi Mine'nin yolunu tutar ve Hacer validemizden uzaklaşırlar.

Onlar gözden kaybolunca şeytan hemen Hacer validemize gelir, oğlunun nereye gittiğini sorar. O da, babasıyla beraber gittiğini söyler. Şeytan «babası onu kurban etmek İçin götürdü» der. Bunun üzerine Hacer validemiz «niçin kurban edecek?» diye sorar. Şeytan «Rabbinin emri olduğu için kurban edecek- der Hacer validemiz hiç tereddüt etmeden «Rabbi emrettiyse, emrini derhal yerine getirmesi gerekir» der.

Hacer validemizden bu cevabı alan şeytan söyleyecek bir şey bulamaz yanından kaçar. Doğru ismail (a.s.)*e gelir. Ona nereye gittiğini sorar. O da, babasıyla beraber bir İhtiyaç İçin gittiklerini söyler. Şeytan -baban seni kurban etmeye götürüyor, seni Öldürecek» der. İsmail (a.s.) de, şeytana babasının kendisini niçin kurban edeceğini sorar. Şeytan da, •Rabbinin emri olduğu için seni kurban edecek» der. Küçük yavru hiç tereddüt etmeden «babamın beni kurban etmesi Rabbimin emri ise, derhal yerine getirmesi gerekir» der.

Şeytan onu da kandıramayınca bu defa İbrahim (a.s.)'e sokulur ve «Ey İbrahim, sabahın erken saatinde bu çocuğu alıp nereye götürüyorsun” diye sorar. İbrahim (a.a.) bir ihtiyaç için gittiklerini söyler. Şeytan «sen, bunu bir ihtiyaç için değil, kurban etmek için götürüyorsun» der. İbrahim (a.s.) de hiç tereddüt etmeden «evet ben. onu Rabbimin emri olduğu için kurban etmeye götürüyorum. Rabbimin emrine boyun eğip hükmünü yerine getireceğim» der. Şeytan onu da kandıramayınca emeline ulaşamadan yanlarından ayrılıp gider.

Baba-oğul Minâ'ya geldikleri zaman İbrahim (a.s.) oğluna «Ey oğulcuğum, seni kurban etsem ne dersin?» diyerek görüşünü sorar. O halim, selim ve Rabbinin emrine teslim olan yavru «Ey babacığım, sana emr olunanı yap, inşallah beni sabredenlerden bulacaksın» diye cevap verir.

Böylece Rabbimin emrine teslim olmanın sevincini yaşar. Her ikisi de bu hareketleriyle Rablerine olan teslimiyetlerini gösterirler. Allah da onları en güzel şekilde mükafatlandırır.

(Ebü'l-Leys Semerkandi - Tefsirü'l-Kur'an)]

[Ek bilgi 2 ; İbrahim’in Denenmesi

1 - Daha sonra Tanrı İbrahim’i denedi. “İbrahim!” diye seslendi. İbrahim, “Buradayım!” dedi.

2 - Tanrı, “İshak’ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriya bölgesine git” dedi, “Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.”

3 - İbrahim sabah erkenden kalktı, eşeğine palan vurdu. Yanına uşaklarından ikisini ve oğlu İshak’ı aldı. Yakmalık sunu için odun yardıktan sonra, Tanrı’nın kendisine belirttiği yere doğru yola çıktı.

4 - Üçüncü gün gideceği yeri uzaktan gördü.

5 - Uşaklarına, “Siz burada, eşeğin yanında kalın” dedi, “Tapınmak için oğlumla birlikte oraya gidip döneceğiz.”

6/7 - akmalık sunu için yardığı odunları oğlu İshak’a yükledi. Ateşi ve bıçağı kendisi aldı. Birlikte giderlerken İshak İbrahim’e, “Baba!” dedi.

İbrahim, “Evet, oğlum!” diye yanıtladı.

İshak, “Ateşle odun burada, ama yakmalık sunu kuzusu nerede?” diye sordu.

8 - İbrahim, “Oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu Tanrı kendisi sağlayacak” dedi. İkisi birlikte yürümeye devam ettiler.

9 - Tanrı’nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshak’ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı.

10 - Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı.

11 - Ama RAB’bin meleği göklerden, “İbrahim, İbrahim!” diye seslendi.

İbrahim, “İşte buradayım!” diye karşılık verdi.

12 - Melek, “Çocuğa dokunma” dedi, “Ona hiçbir şey yapma. Şimdi Tanrı’dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin.”

13 - İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu.

14 - Oraya “Yahve yire” adını verdi. “RAB’bin dağında sağlanacaktır” sözü bu yüzden bugün de söyleniyor.

15 - RAB’bin meleği göklerden İbrahim’e ikinci kez seslendi:

16 -  “RAB diyor ki, kendi üzerime ant içiyorum. Bunu yaptığın için, biricik oğlunu esirgemediğin için,

17 - seni fazlasıyla kutsayacağım; soyunu göklerin yıldızları, kıyıların kumu kadar çoğaltacağım. Soyun düşmanlarının kentlerini mülk edinecek.

18 - Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak. Çünkü sözümü dinledin.”19

19 - Sonra İbrahim uşaklarının yanına döndü. Birlikte yola çıkıp Beer-Şeva’ya gittiler. İbrahim Beer-Şeva’da kaldı. (Tekvin/22)]

 

107-) Ve fedeynahu Bi zibhın Azıym;

Ona, bedel olarak çok büyük kurban verdik. (A.Hulusi)

107 – Dedik ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik. (Elmalı)

Ve fedeynahu Bi zibhın Azıym ve biz ona fidye olarak muhteşem bir kurban bahşettik.

Burada ki muhteşem kurban, muazzam kurban, Bi zibhın Azıym nedir? Bazı rivayetler bunun İsmail yerine kesilen koç olduğunu ifade eder. ki bu koç bir ikramdır ama Azıym i ifade etmez. Daha büyük bir şey olmalı. Bi zibhın Azıym daha büyük bir şey olmalı ki bizce Azıym olması çok daha öte bir şey olduğunu gösteriyor, Kurban ibadetinin ondan sonra insanlık tarihi boyunca Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in anısına devam etmiş olmasıdır. Yani İsmail yerine bir koç kesmesinden çok daha Azıym, çok daha muhteşem bir baş yapıt. Onun için bu ibadet o günden beri bu hatırayı canlı tutar. Kurban, takarrub, Allah’a yaklaşmak.

Aslında yaklaşmak değil insanın Allah’a zaten yakın olduğunu, hatırladığını ifade etmez. Rabbinin şah damarından daha yakın olduğunu unutmadığının ifadesidir kurban. Kurban hayvanın insana verdiği en soylu derstir. Kurban; Ya rab, her şeyimi sana borçluyum, borçluluğumun bilincindeyim. Onun için eğer bir hayata sahipsem bu hayatımı senin uğruna adıyorum sözleşmesidir. Adak sözleşmesidir.

Aslında Allah için kesilen her kurban insanın Allah ile yaptığı bir sözleşmedir. İşte bu kurbanın ruhudur ve bu ruhu haber veren ayetlerin içinde O’na kestiğimiz kurbanların ne kanları ne etleri ulaşır. …ve lâkin yenalühüt takva minküm. (Hac/37) fakat sizden ona ulaşan sadece Allah’a karşı sorumluluk bilincinizdir, takvanızdır, saygınızdır derken ayet bunu söylüyor. Kurban bir sorumluluk bilincidir.

Aynı zamanda kurban hayvan dahi olsa hiçbir canlının canının Allah adı olmaksızın, yani sadece Allah adına alınabileceği, bir canlının canına sadece Allah adına kıyıla bileceğini de ifade eder. Bu cana olan hürmeti ve değeri gösterir aynı zamanda.

Bayram oldu onun için. Milyonların kutladığı Kurban bayramı aslında İbrahim’in sevincine ortak olmak. Milyonların kutladığı kurban bayramı, yüzlerce yıldan, hatta binlerce yıldan beri rabbin; İbrahim’in sevincini paylaştığını ve paylaştığı bu sevinci insanların da paylaşmasını istemesinin bir neticesidir. Kurban bayramı İbrahim’in, İbrahim’lerin bayramıdır. Onun için her kurban İbrahim’in çağa taşınmasıdır. Eğer bu yapılabiliyorsa Kurban bayramı o zaman mübarek olmuştur.

108-) Ve terekna aleyhi fiyl ahıriyn;

Sonrakiler içinde, Onun anılmasını sağladık. (A.Hulusi)

108 – Namına da bıraktık sonrakiler içinde. (Elmalı)

Ve terekna aleyhi fiyl ahıriyn geriden gelen herkesin zihninde ona ilişkin örnek bir hatıra bıraktık. Şair Bakî öyle diyordu ya;

Avazeni bu cihanda Davut gibi sal,

Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş.                                                                Bâki

        İşte, avazeni bu cihanda Davud gibi sal. Eğer bir çığlık koy vereceksen Davud’ça bir çığlık koy ver bu gök kubbeye. O baki kalıyor. İşte bunun en tipik örneği burada İbrahim bu gök kubbeye bir çığlık koy vermiş, 4.200 yıldan beri bu çığlık yanılana yankılana geliyor. Hac bunun en büyük göstergesi.

Aslında Resulallah Hacer-ül Esved’i göz yaşları içinde öperken bu çığlığın sahibi atası İbrahim’in elini öper gibi öpüyordu. Çünkü Hz. İbrahim’den geriye kalmış tek orijinal parçaydı Hacer-ül Esved. Ve bizler de Hacer-ül Esved’i öperken iman atamız İbrahim’e olan sevgimiz ve minnetimizi dile getirmiş oluyoruz.

Dahası Resulallah Namazların tahıyyatlarında, son oturuşlarında, salâvatlarda iman atası İbrahim’e salâvat getirirken, dua ederken, salât ederken aslında vefa borcunu ödemiş oluyordu. Biz de peygamberimize salât ederken, desteğimizi ifade ederken, dua ederken onun atası İbrahim’e yaptığından farklı bir şey yapmış olmuyoruz. Sünnet işte bu. Resulallah’ın bir şeyi yaptığı maksadı gerçekleştirmek için yapmak. O iman atasına vefa borcunu ödemek için salât ediyordu, biz de hem ona, hem de Resulallah (S.A.S.)e salât ederek, selâm ederek vefa borcumuzu ödemiş oluyoruz. Veya ödemek için gayret ettiğimizi ifade ediyoruz.

 109-) Selâmun alâ İbrahiym;

Selâm olsun İbrahim’e. (A.Hulusi)

109 – Selâm İbrahim’e. (Elmalı)

Selâmun alâ İbrahiym selâm olsun İbrahim’e. Tabii ya, çağlar ötesinden selâm olsun İbrahim’e. Allah selâm ediyor İbrahim’e. Düşüne biliyor musunuz, Allah selâm ediyor. Efendimiz bir gün, hem de zor bir gün, belki hayatının en zor gününde can yoldaşı Hz. Hatice’yi, tüm malını, tüm varlığını, vahyin uğruna sadaka etmiş olan ve en sonunda yiyecek bir lokmaya muhtaç olmuş olan ve bu zorluklar içerisinde ölüm döşeğine düşen Hz. Hatice’ye; Cibril bana rabbinin sana olan selâmını getirdi. Deyince, bitmiş tükenmiş olan Hz. Hatice adeta hücrelerine yeniden kan gelmiş gibi hem hıçkıra hıçkıra ağlıyor, hem de ben kimim ki rabbim bana selâm etmiş..!

Selam olsun İbrahim’e. Aslında bu eğer Allah’ı memnun eden bir hayat yaşarsanız, eğer onların izinden giderseniz size de selâm olsun demektir.

110-) Kezâlike neczil muhsiniyn;

Muhsinleri (Allâh’a, görürcesine kulluk edenleri) böylece cezalandırırız. (A.Hulusi)

110 – Böyle mükâfat ederiz işte Muhsinlere. (Elmalı)

Kezâlike neczil muhsiniyn iyileri biz işte böyle ödüllendiririz.

111-) İnnehu min ıbadinel mu’miniyn;

Muhakkak ki O, iman eden kullarımızdandır. (A.Hulusi)

111 – Çünkü o bizim mü’min kullarımızdan. (Elmalı)

İnnehu min ıbadinel mu’miniyn zira bizim mü’min gerçek kullarımızdan biriydi o. Yani Allah’a güvenen, güvendiği için de Allah’ın kendisine güvendiği kimse. Allah’a güvenini de böyle ispat eden biri. Güveniyorum ya rabbi onun için varlığımı sana adıyorum, çünkü bana fazlasıyla vereceğini biliyor ve inanıyorum. İşte bu. İman güven demektir.

112-) Ve beşşernahu Bi İshaka Nebiyyen minas salihıyn;

Ona, sâlihlerden bir Nebi olarak İshak’ı müjdeledik. (A.Hulusi)

112 – Bir de onu salihînden bir Peygamber olmak üzere İshak ile müjdeledik. (Elmalı)

Ve beşşernahu Bi İshaka Nebiyyen minas salihıyn bir de ona kendisini salih kullardan biri olan bir peygamberi yani İshak’ı müjdeledik. Kurban’ın İsmail olduğuna bu ayet delil olsa gerektir demiştim, işte bu ayetti o.

113-) Ve barekna aleyhi ve alâ İshak* ve min zürriyyetihima muhsinun ve zâlimun li nefsihi mubiyn;

Onun üzerine de İshak’ın üzerine de bereket lütfettik… O ikisinin neslinden muhsin de var, kendi nefsine apaçık zulmeden de var. (A.Hulusi)

113 – Hem ona hem İshak’a bereketler verdik. İkisinin zürriyetinden de hem Muhsin olan var hem de nefsine açık zulmeden. (Elmalı)

Ve barekna aleyhi ve alâ İshak dahası, onu ve İshak’ı mübarek kıldık. Burada ki aleyhi deki o zamiri İbrahim’e gidebilir, ama Allah’u alem İsmail’e gitse gerektir. Çünkü hemen arkadaki cümle şöyle geliyor; ve min zürriyyetihima muhsinun ve zâlimun li nefsihi mubiyn ama ikisinin soyundan dürüst ve erdemli olan da var, kendisine açıktan zulmeden de. İkisinin soyu dediği İki kardeşin soyu olsa gerek. Babanın değil de oğulların soyu olsa gerek.

Aslında bu ayet bir şeyi hatırlatıyor, bir başka ayeti, Hani İbrahim tüm sınavları başarıyla geçmişti de rabbimiz ona demişti ki: kale inniy caılüke linNâsi imâma. (Bakara/124) bu sınavlarda ki başarından dolayı seni insanlığa önder edeceğim. O da ne demişti; kale ve min zürriyyetiy, demişti ki ya rabbi beni imam etmen yetmez zürriyetimden, neslimden de imamlar, önderler, liderler çıkar. Ve cevap şöyle olmuştu. kale lâ yenâlu ahdiyzzalimiyn. (Bakara/124) senin neslinden de gelmiş olsa, atası İbrahim de olsa zalimler sözümün dışındadır.

Aslında bu müthiş bir ders, tokat gibi bir cevap. Yahudileşmiş her mantığa. İsrail oğullarının iddiasını hatırlayın, yine müşriklerin de iddiası. Kutsal ırkçılık. İbrahim’in soyundan gelmiş olmayı Allah nezdinde bir ayrıcalık olarak sunmak. İşte bu. Yani ırkçılığı kutsallaştırmak ırkçılığın en zararlısı, en çirkinidir. Bu içkiye besmele çekmek gibi korkunç bir cinayettir.

114-) Ve lekad menenna alâ Musa ve Harun;

Andolsun ki Musa ve Harun’a da lütufta bulunduk! (A.Hulusi)

114 – Celâlim hakkı için Musâ ile Harûn’u da minnettar eyledik. (Elmalı)

Ve lekad menenna alâ Musa ve Harun Yeni bir kıssaya girdik. Doğrusu biz Musa’ya ve Harun’a da lütufta bulunmuştuk.

115-) Ve necceynahüma va kavmehüma minel kerbil ‘azıym;

O ikisini ve onların kavimlerini aziym tasadan kurtardık. (A.Hulusi)

115 – Hem kendilerini ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık. (Elmalı)

Ve necceynahüma va kavmehüma minel kerbil ‘azıym o ikisini ve onların kavmini büyük bir musibetten, beladan kurtarmıştık. Yukarıdan beri bütün örnekler Allah’ın has kullarına desteğini dile getiriyor unutmayalım. Burada da bu kıssanın anlatılışı ve vurgusu buna ait. Yani Ha. Musa ve Hz. Harun’a da Allah’ın nasıl yardım ettiğini vurgulayıp geçiyor.

116-) Ve nesarnâhüm fekânu hümül ğalibiyn;

Onlara yardım ettik de galip geldiler. (A.Hulusi)

116 – Hem yardım ettik onlara da galipler onlar oldular. (Elmalı)

Ve nesarnâhüm fekânu hümül ğalibiyn ve kendilerine yardım etmiştik de sonunda galip gelen onlar olmuşlardı.

117-) Ve ateynahümel Kitabel müstebiyn;

İkisine (Musa ve Harun’a) bilinen bilgiyi verdik. (A.Hulusi)

117 – Hem kendilerine o belli kitabı verdik. (Elmalı)

Ve ateynahümel Kitabel müstebiyn onlara hakkı batıldan seçip ayıran bir kitabı vermiştik. Yani Tevrat’ı.

118-) Ve hedeynahümes sıratal müstekıym;

O ikisini de sırat-ı müstakime yönlendirdik. (A.Hulusi)

118 – Ve kendilerini doğru yola çıkardık. (Elmalı)

Ve hedeynahümes sıratal müstekıym ve o ikisini dosdoğru yola yöneltmiş,

119-) Ve terekna aleyhima fiyl ahıriyn;

Sonrakiler içinde, Onların anılmasını sağladık. (A.Hulusi)

119 – Sonrakiler içinde de namlarına şunu bıraktık. (Elmalı)

Ve terekna aleyhima fiyl ahıriyn nihayet geriden gelen herkesin zihninde o ikisine ilişkin örnek bir hatıra bırakmıştık. Yani insanlık onları andığında yüzü aydınlanıyor, içi aydınlanıyordu. Hep hayırla anıyorduk onları.

120-) Selâmun alâ Musa ve Harun;

Musa ve Harun’a Selâm olsun! (A.Hulusi)

120 – Selâm Musâ ile Harun’!a. (Elmalı)

Selâmun alâ Musa ve Harun Selâm olsun Musa ve Harun’a, selâm olsun. Ne mutlu onlara, onların yolunu izleyin demek. Eğer onların yolunu izlerseniz Allah’ın selamı sizin içinde geçerli, selâm olsun size.

121-) İnna kezâlike neczil muhsiniyn;

Doğrusu biz, muhsinleri (Allâh’a, görürcesine kulluk edenleri) böylece cezalandırırız! (A.Hulusi)

121 – Biz böyle mükâfat ederiz işte muhsinîne. (Elmalı)

İnna kezâlike neczil muhsiniyn iyileri biz işte böyle ödüllendiririz.

122-) İnnehüma min ‘ıbadinel mu’miniyn;

Muhakkak ki ikisi de iman eden kullarımızdandır. (A.Hulusi)

122 – Çünkü ikisi de bizim mü’min kullarımızdan. (Elmalı)

İnnehüma min ‘ıbadinel mu’miniyn zira onlar bizim gerçek mü’min kullarımız arasındaydılar.

123-) Ve innel İlyase le minel murseliyn;

Muhakkak ki İlyas da irsâl olunanlardandı. (A.Hulusi)

123 – Şüphesiz İlyas da mürselînden. (Elmalı)

Ve innel İlyase le minel murseliyn yeni bir peygamber kıssasına daha girdi; Şüphe yok ki İlyas’ta elçilerden biriydi.

İsrail oğulları peygamberlerinden Eliyya, Elija, ya da, Kitab-ı Mukaddeste 1. krallarda da 2. krallarda da bu peygamberin kıssası anlatılır. MÖ. 9. yy. da yaşamış bir peygamber. Kuzey İsrail krallığında yaşamış, özellikle Kral Ahab döneminde yaşamış bir peygamber ve ondan sonra da Elişa peygamber, yani Elyesa diye Arapçalaşmış o geldi.

Her peygamber bizim peygamberimizdir işte bunun için. Burada hiç biri diğerinden ayırt edilmiyor. lâ nuferriku beyne ehadin min RusuliH (Bakara/285) Biz O’nun peygamberlerinden hiç birini ayırt etmeyiz. Onun için bizim sorunumuz yok. Biz Musa’ya ve İsa’ya inanmadığımız zaman Muhammed AS. a da inanmamış sayılırız. Sorunu olanlar sorunlarını halletsinler.

124-) İz kale li kavmihi ela tettekun;

Hani halkına: “Korunmaz mısınız?” dedi. (A.Hulusi)

124 – Zira kavmine demişti: siz Allah dan korkmaz mısınız? (Elmalı)

İz kale li kavmihi ela tettekun hani kavmine demişti ki ne o, sorumluluğunuzu idrak etmemekte direnecek misiniz, hala Allah’a saygı duymayacak mısınız.

125-) Eted’une ba’len ve tezerune ahsenel halikıyn;

“Ba’l'e (dört yüzü olan altından heykel) tapınıp ve yaratanların en güzelini mi (Ahsen-ül Hâlıkîn) bırakıyorsunuz?” (A.Hulusi)

125 – Bir ba’le mi yalvarıyorsunuz bırakıp da o ahsenülhâlikîni. (Elmalı)

Eted’une ba’len ve tezerune ahsenel halikıyn Ba’le (putuna) yalvarıp yakararak sanatkarların en iyisini en güzelini göz ardı edeceksiniz ha? Ba’l; Fenikelilerin büyük putu. Erkek tanrısı yani. İsrail oğulları tek tanrıcı idi. Burada Ba’l’in geçmesinin münasebeti ne? İsrail oğullarıyla ilgili bir kıssa anlatılıyor, İsrail oğulları peygamberlerinden biri ama Ba’le tapan İsrail oğulları. Puta tapan. Hikayesi ilginç. Kısaca şöyle anlatayım. Fakat tek tanrıcı olan İsrail oğullarının garip bir Yahudileşme sorunu var. Bu sorun tarihlerinde çok görülüyor zaten. Canları sıkılınca Allah’a nispet edercesine puta tapmaya başlıyorlar. Hikaye kısaca şöyle.

Kral Ahab, yani İlyas peygamberin gönderildiği Kral Ahab bir adamın arazisine haksız yere el koyar. Adam bu haksız tasarrufu zamanın peygamberine şikayet eder. Çünkü başka hiç kimsenin gücü yetmez Kral Ahab’a. Zalim mi zalim bir adamdır. Kuzey İsrail oğulları devletinin Kralıdır. Kendisi de Yahudi, üstelik unutmayalım Krallar Hz. Harun’un soyundan olurlardı. Böyle bir Kral. Ve İlyas peygamber bu araziyi sahibine geri vermesini ister ve vermediği takdirde günahkar olacağını ilan eder.

Kral Ahab bu sözü dinleyeceği ve adaletle hükmedeceği yerde el koyduğu, gasp ettiği araziye sahip olmakta ısrar eder. Madem sen benden yana değilsin, ben de senden yana değilim deyip emreder topluma komşu putperest kabilenin, Fenikelilerin putuna ibadet edilmesini bundan sonra onların Ba’l putlarının her yere yapılmasını emreder ve yaptırır. Böylesine tipik, ilginç bir süreçtir. Yani peygambere kızmak, Allah’a kızmak ve bunu da putperestlikle yapmak.

Aslında Yahudileşmenin bu tipi, bu türü sadece o güne mahsus değil. Bugün de buna benzer tavırlar davranışlar görüyoruz.

126-) Allâhe Rabbeküm ve Rabbe abaikümül evveliyn;

“Rabbiniz Allâh, önceki atalarınızın da Rabbi’dir!” (A.Hulusi)

126 – O rabbiniz ve evvelki atalarınızın da rabbi olan Allah’ı? (Elmalı)

Allâhe Rabbeküm evet, ahsenel Halikıyn aslında devam ediyor ve Rabbe abaikümül evveliyn Ba’l e yalvarıp yakararak sanatkarların en güzelini göz ardı edecek siniz öyle mi? Yani Allah’ı, sizin ve önden giden atalarınızın rabbi olan Allah’ı göz ardı edeceksiniz.

127-) Fekezzebuhu feinnehüm lemuhdarun;

Onu (İlyas’ı) yalanladılar! Muhakkak ki onlar zorunlu huzura çıktılar! (A.Hulusi)

127 – O vakit onu tekzip ettiler, şüphesiz ki onlar da ihzâr edildiler. (Elmalı)

Fekezzebuhu feinnehüm lemuhdarun derken onu da yalanladılar. Bu yüzden onlar elbette yargılanacaklar.

128-) İlla ıbadAllâhil muhlesıyn;

Sadece Allâh’ın ihlâsa (samimiyete, saflığa) erdirilmiş kulları müstesna. (A.Hulusi)

128 – Müstesnâ Allahın ihlâslı kulları. (Elmalı)

İlla ıbadAllâhil muhlesıyn ancak Allah’ın imanını saf ve temiz tutma çabasını desteklediği kulları müstesna. Onlar böyle yapmadılar.

129-) Ve terekna aleyhi fiyl ahıriyn;

Sonrakiler içinde, Onun anılmasını sağladık. (A.Hulusi)

129 – Ona da sonrakilerde şunu bıraktık. (Elmalı)

Ve terekna aleyhi fiyl ahıriyn ve geriden gelen herkesin zihninde ona ilişkin örnek bir hatıra ve anı bıraktık. Yani adı dillere destan oldu. Muhabbeti geriden gelenlerin gönlünde hep kaldı. İşte bizim gönlümüzde kaldığı gibi.

130-) Selâmun alâ İlyasiyn;

Selâm olsun İlyâsîn yolundan gidenlere! (A.Hulusi)

130 – Selâm, İlyas’a. (Elmalı)

Selâmun alâ İlyasiyn selâm olsun İlyas’lara, selâm olsun İlyas ve onun inanç soyundan gelenlere. Selâm olsun İlyas gibilere. İlyasiyn ‘ali Yasin diye de okunmuş bazı kariler tarafından. İlyas’ın inancını izleyenler manasına, yani bir tür çoğul. İbn. Mes’ud İdrasiyn diye okumuş bu kelimeyi, Buradan İlyas ve İdris’in aynı peygamberin iki ismi, ya da iki vasfı olduğu sonucunu çıkaranlar da olmuş. Ki mümkindir. Hatta bu konuyu istismar eden bazı irfan ekolü müntesipleri tenasüh’ü çağrıştıran yorumlar yapmışlar. İlyas’ı ölümsüzleştiren yorumlar. Oysa ki Kur’an bu konuda son sözü söylemiş. Enbiya/34. ayeti açık. Ve ma ce’alna li beşerin min kablikel huld. (Enbiya/34) senden önce hiçbir insan türüne ebedilik vermedik. Bu yetmeli.

131-) İnna kezâlike neczil muhsiniyn;

Doğrusu biz, muhsinleri (Allâh’a, görürcesine kulluk edenleri) böylece cezalandırırız. (A.Hulusi)

131 – Biz böyle mükâfat ederiz işte muhsinîne. (Elmalı)

İnna kezâlike neczil muhsiniyn iyileri biz işte böyle ödüllendiririz.

132-) İnnehu min ‘ıbadiNEl mu’miniyn;

Muhakkak ki O, iman eden kullarımızdandır. (A.Hulusi)

132 – Çünkü o bizim mü’min kullarımızdan. (Elmalı)

İnnehu min ‘ıbadiNEl mu’miniyn zira onlar bizim gerçek kullarımızdandı.

133-) Ve inne Lutan le minel murseliyn;

Muhakkak ki Lût da irsâl olunanlardandı. (A.Hulusi)

133 – Şüphesiz Lût da mürselînden. (Elmalı)

Ve inne Lutan le minel murseliyn yeni bir peygamber kıssasına getirdi sözü Kur’an. Burada da vurgu yine Allah’ın yardımına, kulun gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar ilkesi. Şüphe yok ki Lût’ta elçilerden biriydi.

134-) İz necceynahu ve ehlehu ecme’ıyn;

Hani Onu ve Onun yakınlarını toptan kurtardık. (A.Hulusi)

134 – Zira kurtardık onu ve bütün ehlini. (Elmalı)

İz necceynahu ve ehlehu ecme’ıyn kavmi helâk olduğu zaman onu ve yakınlarını toptan kurtarmıştık.

135-) İlla acuzen fiyl ğabiriyn;

Sadece geride kalanlar içinde olan bir kocakarı (Lût a.s.ın iman etmeyen karısı) hariç. (A.Hulusi)

135 – Kalan bir karıdan başka batanlar içinde. (Elmalı)

İlla acuzen fiyl ğabiriyn geride kalanları tercih eden yaşlı bir kadın dışında. Tabii bu kadının Hz. Lût’un eşi olduğunu biliyoruz. Çünkü Kur’an ın başka yerlerinde bunu açıkça söyleyen ibarelerde var. Aslında neden bunu hep dile getirir? Nedeni açık, akrabalık ve hısımlık kişinin hakikate nispetinde hiçbir artı değer taşımaz. Peygamberin eşi de olsa. Eğer onun yolundan gitmiyorsa hayır onunla olan hısımlık ve akrabalığın ona getirdiği hiçbir değer olmaz. Söylediği bu.

136-) Sümme demmernel âhariyn;

Sonra diğerlerini yerle bir ettik! (A.Hulusi)

136 – Sonra diğerlerini temdir (yok etmek) eyledik. (Elmalı)

Sümme demmernel âhariyn en sonunda diğerlerinin tamamını kahrettik.

137-) Ve inneküm le temürrune aleyhim musbihıyn;

Muhakkak ki siz sabahları onların yurtlarından geçersiniz. (A.Hulusi)

137 – Ve siz elbette onlara uğrar ve üzerinden geçerseniz, sabahleyin. (Elmalı)

Ve inneküm le temürrune aleyhim musbihıyn ve siz onların mekanlarından,

138-) Ve Bil leyl* efela ta’kılun;

Geceleri de… Hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız? (A.Hulusi)

 138 – Ve geceleyin, ya akıl edip de düşünmez misiniz. (Elmalı)

(le temürrune aleyhim musbihıyn) Ve Bil leyl ki cümle aslında burada bitiyor, siz onların mekanlarından gelip geçmektesiniz her sabah, her akşam. Çünkü Mekke ve Medine’lilerin yolu üzerindeydi bu belanın indiği Sodom ve Gomora. Lût gölü civarında. Bu da Akdeniz’de güney Arabistan arasında ki yolun üzerindeydi. Her geçişte aslında belanın kokusunu alıyorlar, görüyorlardı. Şimdi de gidenler belayı açıkça görürler. Koca Lût gölünde hiçbir canlının yaşamadığı, som bir zehir olduğunu, Yer yüzünde en çukur parça olduğunu ve Lût gölünün içinde Lisan denen bir parçanın 6o metreden birden bire 400 metreye indiğini, bir kırık olduğunu şimdi bile görürler.

efela ta’kılun hala aklınızı kullanmayacak mısınız.

139-) Ve inne Yunuse le minel murseliyn;

Muhakkak ki Yunus da irsâl olunanlardandı (Hakikat bilgisiyle açığa çıkarılanlardandı). (A.Hulusi)

139 – Şüphesiz Yunus da o mürselînden. (Elmalı)

Ve inne Yunuse le minel murseliyn Şüphe yok ki Yunus’ta elçilerden biriydi. Biliyorsunuz Yunus Peygamber Ninova’ya gönderilmişti. Kitabı Mukaddes’te Yunus kitabında gerçekten de ayrıntılı bir biçimde kıssası anlatılır.

140-) İz ebeka ilel fülkil meşhun;

Hani o dopdolu gemiye kaçmıştı (Hakikat bilgisine rağmen halkına yararlı olamadığı düşüncesiyle sıradan yaşamına dönmüştü). (A.Hulusi)

140 – Hani bir vakit dolu gemiye kaçmıştı, (Elmalı)

İz ebeka ilel fülkil meşhun hani o efendisinden kaçan bir köle gibi dolu bir gemi ile kaçmıştı.

Kitabı Mukaddes’te ki anlatıma bakarsak Hz. Yunus kavmini uzun süre davet etmiş, fakat İsrail oğulları adam olmamakta direnmişler ve en sonunda Hz. Yunus bu kavmin başına bir bela geleceğini düşünmüş, bu belaya uğramamak için izin almadan, rabbi kendisine işaret etmeden görev yerini izinsiz terk etmişti. İşte onun gerçekten ilginç kıssası anlatılıyor burada.

Efendisinden kaçan bir köle gibi diyor. Allah’tan mı kaçacaksın diyor yani. Allah’tan eymel mefer, nereye kaçacaksın diyor. Fefirrû ilAllâh (Zariyat/50) cevabı yine Kur’an da Allah’a kaçınız. Ayrıca diyor ki hiç siz bahçeye küsen bahçıvan gördünüz mü. Bahçıvanın bahçeye küsme lüksü var mı? Mühendisin demir ve çimentoya küsme lüksü var mı? Marangozun ahşaba küsme lüksü var mı? Davetçi, hele bir peygamber insana küser mi. Yok böyle bir lüks. Aslında verdiği ders çok derin.

141-) Fesaheme fekâne minel müdhadıyn;

(Yunus) kura çekti (seçim yaptı) de delili geçersiz kılınanlardan oldu (bu tercihi – seçimi onu yanlışa sürükledi ve). (A.Hulusi)

141 – Kur’a çekmişti de kaydırılanlardan olmuştu. (Elmalı)

Fesaheme fekâne minel müdhadıyn bunun ardından kura çekilmiş ve hayatı kayıp denize atılmıştı. El müdhadiyn, aslında hayat kaymak manasına gelir. Ben bunu hayatı kaymak diye çeviriyorum. Bindiği gemi fırtınaya yakalanmıştı Hz. Yunus’un. Fırtına kopunca gemidekiler telaşa düşmüşler çünkü gemi batmak üzereydi. Ve o günün yaygın uygulamalarından biri olarak içinizde aşırı bir günahkar var, o kimse çıksın yoksa Kura çekeceğiz demişler, Kura çekmişler ve kurada Hz. Yunus çıkmış ama o da en sonunda evet o bendim demiş, itiraf etmiş ve beni atın demişti ve onu suya attıktan sonra gemi batmaktan kurtulmuş ve fırtına dinmişti. Yunus kitabında anlatılan kıssaya göre, Tevrat’ta ki Yunus kitabında.

142-) Feltekamehul hutü ve huve müliym;

(Yunus) levmedici olduğu hâlde balık Onu yuttu (pişmanlık duygusuyla karışık bir hâlde, balık = dünya yaşamı onu yuttu); (A.Hulusi)

142 – Derken kendisi balık yuttu melâmette idi. (Elmalı)

Feltekamehul hutü ve huve müliym derken o iri balık tarafından yutulmuş ve derin bir pişmanlık yaşamıştı. O derin pişmanlığı biz biliyoruz değil mi. Öyle diyordu;

lâ ilâhe illâ ente subhâneKE inniy küntü minez zâlimiyn. (Enbiya/87) senden başka ilah yok, tapılacak varlık yok. Senin şanın ne yücedir ya rabbi, ben zalimlerden oldum. Ben kendime zulmettim. Senin koyduğun yerde durmadım. Zulüm Allah’ın yerleştirdiği yerde durmamak demektir. Senin koyduğun yerde durmadım.

Çok ilginç Mevdudi tefsirinde 1891 Ağustosunda İngiltere de gerçekleşen bir olayı anlatır. Balina avcılarından biri yaralı bir balina tarafından yutulur. James Börtli diye bir adam bu. Ve 60 saat sonra yaralı balina ölü olarak kıyıya vurur. Balinanın karnını yardıklarında James Börtli balinanın karnından diri olarak çıkar. Çok ilginç 19. yy. yaşanmış böyle bir olay tarihe geçmiş.

143-) Felevla ennehu kâne minel müsebbihıyn;

Eğer (Yunus) tespih edenlerden (işlevini hatırlayanlardan) olmasaydı (eğer tespih ile hakikatini hissederek Allâh’a vechini dönmeseydi); (A.Hulusi)

143 – Eğer çok tesbih edenlerden olmasa idi. (Elmalı)

Felevla ennehu kâne minel müsebbihıyn (aşağıdaki ayetle birleşti)

144-) Lelebise fiy batnihi ila yevmi yüb’asûn;

Bâ’s olunacakları güne kadar (Yunus) balığın karnında kalırdı (ölüm tadılma sürecine kadar dünyasında bedensellikte kalırdı). (A.Hulusi)

144 – Her halde ba’s olunacakları güne kadar onun karnında kalırdı. (Elmalı)

Felevla ennehu kâne minel müsebbihıyn Lelebise fiy batnihi ila yevmi yüb’asûn evet, iki ayeti birden manalandırayım. Fakat o eğer rabbinin yüceliğini sürekli hatırda tutan biri olmasaydı, yeniden diriliş gününe kadar onun karnında kalacaktı. Yani oradan çıkamayacaktı.

145-) Fenebeznahu Bil ‘arai ve huve sakıym;

Biz Onu hasta (yıpranmış – sağlıksız) olarak çıplak arazide (kuvvelerin bilinmediği bir ortamda) bıraktık. (A.Hulusi)

145 – Hemen biz onu alana attık hasta idi. (Elmalı)

Fenebeznahu Bil ‘arai ve huve sakıym sonunda biz onu bitkin bir halde ıssız ve çorak bir kıyıya çıkarttık.

146-) Ve enbenta aleyhi şecereten miy yaktıyn;

Üzerine kabak türünden (gövdesi olmayan bitki cinsi) bir ağaç bitirdik (Onda ilâhî marifet meyveleri açığa çıkardık). (A.Hulusi)

146 – Ve üzerine kabak cinsinden bir ağaç bitirdik. (Elmalı)

Ve enbenta aleyhi şecereten miy yaktıyn ve onun başı ucunda bodur, bol hevenkli, bol yapraklı bir bitki yeşerttik. Bu bir tür. Kabak diye çeviriyorlar ama, hasetsen kabağın ismi değil. Bu bir tür. Ebu Ubeyde Muammer bin Müsenna bunu gerçekten de güzel açıklamış ben de oraya dayanarak söylüyorum.

147-) Ve erselnahu ila mieti elfin ev yeziydun;

Onu (Yunus’u) yüz bin (kişiye) yahut daha da fazlasına irsâl ettik. (A.Hulusi)

147 – Ve onu yüz bine Resul gönderdik ve hattâ artıyorlardı. (Elmalı)

Ve erselnahu ila mieti elfin ev yeziydun yine onu 100.000, belki daha fazla kişiye yeniden elçi olarak gönderdik.

148-) Feamenû femetta’nahüm ila hıyn;

(Onlar) iman ettiler de, biz onları bir süre mutlu yaşattık. (A.Hulusi)

148 – O vakit ona iman ettiler de onları bir zamana kadar istifade ettirdik. (Elmalı)

Feamenû femetta’nahüm ila hıyn bu kez onlar iman ettiler o yüzden biz de onlara bir müddet müreffeh bir hayat, refah içinde bir hayat yaşattık.

Hz. Yunus Kur’an da iki defa gönderilen tek Nebiy olarak anılır. İlk surelerden kalem suresinde de anılır ki, Resulallah’a bir uyarı mahiyetindedir bu. Yunus’tan söz edilen her yerde aslında bahusus özellikle Hz. Peygambere bir uyarı var. Bu uyarının ne demeye geldiğini bu ayetlerin indiği yılın takriben 7. yıl, peygamberliğin 7. yılı, yani müşriklerin boykotunun ayyuka çıktığı, bir yudum suya hasret yaşanan günler olduğunu hatırlarsanız o zaman durumun ne kadar kritik olduğunu da bilirsiniz.

149-) Festeftihim eliRabbikel benatü ve lehümül benun;

O hâlde sor görüşlerini onlara (o müşriklere): “Kız çocukları Rabbinin, erkek çocukları onların mı?” (A.Hulusi)

149 – Şimdi sor o seninkilere: rabbine kızlar, onlara oğullar öyle mi? (Elmalı)

Festeftihim eliRabbikel benatü ve lehümül benun imdi onlardan şu sorunun cevabını iste. Senin rabbinin payına kızlar, onlara da oğullar düştü öyle mi. Böyle bir mantık vardı vahyin ilk muhataplarında. Hoş, model muhatapların içinde böyleleri yok mu. Yani Allah’ı tanımlamaya varlığı ikiye ayırıyorlar. Şu benim, şu senin. Allah’a kendi kafalarına göre bir pay veriyorlar ama suçüstü yakalanıyorlar. Kendilerine ayırdıkları ile rablerine ayırdıkları farklı.

150-) Em halaknel Melaikete inâsen ve hüm şahidun;

Yoksa biz, onlar seyrederken mi melekleri dişiler olarak, yarattık? (A.Hulusi)

150 – Yoksa biz Melâikeyi dişi yaratmışız da onlar şahit mi bulunuyorlarmış? (Elmalı)

Em halaknel Melaikete inâsen ve hüm şahidun yoksa melekleri dişiler olarak yarattık ta buna onlar tanık mı oldular. Elekümüzzekeru ve lehül ünsâ. (Necm/21)Yani erkekler size dişi Allah’a öyle mi. Tilke izen kısmetun dıyza.(Necm/22) Bu ne biçim taksimat diyordu ya Kur’an ayette, öyle bir taksimat yapıyorlardı. Melekler Allah’ın kızlarıdır derlerdi.

151-) Ela innehüm min ifkihim leyekulun;

Dikkat edin, muhakkak ki onlar iftira atarak şöyle derler: (A.Hulusi)

151 – Ha!.. onlar şüphesiz ki yalancıdırlar. (Elmalı)

Ela innehüm min ifkihim leyekulun bakın işte bu tiplerin iftiraya düşkünlüklerinden dolayı ısrarla dedikleri şudur;

152-) VeledAllâhu, ve innehüm le kâzibun;

“Allâh doğurdu (Allâh’ın oğlu dediler)! Muhakkak ki onlar kesinlikle yalancılardır!” (A.Hulusi)

152 – «Allah doğurdu» derler ve elbette bunlar yalancıdırlar. (Elmalı)

VeledAllâh Allah doğurdu. Allah’ı tanımlamaya kalkıyorlar. Allah’a görev biçmeye kalkıyorlar. Yani kulun haddini bilmezliğinin zirvesidir bu aslında. ve innehüm le kâzibun elbette yalan söylüyorlar.

153-) Astafel benati alelbeniyn;

(Allâh) kızları oğullara tercih mi etmiş? (A.Hulusi)

153 – Kızları oğullara tercih mi etmiş? (Elmalı)

Astafel benati alelbeniyn sahi O, kızları oğlanlara tercih mi etmiş.

154-) Ma leküm* keyfe tahkümun;

Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz? (A.Hulusi)

154 – Nah sizlere! nasıl hükmediyorsunuz? (Elmalı)

Ma leküm* keyfe tahkümun ne oluyor size nasıl böyle hüküm veriyorsunuz? Suçüstü demiştim ya, kendisine bir kız çocuğu müjdelendiğinde, evet müjdelendiğinde diyor Kur’an çünkü kız müjdelenir. Ne yapar?…zalle vechuhu müsvedden.. (Nahl/58) ayeti öyle diyor ya, yüzü simsiyah kesilir. Fakat kendi hoşuna gitmeyeni Allah’a verir. Böyle bir tablo.

155-) Efela tezekkerun;

Hatırlayıp düşünemiyor musunuz? (A.Hulusi)

155 – Hiç demi düşünmezsiniz? (Elmalı)

Efela tezekkerun hiç mi düşünmüyorsunuz. Yani bunun bir suçüstü hali olduğunu, bir çelişki olduğunu. Yoka kız çocuğu müjdelenir, rabbimiz müjdelik bir şey olarak söylüyor onu.

156-) Em leküm sultanün mubiyn;

Yoksa apaçık bir deliliniz mi var? (A.Hulusi)

156 – Yoksa sizin için açık bir ferman mı var? (Elmalı)

Em leküm sultanün mubiyn yoksa elinize apaçık bir belge mi geçti.

157-) Fe’tu Bi Kitabiküm in küntüm sadikıyn;

Eğer doğru söylüyorsanız bildiğinizi koyun ortaya! (A.Hulusi)

157 – O halde getirin kitabınızı sadıksanız. (Elmalı)

Fe’tu Bi Kitabiküm in küntüm sadikıyn eğer doğru söylüyorsanız haydi varsa kendi kitabınızı getirin de görelim.

158-) Ve ce’alu beynehu ve beynel cinneti neseba* ve lekad alimetil cinnetü innehüm lemuhdarun;

O’nunla (Allâh ile) cinler (normal insan duyularının algılayamadığı bilinçli varlıklar) arasında bir bağ oluşturdular! (Onlara Allâh dûnunda tanrısallık atfettiler)… Andolsun cinler de bilir ki, muhakkak onlar muhdarîndir (zorunlu olarak huzurda hazır tutulacaklardır)! (A.Hulusi)

158 – Bir de onunla Cinler beyninde bir nesep uydururlar. Celâlim hakkı için Cinler bilirler ki onlar ihzar olunacaklardır. (Elmalı)

Ve ce’alu beynehu ve beynel cinneti neseba bir de Onunla, görünmez ruhani varlıklar arasında bir yakınlık bağı kurdular. Özellikle işte cin, melek ve görünmez varlıklar arasında bağ kurmak. Ne demek bu? Müşrikçe bir davranış ve cinlere dair müşrik tasavvurunu reddediyor burada aslında.

ve lekad alimetil cinnetü innehüm lemuhdarun evet, oysa bu görünmez varlıklar da bilirler ki onlar kesinlikle yargılanacaklar. Yani Allah’ta görünmüyor, cinlerde görünmüyor. O zaman ikisi arasında bağ var. Mantığa bakın. İşte müşrik mantık nasıl çalışır onu söylüyor.

159-) SubhanAllâhi amma yesıfun;

Allâh onların vasıflandırmalarından münezzehtir! (A.Hulusi)

159 – Münezzeh sübhan o Allah onların isnat ettikleri vasıflardan. (Elmalı)

SubhanAllâhi amma yesıfun yüceler yücesi olan Allah onların her tür tasavvur ve tanımlarının çok çok ötesindedir. Aynı zamanda Allah hakkında ki tanımaya değil, tanımlamaya yönelik her teşebbüs mantıki bir imkansızlık ve ahlaki bir sorumsuzluğun eseridir. Her yerde ve her zaman.

160-) İlla ‘ıbadAllâhil muhlesıyn;

Sadece Allâh’ın ihlâsa (samimiyete, saflığa) erdirilmiş kulları müstesna (gerisi “muhdarîn” olarak anlatılan sınıftandır). (A.Hulusi)

160 – Lâkin Allahın ihlâs ile seçilen kulları başka. (Elmalı)

İlla ‘ıbadAllâhil muhlesıyn ancak Allah’ın inancını saf ve temiz tutma çabasını desteklediği kulları müstesna.

161-) Feinneküm ve ma ta’budun;

Muhakkak ki siz ve tapındıklarınız, (A.Hulusi)

161 – Çünkü siz ve taptıklarınız. (Elmalı)

Feinneküm ve ma ta’budun çünkü ne siz ne de taptıklarınız hiç biriniz,

162-) Ma entüm aleyhi Bi fatiniyn;

O’nun aleyhine (kimseyi) ayartıp kandıramazsınız! (A.Hulusi)

162 – Ona karşı kimseyi meftun edemezsiniz. (Elmalı)

Ma entüm aleyhi Bi fatiniyn O’na karşı kimseyi ayartamazsınız.. Evet, yeterli, anlamı açık.

163-) İlla men huve salil cahıym;

Ancak cehennemî yanışa gidecekler müstesna. (A.Hulusi)

163 – Meğer ki Cahîme saldıran olsun. (Elmalı)

İlla men huve salil cahıym ancak göz göre göre ateşe koşan kimseler hariç. Onları ayartabilirsiniz. Zaten onlar ateşe koşuyorlar, biraz daha hızlandırmış olursunuz.

164-) Ve ma minna illâ lehü mekamun ma’lum;

(Bütün açığa çıkan melekî Esmâ kuvveleri): “Bizden, bilinen bir işlevi olmayan yoktur!” (A.Hulusi)

164 – Bizden ise her birimiz için bir makamı malûm vardır. (Elmalı)

Ve ma minna illâ lehü mekamun ma’lum hem samimi kullar derler ki içinizde Allah tarafından kendisine bir yer tayin edilmemiş hiç kimse yoktur.

Bu ayet müthiş bir ayet dostlar. 160. ayette ki samimi kullara atıf aslında. 161 de ki cinler, melekler ve ruhani varlıklara da atıf bizce. 166. da ki gelecekte müsebbihun dan yola çıkarak bütün varlığa atıf aslında. ve in min şey’in illâ yüsebbihu Bi hamdiHİ… (İsra/44) Hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tespih etmemiş olsun.

Yunus olayı yerini terk etme idi hatırlayınız bu da varlığın her birinin yeri var diyor. Yerin var diyor ey insan. Yerini asla terk etme. Bir ağaç yerini terk ederse odun olur. Yerinde ise ağaç denir. Onun için yersiz insan yoktur, insanın atığı olmaz, bunu söylüyor. Senin yerin neresi. Seni Allah’ın koyduğu yerdir senin yerin. Bunu söylüyor.

165-) Ve inna le nahnus saffun;

“Muhakkak ki biz, evet biziz o saf saf dizilenler (varlıkta boyutları ve içindekileri meydana getirenler).” (A.Hulusi)

165 – Ve biz elbette biz o saf dizenleriz. (Elmalı)

Ve inna le nahnus saffun evet, biziz emre amade olup saf saf dizilenler, elbette biz. Unutmayınız surenin girişinde ki ayetlere atıf.

166-) Ve inna lenahnul müsebbihun;

“Muhakkak ki biz, evet biziz o tespih edenler (işlevlerini yerine getirmek suretiyle kulluğunu ifa edenler {tespihin anlamı}).”(A.Hulusi)

166 – Ve biz elbette biz o tesbih edenleriz. (Elmalı)

Ve inna lenahnul müsebbihun yine biziz O’nun yüceliğini dile getirenler elbette biz. Eşyanın tespihi konulduğu yerde durmasıdır. Allah nereye koymuşsa orada tutmak. Onu oradan etmekte zulümdür. Orada tutmak hikmettir.

167-) Ve in kânu le yekulun;

Muhakkak ki (o müşrikler) şöyle de diyorlardı: (A.Hulusi)

167 – Ve gerçek evvel şöyle diyorlardır: (Elmalı)

Ve in kânu le yekulun ama bir de ısrarla şöyle diyenler var.

168-) Lev enne ‘ındeNA zikren minel evveliyn;

“Eğer bizim yanımızda da atalarımızdan bize ulaşmış bir bilgi olsa idi…” (A.Hulusi)

168 – «Eğer yanımızda evvelkilerinkinden bir zikrolsa idi. (Elmalı)

Lev enne ‘ındeNA zikren minel evveliyn (bir sonraki ayetle birlikte.)

169-) Lekünna ‘ıbadAllâhil muhlesıyn;

“Elbette biz de Allâh’ın ihlâsa (samimiyete, saflığa) erdirilmiş kulları olurduk.” (A.Hulusi)

169 – Her halde Allahın ihlâs ile seçilmiş kullarından olurduk. (Elmalı)

Lev enne ‘ındeNA zikren minel evveliyne , Lekünna ‘ıbadAllâhil muhlesıyn eğer geçmiş atalarımızdan bize tevarüs eden ilahi bir uyarı devralmış olsaydık, elbet biz de Allah’ın imanını saf ve temiz tutma çabasını desteklediği kullarından olurduk. Diyorlar. Tabii ki doğru söylemiyorlar. Bi namaz mazereti bu. Neden? İşte cevabı.

170-) Fekeferu BiHİ, fesevfe ya’lemun;

Şimdiyse hakikat bilgisini inkâr ettiler… Yakında anlayacaklar! (A.Hulusi)

170 – Fakat şimdi ona küfrettiler, artık ileride bilecekler. (Elmalı)

Fekeferu BiHİ, fesevfe ya’lemun fakat vahiy gelince de onu inkar ettiler. Hem böyle diyorlar, hem de vahiyi inkar eden oluyorlar. Ama zamanı gelince ne fena yaptıklarını bilecekler.

171-) Ve lekad sebekat kelimetüna li ‘ıbadinel murseliyn;

Andolsun ki irsâl olunan kullarımıza (şu) sözümüz geçerli olmuştur: (A.Hulusi)

171 – Celâlim hakkı için risaletle gönderilen kullarımız hakkında şu kelimemiz sebkat (Geçmek, ilerlemek.) etmiştir: (Elmalı)

Ve lekad sebekat kelimetüna li ‘ıbadinel murseliyn ama doğrusu has kullarımız olan elçilerimize geçmişte verilmiş bir sözümüz vardı. Bana sorarsanız bu surenin ana temasının hepsini ifade eden en öz ayet bu. Has kullarımız olan elçilerimize geçmişte verilmiş bir sözümüz vardı ve devamında ki ayet;

172-) İnnehüm lehümül mansurun;

Muhakkak ki onlar, elbette onlar zafere erdirilmişlerdir. (A.Hulusi)

172 – «Onlar elbette onlar muhakkak muzaffer olacaklardır. (Elmalı)

İnnehüm lehümül mansurun mutlaka kendileri yardıma mazhar olacaklar. Bu aynı zamanda onların yolundan giden herkesi de içerir. İlahi yasa halen geçerli. Risalet mirasına ihanet etmeyenler için bugün de geçerli. Düşünsenize bir Nuh suyun yardımını gördü. İbrahim ateşin yardımını gördü, Lût karanın yardımını gördü. Musa ve Harun denizin yardımını gördü. Yunus hayvan ve bitkinin yardımını gördü. Ne kaldı geriye. Şuursuz kardeşleriniz eğer başınız sıkışırsa şuurlu mü’min kardeşinin yardımına koşuyor. Burada verilen oydu işte.

173-) Ve inne cündena lehümül ğalibun;

Muhakkak ki bizim ordumuz, onlar galiptirler! (A.Hulusi)

173 – Ve elbette bizim askerlerimiz mutlak onlar galip geleceklerdir»(Elmalı)

Ve inne cündena lehümül ğalibun ve elbette sonunda galip gelecek olan bizim ordumuz olacaktır. Orada ki cündena, bizim ordumuzdan kasıt; Allah’ın varlığın içine koyduğu o güçtür ve bütün bu saydığım Nuh’a yardım eden su, Musa ve Harun’a yardım eden deniz, Yunus’a yardım eden balık ve bitki. Hepsi aslında Allah’ın ordusunun neferidir. Bunu böyle bilmek lazım.

174-) Fetevelle ‘anhüm hattâ hıyn;

Artık bir süre onlardan yüz çevir! (A.Hulusi)

174 – Onun için yüz çevir de onlardan bir zamana kadar. (Elmalı)

Fetevelle ‘anhüm hattâ hıyn bu yüzden artık bir süreliğine onlardan uzak dur. Bu ayetleri iyi anlamak lazım. İyi anlamak içinde  bu ayetlerin indiği dönemi unutmamak lazım. Biraz önce hatırlatmıştım 7. yıl takriben. Yani müşriklerin uyguladığı boykotun en çok acı verdiği yıl. İnkarcılar bu dönemde Resulallah’ı hiç ciddiye almıyorlardı. Düşünsenize bir 3 yıl dışarı çıkması yasak, içeri gıda girmesi yasak. Kaçak göçek bir deve sürülecekte bir yığın insan onunla karın doyuracak. Böylesine zor ve kor bir dönem. Ama Allah’ın sözünün nasıl gerçekleştiğini bugün biz daha iyi görüyoruz. Çeyrek asır içinde çağın süper güçlerini dize getiren küresel bir güce dönmüştü imanın gücü. Biz bunu biliyoruz.

175-) Ve ebsırhüm fesevfe yubsırun;

Onları seyret… Yakında görecekler! (A.Hulusi)

175 – Gör onları: yakında görecekler. (Elmalı)

Ve ebsırhüm fesevfe yubsırun ve sen onların zavallı halini gör. Zamanı gelince onlar da kendi hallerini görecekler.

176-) Efe Biazâbina yesta’cilun;

Azabımızın varlıklarında açığa çıkışını (ölümü) acele mi istiyorlar? (Ölüm, hakikati inkâr eden için azabın başlaması, iman eden içinse rahmete ermektir.) (A.Hulusi)

176 – Ya şimdi bizim azâbımızı mı iviyorlar? (Elmalı)

Efe Biazâbina yesta’cilun acaba onlar azabımızın bir an önce gelmesini gerçekten istiyorlar mı?

177-) Feizâ nezele Bi sâhatihim fesae sabâhul münzeriyn;

Onların alanına indiğinde, uyarılanların uyanışı ne kötü olur! (A.Hulusi)

177 – Amma onların sahasına indiği vakit ne fenadır o acı haber verilenlerin sabahı! (Elmalı)

Feizâ nezele Bi sâhatihim fesae sabâhul münzeriyn fakat o aniden kendi mekanlarında başlarına indiğinde azabımız, uyarılmış olanlar berbat bir sabaha uyanacaklar.

178-) Ve tevelle anhüm hattâ hıyn;

Artık bir süre onlardan yüz çevir. (A.Hulusi)

178 – Yine sen yüz çevir de onlardan bir zamana kadar. (Elmalı)

Ve tevelle anhüm hattâ hıyn yine de sen onlardan bir süreliğine uzak dur.

179-) Ve ebsır fesevfe yubsırun;

Onları seyret… Yakında görecekler. (A.Hulusi)

179 – Gör, yakında görecekler. (Elmalı)

Ve ebsır fesevfe yubsırun ve onların zavallı halini gör. Bir gün gelecek, zamanı gelince onlar da kendi zavallılıklarını öğrenecekler, görecekler.

180-) Subhane Rabbike Rabbil ızzeti ‘amma yasifun;

Senin Rabbin, İzzet sahibi Rab olarak, onların tanımlamalarından münezzehtir! (A.Hulusi)

180 – Tesbih o izzetin sahibi rabbine onların vasıflarından. (Elmalı)

Subhane Rabbike Rabbil ızzeti ‘amma yasifun izzet ve azamet sahibi rabbin, insanların her türlü tasavvurlarının ötesinde aşkın bir yüceliğe sahiptir.

181-) Ve Selâmun alel murseliyn;

İrsâl olunanlara Selâm olsun! (A.Hulusi)

181 – Ve selâm mürselîne. (Elmalı)

Ve Selâmun alel murseliyn O’nun bütün elçilerine selâm olsun.

182-) Vel Hamdu Lillâhi Rabbil ‘alemiyn;

Hamd, Rabb-ül âlemîn Allâh’a aittir. (A.Hulusi)

182 – Ve hamd âlemlerin rabbi Allaha.(Elmalı)

Vel Hamdu Lillâhi Rabbil ‘alemiyn Alemlerin rabbi olan Allah’a hamd olsun.

Biz de tüm nebilere ve hassaten bu vahyi bize getiren alemlere rahmet Hz. Muhammed Sallallahu aleyhi ve selemle selâm ediyoruz, selâm olsun diyoruz bize vahiy ile tenezzül buyuran Allah’a da hamd olsun diyoruz.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. SÂD (01 – 29) (142)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 

 El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin! Bu dua ile Kur’an ın yeni bir suresine, yepyeni hakikatleri öğrenmek için belki de eski değil ama eskimez hakikatleri, zamanın ve zeminin eskitemediği hakikatleri öğrenmek için giriyoruz.

Sâd suresi, adını girişinde ki harften alır. Sâd harfi. İçinde yer alan ayrıntılı kıssalardan dolayı Davud suresi diye de adlandırılır. Fakat bu isim yaygınlaşmamış.

Surenin iniş zamanı, tabii ki sure Mekki dir. Hatta Mekke döneminin 3 dilimlik ilk periyoduna denk gelir. Tirmizi’nin İbn. Abbas’tan naklettiği bir rivayete göre Mekke’nin aristokratları ileri gelen müşrikleri, artık davetini açıkça topluma açıktan yapan Resulallah’ın davetinin Mekke’de nakes bulduğunu, yankı bulduğunu görünce amcası Ebu Talip’e başvurarak yeğenine bir takım soruları olduğunu söylerler. Amcasının huzurunda Resulallah ile Mekke ileri gelenleri arasında bir diyalog gerçekleşir.

Bu diyalogda Resulallah onlara bir kelimeyi, yani bir cümleyi söylemeleri gerektiğini, bunu söylerlerse eğer Allah’ın kendilerini üstün getireceğini, dünya ve ahiret mutluluğunu vereceğini söyler. Onlar bu uğurda bir değil bin kelimeyi de söyleriz eğer bizi araba ve aceme üstün kılacaksa derler. Peki ne imiş o kelime deyince; Kulû lâ ilahe illallah tuflihu lâ ilahe. illallah deyin kurtulun. Der.

Mekke aristokratları bunu duyunca renkleri atar, bir hoş olurlar, aşırı tepki gösterirler ve bu çağrıya karşı verdikleri cevap işte bu surenin girişinde yer alır. 5 ve 7. ayetle arasında ki ibareler, cümleler Mekke aristokratlarının, Resulallah’ın tevhid davetine tepkilerini ele verir.

Aslında burada bir parantez açıp bu kadar zor muydu lâ ilahe illallah demek. Ne olurdu deyiverip kurtulsalardı diye aklımıza gelebilir. Biz kolayca diyoruz, peki onlar niçin diyemediler sorusu akla gelebilir. Aslında bu bizin lâ ilahe illallah ı onlardan daha iyi kavradığımız anlamına gelmiyor. Belki tersi bir anlama geliyor. Onların La ilahe illallah demekle ne uzun bir listenin altına imza attıklarını çok iyi bildiklerini gösteriyor. Lâ ilahe İllallah demenin sadece din işi olmadığını gösteriyor. Lâ ilahe illallah demenin aslında hayatta yapılacak en büyük kişisel devrim olduğunu gösteriyor. Lâ ilahe İllalah ın insan ömründe köklü bir dönüm noktasının işareti, giriş fişeği, işaret fişeği olduğunu gösteriyor.

Onlar da diyemediler. La ilahe illallah la girilen bu listenin içerisinde neler olduğunu iyi biliyorlardı onun için şiddetle itirazda bulundular. İşte bu sure bu şartlar çerçevesinde indi. Onun için surenin iniş yılını Mekke döneminin ilk periyodu, yani 4 ve 5. yıla tarihleyebiliriz.

Surenin konusu vahye atıfla başlar, yine vahye atıfla biter. İlk ayetleri inkarcı muhatapların direncinin arka planında yatan iki hususa dikkat çeker. Biri haddini bilmezlik, 2. ataları taklit. 1 ve 12 ayetler arasında bu işlenir. Ardından aynı çizginin geçmişte ki devamı, yani küfür çizgisinin kendilerinden önce ki devamı ele alınır ve feci akıbetleri vurgulanır. 13. – 16. ayetlerde geçmiş toplumlar, inkarcı toplumlar dile getirilir. Ardından sureye damgasını vuran iki kıssa gelir. Davud ve Süleyman peygamberlerin kıssaları. Bu kıssalardan yola çıkarak surenin temasını tespit etmek mümkün. Bu tema insanın servetle, iktidarla, dünya ile, dünyalıkla güçle imtihanı. Tema bu.

Davud ve Süleyman peygamberlerin kıssası güç ve güç ahlakının sorgulanması çerçevesinde ele alınır. Servet ve iktidarı yüceltmek te, onu şeytanlaştırmak ta bu kıssalarda reddedilir. Çünkü özellikle dindarların düştüğü iki tuzaktır bu.

1 – Birincisi dünyevileşmiş toplumlar, serveti ve gücü putlaştırırlar, tanrılaştırırlar. Mekke müşrik toplumu böyleydi. Serveti iktidarı, gücü, ihtişamı, dünyevi refahı; Allah’ın kendilerini desteklemesinin bir delili olarak görüyor ve gösteriyorlardı. Onun içinde ilahi mesaja karşı dururken en büyük argümanları buydu. Allah bizi sevmese bize servet vermezdi. O halde bizim yolumuz doğru olan yol. Eğer Allah seni sevseydi bize verdiği serveti sana verirdi. Dolayısıyla biz doğru yol üzereyiz çıkarsamasını yapıyorlardı. Böylesine sapıkça bir akıl yürütüyorlardı.

2 – Peki bunun karşılığı yani serveti kutsamanın karşıtı serveti şeytanlaştırmaktı. İktidarı, gücü şeytanlaştırmaktı. Peki vahiy bunu mu yapmalıydı, bunu mu yapıyordu? Hayır. Bu tuzağa düşmemizi de engelliyor. Yani her alanda olduğu gibi bu alanda da altın kural denge, altın kelime denge. Yani servetin gücün iktidarın şeytanlaştırılmasına ve bu yolla ruhbanlığın, ruhbaniyetin, -Kur’an ın ifadesi ile- reddine. Ya da Hint  çileciğine benzer, dünyayı boş vermişliği, dünyayı 3 kuruşa satmışlığın aşırılığına düşmememizi de öğütlüyor bu kıssalar çerçevesinde.

Çünkü servet ne hakikatin göstergesidir, ne de şeytana satılmışlığın göstergesidir. Servet tıpkı hayat gibi, tıpkı çocuk gibi, tıpkı sevgili gibi, tıpkı ömür gibi, tıpkı diğer dünyalıklar ve nimetler gibi birer imtihan. Hepsi bu. Dolayısıyla servet sahibi olmak değil kınanacak olan, servete sahip olmak değil kınanacak olan; servetin size sahip olmasıdır.

Onun için Fakr’i, Cüneyd el Bağdadi öyle açıklar. Fakr; yani dinde İslami irfanda bir kavram olarak kullanılan fakr, senin hiçbir şeye sahip olmaman değildir. Fakr; her şeye sahip olsan bile hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir. Mesele de budur. Sen ona mı sahipsin o sana mı sahip. İktidar senin atın mı, sen onun süvarisi misin, yoksa sen iktidarın atımısın. O senin süvarin mi. servet ve para senin atın mı, ki öyleyse seni menziline ulaştırır, bir araçtır. Yoksa sen servet ve paranın atımısın, bineği misin. O zaman ipini ele geçirmiş demektir. Senin süvarin olmuş demektir. O zaman servetin kulu olmuşsun, servet senin seyisin olmuş, iktidar senin seyisin olmuş, dünyalık senin efendin olmuş demektir.

İşte insan ve iktidar, insan ve servet, insan ve güç ilişkisini Davud ve Süleyman peygamberler örneğinde harika bir biçimde işliyor sure ve bu örneği bize vererek servetin ille de kulu olmak zorunda değilsiniz, iktidara kul olmak zorunda değilsiniz. İktidarı ele geçirip, serveti ele geçirip, onu Allah’a ulaşan yolda bir binek olarak kullanabiliyorsanız, bunları şeytanlaştırmanız gerekmez demektedir ve bunun yoklunu göstermekte, bunu becerenleri bu iki peygamber özelinde takdir ve tebrik etmektedir.

Aslında belki özetle söylediği şudur: Sabır deyince insanın yokluğa sabretmesi akla gelir. Fakat bundan daha zor olan bir sabır daha var. O da varlığa sabretmek. Varlığın ayartıcılığına, varlığın baştan çıkarıcı cazibesine, varlığın insanın boynuna ip takıp onu peşinde sürüklemesine karşı direnmek. Onunla yoldan çıkmamak, onun peşine düşmemek, onun kulu ve kölesi olmamak. Aksine onu kendine köle kılmak, ona sahip olmak, onun tarafından esir alınmak yerine, onu esir alıp mutluluk uğruna kullanmaktır. Bu peygamberler özelinde insana verilmek istenen kıssadan hisse bu.

Mekke çıkar çevrelerine bu kıssalar çerçevesinde bir de mesaj verilir. Davud servet ve iktidarı ne babasından aldı, ne de zorbaca ele geçirdi. Ey Mekke’liler siz servet ve güç sahibi olmadı için Allah Resulünü küçük görüyorsunuz. Kınıyorsunuz. Unutmayın ki Allah peygamberlerini destekler. Tıpkı Davud’u desteklediği gibi.

Peki Davud’a verdiğini Muhammed A.S. a vermeyeceği  konusunda bir kanaatiniz mi var. bu yargıya nasıl vardınız. Nasıl böyle düşünüyorsunuz. Onu da çağının Davud’u ve Süleyman’ı yapmayacağına dair bir kanaate nasıl ulaştınız. -Ki bu fazlasıyla gerçekleşti. Davud’a ve Süleyman’a, Sultan Süleyman’a verilenin kat kat fazlası Resulallah’a da verilmişti. Fakat o bir kul gibi yaşadı, bir kul gibi göçtü. Karşısında titreyen bir Bedeviye; “Ne titriyorsun be adam, ben de senin gibi kuru et yiyen bir kadının oğluyum.” diyordu. Hep böyle kaldı. “Bana Dünya ve ahiret sunuldu, ben ikincisini tercih ettim.” Diyordu.

Büyük topraklar, büyük servetler, büyük hazineler önüne serildi, fakat o rabbinin rızasını tercih etti. Çok değil onun ardından çeyrek y.y. sonra çağın imparatorları dize geldi, onun bıraktığı mirasın önünde çağın süper güçleri yerle bir oldu, dayanamadı. Aslında daha peygamberliğin 4. 5. yılının başlarında inmiş olan bu sure bu örneklerle geleceğe ilişkin bir mucizeyi ima ediyordu.

65 ve 68. ayetlerde vahyin çağrısına uymayanların nasıl şeytanın çağrısına uydukları vurgulanır. Yani bir karşıtlık kurulur. Ya Allah’a teslim olursunuz, ya da şeytana, şeytansı güdülerinize, yani egonuza, benliğinize teslim olursunuz. Yani Allah’a sırt dönen bir insan mutlaka bir puta sarılır. Tanrısızlık, tanrı tanımazlık mutlak anlamda yoktur. Mutlak manada bir ateizm mümkün değildir. İnsanoğlu eğer gerçek rabbe sırtını çevirirse sahte bir tanrı, ya da tanrılar peydahlar. Bu konuda mahirdir, üstüne yoktur.

Onun için yalnız Allah’a kul olmak insanoğlunun başka tanrılara kul olmamasının, ya da kula kul olmamasının tek çıkış yoludur ve Allah’a kulluktan dolayı Allah’ın kazancı yoktur, Allah’a kulluktan dolayı kazanacak tek taraf vardır o da kul olan insan. Yoksa kendi ayartıcı duygularının, kendi bilinç altının, kendi egosunun, kendi iç güdülerinin, kendi günahının, kendi şehvetinin, kendi kin ve hırsının kulu olmaktan başka bir çıkış yolu bulamayacaktır.

Vahye kör ve sağır davrananlar son ayetiyle surenin şöyle uyarılır. Ve leta’lemunne nebeehu ba’de hıyn (88) işte bu, son söz bu. onun haberinin gerçek olduğunu bir zaman gelecek mutlaka öğreneceksiniz. İşte bu. Yani eğer vahyin haberine şimdi inanmıyorsanız, veya inanmıyorlarsa birileri, bir gün gelecek bu haberin gerçek olduğu inkar edilmez bir biçimde ortaya çıkacak, fakat o zaman ve latehıyne menas surede de geçtiği gibi iş işten geçmiş olacak. Geçti Bor’un pazarı denilecek. İş işten geçmeden vahye kulak vermeye bir çağrıdır bu sure ve tüm vahiy.

Evet değerli dostlar bu girişten sonra şimdi surenin tefsirine geçebiliriz.

 

“BismillahirRahmanirRahıym”

Rahman, Rahiym olan Allah adına.

1-) Saaad, vel Kur’âni zizZikr;

Sâd… Hakikatini hatırlatıcı Kur’ân! (A.Hulusi)

01 – Sâd. bu zikir ile meşhun Kur’an a bak. (Elmalı)

 

Saaad bu mukadda harfi, hurufu heca diye de bilinir., heca harfi. Başında geldiği surelerin ya doğrudan ya dolaylı olarak vahye atıfta bulunan sureler olduğuna daha önce defaatle vurgu yapmıştık. Bu harflerin bir manası olduğunu düşünenler de çıkmış. Bu harfler konusunda ki yorum sayısı 30 u geçer. Mesela burada ki Saaad harfinin; Allah’ın çağrısından, sayhasından veya sadasından bir kısaltma olduğu söylenmiş. Yani Allah sana sada ediyor, sana çağrı gönderiyor. Ey insan diyor dur, bak veya saddakte kelimesinin simgesi olduğu söylenmiş. Doğru söyledi. Yani ey vahiy, ey Kur’an Ey Kur’an ın, vahyin sahibi olan Allah sen doğru söyledin. Sadakallahul aziym. Onu simgelediğini söyleyenler de olmuş.

Fakat biz Hurufu Mukadda konusunda ki genel tercihimize uyarak bu harflerin gerçekte manasını Allah bilir diyoruz. Bir işlevi olduğunu da düşünüyoruz. Bu işlevin Kur’an a giriş, vahyin, yani yüce mananın yer yüzünde ki insanoğlunun konuştuğu lisanla indirildiğini. Bu yüce manalara kap olan kelimelerin bu harflerden oluştuğunu. Yani vahyin ayağını bu harflerin oluşturduğunu, ama bu ayağa yüce bir baş ilave edildiğini, bunun da vahyin manası olduğunu, dolayısıyla vahyin başı gökte, ayağı yerde mübarek bir hitap olduğunu ima eder diyoruz ve son tahlilde Hz. Ebu Bekir gibi; “Her kitabın bir sırrı var, bu kitabın sırrı da hurufu mukaddadır.” Diyoruz.

vel Kur’âni zizZikr düşün, öğüt veren ve uyaran bu Kur’an ı. Bu baştaki kasem “vav” ı, yemin “vav” ı aslında işlevsel olarak; dur, üzerinde dur, düşün, teemmül et anlamlarını, daha doğrusu işlevsel olarak bu anlamları verir. Dolayısıyla bir şeye yemin etmek aslında yemin edilen şey üzerinde muhatabın dikkatini yoğunlaştırmasını sağlamak içindir. Özellikle vahyin dili olan Arapça da yeminin maksatlarından biri de, belki de birincisi budur. Bu nedenle Kur’an da bir çok yemin, yemin edilen şey, yemin edilen husus, nesne, obje her neyse üzerinde, onun hikmeti, görüneni aşıp görünmeyenin üzerinde durup onunla verilmeye çalışılan dersi, onunla verilmeye çalışılan ibreti almamızı sağlamaktır. Burada da bu işleve dikkat çekmek istiyorum.

İz Zikr; sadece öğüt ve uyarı anlamına gelmez. Yücelik ve onur anlamına da gelir. Yücelik ve onur sahibi, belki her ikisi birden dememiz gerekiyor burada. yani vel Kur’âni zizZikr düşün öğüt veren uyaran, öğüt ve uyarı ile seni yücelten. Özü itibarıyla zaten yüce olan, çünkü yüce bir makamdan inmiş olan ve inme amacı da muhatabını yüceltmek olan bu ayetler üzerinde dur, düşün ve ibret al. Ya eyyühessekalân. (Rahman/31) ey iki ağır ve değerli varlık denilirken bunlardan biri insandı. Yine se nulkî aleyke kavlen sekîlâ. (Müzemmil/5) senin üzerine değeli bir söz indireceğiz denilirken Kur’an kastediliyordu. Yani insan için hangi sıfat kullanılıyorsa vahiy içinde aynı sıfat kullanılıyordu.

Fakıyl; ağır ve değerli şey, ağır ve değerli varlık. Onun için değerli olan kelâm değerli olan insan ile buluştuğunda iki değerin birbirinin çarpanı olmaması için hiçbir neden yoktur. Değerler sinerji doğuruyordu. Bu iki değer kat kat değere dönüşüyordu. Tohumla toprak birleşmiş gibi, etle tırnak birleşmiş gibi, kökle yaprak birleşmiş gibi. Onun için vahyi insandan, insanı vahiyden mahrum etmek, suyu topraktan, toprağı sudan. Tohumu topraktan, toprağı tohumdan mahrum etmekle eşdeğerdir.

Peki, ya tersi? Ya tersi ne olur? Onu da devam edelim. Onu da devamından öğrenelim:

 

2-) Belilleziyne keferu fiy ‘ızzetin ve şikak;

Bak kendilerini şerefli sanan o hakikat bilgisini inkâr edenler, hakikatlerinden kopuk bir yaşam içindedirler! (A.Hulusi)

02 – Fakat o küfredenler bir onur, bir şikak içindeler. (Elmalı)

 

Belilleziyne keferu fiy ‘ızzetin ve şikak ama hayır küfürde direnenler, akletmek yerine (Akledecekleri yerde) yersiz bir gurura ve tarifsiz bir nefrete gömülmüşlerdir. Kendi kendine yeterlilik iddiasıyla tabii.

Küfürde direnenler vahyin zikr oluşunu göz ardı etmişlerdir. Vahyin uyarısına kulak tıkamışlardır. Vahiyden öğüt almamışlardır. Vahiyden öğüt almamanın psikolojik arka planı ne ola ki? Kendi kendine yeterlilik iddiası dedim, olsa olsa. Küstahça gurur ve haddini bilmez bir yabancılaşma. Yani burada şu tespiti yapmak lazım. İnsan kendisinden ne kadar uzaklaşırsa, Allah’tan da o kadar uzaklaşır. Allah’tan ne kadar uzaklaşırsa kendisinden de o kadar uzaklaşır Ve kendisinden uzaklaştığı oranda da küstahlaşır. Kendi kendine yettiğini zanneder. Çünkü kendisini unutur. Kendisinin uzağında duran kendisini nasıl taktir etsin. Kendisinin boyunu nasıl görsün. Kendi cürmünü nasıl görsün. Dolayısıyla tanrılık iddiaları Allah’a karşı küstahça böbürlenmeler hep kendi cirmini, kendi haddini ve tabii ki kendi değerini unutmakla mümkündür.

 

3-) Kem ehlekna min kablihim min karnin fenadev ve late hıyne menas;

Onlardan önce, nice nesilleri feryat figan içinde helâk ettik! Artık kurtulmaları mümkün değildi! (A.Hulusi)

03 – Kendilerinden evvel nicelerini helâk ettik! Çığırıştılar: Değildi fakat vaktı halâs. (Elmalı)

 

Kem ehlekna min kablihim min karnin fenadev ve late hıyne menas kendilerinden önce nice kuşakları helâk ettik. Tam bu sırada imdat dilediler. Fakat ve late hıyne menas çoktan kurtuluş için iş işten geçmişti. Yani artık imdat dilemelerinin hiçbir yararı olmadı.

Min karnin, kuşak diye çevirdim fakat en geniş manada medeniyet diye de anlaşılabilir. Yani insanlık tarihinde Allah’a karşı küstahlaşan nice medeniyetler yok olmuştur. Şöyle dönüp bir bakalım İskender’in kurduğu güneş batmayan imparatorluk. Ne kaldı geriye. Sezar’ın imparatorluğundan ne kaldı geriye. Firavunların devletinden, imparatorluğundan ne kaldı geriye. İran Kisra’larının İmparatorluğundan ne kaldı geriye. Sayalım, sayıp bu güne kadar gelelim şimdi onlardan ne kaldı diye soralım.

Ne kaldığı ortada, viran olmuş surlar, yıkılmış yapılar, yerle bir olmuş kuleler, hatta yerinde yeller esen kentler. Hatta yerin altından çıkan, bilmek kaç metre kazdıktan sonra yerin altına gömülmüş mamur beldeler. Evet, bunlar kaldı. Yani hiçbir şey kalmadı. Taş, toprak ve harabelerden başka. O zaman Kalan Allah’tır. Allah’a karşı küstahlaşan hiçbir medeniyet bu küstahlığını sonsuza kadar sürdüremez.

Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh. (~ Kehf/39) Güçte, kuvvette mutlak manada sadece O’na Allah’a aittir. Onun karşısında güç ve kuvvet, kudret ve izzet sahibi olduğunu, onur ve büyüklük sahibi olduğunu düşünen her küstah uygarlık ve toplum tarihin çöp sepetine buruşturulmuş bir kağıt gibi atılmaya mahkumdur. Allah ile savaşmanın sonucu hep aynı olmuştur. İşte bu ayetler onu söylüyor.

 

4-) Ve ‘acibu en caehüm münzirun minhüm* ve kalel kafirune hazâ sahırun kezzab;

O hakikat bilgisini inkâr edenler, kendi aralarından bir uyarıcının kendilerine gelmesine şaştılar da: “Bu yalancı bir büyücüdür” dediler. (A.Hulusi)

04 – İçlerinden kendilerine uyandırıcı bir Peygamber geldiğine şaştılar da dediler ki kâfirler: bu, bir sihirbaz, bir kezzap. (Elmalı)

 

Ve ‘acibu en caehüm münzirun minhüm ve onlar aralarından birinin kendilerine uyarıcı olarak gelmesine şaştılar. Buna şaşana şaşmak gerek. Aralarından birinin uyarıcı olarak gelmesine şaştılar. Eğer yer yüzünde salına salına yürüyen melekler olsaydı diyor vahiy, biz de onlara meleklerden peygamber gönderirdik. Yani insan oluşuna şaştılar manasını içerir. Melek beklediler tüm inkarcı toplumlar Kur’an ın bize haber verdiğine göre melek bir nebi, melek bir peygamber beklediler.

Aslında bu kaçak güreşmek, bu bir tür ben vahyin izini izlemek istemiyorum. Fakat buna da bir mazeret bir bahane bulmak istiyorum. Bula bula bu bahaneyi buldum manasına geliyor. Onun için tüm tarih boyunca inkarcı toplumlar vahyin peşine takılmamak için bir bahane ileri sürdüler. Melek peygamber isteriz.

Melek peygamber gelmiş olsaydı aslında söyleyecekleri belli idi; Biz insanız o melek, biz onu nasıl örnek alalım diyecekler ve kurtulacaklardı. O nedenle bunu diyemediler, bunu diyemeyince de böylesine bi namaz özrü diyebileceğimiz mazeret uydurdular.

ve kalel kafirune hazâ sahırun kezzab ve işte bu kafirler var ya, onlar şöyle dediler. Bu göz boyamak isteyen yalancının biridir. Alemlerin efendisine, alemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulüne böyle iftira ettiler. Fakat ilginçtir onu göz boyayıcı bir sihirbaz olarak nitelemelerine rağmen hiç biri de onun elinden sadır olmuş sihre benzer bir örnek veremedi. Ya şöyle bir olay oldu diyemedi. Vere vere örnek olarak şunu veriyorlardı; Baksanıza ana baba ile evladın arasını ayırıyor. Karısı ile eşinin arasını ayırıyor. Yani iman eden mü’min olan insanlar kendilerine küfrü dayatan ailelerinden koptukları, ayrıldıkları için, ayrıştıkları için bunu örnek gösteriyorlardı ki bu da gülünç bir şeydi tabii ki.

 

5-) Ece’alel alihete İlâhen Vahıda* inne hazâ le şey’ün ‘ucab;

“Tanrıları, tek bir tanrıya mı indirgedi (diye anladılar)? Muhakkak ki bu çok acayip bir şeydir!” (A.Hulusi)

05 – İlâhları hep bir ilâh mı kılmış? Bu cidden şaşılacak bir şey: çok tuhaf. (Elmalı)

 

Ece’alel alihete İlâhen Vahıda ve ne dediler, nasıl bir karşı çıkış, nasıl bir argümanla karşı çıktılar; Bütün bu tanrıları tek bir tanrıya indirgiyor ha? Aslında tüm zamanlar ve zeminler içinde bu cümlenin zımnen karşılığı şu; Allah dışında kendisine kutsallık yakıştırılan, mutlaklık yakıştırılan, ilahi nitelikler yakıştırılan tüm varlıklarda ki bu nitelikleri alıp tek bir varlığa veriyor ha? Bu, itirazları bu. Yani tek bir Allah’a iman etmek konusunda oldukça katı ve yobazlar.

Neden böyle, bunun arka planında ne yatar sorusu şirkin mantığı ile alakalı. Şirkin mantığı uzak bir Allah inancına dayalıdır. Sana şah damarından yakın olan bir Allah inancı, hayatına müdahil bir Allah inancını getirir, zorunlu kılar. Hayatına müdahil olan bir Allah inancı ise, seni her an görüp gözeten bir rab, rabbül alemin olduğuna iman etmen gerektirir. Bu da Allah’ın müdahil olmadığı bir alanın yokluğu fikrine götürür.

İşte buna gelemediler. Onlar uzak bir Allah’ı, hayatlarına karışmayan kendisine aracılarla ulaşılacak bir Allah inancını tercih ediyorlardı. Çünkü hesabını verecek bir hayatı yaşamak istemiyorlardı. Yani sıkıntıya gelemeyiz demenin müşrikçe siydi. Onun için hesabını verecek bir hayatı yaşamaktansa, sorumlu bir ömür geçirmektense uzak bir Allah inancını tercih ediyorlardı.

Tabii şirkin en büyük zararı Allah ile doğrudan iletişimi yok saymasıdır. Aracı koyduğunuz zaman iletişim aksar. Doğrudan iletişim, dolaylı olduğu zaman haberleşme aksar. Bu aynı zamanda sizin onu anlamamanızı getirir. İşte onu anlamadılar. Ma kaderullahe hakka kadriH. (Hac/74) deyişi bundan dı Kur’an ın. Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.

inne hazâ le şey’ün ‘ucab bunun çok tuhaf bir şey olduğunda hiç şüphe yok diyorlardı. Yani çok tuhaf bir şey bu. Aslında tuhaf olan kendileri ama demek ki yamuk bakan doğru görmüyor.

 

6-) Ventalekal meleü minhüm enimşu vasbiru alâ alihetiküm* inne hazâ le şey’ün yurad;

Onların ileri gelenleri: “Hadi yolunuza devam edin ve tanrılarınıza bağlı kalın! Muhakkak ki olması gereken budur!” diyerek yürüdü. (A.Hulusi)

06 – İçlerinden o heyet de fırladı şöyle: ilâhlarınız üzerinde sabr-u sebat edin, bu cidden arzu olunur bir şey, bir murad. (Elmalı)

 

Ventalekal meleü minhüm enimşu vasbiru alâ alihetiküm* inne hazâ le şey’ün yurad onların liderleri öne atılarak şöyle, devam edin tanrılarınıza dirençle sahip çıkın, ısrarla sahip çıkın. Yapmanız gereken tek şey budur. Aslında bu ayette Tirmizi’nin İbn. Saad’ın ve daha başkalarının, A. Bin Hambel’in, daha başkalarının naklettiği gibi girişte söylediğim hadiseye bir gönderme, atıf var. Mekke aristokratlarının Resulallah için Ebu Talip’e başvurmaları ve Resulallah’la aralarında geçen diyalog ve tevhide davetleri üzerine verdikleri cevap işte burada ayet olarak önümüze çıkıyor. Yani sonuçta, direnin putlarınıza sahip çıkın sizden tek istenen bu diyorlar.

Peki neden böyle diyorlar? Rasyonel düşünüyorlar. Ama çıkarcı bir mantıkla düşünüyorlar. Yani Akleden kalp ile değil, sadece ve sadece rakamlarla düşünüyorlar. Mevcut statüko onların lehine çalışıyor. Tezgâhlarını çok güzel kurmuşlar. Bir çıkar şebekesi bunlar. Bu şebekenin kurduğu tezgâhın yürümesi için istikrarın korunması gerekiyor, küfürde istikrarın, şirkte istikrarın, zulümde istikrarın. Onun için istikrara yönelik bir tehdit olarak algılıyorlar ilahi daveti, Kur’an ı, Resulallah’ı ve onunla korkutuyorlar etraftaki insanları istikrarı zedeleyecek diyorlar. Aslında istikrar dedikleri şey bi avuç çıkar çetesinin çıkarı, başka bir şey değil.

 

7-) Ma semı’na Bihazâ fiyl milletil ahireti, in hazâ illahtilak;

“Bunu önceki milletlerden işitmedik! Bu (TEKLİK anlayışı) ancak bir uydurmadır!” (A.Hulusi)

07 – Biz bunu diğer millette işitmedik, bu bir uydurmadır mutlak. (Elmalı)

 

Ma semı’na Bihazâ fiyl milletil ahireh biz çağdaş inanç sistemlerin hiç birinde böyle bir şey duymadık dediler. Yani görüyorsunuz çağdaşlık takıntısı yeni bir şey değil, cahili bir takıntı bu. Mevcut iki süper güçte tanrısal nitelikleri başkalarına yakıştıran bir inanç sistemlerine sahip. Biri Zerdüştlük, ateşperestlik İran imparatorluğu. Diğeri ise çığırından çıkarılmış Hıristiyanlık, Pavlus Hıristiyanlığı. Yani İsa’ya, annesine tanrılık, tanrısal sıfatları yakıştıran putperestleştirilmiş bir Hıristiyanlık. Roma putperestliğinin Hıristiyan kisvesiyle arzı endam etmiş halini görüyoruz. Onun için çağdaş inanç sistemleri içerisinde biz böyle şey görmedik diyorlar. Onların da çağdaşlık takıntısı var. Modernlik takıntısı var. Onun için argümanlarını böyle getiriyorlar. Yani bu doğru bir şey olsaydı Bizans’tan daha mı akıllıyız, İran’dan daha mı akıllıyız. Gelişmiş, çağdaş, modern onlar. Onların da tanrıları olmazdı. Veya Allah’tan başkasına tanrısal hiçbir niteliği yakıştırmazlardı. Baksanıza İsa’ya bir çok tanrısal nitelik yakıştırıyor Hıristiyanlar. Meryem’e tanrısal nitelik yakıştırıyorlar. Baksanıza İran da bir çok tanrı getiriyor. Dolayısıyla işte bunlar modern, bunlar çağdaş. Onun içinde biz çağdaşlar arasında da böylesini görmedik diyorlardı.

in hazâ illahtilak bu desteksiz bir uydurmadan başkası değildir diyorlardı.

 

8-) Eünzile aleyhiz Zikru min beynina* bel hüm fiy şekkin min ZikrİY* bel lemma yezûku azâb;

“Hem Zikir (hakikati hatırlatma), aramızdan O’na mı inzâl olundu?”… Hayır! Onlar Zikrimden (hakikati hatırlatmamdan) kuşku içindeler! Hayır, onlar benim (gerçeği fark ettiren) azabımı (ölümü) henüz tatmadılar! (A.Hulusi)

08 – O zikir aramızdan ona mı indirilmiş? doğrusu onlar benim zikrimden bir kuşkulu şekk içindeler, doğrusu henüz azâbımı tatmadılar. (Elmalı)

 

Eünzile aleyhiz Zikru min beynina ve devam ediyorlardı, ne yani ilahi mesajın aramızdan indirileceği bir o mu kaldı. Yani bula bula Allah ilahi mesajı indirmek için onu mu buldu diyorlardı. Bu bir küçümseme, bu bir tahkir, bu bir tahfif. Güç iktidar ve serveti hakikatin ölçüsü yapmışlardı. Güç ve iktidar yoksa Allah nezdinde makbul değildi onlara göre. Onun içinde eğer Allah peygamberlik indirecek idiyse güç ve iktidar sahiplerine indirmeliydi. Şu iki şehrin birinden olan adama diyorlardı ya.

Evet, biri Taif’li bir adam, bir tanesi de Mekke de Ümeyye bin halef ya da Übey bin Halef. Bunlardan birine indirilmeli diyorlardı. Güçte onda, iktidar da onda, para da onda, servette onda, evlatta onda. O halde Allah’a en sevgili, en zengin. Allah’a en sevgili olan en çok silahlı adamı olan. Allah’a en sevgili olan en çok gücü olan. Mantık böyle çalışıyordu. Yani müstekbir mantık, küstah mantık böyle çalışıyor.

bel hüm fiy şekkin min ZikrİY ama hayır. İşte rabbimiz burada işin arka planını veriyor. Ama hayır diyor, hayır. Onlar asıl benim vahyime karşı şüphe duyuyorlar. Yani bunlar bahane. Vahyin indiği kişiye itirazları vahye itiraz. Vahye itiraz etmek yerine adres şaşırtıyorlar. Yani buna indirilmeli değildi, şuna indirilmeliydi. Peki aynı vahyi ona indirseydik inanacaklar mıydı? Hayır samimiyetsizler. Dolayısıyla onların içlerinde gezen tilkileri rabbimiz gözler önüne seriyordu. Yani inanmayacaklar, yine de inanmayacaklardı. Asıl itirazları vahyin kaynağına.

bel lemma yezûku azâb dahası onlar henüz azabımı hiç tatmamışlar. Yani belli ki azabımı tatmadıkları için böyle konuşuyorlar. Eğer azabımı tatmış olsalardı böylesine küstahlık yapamazlardı. Yani buradan yola çıkarak söylenen şu: Allah’ın Resulüne olan itiraz vahye itirazdır, Vahye itiraz vahyin sahibi olan Allah’a itirazdır.

[Ek bilgi; Yani, "Onlar seni değil bizi yalanlıyorlar. Senin doğruluğundan asla şüphe etmiş değillerdir. Fakat sen, gönderdiğim zikir doğrultusunda, emrolunduğun gibi onlara tebliğ etmeye başlayınca, hemen şüphelenmeye başladılar. Oysa daha önce senin doğruluğun hakkında tereddütsüz yemin ediyorlardı."(Ebu’l al’â Mevdudi- Tefhimu’l Kur’an)]

 

 

9-) Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb;

Yoksa Aziyz, Vehhâb olan Rabbinin rahmet hazineleri (nimetleri) onların indînde mi? (A.Hulusi)

09 – Yoksa sana onu veren azîz vehhab rabbinin rahmeti hazîneleri onların yanında mı? (Elmalı)

 

Em ‘ındehüm hazainu rahmeti Rabbikel Aziyzil Vehhâb yoksa mutlak kudret ve lütuf sahibi rabbinin hazinelerinin tasarrufu onların elinde mi?

 

10-) Em lehüm mülküs Semavati vel Ardı ve ma beynehüma* felyerteku fiyl esbab;

Yoksa semâların, arzın ve ikisi arasındakilerin mülkü onların mı? Eğer öyle düşünüyorlarsa, sebepler oluşturup yükselsinler (bakalım ne geçecek ellerine)! (A.Hulusi)

10 – Yoksa onların mı bütün o Göklerin, Yerin ve aralarındakilerin mülkü? Öyle ise haydi esbab içinde üstüne çıksınlar. (Elmalı)

 

Em lehüm mülküs Semavati vel Ardı ve ma beynehüma ya yoksa göklerin yerin ve bu ikisi arasındakilerin mülkiyeti onlara mı ait. felyerteku fiyl esbab haydi o zaman tüm araçlara fiyl esbab; Sebep, yüksek, çok uzun hurmaların tepesinden aşağıya sarkıtılıp ona tutunularak hurmanın tepesine çıkıp meyve derilen ipe denilir. Yani tüm araçlara sarılsınlar gökten kendilerine bir ip uzatacak biri varsa uzatsın onlar da ona tutunup çıksınlar, çıkıp göğün tahtına kurulsunlar, haydi görelim bakalım becerebiliyorlarsa bunu yapsınlar.

Bu bir meydan okuma. Aslında Celaleddin Rumî nin o ilginç örneği geldi aklıma. Ayrıntısına girmeyim ama: At bevlinde yüzen saman çöpüne konmuş sineğin hikayesiydi o. Kendisini yer yüzünün en büyük okyanusunda yüzen en büyük transatlantiğinin en büyük gemisinin kahraman kaptanı zanneden sinek. Dışardan bakan için ne kadar gülünç değil mi. İnsanın Allah’a karşı küstahlaşması, insanın Allah’a karşı baş kaldırması aslında bu sineğin durumundan farklı bir komiklik değil, hepsi bu.

[Ek bilgi; KENDİNİ KAPTAN GÖREN SİNEĞİN HİKAYESİ

(AN MEGES BİR BERK-İ GAH Ü BEVL-İ HAR) 

(HEMÇU KEŞTİBAN HEMİ EFRAŞT SER)

Bir sinek, eşek sidiğinin üzerinde gezinen saman çöpünün üstüne kondu. Sonra bir gemi kaptanı gibi başını yukarı doğru kaldırdı.

Ahmak, adi, süfli ve mütekebbir olanların hâli ve tavrı bu sineğe benzer. Sinek bir saman çöpünün üzerindedir, saman çöpü bir eşek sidiğinin üzerinde yüzmektedir. Sidik birikintisini okyanus, saman çöpünü gemi zanneden ahmak kendini kaptan gibi görmeye başlar. Bu da yetmez, bir de kafasını gururla yukarı doğru dikip pis hâlini âleme ifşa ve ilân eder. Bu başkaldırışta aslında ne kadar ahmak olduğunun ne kadar rezil bir durumda bulunduğunun ilanı vardır. “Şu benim azametime bakın” diyişinde eblehliği ve ahmaklığı dökülür ortaya.

(GÜFT MEN DERYA VÜ GEŞTİ HANDEEM)

(MÜDDETİ DER FİKR-İ AN Mİ MANDEEM)

Sinek :“ben bu denizin ve gemiciliğin mektebinde okumuş; Epey müddet zaman ve emek harcamış adamım” diyordu.

Ahmak sinek aptalca gurur ve böbürlenmesi yetmezmiş gibi işi bir de yalancılığa dökmüştü. Bu yerlere kolay gelmedik, bir sürü emek ve zaman harcadık, ortaya aklımızı ve yüreğimizi koyduk, çalıştık, ilim tahsil ettik de öyle geldik bu mevkilere diyordu.

İşte, dini ve ilmi kendi nefsine uyarak yorumlayan ondan istediği hükümleri çıkarabileceğini düşünen şarlatanlar da böyledir. Kendi cüce aklını, hakikatin kaynağı görür etraflarını aldatmaya cesaret eder sonra düştükleri zelil ve rezil durum umurlarına gelmeksizin palavraya devam ederler. Bunun daha ileri derecesi gülünç duruma düşmüş olmalarına bile aldırmaksızın kibre ve böbürlenmeye devam etmeleridir. 

(İNEK İN DERYA Ü İN KEŞTİ Ü MEN)

(MERD-İ KEŞTİBAN U EHL-İ RAY ZEN)

İşte deniz, işte gemi, işte adam, İşte kaptan, işte görüşü keskin bir kahraman. Karşınızda….(M. Sait Karaçorlu)]

 

11-) Cündün ma hünalike mehzumün minel ahzab;

Onlar, inkâr fikrinde birleşenlerden arta kalmış, hezimete uğratılmış bir ordudur. (A.Hulusi)

11 – Onlar burada Ahzab döküntüsünden (muhtelif partilerden) bozuk bir ordu. (Elmalı)

 

Cündün ma hünalike mehzumün minel ahzab onlar bozguna müttefik güçlerin döküntülerinden oluşmuş başı bozuklar ordusu. Biraz serbest bir çeviri yaptım, ama bu ibare ancak böyle bir serbest çeviriyle verilebilirdi. Yani küfürde ittifak etmiş ama ittifaktan sonra Allah’a açtıkları savaşta kaybetmiş, kaybettikleri savaşın ardından da döküntülerin bir araya toplandığı bir başı bozuklar ordusu diyor.

İlk muhatapları kastetse de bu ayet Allah a baş kaldıran her çağda ki inkarcı güruhu muhatap alıyor aslında. Savaş döküntüleri olarak niteliyor onları. Allah’a savaş açan fakat hep bu savaşı en sonunda kaybeden savaş döküntüleri. Devamı her halde bir bozgun değil mi. O zaman devam edelim bakalım ne diyor:

 

12-) Kezzebet kablehüm kavmü Nuhın ve ‘Adün ve fir’avnü zül evtad;

Bunlardan önce Nuh’un halkı, Ad (Hud’un halkı) ve sütunlar (üzerine kurulu saraylar) sahibi Firavun yalanladı. (A.Hulusi)

12 – Onlardan evvel tekzip etmişti Nuh kavmi ve Âd ve o kazıkların sahibi Firavun. (Elmalı)

 

Kezzebet kablehüm kavmü Nuhın ve ‘Adün ve fir’avnü zül evtad onlardan önce Nuh ile Ad kavmi ve yüksek sütunlar sahibi Firavun da gerçeği yalanlamıştı. İşte böyle söylüyor. Hani Allah’a savaş açmış küfür ittifakı yapmış olanların döküntülerinden oluşmuş başıbozuklar ordusu ya. İşte onlardan örnekler veriyor şimdi. Ad’ı örnek verdi, Nuh kavmini örnek verdi, Firavunu örnek verdi.

Zül evtad; sütun sahibi diye çevirdim ben. Ama sütun burada mecaz’da olabilir. İktidara, saltanata, saraya, köşke, güç hatta işkence simgesi olan kazığa bile isim olabilir. Onun için genellikle firavunların bugün Karnak ve Luksor da el Uskur da hala ayakta duran ve göreni hayrette bırakan çok uzun, dehşet uzunlukta yek blok, tek pare kayadan yontulmuş sütunlar Firavunların güç simgesi olarak hala 3.500 yıldan beri ayakta duruyor. Aslında İstanbul Çemberli taşta ki çemberli taş ve onun yanında ki Sultan Ahmet meydanında ki dikili taş oradan getirilmiş aslında ait olduğu sütunun 3 – 5 parçasından sadece biri. Yani onun 3 veya 5 katını düşünün. Tek blok Onun için Bizans’ım Mısır valisi Bizans İmparatoruna hediye olarak kırıp göndermişti. Tümünü göndermesi mümkün değildi.

İşte bu sütunlar kastediliyor olabilir ama genel anlamıyla iktidar sahibi firavun. O sütunları yapan insanlar sorsanız hiç yıkılmayacak bir devlet kurduklarını düşünüyorlardı. Binlerce yıl yaşayacaklarını söylerlerdi. Tüm firavunlar gibi. Ama yerlerinde yerler esti. Şimdi cesetlerine bile sahip çıkamayacak haldeler.

 

13-) Ve Semudü ve kavmü Lutın ve ashabül Eyketi, ülaikel ahzab;

Semud (Sâlih’in toplumu), Lût’un toplumu (bedensellik şehveti ile helâk olanlar) ve Ashab-ı eyke (orman halkı, Şuayb’ın toplumu) de… İşte onlar inkâr fikrinde birleşenlerdi! (A.Hulusi)

13 – Ve Semûd ve kavmi Lût ve eykeliler, bunlar işte o ahzab. (Elmalı)

 

Ve Semudü ve kavmü Lutın ve ashabül Eykeh Semud ve Lût kavmi, Eyke ahalisi de öyle. ülaikel ahzab adı geçenler de müttefiklerdi. Yani her çağın mü’minleri gibi, her çağın kafirleri de birbirlerinin devamıdır. Müttefiklerdi den kasıt bu. Onun için efendimiz bu hakikati şöyle ifade etmiş; El küfru milletün vahideh. Küfür tek millettir. Ne zaman, nerede olursa olsun. Gerçekten de Allah’a savaş açmış olan her kişi, toplum, uygarlık ve iktidar birbirinin benzeri tavır ve davranışlar gösteriyordu.

 

14-) İn küllün illâ kezzeber Rusule fehakka ‘ıkab;

Hepsi de sadece Rasûlleri yalanladılar… Bu yüzden de yaptıklarının kötü sonucunu yaşamayı hak ettiler! (A.Hulusi)

14 – Başka değil, hepsi gönderilen elçileri (Resulleri) tekzip etti de öyle hak oldu azâbım. (Elmalı)

 

İn küllün illâ kezzeber Rusule fehakka ‘ıkab hepsi de elçileri yalanladılar, bu yüzden cezamızı hak ettiler.

 

15-) Ve ma yenzuru haülai illâ sayhaten vahıdeten ma leha min fevak;

Bunlar sadece gecikmesi olmayan bir tek sayhayı (sesi – ölümü) beklemektedir. (A.Hulusi)

15 – Onlar da başka değil, bir tek sayhaya bakıyorlar öyle ki ona hık yok. (Elmalı)

 

Ve ma yenzuru haülai illâ sayhaten vahıdeten ma leha min fevak hepsi de elçilerimizi yalanladılar denilen bu kavimler için söyleniyor bu ayet; Şu berikiler var ya, hayır ilk muhataplar için söyleniyor. Yani Mekke’de bu ayetlere karşı baş kaldıranlar. Bu örnekleri verdikten sonra geri dönülerek ki 11. ayetle bu ayetin birleştirilmesi lazım. Arada ki ayetler bir tür parantez içi. Onun için Mekke müşrik aristokrasisine bir hitap bu. Ve ma yenzuru haülai illâ sayhaten vahıdeten ma leha min fevak şu berikiler var ya Mekkeliler, işte bunları bir tek bela çığlığı beklemektedir. Bir nefes ilave soluk bile alamazlar.

 

16-) Ve kalu Rabbena ‘accillena kıttanâ kable yevmil hisab;

(Alayla) dediler ki: “Rabbimiz! Hak ettiğimizi, yapılanların sonuçlarının açıkça görüleceği süreçten önce, hemen ver!” (A.Hulusi)

16 – Bir de ya Rabbenâ bizim pusulamızı hesap gününden evvel acele ver dediler. (Elmalı)

 

Ve kalu Rabbena ‘accillena kıttanâ kable yevmil hisab işte onlar rabbimiz bizim hükmümüzü hesap gününden önce hemen ver diye alay ederler.

 

17-) Isbir alâ ma yekulune vezkür abdeNA Davude zel’ eyd* innehu evvab;

Onların dediklerine sabret ve kuvvet sahibi Davud’u zikret (hatırla)… Muhakkak ki O, evvab (hakikatine dönen) idi. (A.Hulusi)

17 – Şimdi sen onların dediklerine sabret de kuvvetli kulumuz Davud’u an, çünkü o çok tecri’ yapar (evvab) idi. (Elmalı)

 

Isbir alâ ma yekulune vezkür abdeNA Davude zel’ eyd* innehu evvab sen onların bu tür laflarına sabırlı ol. Sure asıl vurgusuna geldi. Davud kıssasına girdi bu ayetle ve Resulallah’a doğrudan hitap ederek; Sen onların bu tür laflarına sabırlı ol dedi ve güçlü bir iradeye sahip olan has kulumuz Davud’u hatırla. Çünkü o innehu evvab, çünkü o kendisine yönelecek makamı çok iyi bilir hep Allah’a yönelirdi.

Hz. Davud’un örnek gösterilmesi iki amaca mebni olabilir ki girişte de değinmiştim:

1 – 1. si Hz. Peygamberi teselli için. İktidarı Allah verecek diyor Resulallah’a imaen. Fakat onun da kendine göre, yani iktidarın da kendine göre sıkıntıları var, kendine göre ağır sınavları var. Onun için Allah sana Davud gibi iktidarı vermeden şimdiden o sınavlara karşı hazırlıklı ol. İktidarın kendine göre bir ayartıcılığı var.

2 – Müşrikleri tehdit. Güce ve iktidara tapıyorsunuz diyordu zımnen müşriklere. Fakat Allah’a ortak koşuyorsunuz. Güce ve iktidara tapıyorsunuz, çelişik bir biçimde Allah’a ortak koşuyorsunuz. Eğer güç ve iktidara gerçekten hürmet ediyorsanız, Allah’ın gücü ve iktidarının üstünde güç ve iktidar mı var. Güçte, iktidar da Allah’ın elinde. Onu dilediğine nasip eder. Nitekim Hz. Peygambere daha büyüğü verilecektir. Fakat o iktidarın nimetlerini elinin tersiyle itip bir kul gibi yaşayıp, bir kul gibi rabbine yürüyecektir.

 

18-) İnna sahharnel cibale meahu yüsebbıhne Bil ‘aşiyyi vel işrak;

Doğrusu biz, akşam ve Güneş doğduğu vakit tespih eder (işlevlerini yerine getirir) hâlde, dağları (benlik sahiplerini) Ona boyun eğdirdik. (A.Hulusi)

18 – Çünkü biz onun maiyetinde dağları müsahhar kılmıştık: tesbih ederlerdi akşamleyin ve işrak vaktı. (Elmalı)

 

İnna sahharnel cibale meahu yüsebbıhne Bil ‘aşiyyi vel işrak işte bu yüzden her sabah ve her akşam onunla birlikte emrimize amade kıldığımız dağlar da kudret ve ihtişamımızı dillendiriyor, dile getiriyordu.

Burada ki yüsebbihne bu tespih bu. Allah’ın kudret ve ihtişamını dile getirmek. Aslında eşyanın tespihi Allah’ın koyduğu yerde verdiği rolü oynamasıdır. Kainata mensup olmak. Burada zımnen bu vurgulanıyor. Dağlarla aynı ilahiyi söylemek. Hz. Davud şuurlu bir kul, iradeli bir kul. Dağlar ise iradesiz birer kul. Dolayısıyla insanoğlu rabbinin emrine intisal eder, O’na yönelirse şunu görür; Varlık, bütün bir yaratıklar alemi, bütün bir mahlukat aslında aynı ilahiyi koro halinde söylemekte. İnsan da bu koroya davet edilmektedir aslında. Bunu söylüyor, bunu vurguluyor.

 

19-) Vettayre mahşureten, küllün lehu evvab;

Toplanmış kuşları da (kendisine iman etmiş kimseler)… Hepsi Ona evvab (hakikatini yaşayan) idi. (A.Hulusi)

19 – Kuşları da toplu olarak, hepsi onun için terci’ yapar (evvab) idi. (Elmalı)

 

 

Vettayre mahşureten, küllün lehu evvab katar katar dizilmiş kuşlar da bu koroya dahildir. Küllün lehu evvab, hepsi O’na yönelmişlerdir. Aslında kainata mensup olmak, kainatla birlikte Allah’ın size verdiği rolü oynamak. Kuşlarla, bütün varlıklarla böyle bu. Onun için her peygamber aslında insanı bütün bir varlık zincirine bir halka olduğunu hatırlatmak için geldi. Ey insan sen şu varlıklar aleminde bu zincirin Altın halkasısın. Zincirden kopma. Eğer koparsan Allah’a yabancılaşırsın. Bunu söyledi.

 

20-) Ve şededna mülkehu ve ateynahül hıkmete ve faslel hıtab;

Onun mülkünü (hükümranlığını) kuvvetlendirdik ve Ona Hikmet (sebepler ilmi) ve Fasl-ul Hitab (doğruyla yanlışı en mantıklı şekilde hemen ayıran muhakeme kuvvesi) verdik. (A.Hulusi)

20 – Hem mülkünü kuvvetlendirmiştik, hem de kendisine hikmet ve faslı hitap vermiştik. (Elmalı)

 

Ve şededna mülkehu ve ateynahül hıkmete ve faslel hıtab biz de onun iktidarını sağlama aldık. Kimin? Davud’un iktidarını. Zira ona adaletle hükmedecek muhakeme ve anlaşmazlıkları sona erdirecek ikna kabiliyeti verdik. Faslel hitap. Anlaşmazlıkları sona erdirecek bir ikna kabiliyeti. Yani sözü kesip ayıracak, sözü kesip takırtıyı tüketecek Türkçede ki deyimde olduğu gibi. Hikmet ve faslel hitab, iki şey. Aslında Bakara/251. ayetinde de öyle buyruluyordu ya;

… ve katele Davudu Calûte ve atahullahul Mülke vel Hikmete… (Bakara/251) Davud, küfrün komutanı Calut’u öldürünce Allah onu seçti. Ona nübüvvet verdi ve hikmet verdi, mülk verdi, iktidar verdi. Tabii verilen iktidarın Allah’ça meşru sayılması ancak adaletle, adaletin de maksimum derecesi hikmetle sağlanır. Gayri meşru iktidarlar zorbalık ve güçle sağlamlaşır. Onun için Ve şededna mülkehu biz onun iktidarını sağlamlaştırdık diyor iki şeyle. Hikmetle ve hukukla. Burada ki faslel hitab; anlaşmazlıkları ikna ve Hukuk ilkeleriyle çözmek, halletmek manasını içeriyor zaten. Onun için bir iktidarı meşru kılan vahyin gözünde iki şeydir. Adalet ve Hukukun üstünlüğü. Bu ikisi burada gözüküyor zaten. Meşru iktidar Hikmet ve ikna ile. Gayri meşru iktidarsa zulüm ve zorbalıkla olur. Meşru iktidar adalet ve rıza ile olur, gayri meşru iktidarsa baskıyla zorbalıkla olur, ceberut bir iradeyle olur.

 

21-) Ve hel etake nebeül hasm* iz tesevverul mihrab;

Sana o tartışmanın haberi geldi mi? Hani duvarı tırmanıp mabede ulaştılar. (A.Hulusi)

21 – Bir de hasım kıssası geldi mi sana? Hani surdan mihraba aştıkları vakit. (Elmalı)

 

Ve hel etake nebeül hasm sen davacıların kıssasından haberdar oldun mu? Kıssa başka bir kıssaya giriyor,  iz tesevverul mihrab hani onlar mabedin duvarına, Aslında burada mabedin duvarından kasıt mihrab.

Mihrap; Bir tür inziva hücresi. Kemal üstü, duvarın içine gömülmüş çok küçük karanlık bir inziva hücresi. Orada din adamları inzivaya çekilirlerdi. İşte oraya denirdi mihrap. İnziva hücresinin bulunduğu duvara tırmanmışlardı.

21 – 26. ayetlerde anlatılan kıssaya ilk müfessirlerle sonrakiler arasında ki yaklaşım farklılığını açıkça görüyoruz. İşte bu kıssa. Buradan itibaren Davud peygamberin kahramanı olduğu bu kıssaya tefsir tarihimiz iki farklı yorum getirmiş, birbirinden çok ayrı.

İlk müfessirler getirdikleri yorumlarda, ki Taberi bunlara dahil. Ki Taberi’den daha öncesi, İbn. Abbas, Enes Bin Malik, Mücahid ve onlardan da Taberi nakletmiş, hatta Beğavi nakletmiş ve diğer bazı müfessirlere nakletmişler. Onların yaklaşımı peygamberleri masum kılan karakter temizliğinin doğuştan mı, yoksa ahlaki bir gayretle mücahede sonucumu sorusuna hayır ikincisi. Yani ahlaki bir gayret ve mücahede ile peygamberler masum kılan karakter temizliğine  kavuşmuşlardır sonucuna varacağımız bir şekilde yaklaşırlar ilk müfessirler.

Ama sonraki kelamın etkisinde ki tefsir tarihi ise Peygamberlerin masumiyetini aşırı biçimde savunan ve bunu bir kelami polemik ve tez olarak bir mezhebe dönüştüren daha sonraki yüz yıllarda müfessirler o tezi, ilk müfessirlerin bu kıssaya yaklaşımını terk ederek farklı farklı söylentiler üretmişlerdir bu kıssa hakkında, efsanelere başvurmuşlardır.

Bu efsanelere biz girmeyeceğiz. Onların hiç birisini buraya almayacağız tabii ki. Çünkü gerçekten de tutarlılığı yok. Biz ilk müfessirlerimizin kıssaya yaklaşımını, özellikle Taberi’nin İbn. Abbas’tan naklettiği, Enes Bin Malik’ten naklettiği, yine Mücahid’den naklettiği ve diğer bazı sahabe ve tabiin müfessirlerinen naklettikleri rivayet şöyle.

Hz. Davud evinin damından zaman zaman gördüğü güzel bir hanıma sevdalanır. Onun sevdası içine düşer. Araştırınca hanımın urya adlı bir askerin eşi olduğunu öğrenir. Gel zaman git zaman çıkan bir savaşa Urya’da gider ve savaştan dönmez ölür. Dul kalan eşiyle Hz. Davud evlenir.

Hz. Davud anlaşılan onun evli bir hanım olduğunu öğrendikten sonra dahi gönlünden onun sevgisini atamamıştır ve bu da vahiy tarafından Hz. Davud’un hatası olarak görülmüştür.

Dul kalan eşle evlendikten sonra Hz. Süleyman bu eşten olur. Tevrat’ta ki anlatım bundan çok farklı. Bizim ilk müfessirlerimizin anlatımından çok farklı. Çünkü Tevrat peygamberlere, peygamberlik izzetine yakışmayacak şeyler yakıştırır. Onun için Tevrat’ta ki anlatım bir peygambere iftira olan bir çok hikaye içerir. Kur’an hikayenin aslını iftiradan arındırılmış şeklini ima eder.

Hz. Davud’a zina isnad eden Tevrat’ta ki anlatım İslam geleneğinde kesinlikle reddedilir ki, bir peygambere asla yakışmayacak ve bir peygamber için caiz olmayan böyle bir zina iftirası gerçekten de en ağır cürüm, en ağır günah sayılmalıdır. Onun için Hz. Ali Hz. Davud için Tevrat’ın anlattığı bu hikayeyi inanan ve nakledene çift iftira cezası verin demiştir. Yani 160 değnek. 80 değnek bir masuma yapmadığı bir fiili iftira etmenin cezasıdır. Peygambere iftiranın cezası ise onun ilki katıdır demiştir Hz. Ali.

İşte bu iki davacı, Hz. Davud’a yaptığının doğru olmadığını anlatmak için gelen kimselerdi. Hz. Davud bir yerde gönül ferman dinlemez sözünün muhatabı olmuştu. Ama o sıradan biri değildi. Onun için ebrar’ın hasenatı, mukarrabinin seyyiatıdır der Arapça bir ifade. Hasenatül ebrar, seyyiatül mukarrabiyn. Yani Allah’a çok yakın olanların katında kötülüktür iyilerin iyiliği. Bu ne demek? Sıradan insanlar günahlarına tevbe ederken Allah’a çok yakın olanlar, Allah’tan gafil kaldıkları bir tek nefesi günah bilip tevbe ederler.

İşte bu çerçeve de algılanmalıdır bu. Ve bu böyle algılanırsa peygamberlerin sahip olduğu karakter temizliğinin doğuştan olmak yerine, yani bir tür zahmetsizce verilmek yerine, onların da bu konuda iradeli bir savaş verdiklerini ve alınlarının teri ile bu ahlaki erdemi ha ettiklerini zaten biz Kur’an da da Resulallah’ın ahlakına vurgu yapan ayetten öğreniyoruz. Yani nübüvvetten önce Resulallah ta ki ahlakı, erdemi Kur’an vurgularken, sen muhteşem bir ahlak üzeresin diyordu.

İşte bu. Çünkü bu Kur’an tarafından da de doğrulanan peygamber bakışıdır, ki Tâhâ/121-122. ayetleri, Kasa/15-16. ayetleri peygamberlerin kusur ve hatalarına nasıl bakacağımız konusunda bize ışık sunar, çerçeve çizer.

 

22-) İz dehalu alâ Davude fefezi’a minhüm kalu lâ tehaf* hasmani beğa ba’duna alâ ba’dın fahküm beynena Bil Hakkı ve lâ tüştıt vehdina ila sevais sırat;

Hani ansızın Davud’un yanına girmişlerdi de bu yüzden onlardan ürkmüştü… Dediler ki: “Korkma, biz iki davacıyız: Bazımız bazımıza (çoğul kapsamlı ifade) zulmetti… O hâlde aramızda HAKK olarak hükmet, haksızlık etme ve bizi yolun tam ortasına yönlendir.” (A.Hulusi)

22 – O vakit Davud’un üzerine giriverdiler de onlardan telâşa düştü, korkma dediler: iki hasımız, bazımız bazımıza tecavüz etti, şimdi sen aramızda Hakk ile hükmet ve aşırı gitme de bizi doğru yolun ortasına çıkar. (Elmalı)

 

İz dehalu alâ Davude fefezi’a minhüm yanına aniden girdiklerini görünce Davud onlardan dolayı telaşa kapıldı. kalu lâ tehaf dediler ki sakın korkma, korkmana gerek yok. hasmani beğa ba’duna alâ ba’d biz sadece iki davalıyız. Birbirimizle davalaşmış olan iki hasmız. Birimiz diğerinin hakkına tecavüz etti. fahküm beynena Bil Hakkı ve lâ tüştıt şimdi sen aramızda hakkaniyetle hükmet. Sakın ola doğrudan ayrılma. vehdina ila sevais sırat bizi de yolun doğrusuna yönelt. Doğru yol neyse bize de onu göster.

 

23-) İnne hazâ ehıy lehu tis’un ve tis’une na’ceten ve liye na’cetün vahıdetün fekale ekfilniyha ve azzeniy fiyl hıtab;

“Muhakkak ki şu benim kardeşimdir… Onun doksan dokuz koyunu var, benim ise bir tek koyunum var… Böyle iken ‘Onu bana ver’ dedi ve dediğini yaptırdı!” (A.Hulusi)

23 – Şu benim biraderim onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim ise bir tek dişi koyunum var, böyle iken «bırak onu bana» dedi ve beni söyleşmede yendi. (Elmalı)

 

İnne hazâ ehıy işte bu benim kardeşidir. lehu tis’un ve tis’une na’ceten ve liye na’cetün vahıdeh onun 99 koyunu var, benimse yalnız bir tek koyunum var. fekale ekfilniyha ve azzeniy fiyl hıtab buna rağmen o, onu da bana ver demez mi. Demekle kalmadı bana dediğini yaptırdı zorla. Yani elimden benim bir koyunumu da aldı.

 

24-) Kale lekad zalemeke Bi süali na’cetike ila ni’acih* ve inne kesiyren minel huletai leyebğıy ba’duhüm alâ ba’dın ilelleziyne amenû ve amilüs salihati ve kaliylün mahüm* ve zanne Davudu ennema fetennahu festağfere Rabbehu ve harre raki’an ve enab;

(Davud) dedi ki: “Yemin olsun ki senin bir tek koyununu kendi koyunlarına katmakla sana zulmetmiş… Muhakkak ki çok yakın olanların birçoğu, birbirlerinin benzeri davranışlarda bulunurlar… Ancak iman edip imanın gereğini uygulayanlar böyle değildir… Fakat onlar da ne kadar azdır!” Davud kendisini imtihan ettiğimizi zannetti; bundan dolayı Rabbinden mağfiret diledi ve boyun eğerek yere kapandı ve O’na yöneldi! (24. âyet secde âyetidir.) (A.Hulusi)

24 – Dedi ki: doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına istemesiyle sana zulmetmiş ve hakikaten karışıkların çoğu birbirlerine tecavüz ediyorlar, ancak iman edip de salâh isteyenler başka, onlar da pek az, ve sanmıştı ki Davud kendisine sırf bir fitne yaptık, hemen rabbine istiğfar etti ve rükû’ ederek yere kapanıp tevbe ile rücu’ etti. (Elmalı)

 

Kale lekad zalemeke Bi süali na’cetike ila ni’acih Davud dedi ki hükmünü verdi yani. Doğrusu bu kişi senin koyununu alıp kendininkine katmakla sana zulmetmiş. Aslında 99 rakamı burada kinaye. Kesretten kinaye. Tıpkı Hz. Nuh’un davet ömrü için söylenen 950 rakamına benzer. Yani sahip olabileceğinin   sahip olmuştu manasına 99 orada tam 99 manasını vermek, yani aritmetik manalandırmak durumunda değiliz. Evet Davud böyle hükmetmişti. Aslında Hz. Davud farkında olmadan kendi aleyhine hüküm vermişti.

Bu kıssanın birebir tarifsel karşılığı da var. Ama ona geçmeden Hz. Davud’a verilmek istenen mesajı Davud anlamıştı. Hemen arkadan gelecek zaten. Elinde 99 koyun olan biri, kardeşinin elinde ki bir koyuna göz dikiyorsa eğer bu yapılmaması gereken bir şeydi. Yani meşru olarak baksa bile onu meşru olarak alsa bile, hatta parasını verip alsa bile bu bir eş durumunda nikahtır. Nikahlanıp alsa bile bu yakışık alan, şık kaçan bir durum değildir.

Tarihsel karşılığı da Hz. Ömer’in Müslüman olmasıdır. Bu ayetler indiğinde henüz Müslüman olmuştu, onun Müslüman oluşu Mekke müşrik aristokrasisi arasında büyük bir dalgalanmaya yol açmıştı. Gerçekten rahatsız olmuşlardı. Resulallah’ın duası gerçekleşmiş, iki Ömer’den birini ya rabbi demiş ve Ömer Bin Hattab bu duanın peşinden İmana gelmişti. Gelmişti gelmesine ama Mekke müşrikleri buna aşırı içerlemişlerdi. Aslında onlara da bir nispet var burada. Yani elimizde bir sürü adam var. Bir tanesi ilahi davete icabet etmiş, Muhammedî davete icabet etmiş, niye böyle hırçınlaşıyorsunuz, 99 koyun sizin bir koyun elinizden kaçtı diye neden bu kadar hırçınlaşıyorsunuz iması da tarihsel olarak var.

ve inne kesiyren minel huletai leyebğıy ba’duhüm alâ ba’d zaten toplum olarak birlikte yaşayan insanlar genellikle birbirlerinin hakkını yerler, birbirlerinin hakkına tecavüz ederler. Yani burada toplumsal bir zaaf dile getiriliyor. Genellikle toplumsal olarak yaşayan insanlar birbirlerinin hakkına tecavüz ederler ama

ilelleziyne amenû ve amilüs salihati ve kaliylün mahüm iman edip dürüst ve erdemli davrananlar hariç. Bunlar da ne kadar az. Burada bir toplumda haksızlığı önlemenin temel iki yolunun güven esası üzerine, yani sorumlu davranış. İmanın temeli budur zaten, Allah’a karşı sorumluluk. Ve tabii ki salih amel. Onun içinde burada o söyleniyor. Toplum iki sütun üzerinde ayakta durur. Güven ve erdem. İman ve salih amel. Bu.

 

ve zanne Davudu ennema fetennah derken Davud kendisini bizim sınadığımızı fark etti. festağfere Rabbehu ve harre raki’an ve enab hemen rabbinden af diledi ve baş eğip iki büklüm bir halde tevbe ederek ona yöneldi. Evet, zaten maksatta buydu. Aslında Davud’un bu kıssasını bize anlatmakla Kur’an ın maksadı ise servet, iktidar, güç, neye sahip olursanız olun mutlaka işlediğiniz her kusurda Allah’a yönelin. Allah bağışlar, affeder. Ve tabii bir ima daha var, kim olursa olsun hatadan azade değildir. Mesele hata etmekten daha çok, hataya aldırmamak. Onun için hata edip Allah’a yöneliyorsanız orada problem yok demektir. İşte bunu veriyor.

 

25-) Feğaferna lehu zâlik* ve inne lehu ‘ındeNA lezülfa ve husne meab;

Bunun üzerine onu, Onun için mağfiret ettik… İndîmizde Onun için yakınlık ve dönüşün güzeli var. (A.Hulusi)

25 – Biz de onu kendisine mağrifet buyurduk ve hakikat ona indimizde katî bir yakınlık ve bir akıbet güzelliği vardır. (Elmalı)

 

Feğaferna lehu zâlik ve biz de bu hatasını bağışladık ve inne lehu ‘ındeNA lezülfa ve husne meab elbet onu bizim katımızda yakınlık ve güzel bir son beklemektedir.

 

26-) Ya Davudu inna ce’alnake haliyfeten fiyl Ardı fahküm beynenNasi Bil Hakkı ve lâ tettebi’ıl heva fe yudılleke an sebiylillâh* innelleziyne yedıllune an sebiylillâhi lehüm azâbün şadiydün Bima nesu yevmel hisab;

Ey Davud! Doğrusu biz seni arzda bir halife kıldık! Bu yüzdendir ki insanlar arasında Hak olarak hükmet ve hevâya (Hakkanî olmayan duygu ve düşüncelere) uyma! Zira bu seni Allâh yolundan saptırır… Allâh yolundan sapanlara gelince; yaptıklarının sonucunu yaşama sürecini unutmalarından dolayı, yaşayacakları şiddetli bir azap vardır. (A.Hulusi)

26 – Ya Davud! muhakkak ki biz seni Arzda bir halîfe kıldık, imdi nâs arasında Hakk ile hükmet de (keyfe) hevaya tabi’ olma ki seni Allah yolundan sapıtmasın, çünkü Allah yolundan sapanlar hesap gününü unuttukları cihetle kendilerine pek şiddetli bir azâb vardır. (Elmalı)

 

Ya Davudu inna ce’alnake haliyfeten fiyl Ard ve nida ettik ey Davud dedik elbet sana yer yüzünde iktidarı biz verdik fahküm beynenNasi Bil Hakkı ve lâ tettebi’ıl heva fe yudılleke an sebiylillâh o halde insanlar arasında adaletle hükmet. Kimsenin heva ve arzusuna kapılma ki sonra seni Allah yolundan çevirirler, saptırırlar. İktidarı meşru kılan tek şey aslında adalet. Hevaya uymama adaletin gereği. Adalete uymak isteyen arzusuna uymaz. Arzusuna uyan ise adalete uymaz. Bunu dile getiriyor.

innelleziyne yedıllune an sebiylillâhi lehüm azâbün şadiydün Bima nesu yevmel hisab şu kesin ki Allah yolundan sapan kimseler hesap gününü unutmalarından dolayı şiddetli bir cezaya çarptırılacaklardır.

 

27-) Ve ma halaknes Semae vel Arda ve ma beynehüma bâtıla* zâlike zannülleziyne keferu* feveylün lilleziyne keferu minennar;

Semâyı, arzı ve ikisi arasındakileri işlevsiz olarak yaratmadık! O (işlevsiz düşünmek), hakikat bilgisini inkâr edenlerin zannıdır! Bu yüzden yazıklar olsun o hakikat bilgisini inkâr edenlere, yakan (dünyalarında)! (A.Hulusi)

27 – Hem o Göğü ve Yeri aralarındakileri biz boşuna yaratmadık o, o küfredenlerin zannı, onun için küfredenlere ateşten bir veyl var. (Elmalı)

 

Ve ma halaknes Semae vel Arda ve ma beynehüma bâtıla ve biz gökleri, yeri ve bu ikisi arasında kileribir amaç ve anlamdan yoksun yaratmadık. Varlığın amaçlı ve anlamlılığı yasası, istisnası ve göreceliliği olmayan tek yasadır. Gökler ve yer insan için. Ya insan kim için? Allah insanın anlamıdır. Allahsızlık anlamsızlıktır. Anlamlı olanın bir amacı olur, insanın amacı yaratılış gayesine uygun bir hayatı yer yüzünde inşa etmektir. Vahiy ilahi bir inşa projesidir. İşte söz buraya geldi.

zâlike zannülleziyne keferu bu küfürde direnenlerin bakış açısıdır. Yani eşyanın amaçsızlığı küfürde direnenlere ait bir bakış açısıdır. Eğer iman etmiş olsaydı her şeyin bir anlam ve amacının olduğunu bilirdi. feveylün lilleziyne keferu minennar yazıklar olsun kendilerini mahkum ettikleri ateşten dolayı o kafirlere.

 

28-) Em nec’alülleziyne amenû ve amilus salihati kel müfsidiyne fiyl Ard* em nec’alül müttekıyne kel füccar;

Yoksa (hakikatlerine) iman edip imanın gereğini uygulayanları, arzda (bedensel yaşamda) bozuk inançları doğrultusunda yaşayanlar gibi mi kılarız? Yahut Allâh için korunanları, füccar (yaratılış fıtratına uymayan şekilde yaşayanlar) gibi mi kılarız? (A.Hulusi)

28 – Yoksa iman edip de salih salih işler yapanlar biz o Yerdeki müfsitler gibi yapar mıyız? Yoksa o korunan muttakileri arsız çapkınlar gibi yapar mıyız? (Elmalı)

 

Em nec’alülleziyne amenû ve amilus salihati kel müfsidiyne fiyl Ard yoksa inanan ve erdemli davrananları, yer yüzünde bozgunculuk yapanlarla bir mi tutsaydık. İyi ve kötü asla bir olmaz..Ve lâ testevil hasenetü ve les seyyieh.. (Fussilet/34) güzellikle kötülük de bir olmaz. Bırakın güzellik ve kötülüğü, iyiliğe iyilikle, iyiliğe kötülük. Kötülüğe iyilikle, kötülüğe kötülükte bir olmaz. Testiyi kıranla suyu getiren bir olur mu, işte o. em nec’alül müttekıyne kel füccar ya yoksa sorumlu davrananları sorumsuzlarla bir mi tutsaydık. Salih amel bir önceki cümlede ifsat ile karşıtlık oluşturuyor, muttakiler burada da füccar ile karşıtlık oluşturuyor. Füccar; fe ce ra fışkırıp yarıp çıkmak manasına. Rağıp müfredatında din perdesini yırtıp atmak demiş. Evet, belki bu tüm vicdanı ortadan kaldırmak denilebilir.

 

29-) Kitabun enzelnahu ileyke mübarekün li yeddebberru âyâtiHİ ve liyetezekkere ulül elbab;

Sana inzâl ettiğimiz bu mübarek Bilgi, O’nun işaretlerini derinliğine tefekkür etmeleri; öze ermiş akıl sahiplerinin de (hakikati) hatırlamaları içindir! (A.Hulusi)

29 – Bir kitab ki indirdik, çok mübarek, âyetlerini düşünsünler ve ibret alsın temiz özlüler. (Elmalı)

 

Kitabun enzelnahu ileyke mübarekün li yeddebberru âyâtiHİ ve liyetezekkere ulül elbab sana mübarek bir kitap olan bu Kur’an ı biz indirdik ki herkes onun mesajları üzerinde iyice düşünsün de akıl, iz’an, akıl fikir sahipleri ders alsın diye. Bu da hepimize. Vahyin amacı ancak iki şeyle gerçekleşir. Üzerinde durup düşünerek sonuçlarını hayata aktararak. Rabbim bu iki amacın gerçekleştiği kullarından kılsın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.

 


İslamoğlu Tef. Ders. SÂD (30 – 88) (143)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 

Değerli Kur’an dostları geçen dersimizde Sâd suresinin 29. ayetine kadar tefsir etmiştik. Sâd suresinin ana teması, ana konusu; İnsanın kendisiyle ve rabbiyle ilişkisi çerçevesinde döner. Hassaten hata ve insan problemi ele alınır. 17. ayetle başlayıp geçen ders tefsir ettiğimiz son ayete kadar süren pasajda Hz. Davud ele alınır. Davud kıssası özelinde hatada ısrar etmemenin erdemi vurgulanır. Aslında bu özelde ilk muhataplar, genelde ise tüm muhataplara verilen şu mesajın bir parçasıdır. “Eğer hatada ısrar etmezseniz, Davud’un çizgisinde sayar sizi rabbiniz.” Yani Adem olursunuz, adam olursunuz. Yok hatada ısrar ederseniz surenin son kıssası olan İblis kıssasında, Adem ve iblis kıssasında verilen derste olduğu gibi iblisleşirsiniz. Onun için mesele hata etmemek değil, yanlış yapmamak değil. sizden insan olmamanız istenmiyor, melek olmanız istenmiyor. Mesele hatada ayak dirememek. Mesele hatayı savunmamak. Hata yapmak bir cürüm, hatayı savunmak bin cürüm.

İşte bu ana tema çerçevesinde Davud kıssasından sonra Süleyman peygamber kıssasına geçiyor sure. Süleyman peygamber kıssası da baba Hz. Davud gibi yine bir imtihanla alakalı. Fakat bu farklı bir imtihan. Baba Davud peygamber bir hata ile imtihan edildi. Oğul Süleyman peygamber ise varlıkla sınanıyor, iktidarla, güçle, servetle sınanıyor. Şimdi varlıkla sınanıp bu sınavı kaybetmeden veren, varlıkla şımarmayan Rabbiyle arasına dünya malının, iktidarın girmesine izin vermeyen, elde ettiği dünyevi makam, şan, nam, servet ve iktidar ile rabbinden yüz çevirmeyen, onu altında bir at olarak kullanan ama asla onun atı olmayan Hz. Süleyman’ın kıssasına geçiyoruz.

 

30-) Ve vehebna li Davude Süleyman* nı’mel abd*innehu evvab;

Davud’a Süleyman’ı hibe ettik; ne güzel kuldu! Gerçekten O, evvab (hakikatini sıkça yaşayan) idi. (A.Hulusi)

30 – Bir de Davud’a Süleyman’ı bahşettik, ne güzel kul, o cidden bir evvab. (Elmalı)

 

Ve vehebna li Davude Süleyman Davud’a bir de Süleyman’ı bahşetmiştik. nı’mel abd*innehu evvab o ne güzel kuldu, ne hoş insandı. Kulluğunu ne güzel yerine getirmişti. Çünkü o sürekli bize yönelirdi. Onun kıblesi bizden yanaydı. Yani servet kıblesini bozmadı, şöhret kıblesini bozmadı, iktidar kıblesini bozmadı. O bütün bunların ayartıcı etkisine kapılmadan rabbine olan yönelişini sonuna kadar sürdürmüştü.

Hz. Süleyman için Bakara/104, İsra/7, Enbiya/70-75. ayetler, Neml/18 – 56. ayetler, Sebe’/12 – 14. ayetler arasına bakmak gerek. Bunların bir kısmını ilgili sureleri tefsir ederken işlemiştik, yorumlamıştık. Ayetin sonunda ki innehu evvab; Baba Hz. Davud içinde geçen bir ibare, sürekli yönelme. Yani istikameti doğru tutma, koordinatlardan şaşmama. Bu koordinatları Allah verdi. Allah’ın verdiği koordinatlardan sapmama. Eğer insan Allah’ın kendisi için çizdiği koordinatlarda yürürse bu hayat okyanusunda menzili maksuda erer. Yok şaşarsa yolunu kaybeder. Bir çöl yolcusu gibi sonu ölüm olan bir yolculuğa dönüşür.

Onun için evvab olmak yolunu yitirmemek, yolsuzlaşmamak, koordinatlardan sapmamak, sapma açısından hayatını, aklını, zihnini, fikrini, tasavvurunu korumak. İktidar, servet ve ihtişam Hz. Süleyman’ı Allah’tan alıkoymazdı imasını içerir bu ibare.

 

31-) İz urida ‘aleyhi Bil ‘aşiyyis safinatül ciyad;

Hani Ona akşam olurken üç ayağı üzere durup bir ayağını tırnak üzere diken (görkemli), iyi cins koşu atları arz olunmuştu. (A.Hulusi)

31 – Arz olunduğunda kendisine akşam üstü sâfinat halinde halis atlar. (Elmalı)

 

İz urida ‘aleyhi Bil ‘aşiyyis safinatül ciyad bir ayrıntı veriyor Kur’an. Hani gün batımında kendisine soylu, asil duruşlu, aslında sâfinat; sufun den geliyor. Sufun atın klas duruşuna denilir. Tek ön ayağının ucuna basıp, diğer üç ayağı üzerinde duruşu, yani atın poz verişi, poz veren atlar. Klas duruşlu, esas duruşlu atlar. Belki buradan şöyle bir nükte çıkar mı bilmem atın bile bir esas duruşu, bir klas duruşu var. İnsanın olmasın mı. At bile esas duruşunu sergilediğinde insanın içini götürüyor canını alıyor. Peki kul esas duruş sergilediğinde Allah ona muhabbet etmez mi? Allah ona sevgisini indirmez mi? Belki böyle bir nükte de bulabiliriz.

Gün batımında kendisine soylu ve favori kısraklar, el ciyad’a bu karşılığı verdim ben. Ceyid, iyi kaliteli manasına gelir. Yani kendi türünün içinde en iyilerden. Yarış atları mesela türünün en iyilerindendir. Demek ki bunlarda da öyle bir nitelik varmış. Atlar sunulmuştu da;

 

32-) Fekale inniy ahbebtü hubbel hayri an zikri Rabbiy* hattâ tevaret Bil hıcab;

(Onları seyrederken Süleyman kendi kendine düşündü) dedi ki: “Rabbimin zikrinden (müşahedesinden) atların sevgisine yönelip meşgul oldum”… Nihayet (atlar gidip) gözden kayboldu! (A.Hulusi)

32 – Ben dedi, o hayır sevgisini rabbimin zikrinden sevdim, nihayet hicaba gizlendi. (Elmalı)

 

Fekale inniy ahbebtü hubbel hayri an zikri Rabbiy elbet ben güzel olan her şeyi severim demişti Süleyman. Çünkü bana rabbimi hatırlatır. Bana rabbimi hatırlattığı için güzel olan her şeyi severim. Aslında müthiş bir bakış açısı, müthiş bir hayat felsefesi vermiyor mu. Güzele nasıl bakıyorsunuz. Aslında yamuk bakıyorsanız, bakış açınızı şeytan belirlemişse güzeli istismar etmek için bakarsınız. Onun güzelliğini payimal etmek için, ayaklar altında çiğnemek için bakarsınız. Eğer ona o güzelliği bahşeden den dolayı bakıyorsanız, yani güzelliğin üretildiği merkezin sahibi, yani mutlak güzelden yansıma bir güzellik olarak bakıyorsanız, yani Allah’ın güzelliği tarifi ve yolu olarak görüyorsanız güldeki güzelliği, gülün kokuşunu rabbinizin güzelliği tefsiri olarak görüyorsanız, bülbülün ötüşünü rabbinizin güzelliği tefsiri olarak görüyorsanız, ırmağın şırıltısını, ormanın uğultusunu, bin bir türlü tabii güzelliklerin o iç alıcı rengarenk hayran eden örüntüsünü rabbinize bağlıyorsanız, onlar size Allah’ı hatırlatıyorsa o zaman güzel, güzel olma fonksiyonunu sizde zikre dönüştürmüş demektir. Yani siz güzeli onu güzel edenden bağımsız algılamıyorsunuz demektir. Bu eser müessirinden bağımsız değildir. Fiil failinden bağımsız değildir, güzel o güzelliği verenden bağımsız anlaşılamaz sırrına ermişsiniz demektir.

İşte bu zikr olarak geçiyor ayette. Yani Allah’ı hatırlamak, Allah’ı sürekli hatırda tutmak, baktığınız her şeyde, her güzellikte rabbinizin Cemal sıfatını görmek, rabbinizin mutlak güzelliğinden bir yansıma görmek, onu rabbinizin mutlak güzelliğine götürücü bir ayna bilmek, yol aynası, ya da yol taşı, yol işareti bilmek ve o işareti takip ederek Allah’a ulaşmak, Mutlak güzele ulaşmak, güzelliğin yaratıcısına ulaşmak. İşte bu. Bunu yapabildiğimiz sürece güzele hakkını veriyoruz demektir. Bunu yapabildiğimiz sürece güzeli yaratana şükrediyoruz demektir. Bunu yapabildiğimiz sürece yer yüzünde ki güzelliğe katma değer oluyoruz, dahası güzelliğin artırılmasına vesile oluyoruz demektir. çünkü güzelliğin kaynağını keşfederek, fark ederek güzeli fark etmek şükürdür. Şükürse güzelliği, nimeti artırır.

Fekale inniy ahbebtü hubbel hayri an zikri Rabbiy* hattâ tevaret Bil hıcab ta ki, bunu atlar özden kayboluncaya kadar tekrar etti Süleyman.

 

33-) Rudduha aleyye* fetafika meshan Bis sukı vel a’nak;

“Onları bana geri getirin” (dedi Süleyman)… (Atların) bacaklarını ve boyunlarını (bu defa müşahede ile) mesh etmeye başladı. (A.Hulusi)

33 – Geri getirin onları bana, tuttu bacaklarını, boyunlarını silmeğe başladı. (Elmalı)

 

Rudduha aleyye* fetafika meshan Bis sukı vel a’nak ardından; onları bana getirin diyerek başladı bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya.

Bu ayet için tefsirlerde bir takım gerçekten de ayrıntılı rivayetler yer alır. Ama bunların hiçbir mevsukiyeti de yoktur. Bu rivayetler burada zikretmemi gerektirmeyecek kadar çok uzak yorumlar. Belki aslı bunların İsrailiyattan alınma rivayetler. Bunları, güvenilmez olan bu rivayetleri bir kenara bırakarak metnin bize vermek istediği ahlaki ilkeleri dikkate almamız gerekiyor. Aslında Kur’an kıssalarının tamamı bize bir hikaye anlatmak, ya da bize tarihsel vakıalardan bir tarih kitabı gibi söz etmek değil, bize bir takım hadiselerden yola çıkarak değişmez değerleri hatırlatmak. Allah’ın koyduğu yasaları hatırlatmak. İnsanoğluna sorumluluğunu hatırlatmak, ahlaki ilkeleri hatırlatmaktır. Bu kıssa da bunu yapıyor.

Şunu görebiliriz. Süleyman peygamber atların boyunlarını ve bacaklarını sıvazlarken hiç şüphesiz bunların dünyaya ait olduğunu biliyordu. Biliyordu bilmesine ama dünyalıklara olan sevgi, dünyalıklara olan muhabbetin de insani bir şey olduğunu gösteriyordu. Yani bu öyle kaçınılacak utanılacak, ayıpsanacak ta bir şey değildi. İnsan güzel olan şeyleri severdi elbette. Bunda garipsenecekte bir şey yoktu. Ama aslolan şuydu; Allah’ın hayatımızı güzelleştirmek için yarattıkları bizi Allah’tan koparmamalı. Yani amacının tersine kullanılmamalı eşya. Belki bize bu gerçeği söylüyordu bu.

[Ek bilgi; (İLGİNÇ BİR HİKAYE)

SÜLEYMAN (as) IN ATLARININ HİKAYESİ.

Haberi rivayet edenler şöyle demişlerdir;

- Süleyman AS. ın Bin atı vardı. Yine bir rivayete göre kendisi yaygısına yanlanıp Hindistan’a gazaya gitmişti. Savaşa vardı Oradan döndü. Yolu bir adaya uğradı. Orada 1000 at gördü. Hepsi de ot otluyorlardı. Hepsi de kınalı atlardı. Hz. Süleyman o atlara sevdalandı, devlere;

- Bu atları benim için tutun dedi. Devler;

- Ey Allah’ın resulü biz kaç kez bu atları görmüştük. Ne kadar uğraştı isekte onları tutamadık. Madem sen buyruk verdin, bize bir nice pamuk, şarap ve kayır(Çakıl taşı) ver. Ta ki bir sihir, bir büyü yapalım. Olabilir ki bu atları bir hile ile tuzağa düşürürüz. Dediler.

Süleyman AS. devler ne dilediyse verdi onlarda o adaya gittiler. Atlar onları gördüler kanat açıp uçtular, gittiler. Devler de o adada ne kadar pınar, su kaynağı varsa deliklerine pamuk tıkadılar, üstlerine çakıl taşı döktüler. Sularını denize akıttılar. Pınarların önlerini göl gibi kazdılar. Şarabı içine döktüler başka ne kadar pınar varsa göl haline getirdiler. O devler 1000 taneydi. Hepsi bu gölün suyuna gittiler.

Sonra o atlar geldiler. Ne kadar ki susamışlar. Ne kadar su istedilerse de su bulamadılar. O şaraplı suya geldiler. Su o şarabın kokusunu gidermişti. Atlar şarap gölünü görünce gidip ona su diye kana kana içtiler. Bir saat geçmeden hepsi sarhoş oldu.

Devler onları gözetlemekteydi atların sarhoş oluklarını görünce pusudan dışarı çıktılar. Atla uçmak diledi Fakat kanatları kımıldayamadı. Devler de onları tutup Süleyman AS. a getirdiler. Birer birer onun önüne koydular.…

 

Süleyman AS. zamanına ikindi vakti ibadeti bir Allah buyruğuydu. Bu zamanda ona atları birer birer gösterdiler. O da onlarla uğraşıp vakit geçirdi. Geride henüz gösterilmeyen yüz tanesi kalmıştı ki Süleyman AS. güneşe baktı batmaya yakınlaşmıştı İkindi ibadetinin vakti geçmişti.

Kendisine Allah tarafından azar geldi ve;

- Sen bu dünyayı o kadar seviyorsun ki ikindi ibadetini unuttun. Denildi. O da dua etti, güneş geriye döndü ikindi yerine vardı. Hz. Süleyman ikindi ibadetini yaptı ve Allah’ına şükranda bulundu.

Bu olayı Kur’an şöyle buyurmaktadır;

“Süleyman daima Allah’a yönelikti. Ona bir akşam üstü cins atlar sunulmuştu. Süleyman;”Doğrusu bu atları rabbimi anmayı sağladıkları için severim.” Dedi. Atlar koşuştular ve bir toz perdesi altında kayboldular. O da; “Yeter artık, onları bana getirin.” Dedi. (Sâd/33)

Süleyman AS. bu atları severken onu ibadetten alıkoymasını Sâd/32 ayeti şöyle açıklar.

 “ Ben bu at sevgisi Rabbime ibadetten alıkoydu dedi ve hem de güneş batmıştı.(Sâd/32)

Sonra Süleyman AS.

- Bu atları damgalayınca, boyunlarına ve butlarına damga vurun. Ta ki gaziler onlara binsinler ve Allah yolunda gaza etsinler. Dedi, duada bulundu. Hak tealâ da o atların kanatlarını çekti, yok etti, o kanatların kuvvetini ayaklarına verdi. O atlar Süleyman AS. dan sonra Arap ülkesinde kaldı ve adlarına Araplar arasında ün kazandı. Çöl halkının atları o soydandırlar.

(Tarih-i Taberi/ Cilt1, sayfa555.556)]

 

34-) Ve lekad fetenna Süleymane ve elkayna alâ kürsiyyihi ceseden sümme enab;

Andolsun ki Süleyman’ı imtihan ettik ve Onun tahtına ölü bir beden bıraktık (tahtına vâris olacak olan imansız kişiyi. A.H.)… Sonra tövbe edip yöneldi. (A.Hulusi)

34 – Celâlim hakkı için Süleyman’a bir fitne de verdik ve tahtının üstüne bir ceset bıraktık sonra tevbe ile rücu’ etti. (Elmalı)

 

Ve lekad fetenna Süleymane ve elkayna alâ kürsiyyihi ceseden sümme enab doğrusu biz Süleyman’ı vaktiyle tahtının üzerine bir ceset olarak koymakla veya bir ceset koymakla sınava çekmiştik ve o da bize yönelmişti.

Bu ibareden ne anlaşılması gerekir sorusuna tefsir kaynaklarımızda çok farklı cevaplar verilmiş. Yine bu cevapların da temeli İsrailiyat kaynaklı bir takım hikayeler. Bu hikayeler o kadar uzun ve ayrıntılı ki gerçekten de insanın bunlardan kuşku duyması mümkün değil. Bunları doğrulayacak her hangi bir delile de sahip değiliz.

Süleyman peygamber bir ara Hükümdarlık yüzüğünü kaybetmiş bu yüzüğü bulan bir cin veya bir şeytan, veya bir insan şeytanı gelmiş onun tahtına oturup bu yüzükle hükmetmiş. İşte bu ceset imiş. Veya bir ölüyü koymuşlar cesedini, Süleyman peygamber öldü zannedilerek, onu andırsın diye bir ölüyü koyup sanki o yaşıyormuş gibi göstermişler. Vs. Yani etrafındaki bir grup ona ihanet edip darbe yapmışlar bu darbe sonucunda onu tahtından uzaklaştırmışlar vs. Yani bu hikayeleri bir tarafa bırakarak biz yine metnin söylediğine dönecek olursak belki en makul yorum şunu söyleyebiliriz. Ki Elmalılı üstadımızın da desteklediği yorum bu.

Hz. Süleyman dan sonra oğlu Rehoboam tahtına oturdu. Bu muhteşem medeniyeti Süleyman’ın bıraktığı büyük İsrail krallığını Rehoboam kendi heva ve hevesi yolunda kısa zamanda darmadağın ett. Koca medeniyetin altından girdi üstünden çıktı param parça oldu. Süleyman’ın tahtına da konulan ceset sanırım onun yerine geçen halefi olsa gerek. En makul yorum da budur diye düşünüyorum.

Razi o cesetten kasıt kendisiydi der. Böyle bire yorum yapar, ki bu Razi’ye özgü farklı bir yorum. Yani mecazen iktidar cansız bir cesettir ey Süleyman. Sen bu cesede ruh vereceksin. Eğer buna ahlak katarsan, adalet katarsan, anlam katarsan iktidar ruh üflenmiş bir cesede dönüşür yani canlanır. Yok eğer ahlâksız, adaletsiz ve anlamsız bir iktidar bir servet olursa  o zaman bu cesetten başka bir şey değil. Sadece bu dünyada kalır, geçici olur imasını içerdiğini söyler. Razi böyle bir yorum yapar.

 

35-) Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb;

“Rabbim beni mağfiret et (birimselliğimi ört) ve bana, benden sonra kimseye gerekmeyecek (bana has) bir özellik hibe et… Muhakkak ki sen Vehhâb’sın” (diye dua etti). (A.Hulusi)

35 – Ya rab! bana mağrifet buyur ve bana öyle bir mülk bağışla ki ardımdan kimseye yaraşmasın, şüphesiz sensin bütün dilekleri veren vehhab sen, dedi. (Elmalı)

 

Kale Rabbığfir liy ve heb liy mülken lâ yembeğıy liehadin min ba’diy* inneKE ENTEl Vehhâb Süleyman şöyle yalvardı rabbine; Rabbim dedi. bana öyle bir iktidar ver ki, öyle bir devlet ver ki, öyle bire medeniyet bahşet ki benden sonra hiç kimse ona sahip çıkmasın. Çünkü sen, yalnız sensin cömertçe bahşeden.

Aslında biraz önceki tercih ettiğimiz yorumu tasdik eden bir ayet bu. Bana öyle bir iktidar ver ki diyor, benden sonra ona kimse sahip çıkmasın. Adeta kendisine verilen iktidarın yanlış ellerde yanlışa alet edileceğini görür gibi Hz. Süleyman benimle son bulsun diye dua ediyor. Bu bir hasislik değil. Bu benden başkalarına yaramasın mantığı değil. Bu iktidarın nasıl hassas bir şey olduğu, nasıl ayartıcı ve baştan çıkarıcı bir unsur olduğu. Eğer bu unsurun sahibi iktidarla sınanan biri baştan çıkmamakla ayartılmamak için gerekli ahlaki donanıma ve iradeye ve burada da ifade buyrulduğu gibi Enab kelimesinin ifade ettiği o Allah bilincine, Allah’a yöneliş kaygısına sahip değilse, iktidar onu kısa zamanda baştan çıkaracaktır, yoldan çıkaracaktır. Dolayısıyla Hz. Süleyman’ın bunu söylerken kaygısı şu olsa gerek;

Ben ellerimle büyüttüğüm bu muhteşem devleti bir başkasına günah aleti, günah aracı olarak vermek istemiyorum. Yani ben, benim elimde bir sevap aracına dönüşen bu iktidarın yanlış ellere geçip günah aracına dönüşmesini istemiyorum onun içinde eğer böyle olacaksa benimle bitsin diye dua ediyor. Bu da bir önceki ayette tahtına konulan cesedin kendisinden sonra yerini alacak kimseler olduğunun iması olduğunu gösteriyor.

 

36-) Fesahharna lehurriyha tecriy Bi emrihi ruhaen haysü esab;

Bunun üzerine rüzgârı (gibi akıp gideni) Onun hizmetine verdik; Onun emriyle, dilediği yere, hiçbir şeyi sarsmadan – yıkmadan akıp giderdi. (A.Hulusi)

36 – Bunun üzerine ona rüzgârı müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık cereyan ederdi. (Elmalı)

 

Fesahharna lehurriyha tecriy Bi emrihi ruhaen haysü esab  bunun ardından rüzgârı ona amade kıldık ki onun emriyle, (çalışan gemileri diye ilave yapmakta hiçbir beis yok) Onun emriyle çalışan meşhur deniz ticaret filolarını, -ki efsanevi Hz. Süleyman’ın deniz ticaret filoları vardı- İstediği yöne doğru kolayca yüzdürebilsin.

Hz. Süleyman’ın rüzgârla hareket eden deniz ticaret filoları kurduğu medeniyetin de en büyük destekçisiydi. Belki finanse eden güçte buydu. Rabbimiz buradaki birazda eliptik bir ifadeyle rüzgârı Süleyman’ı emrine verdiğini ifade buyuruyor. Bu eşyanın içinde ki gücün kullanılması insanoğlunun emrine verilmesi anlamını taşıdığını gösteriyor. Biz rüzgârı insanın emrine verdik demek gibi bir şey. Emrimize verilen şeyi eğer doğru kullanabiliyorsanız emriniz altına alıyorsunuz, yok yararlı ve doğru kullanmıyorsanız sizin emrinize verilmiş bir şeyi emriniz altına almıyorsunuz anlamını da buradan çıkarabiliriz.

Yani özetle Hz. Süleyman Allah’ın insanoğlunun hizmetine musahhar kıldığı, teshıyr sırrını içine yerleştirdiği tabiatta ki bir çok varlığı kullanmasını bildi. Bu Allah’ın yaratış sırrını anlamakla alakalı, basiretle alakalı, varlıkları okumakla alakalı, mahlukatın yaratılış hikmetini kavramakla alakalı bir şeydi. Onun için Hz. Süleyman bu tarafıyla da ilgili ayetlerde övüldü. Onun basiret sahibi oluşu, onun varlıklara olan derinliğine nüfuz eden bir bakış sahibi oluşu çeşitli surelerde daha önce dile getirilmişti ki Neml suresi bunların başında gelir.

 

37-) Veş şeyatıyne külle bennain ve ğavvas;

Şeytanları da onun hizmetine verdik; binaları kuran ve dalgıç olanlar! (A.Hulusi)

37 – Şeytanları da: bütün benna’ ve ğavvas. (Elmalı)

 

Veş şeyatıyne külle bennain ve ğavvas yine şeytanlar gibi,  (Yine parantez içi bir açıklama yapmak zorundayız. O gibi metinde yok ama ilgili ayetlerin tamamını birlikte  okuduğumuzda bunu anlıyoruz; Hz. Süleyman’ın kurduğu o muhteşem yapıyı, o muhteşem iktidarın temelinde sanatın çok iyi kullanılması var. Sanatkarların istihdamı var. İşte sanatın ve sanatkarların mükemmel bir biçimde istihdam edilmesini ifade eden bir ayet bu. Dolayısıyla ayeti okurken sıkıştırılmış eliptik metnin açılımını vermek durumundayız.) Şeytanlar gibi dik başlı güçlerden her biri bir yapı ustası ve dalgıç olan kimseleri de onun emrine amade kıldık.

Demek ki hem inşa işi hem de denizcilik, dalgıçlardan söz ettiğine göre, ki daha önce de ilgili ayetlerde bahsedilmişti. Mesela Enbiya suresinde bu ibareler benzer bir biçimde yine geçer. Süleyman Peygamber En’am/112 de geçen; ..şeyatıynel’insi vel cinn..(En’am/112) ibaresini hatırlasyalım bu parantez içi açıklamayla ilgili. Biz her bir peygambere insan ve cin şeytanlarından birilerini musallat ederiz. Ayeti kerimesi de şeytanın sadece görünmeyen değil, görünen insanlara da nispet edilebileceğini görüyoruz. Dolayısıyla görünen insanlar arasında, insan şeytanları kimler? Elbette ya şeytanın peşine düşenler manasına alınır, ya da hani mecazen kullanılır ya; “Ne şeytan o..!” Yani cin gibi adam, girmediği delik yok, beceremeyeceği iş yok, elini attığını becerir, çok usta, çok maharetli, çok uzman anlamına mecazen de kullandığımız gibi şeytan hem insandan hem cinden kendi türünün bir takım niteliklerine sahipse eğer kullanılabiliyor. Ele avuca sığmaz ustalar da diyebiliriz bunlara. Yani herkesin hükümranlığına boyun eğmeyen, herkesin istihdam edemediği, herkesin boyun eğdiremediği, güç yetiremediği güçte kuvvette, maharette bir takım uzman kimseler diyebiliriz.

 

38-) Ve âhariyne mükarreniyne fiyl asfad;

Zincirlerle birbirlerine bağlı diğerlerini de.

38 – Ve daha diğerlerini bentlerde çatılı çatılı. (Elmalı)

 

Ve âhariyne mükarreniyne fiyl asfad ve zincirlerle birbirlerine bağlanmış diğer varlıkları da emrine amade kıldık. Yani bir de daha başkaları var. Bunun biraz açılımı daha önce Enbiya suresinde gelmişti yanlış hatırlamıyorsam. Burada otorite kabul etmez toplulukları, otoritesine almıştı şeklinde anlamamız da gayet mümkindir. Zincirlerden söz edildiğine göre bu zincirler, bizatihi bu zincirlere bağlamak biçiminde değil de otorite altına almak, asla itaat etmeyen bir takım isyankar toplulukları otoritesi altında boyun eğdirmek anlamını da taşıyabilir. Dağlı kavimler diyebiliriz buna ki Lübnan da yaşayan o dönemde ki dağlık bölgelerde, özellikle Lübnan’ın cebel-i Lübnan dağlarında yaşayan bir takım kavimler, hiçbir güce, isterse bölgenin tamamında fetih gerçekleştirsin ve tamamını kendi egemenliği altına alsın hiçbir güce boyun eğmeyen gerçekten isyankar dağlı kabileler vardı ki Hz. Süleyman bunlara da boyun eğdirmişti.

 

39-) Hazâ ‘atauna femnün ev emsik Bi ğayri hisab;

“İşte bu (sana özel tasarruf edeceğin mülk) bizim hibemizdir; öyleyse ister ver ister verme, sınırsızca kullan!” (A.Hulusi)

39 – Bu işte, dedik: bizim atâmız artık diler kerem et, diler imsâk hesabı yok. (Elmalı)

 

Hazâ ‘atauna femnün ev emsik Bi ğayri hisab ve ona şöyle dedik; İşte bu bizim ikramımızdır. İster onu hiçbir hesap yapmadan karşılıksız ver, istersen elinde tut. Yani biz sana bütün bu nimetleri verdik. Sen bu nimetlerin şükrünü eda ettin. Bundan ötesi senin bileceğin bir şey. Bu şu manaya gelmiyor mu dostlar. Bir yoksul gibi de yaşayabilirsin, bu senin tercihin tercihini böyle yaparsan eğer bunu yapabilirsin. O zaman elinde kini avucunda kini dağıt. Fakat dağıtmazsan bundan dolayı suçlanacak değilsin. Ondan dolayı Hz. Süleyman’ı bu muhteşem iktidarından ve servetinden dolayı suçlayamıyoruz. Hakkını verdiği için, şükrünü eda ettiği için, tasaddukunu yaptığı için.

Fakat bu bir tercih meselesi bu ayet onu söylüyor. Efendimiz Süleyman’ın tercih ettiğini etmedi. Efendimize de iktidar verilmişti peygamberimize. Fakat o iktidarın dünyevi boyutunu tercih etmedi. Bunu kendisi de ifade buyurmuşlardı bir hadislerinde. “Bana dünya ve ahiret sunuldu, ben ahireti tercih ettim.”

Bu şu anlama geliyordu; dünyanın güzelliklerini yaşamak yerine dünyanın güzelliklerinden sonsuzca istifade etmek yerine, onları başkasıyla paylaşmak, onları başkalarına bırakmak ve sadece kendi yönettiği toplumun en aşağısı, maddi olarak en yoksulu gibi yaşamayı tercih etmişti peygamberimiz. Onun tercihi de buydu. Ama Hz. Süleyman’ı bu tercihinden dolayı kınamak gerekmiyordu. Onu yapmayalım diye de işte böyle bir ayetle, aslında alttan alta uyarılıyoruz.

Bu bir tercih meselesi. Tercihini hem dünyayı hem ahireti bana ver diye de kullanabilir insan, ben dünyayı istemiyorum, yetesiye ver. Ama ahireti ver diye de kullanılabilir. …Rabbenâ âtinâ fiyddünyâ haseneten ve fiyl âhırati haseneten vekınâ azâben nâr. (Bakara/201) Rabbimiz bize dünyanın güzelliklerini de ver, ahiretin güzelliklerini de ver, bizi ateş azabından koru diye bize dua öğreten de yine vahyin kendisiydi.

 

40-) Ve inne lehu ‘ındeNA le zülfa ve hüsne meab;

Gerçektir ki, indîmizde Onun için yakınlık ve dönüşün güzeli var. (A.Hulusi)

40 – Ve şüphesiz ki ona huzuru izzetimizde bir yakınlık ve bir akıbet güzelliği var. (Elmalı)

 

Ve inne lehu ‘ındeNA le zülfa ve hüsne meab elbet onu da bizim katımızda yakınlık ve güzel bir son beklemektedir. Yani o dünyevi ihtişamın içinde yüzdüğü için bizden uzak sanmayın. Yani dünyevi güzellikleri şeytanlaştırmayın Hint fakirleri gibi. Vahyin bu konudaki tavrı dengedir. Dolayısıyla serveti putlaştırmak ta, serveti şeytanlaştırmak ta aynı şeydir, sapmadır. Serveti putlaştıranlar vahye karşı çıkan ilk müşrik muhataplar gibi; altından bir bahçen, evin olmalı değil miydi derler. Veyahut ta evinin merdivenleri, kapının tokmakları altından olmalı değil miydi derler. Veyahut ta şu iki şehrin birinden en zengin ve itibarlı olana gelmeli değil miydi peygamberlik derler.

Surenin girişinde Resulallah’a peygamberlik verilişine itiraz eden o akla bir cevaptır aslında. Ama bunun karşılığında bir başka sapma daha var, o da serveti şeytanlaştırmak. Eğer birinde bir servet görürseniz, bunun hakkı verilmiş mi verilmemiş mi demeden, bu bunun şükrünü eda ediyor mu etmiyor mu demeden, onu nerede kullandığına bakmadan servetin oluşunu bizatihi onun kötü oluşuna, onun sapmış oluşuna yormak gibi bir yanlışa düşmeyelim diye bu ayetlerde Hz. Süleyman varlıkla imtihan edilip de bu sınavı verenler arasında sayılmakta. Elbet onu da bizim katımıza yakınlık ve güzel bir son beklemektedir derken ayet aslında bunu söylüyor.

 

41-) Vezkür ‘abdena Eyyub* iz nada Rabbehu enniy messeniyeş şeytanu Bi nusbin ve azâb;

Kulumuz Eyyub’u da zikret (hatırla)… Hani Rabbine: “Muhakkak ki şeytan (kendimi beden olarak hissediş) bana bitkinlik ve azap yaşattı” diye nida etti. (A.Hulusi)

41 – Kulumuz Eyyub’u da an, o vakit ki rabbine şöyle nidâ etmişti: «bak bana: meşakkat ve elem ile bana Şeytan dokundu.» (Elmalı)

 

Vezkür ‘abdena Eyyub şimdi yeni bir kıssaya geçti sure, Eyyub peygamber kıssasına. Bu da daha farklı bir sınav. Baba Davud Peygamber farklı bir sınav geçirmişti onu okuduk. Oğul Süleyman peygamber dünya ile sınanmıştı ve bu sınavı vermişti onu da okuduk. Şimdi hastalıkla, dertle boğuşan, sınav veren, hastalıkla sınavını Allah’a tam olarak veren bir peygamber, bir örnek daha sunuluyor.

Vezkür ‘abdena Eyyub ve kulumuz Eyyub’u da hatırla. Enbiya/83-84. ayetlerinde geçmişti. İyi hatırlıyorum ki o ayetleri tefsir ederken Eyyup peygamberin kimliğine ilişkin ayrıntılı bilgi sunmuştuk Eyyub, kitabında ki portföyle, ki Eyyub peygamberin hayatı Kitabı mukaddes te Eyyub kitabı diye müstakil bir kitapta ele alınır. Orada ki portföyle Kur’an ın sunduğu Portföy çok farklı.

Zaten Kitabı Mukaddeste sunulan peygamberlerin portresinde peygamberlik pek göremezsiniz. Peygamberliğe hiç yakışmayacak şekilde tasvir edildiklerini görürsünüz. Fakat Kur’an hiçbir peygamber için nübüvvet kurumuna yakışmayan bir üslup kullanmaz. Kur’an ın peygamberler hakkında ki üslubuyla Kitabı Mukaddesin peygamberler hakkında ki üslubu arasında gerçekten dağlar kadar fark vardır. Bunu Kitabı Mukaddesteki kimi tahriflere yormak gayet mümkündür. Philip Hiiti bile, ki bir oryantalist, bunun Arap kökenli bir kişi olduğunu söyler. Eyyub peygamberin. Üstelik isim tahlilinden yola çıkarak bu sonuca varır.

Allah onu ağır hastalıklarla sınamış. Yani 46 ve 47. ayetlerde olduğu gibi saflaştırılmıştır. 46 ve 47. ayetlerde gelecek, rabbimizin bu imtihanlarla, imtihanın muhataplarını saflaştırdığını ifade etmekte. Yani bir tür altının hamının hasından, cevherinin cürufundan ayrılmak için haddeden geçmesi, ateşlerde eritilip ayrıştırılması gibi insan da saflaştırılması için haddeden geçmesi, ateşlerden geçmesi gerekiyordu. Ve işte bu peygamberler, peygamber olmalarına rağmen onlarda bu ilahi yasaya tabi oldular ve sınandılar, ateşlerden geçtiler.

Kıssadan hisse şu; Parçada kötü olarak algılansa da bütün içinde düşünürseniz iyi olduğunu görürsünüz. Hz. Eyyub eğer parçaya baksaydı bedenini saran kan ve irinden yola çıkarak bunun berbat bir durum olduğu sonucuna varabilirdi. Fakat bütün içinde düşündüğünde şükretti. Şükretti çünkü parçada kötü görünen bu şeyin arkasında gürül gürül gelen bir ilahi ödül vardı. Çünkü Allah hiç kimseye götüremeyeceğini yüklemez, çünkü Allah hiç kimseye zulmetmezdi.

Onun içinde efendimiz; Mü’minin başına bela 3 sebeple gelir.

1 – Ya günahına kefaret olarak, Yani hak eder, dolayısıyla günahına kefaret olur, belayı çeker günahına karşılık olur.

2 – Ya daha büyük bir belaya kalkan olarak. Yani küçüğü gelir ki büyüğünü engellesin diye.

3 – Ya da ahirette ki konumunu yükseltmek ve yüceltmek için.

Bu durumda parçada kötü gibi görünen hiçbir şey aslında bütün içinde kötü değildir. Belki hatta belki mükemmel bile. Uçağı kaçırdığınız yoldaki kaza bir parçadır, kötüdür, belki arabanız hasar görmüş, hatta siz bile ufak tefek sıyrıklar almış, yaralanmış olabilirsiniz. Fakat bir müddet sonra o uçağın düştüğünü haber aldığınızda nasıl düşünürsünüz. Yine yolda kaza geçirdiğiniz anda ki gibi düşünür müsünüz yoksa tam tersine dönüp o anda üzülürken şimdi sevinmeye mi başlarsınız. Hele ki kaza geçirmişim mi dersiniz. İşte parça bütün ilişkisi daha bu bütün dünyevi bir bütün, bir de uhrevi boyutu var. Ahirette büyük mahkemenin huzurunda düşen uçakta ki küçümencik yolcuların, herkesin acıdığı ve bunun ne suçu vardı diye ukalalık yaptığı o küçük küçük çocukların, pırıl pırıl, hesabını hemen verip beratlatını ellerine alıp cennetin yolunu tuttuklarını gördüğünde sen hesabı zor verilecek bir yükle beraber büyük mahkeme de kala kalınca;

“Ya rabbi. Keşke beni de o düşen uçakta kılsaydın” demeyeceğine dair bir garanti var mı? O zaman  Parça bütün ilişkisini gözden kaçırarak asla bir şeyin nihai manada ne anlama geldiği konusunda yargıya varma. Aslında burada söylenen de belki bu.

Hastalık bir tür ömrü uzatmak. Mesela 70 yıl ibadetle kazanacağınız bir ecri 7 aylık çok ağır bir hastalık sırasında kazanabilirsiniz. Bu durumda hastalık ömrü uzatmış olmuyor mu? Yan o ibadeti, o hastalığın size getirdiği ecri, Allah katında ki ödüllü kazanmak için eğer nafile ibadetle çırpınsanız 70 yıl harcamanız gerekirken 7 aylık çok yoğun bir hastalık sizin ömrünüzü 70 yıl kadar manen uzatmış oluyor. Görüyorsunuz, nereden baktığınıza bağlı imtihanlar. Nereden bakarsanız öyle görürsünüz. Allah’ın gör dediği yerden bakarsanız güzel, şeytanın gör dediği yerden bakarsanız kötü görürsünüz.

iz nada Rabbehu enniy messeniyeş şeytanu Bi nusbin ve azâb hani rabbine; Rabbim şeytan bana tarifsiz bir bezginlik ve terk edilmişlik hissi vermektedir diye yalvarmış yakarmıştı Eyyub.

Azâb geçiyor ayetin sonunda. Şeytan insana azab edemez, bunu biliyoruz. Çünkü İsra/65, Hicr/40 cı ve daha birçok ayette onun mü’min üzerinde hiçbir gücünün olmadığını söyleyen de yine rabbimiz. Ya ne yapar? Vehim verir, vesvese verir. Azâb o zaman nedir burada? Kelime anlamına bakacağız, yani terk edilmişlik duygusu, yalnız bırakılmışlık hissi. Tabii ki Allah tarafından terk edilmişlik hissi. Hz. Eyyub işte bundan şikayet ediyor ve bu hissin Allah’tan olamayacağını bu hissin olsa olsa şeytandan olacağını vurguluyor ve diyor ki; Şeytan bana böyle bir his vermeye çalışıyor, böyle vesvese vermeye, Allah seni terk etti demeye getiriyor. Azâb kelime anlamıyla terk edilmişlik, yani etimolojik kök anlamı bu.

Davud şahsında hata ile sınama, Süleyman şahsında servetle sınama, Eyyub şahsında dehl ile sınama. İşte üç kıssanın üç hissesi.

 

42-) Ürkud Bi riclik* hazâ muğteselün baridün ve şerab;

“Ayağını (hakikatinden kaynaklanan kuvveyle) yere vur! İşte yıkanıp, içeceğin serinletici su (hakikatin ilmi)!” (dedik). (A.Hulusi)

42 – Depren ayağınla, işte serin bir yıkanacak ve içecek dedik. (Elmalı)

 

Ürkud Bi riclik* hazâ muğteselün baridün ve şerabun biz de ayağını yere vur. Bak işte şurada hem yıkanılacak hem de içilecek soğuk bir su var demiştik. Evet gerçekten de ilginç bir ayetle karşı karşıyayız yine. İbret dolu. Elmalı’nın isabetle vurguladığı gibi hastalıktan kurtulmak için mümkin olan tüm çabayı harca manasına ürkud Bi riclik. Yani kıpra biraz, harekete geç biraz. Kendin için şifa ara. Yani öyle serilme, koy verme her tarafını, umutsuzlaşma. Kalk ve çaresini düşün anlamına. Zaten ürkud Bi riclik burada ıdrıd manasına gelir ki ıdrıd Kur’an da bu kökten gelen fiili yolculuk yapmaya mudarabe de budur işte yolculuk yapmaya, ticaret için, bir takım kâr kist aramak için yola çıkma anlamını da ifade eder.

Elinden geleni yap, yani öyle yatıp durma manasına ki bunu Resulallah’ta görüyoruz. Sevr dağının tepesinde mağarada gelen yardım, o tepeye çıkmadan eteğinde gelmez miydi. O kadar yokuşu, o kadar teri dökmek zorunda mıydı peygamberimiz ve arkadaşı Hz. Ebu Bekir’in. Evet dökmek zorun dalardı. İşte bize bu sonucu veriyor. Eteğinde gelmezdi tepesinde gelecek olan. Neden? Çünkü Bittim ya rabbi diyecek kadar gayret sarf etmeden, yettim kulum denilmeyecekti. Bu ilahi bir yasa.

Aslında bu ayetlerle bu yasalar ilk muhatap olan Resulallah’a veriliyor, uyarılıyor, inşa ediliyordu. Zaten o da bu ayetleri bu kıssalardan hisse alarak o tavırları ortaya koydu. Unutmayın onu Kur’an inşa etmişti.

 

43-) Ve vehebna lehu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten minNA ve zikra liülil elbab;

Ona, bizden bir rahmet ve derin düşünebilen akıl sahipleri için hatırlatma olarak, ehlini ve onlarla birlikte onların mislini hibe ettik. (A.Hulusi)

43 – ve ona bütün ehlini ve beraberlerinde daha bir mislini bahşettik tarafımızdan bir rahmet olarak hem de bir dersi ibret temiz akıllar için. (Elmalı)

 

Ve vehebna lehu ehlehu ve mislehüm meahüm rahmeten minNA ve zikra liülil elbab ona katımızdan bir rahmet ve akıl sahipleri için bir ibret olmak üzere kendisini terk eden yakın çevresini ve onlarla beraber bir kata daha fazlasını bahşettik.

Hakka makbul olmak mı? Halka makbul olmak mı. bu soru sorulması gereken bir soru. Yakın çevresi uzaklaşmıştı Hz. Eyyub’dan bu hastalıktan dolayı. Belki ona bakamıyorlardı. Düşen insanın etrafı çabuk terk edilir. Belki bundan dı, belki başka şeylerden di. Ama o halka makbul olmak değil, Hakka makbul olmak istedi. Hakk severse halka da sevdirir. Onun için bu ayet uzak yaşam, yakın çevresi kendisine geri döndü bir mislini daha verdi. Belki onlar dönerken çoluk çocuğu iki katı olup dönmüşlerdi. Belki yeni torunlarla dönmüşlerdi. Yeni, dostlar katılmıştı. Belki onun bu direnci bu sabrı bu ahlakı insanlar nezdinde ki hatırını yüceltmiş ve hakikati gören çevresinde ki dost halkası kat kat genişlemişti. Belki bunu söylüyordu ayet.

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn alemlerin rabbi olan Allah’a hamdlerin tümü yalnız Ona mahsustur. Deriz değil mi? Neden? Sadece verince demeyiz, verince şükrederiz, alınca da hamd ereriz. Çünkü O vermişti. O alırsa daha iyisini verebilir. Onun için Hz. Eyyub’a da daha iyisini vermek için almıştı. O söyleniyor bu ayette.

 

44-) Ve huz Biyedike dığsen fadrib Bihi ve lâ tahnes* inna vecednahu sabira* nı’mel abd* innehu evvab;

“Eline bir demet al da onunla vur ki sözün yerine gelsin!” Biz Onu sabırlı bulduk… Ne güzel kuldu! Muhakkak ki O, evvab (hakikatini sıkça yaşayan) idi. (A.Hulusi)

44 – Bir de al bir demet elinle de vur onunla hânis olma, hakikat biz onu sabırlı bulduk, ne güzel kul, hakikaten o bir evvabdır. (Elmalı)

 

Ve huz Biyedike dığsen fadrib Bihi ve lâ tahnes ve dedik ki eline bir deste al ve onunla vur böylece yemininden dönmemiş olursun. Burada tabii yine heliptik bir metinle karşı karşıyayız. Ayrıntılar yok. Biz satır aralarından satır arkalarına geçerek rivayetlerinde yardımıyla metnin söylemek istediği şeyi anlamaya çalışacağız.

Hanımı onun çektiği o acıları ve sıkıntıları görünce o dayanamamış,

“Ona olan muhabbetinden ve şefkatinden dolayı bu kadar sabrettin ve şükrettin, her sabır ve şükründe acın daha da arttı, gördün hastalığın. Bir de isyan et bakalım belki hafifler. Dediği rivayet edilir. Yani hep sabrediyorsun, şükrediyorsun ama derdin artıyor. Bir de tersini dene bakalım demiş belki kızgınlıkla, belki o ağır yorgunlukla, belki şefkatle. Ama böyle yanlış bir akıl yürütmüş. O da;

“Beni Allah’a karşı isyana mı teşvik ediyorsun. Eğer iyi olur kalkarsam sana 100 sopa çekeceğim. Diye ağzından bir yemin kaçırmış. İşte daha sonra iyi olduğunda, tabii onun şefkatle, kendisine acıma hissinden dolayı böyle söylediğini, aslında yüreğinden gelerek söylemediğini gördüğünde böyle bir uygulamayı yapmasına izin verilmemiş. Yani dövemezsin denilmiş, bunu yapamazsın. Ama yeminim var diyeceksen eğer, o zaman bunu sembolik olarak yerine getirebilirsin. Al bir tutam sap, ot bi tane vurur gibi yap. O zaman yemininin vicdanın üzerinde ki örtüsünü, ağırlığını da kaldırmış olursun. Yani bir tür çıkış yolu gösterilmiş oluyor. Burada bir tür sembolik bir yemini karşılama durumu, çözümü gösterilmiş oluyor.

inna vecednahu sabira* nı’mel abd* innehu evvab hakikaten biz onu sabırlı biri olarak bulduk, ne güzel kuldu o. Çünkü o her daim hakka yönelirdi. Unutmayalım bu son ibare Hz. Süleyman ve Hz. Davud içinde kullanılıyordu. Sabır, direniş yani. Allah’a kullukta direniş. Başınıza isterse ateş yağsın, rabbinize kullukta direneceksiniz. Sonuna kadar. Eğer direnirseniz unutmayın ki Allah yar ve yardımcınızdır. Unutmayın ki Allah kuluna yeter. EleysAllâhu Bi kâfin abdeH. (Zümer/36) diyor ya vahiy Allah kuluna yetmez mi? Yeter.

 

45-) Vezkür ıbadeNA İbrahiyme ve İshaka ve Ya’kube ulil eydiy vel ebsar;

Kudretli ve basîretli kullarımız İbrahim, İshak ve Yakup’u da zikret (an, hatırla)! (A.Hulusi)

45 – Kullarımız İbrahim’i, İshak’ı, Ya’kub’u da an, eller ve gözler sahipleri idiler. (Elmalı)

 

Vezkür ıbadeNA İbrahiyme ve İshaka ve Ya’kube ulil eydiy vel ebsar Has kullarımız İbrahim, İshak ve Ya’kub’u da hatırla. Hepsi de güçlü bir kişilik ve keskin bir idrak sahibi idiler.

Güçlü bir kişilik Ulil eydiy, keskin bir irade vel ebsar. Her peygamberin niteliği. İbrahim peygamber ateşle sınandı. İshak peygamber bir rivayete göre de İsmail peygamber canla sınandı. Yakub peygamber Yusuf la sınandı. Yusuf peygamber Züleyha ile sınandı. Yani hepsi sınandılar ve sınavlarını başarıyla verdiler. Bu iki şeye bağlanıyor Ulil eydiy. Güçlü bir şahsiyet, veya güçlü bir irade. Zaten güçlü bir şahsiyet güçlü bir iradeye bağlı olur. Ve ikincisi de basiret sahibi olmak, yani gönül gözü ile görmek. Eşyanın kabuğunu değil, onu geçip özünü görmek, olayları iyi takdir etmek.

 

46-) İnna ahlasnahüm Bi halisatin zikred dar;

Doğrusu biz onlarda, gerçek vatanlarını (hakikat boyutunu) hatırda tutarak yaşama sâfiyetini açığa çıkardık. (A.Hulusi)

46 – Çünkü biz onları temiz bir hassa, halîs yurt düşüncesiyle halîslerimizden kılmışızdır. (Elmalı)

 

İnna ahlasnahüm Bi halisatin zikred dar biz onların şahsiyetlerini arı duru bir tasavvurla saflaştırdık ki ebedi yurdu hep hatırda tutsunlar. Yani onları böyle saflaştırdık. Tıpkı altının potada saflaştırılması, ateş içinde eritilerek saflaştırılması gibi. Madenin cevherinin cürufundan ayrılması gibi. Hamının hasından ayrılması gibi, Veyahut ta demirin çelik yapılması gibi bir ateşe, bir suya sokularak çelikleştirilmesi gibi biz de onları sağlamlaştırdık, saflaştırdık. Yani acı yetiştirir insanı. Adamı dert adam eder. İnsanı hüzünler insan eder, sevinçler değil. Eğer haz ve neşe adamı adam etseydi sulu kule sakinleri ey iyi adam olurdu. Onun için adamı dert yetiştirir. Bir anlık dersin verdiğini bin yıllık haz ve neşe veremez. Veremediği içindir ki ne kadar büyük insan görmüşsek, büyük acılar çektiğini görmüşüzdür. Büyük acılar büyük adamlar demektir. Ama modern hayat acıdan kaç hazza koş sloganının düstur edinildiği bir hayat olduğu için büyük adamın köküne kibrit suyu döken bir hayattır. Bir medeniyetle uygarlıktır aynı zamanda.

 

47-) Ve innehüm ‘ındeNA leminel Mustafeynel ahyar;

Kesinlikle Onlar bizim indîmizde seçilmiş Mustafalar’dı (süzülüp arındırılmış – saflaştırılmış – sâfiye). (A.Hulusi)

47 – Ve çünkü onlar muhakkak nezdimizde seçilmiş ahyardan. (Elmalı)

 

Ve innehüm ‘ındeNA leminel Mustafeynel ahyar ve elbet onlar bizim indimizde pek seçkin, hayırda öncü olanlar arasındaydılar.

İlahi yasa bu. Ve leneblüvenneküm Bişey’in minelhavfi velcû’ı ve naksın minel emvâli vel enfüsi vessemerat. (Bakara/155) yemin olsun ki sizi sınayacağız, korku ile sınayacağız, açlıkla sınayacağız ve mallardan eksiltmekle belki açık ve yokluk korkusuyla sınayacağız. Açlığa sabretmek mümkün, fakat açlığın korkusuna değil. Onun için açlıktan bin beterdir açlık korkusu çekmek. Açı doyurursunuz, fakat açlık korkusu çekeni asla doyuramazsınız.

Yine; Ehasiben Nasu en yütrekû en yekulu amenna ve hüm lâ yüftenun. (Ankebut/2) insanlar biz onları sınamadan denemeden ağır acılardan geçirmeden sadece iman ettik demekle kurtulacaklarını mı sanıyorlar.

Em hasibtüm en tedhulül cennete ve lemmâ ye’tiküm meselülleziyne halev min kabliküm* messethümül be’sâu veddarrâu ve zülzilû… (Bakara/214) Yoksa siz, s,izden öncekilerin başına gelenlerin sizinde başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz.

İşte bu ve bunun gibi bir çok ayet ilahi yasayı gösteriyor.

 

48-) Vezkür İsma’ıyle vElyese’a ve Zelkifl* ve küllün minel ahyar;

İsmail’i, Elyesa’yı ve ZülKifl’i de hatırla! Hepsi de hayırlılardandı. (A.Hulusi)

48 – İsmail’i de, Elyeser de, Zül’kifli de an, hepsi de o ahyardan. (Elmalı)

 

Vezkür İsma’ıyle vElyese’a ve Zelkifl* ve küllün minel ahyar Yine İsmail, Elyesa ve yükümlülük alan kişiyi de hatırla. Ki onların her biri de hayırda önde giden kişilerdi.

Burada ki zelkifl; Enbiya/65. (Hayır Enbiya/85) ayetinde ayrıntılı olarak ele alınmıştı. İsim değil, sıfattır. Kimi kastediyor sorusu gerçekten de cevabını delilli olarak bulmamış bir sorudur. Ki bu konuda ne peygamberimizden gelen sahih bir rivayet var, ne de sahabeden gelen güvenebileceğimiz bir haber. Bir takım yorumlar var, Ergani de metfun olan, veya Ergani de makamı bulunan Hezekiyel peygamber demişler.  Bu sorumluluk alan kişi sıfatlı Zelkifl. Ya da Hz. Eyyub’un oğlu Şam’lılara tebliğ için gönderilmiş olan Şeref’tir diyenler olmuş. Bilemiyoruz Allahu alem. Ama bu kolektif bir kişidir diyenlerden daha çok, bu bir kişinin vasfıdır, fakat bu vasfın sahibinin kimliğini Allah bilir.

 

49-) Hazâ zikr* ve inne lil müttekıyne le hüsne meab;

Bu hatırlatmadır! Muhakkak ki korunmuş olanlar için dönüş yerinin güzeli vardır. (A.Hulusi)

49 – İşte bu bir zikirdir, ve şüphesiz korunan muttakîler için her halde güzel bir istikbal (bir husni meâb) var. (Elmalı)

 

Hazâ zikrun bu mesaj bir uyarıdır. Yani hikaye ve anı değil, uyarı ve hatırlatma. İbret al. ..fa’tebiru ya ulil’ebsar. (Haşr/2) Ey basiret sahipleri ibret alın. Yani satırlardan satırların aralarına, satırların aralarından satırların arkasına geçin ve satırların arkasında ki maksadı okuyun, sadece satırları okumayın maksadını okuyun o zaman ibret almış olursunuz.

ve inne lil müttekıyne le hüsne meab elbet sorumluluğunun bilincinde olanları en güzel bir menzil beklemektedir.

 

50-) Cennati Adnin müfettehaten lehümül ebvab;

Kapıları kendilerine açılmış hâlde Adn cennetleridir. (A.Hulusi)

50 – Adin Cennetleri: açılarak kendilerine bütün kapılar. (Elmalı)

 

Cennati Adnin müfettehaten lehümül ebvab kalıcı güzelliğin üretildiği merkez olan cennetlerin kapıları onlar için ardına kadar açılacak.

Cennei adnin i daha önce de kalıcı güzelliğin üretildiği merkez diye çevirmiştir. Çünkü Adn bir şeyin üretildiği yer, yoğunlaştığı yer, merkezi manasına gelir. Maden de aynı kökten türetilir. Cennet, güzelliğin üretildiği merkez. Onun içindir ki Sahip olduğumuz tüm güzelliklerin aslı oradadır. Bizim elimizdekilerse geçici olan kopyalarıdır. Cennet, saflaşan, kendi potansiyellerinin sınırlarına dayanan, tekamül yolunda son durağa gelen, tekamül etmiş mükemmel insanın kavuştuğu mükemmel güzellik diyarıdır.

[El bilgi; Cennetle ilgili ayrıntılı bilgi için.]

 

51-) Müttekiiyne fiyha yed’une fiyha Bi fakihetin kesiyretin ve şerab;

Zevkle kurularak, o hâl içinde birçok meyve ve keyiflendirecek içki isterler. (A.Hulusi)

51 – İçlerinde kurularak orada bir çok yemişle bambaşka bir içki isteyecekler. (Elmalı)

 

Müttekiiyne fiyha yed’une fiyha Bi fakihetin kesiyretin ve şerab orada huzurla, sevgiyle uzanacaklar ve meyvesine varana dek her çeşit lezzetli yiyecek ve içeceği talep edebilecekler, isteyebilecekler.

 

52-) Ve ‘ındehüm kasıratüt tarfi etrab;

Onların (Esmâ kuvveleriyle kendini – Rabbini tanımış şuurların) indlerinde gözlerini kendilerinden (açığa çıkacaklara) çevirmiş aynı yaşıtlar (bedenler) vardır. (Esmâ hakikatiyle kendini tanımış {Rabbine yakîn elde etmiş} bilinçlerin açığa çıkaracağı mânâları uygulamaya hazır bekleyen yaşıtları {açılım kapasitelerine uygun özellikte} olan cennet bedenleri. A.H.) (A.Hulusi)

52 – Yanlarında da gamzeleri kasan hep bir yaşıt dilberler. (Elmalı)

 

Ve ‘ındehüm kasıratüt tarfi etrab yanlarında kendilerine denk, gözü dışarıda olmayan eşler olacak. Yani gözü dışarıda olmayan eşler, hep birbirine bakan, asla gözü bir başkasına kaymayan, birbirine muhabbetini hasreden, birbirinde sevgisini bulan, birbirini tatmin eden, birbiri ile mutmain olan eşler. Güzelliğin merkezi idi ya, sevginin üretimi olacak orada eşler, birbirlerinin sevgisini üretecekler.

Etrab; Burada denk, yani ahlaken denk, şeref olarak denk, makam olarak denk. Tabii ki cennetliğin eşi cennetlik olur. Bu manada da denk.

 

53-) Hazâ ma tu’adune li yevmil hısab;

İşte budur, yaptıklarınızın sonucunu yaşama süreci için size vadolunan! (A.Hulusi)

53 – İşte bu, o hesap günü için size vaad olunan. (Elmalı)

 

Hazâ ma tu’adune li yevmil hısab işte bu hesap günü için size verilen sözdür.

 

54-) İnne hazâ le rizkuna malehu min nefad;

Muhakkak ki işte bu bizim yaşam gıdamızdır… Hiç tükenmeyen! (A.Hulusi)

54 – İşte ki bu bizim rızkımız, muhakkak ki ona hiç tükenmek yok. (Elmalı)

 

İnne hazâ le rizkuna malehu min nefad elbet bizim verdiğimiz bu rızık asla tükenmez riski taşımamaktadır. Maleha min nefad içinde tükenme niteliği ve özelliği bulunmayan rızık. Tükenme niteliği yok. Ne kadar harcarsanız harcayın, ne kadar kullanırsanız kullanın, eskime, yıpranma tükenme özelliği yok, böyledir. Peki bunu aklımız alabilir mi, bunu kavrayabilir miyiz? Kavrayamayız. Çünkü bizim kullandığımız bu dünyada ki her güzellik tükenen güzellik. Tükenmeyen bir güzellik gösterin siz bana bu dünyada..! Aklımız onun için kavrayamaz. Zaten aklın kavramaması da doğal, ne diyordu Kur’an?

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) Orada insanı hangi göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini hiç kimse tahayyül bile edemez. İfadeye bakın, Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. Hangi göz aydınlığı olacak, hangi göz kamaştırıcı nimetlerin, sürprizlerin daha doğrusu, ma uhfiye lehüm, yani gizli sürpriz, sürprizlerin beklediğini hiç kimse tahayyül bile edemez, hiç kimse. Demek ki cennet tahayyül bile edilemeyecek kadar güzel, güzelliğin üretildiği merkez. Onun için;

..ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr. (Fatır/14)  öyle der ya. Allah gibi sana kim haber verebilir. her şeyden haberdar olanın verdiği haber gibi bir haberi verebilecek bir kaynak var mıdır? Yoktur, onun için yoktur.

 

55-) Hazâ* ve inne littağıyne le şerre meab;

İşte bu! Muhakkak ki, taşkınlık yapanlar için de dönüş yerinin şerlisi vardır. (A.Hulusi)

55 – Bu böyle, şüphesiz azgınlar için de fena bir istikbal (şer bir meâb) var. (Elmalı)

 

Hazâ bu da böyledir. ve inne littağıyne le şerre meab ama bir de haddini bilmez azgınlar var ki, onları da en kötü bir menzil beklemektedir. Yani haddini bilenlere en güzel menzil, haddini bilmeyenleri de en kötü menzil,

 

56-) Cehennem* yaslevneha* fe bi’sel mihad;

Cehennemdir ki ona yaslanırlar! Ne kötü bir yaşam ortamıdır o! (A.Hulusi)

56 – Cehennem, ona yaslanacaklar, fakat o ne çirkin döşek. (Elmalı)

 

Cehennem cehennem. O menzil Cehennemdir. yaslevneha* fe bi’sel mihad onlarda ona yaslanacak. Yukarıdaki müttekinin zıddıdır bu. Hani cennette uzanacaklar, cehennemde yaslanacaklar, ama o ne berbat bir döşektir. Yani öyle kuş tüyü damat döşeği değil. Seriyr birazda bu manaya gelir. Ama cehennemde ki değil tabii.

 

57-) Hazâ fel yezûkuhu hamiymun ve ğassâk;

İşte bu! Tatsınlar onu! Kaynar su (yakıcı benlik fikirleri) ve irindir (bedensellik kabulünün getirisi fiillerin yaşatacağı olaylar)! (A.Hulusi)

57 – İşte, artık tatsınlar onu bir hamîm ve bir ğassâk. (Elmalı)

 

Hazâ bu da böyledir, yani bu da gerçektir, bu da böyle olacaktır. fel yezûkuhu hamiymun ve ğassâk o halde bırak ta yürek yakıcı ve iç karartıcı bir azabı sonuna kadar tatsınlar.

 

58-) Ve aharu min şeklihi ezvac;

Aynı şekilde diğerleri, eşleriyle (hem bilinç – benlik hem de uygun beden) ! (A.Hulusi)

58 – Ve o şekilden bir diğeri: çifte çifte. (Elmalı)

 

Ve aharu min şeklihi ezvac ve aynı türden onunla eş değer daha başka azapları da tatsınlar. Cehennem; Cennetin mutlak karşıtı. Ceza yoksa ödülün de kıymeti yok. Onun için cehennemden söz edilen yerde mutlaka cennetin olması, cennet gibi bir ödülden söz edilen yerde de cehennemin olması eşyanın tabiatı icabıdır. Varlığın yasası gereğidir.

 

59-) Hazâ fevcün muktehımun meaküm* lâ merhaben Bihim* innehüm salün nar;

İşte bu sizinle beraber (cehenneme) katlanan bir grup… (Suça yönlendirenleri der ki): “Onlara ‘Merhaba = rahat olma temennisi’ geçersizdir… Muhakkak ki onlar yanmaya maruz kalanlardır.” (A.Hulusi)

59 – Şu: bir alay: maıyyetinizde göğüs germiş; onlara merhaba yok, çünkü onlar Cehenneme salınıyorlar.

 

Hazâ fevcün muktehımun meaküm küfür rehberlerine denilecek ki; İşte şu güruh körü körüne arkanıza takılan yandaşlarınızdır. lâ merhaben Bihim* innehüm salün nar berikiler diyecek ki; rahat yüzü görmesin onlar. Elbet onların da ateşe girmesi gerek. Yani bizi takip ettiler, hani biz suçluyuz da onlar suçlu değil mi, onlarda belalarını bulsun, onlarda ateşe girsin. Madem bizi takip ettiler.

 

60-) Kalu bel entüm lâ merhaben Biküm* entüm kaddemtümuhu lena* fe bi’sel karar;

(O önderlere uyanlar ise): “Hayır, asıl size ‘Merhaba = rahat olmak’ yoktur… Onu (cehennemi) bize siz önerdiniz! Ne kötü bir karargâhtır bu!” dediler. (A.Hulusi)

60 – Hayır derler size merhaba yok, onu bize siz takdim ettiniz, bakın ne fena yatak. (Elmalı)

 

Kalu bel entüm lâ merhaben Biküm* entüm kaddemtümuhu lena* fe bi’sel karar körü körüne izleyenler ise onlara şöyle cevap verecekler, hayır sorumlu sizsiniz, asıl siz rahat yüzü görmeyin. Bunu başımıza siz sardınız ve gele gele en berbat bir yeri buldunuz diyecekler. Yani kılavuzu karga olanın konacağı mezbeleliktir. İşte gele gele buraya geldiniz, bizi de peşinizden buraya getirdiniz. Diyecekler. Birbiriyle polemiğe girişiyorlar.

 

61-) Kalu Rabbena men kaddeme lena hazâ fezidhü azâben dı’fen fiyn nar;

Dediler ki: “Rabbimiz! Bunu bize kim önermişse, onun yanma azabını bir kat daha arttır.” (A.Hulusi)

61 – Ya Rabbenâ derler: bize bunu takdim edene ateşte azâbı hemen kat kat artır. (Elmalı)

 

Kalu Rabbena men kaddeme lena hazâ fezidhü azâben dı’fen fiyn nar şöyle yalvaracaklar; Rabbimiz bunu başımıza kim sardıysa onun ateş içinde ki azabını kat kat artır.

 

62-) Ve kalu ma lena lâ nera ricalen künna ne’uddühüm minel eşrar;

Dediler ki: “Biz niye, kendilerini şerrliler kabul ettiğimiz ricali (burada) görmüyoruz?” (A.Hulusi)

62 – Bir de derler ki: neye görmüyoruz biz o eşrardan saydığımız bir takım adamları. (Elmalı)

 

Ve kalu ma lena lâ nera ricalen künna ne’uddühüm minel eşrar bir de diyecekler ki ne oldu da bir zamanlar kendilerini yaramaz adam saydıklarımızdan hiç birini burada göremez olduk. Ters bakış bu değil mi. İyi kötü, kötü iyi görünüyor. Eğer yamuk bakarsa Allah’a makbul olanı merdut olarak görüyor. Allah’a merdut olanı, Allah’ın reddettiğini de makbul olarak görüyor. Yamuk bakış. Onun için şimdi cehennemde bizim dünyada kötü gördüğümüz kimseler olmalıydı, onlardan hiç kimse burada yok diyecek. Ne oldular? Nereye gittiler?

 

63-) Ettehaznahüm sıhriyyen em zâğat anhümül ebsar;

“Biz onları alaya alırdık… Yoksa gözlerimiz onları göremiyor mu ortalarda?” (A.Hulusi)

63 – Onları eğlence yerine tuttuktu ha! yoksa onlardan kaydı mı bu gözler? (Elmalı)

 

Ettehaznahüm sıhriyyen bir de onları alaya almıştık değil mi em zâğat anhümül ebsar yoksa buradalar da gözümüzden mi kayboluyorlar. Yani saklanıyorlar, ya da biz mi göremiyoruz.

 

64-) İnne zâlike le hakkun tehasumü ehlin nar;

Muhakkak ki o gerçekleşecektir… Yanacakların karşılıklı tartışması! (A.Hulusi)

64 – Şüphesiz ki bu haktır muhakkak olacaktır ehli nârın birbirine husûmeti. (Elmalı)

 

İnne zâlike le hakkun tehasumü ehlin nar elbet ateş ehlinin birbiriyle çekişmesi işte böylesine gerçek olacak, gerçekleşecek. Ki zaten Kur’an ın bir çok yerinde cehennemliklerin birbiriyle takışması, atışması diyalogu ya da aslında polemiği ele alınır ve buna yakın bir biçimde nakledilir.

 

65-) Kul innema ene münzir* ve ma min ilâhin illAllâhul Vâhid’ül Kahhâr;

De ki: “Kesinlikle ben bir uyarıcıyım! Tanrı yoktur tanrılık kavramı geçersizdir; sadece Vâhid, Kahhâr Allâh…” (A.Hulusi)

65 – De ki ben ancak korkuyu haber veren bir Peygamberim, başka bir tanrı da yok ancak Allah: o vahidi kahhar. (Elmalı)

 

Kul innema ene münzir* ve ma min ilâhin illAllâhul Vâhid’ül Kahhâr ey peygamber de ki; ben sadece bir uyarıcıyım. Mutlak otorite olan tek Allah’tan başka ilah yoktur.

 

66-) Rabbüs Semavati vel Ardı ve ma beynehümel ‘Aziyzul Ğaffar;

“Semâların, arzın ve ikisi arasında olanların Aziyz (gücüne – hükmüne karşı konulmaz), Ğaffar olan Rabbidir.” (A.Hulusi)

66 – O Göklerin, Yerin ve aralarındakilerin rabbi azîz, gaffar var. (Elmalı)

 

Rabbüs Semavati vel Ardı ve ma beynehümel ‘Aziyzul Ğaffar göklerin yerin ve o ikisi arasındakilerin rabbi, mutlak yücelik, sonsuz bağış sahibi olan Allah.

 

67-) Kul HUve nebeün ‘azıym;

De ki: “HÛ (gerçeği), Aziym bir haberdir!” (Bu haberin mânâsını ve değerini kavrayabilseniz!) (A.Hulusi)

67 – De ki bu bir azîm haberdir. (Elmalı)

 

Kul HUve nebeün ‘azıym yine de ki bu muazzam bir haberdir. Bu vahiy, vahyin içerisinde ki bu ayetler, bu sureler, bu kıssalar ve ahirette ki bu haberler gerçekten muazzam bir haberdir. Yani eğer bir manşetin arkasındaysanız, bir manşet okumak istiyorsanız, bu manşeti okuyun. Bu muazzam bir haber. Şok haber.

 

68-) Entüm ‘anhü mu’ridun;

“Siz ise ondan (o büyük haberin bildirdiği fevkalâde önemli hakikatin size kazandıracağından) yüz çeviriyorsunuz!” (A.Hulusi)

68 – Siz ondan yüz çeviriyorsunuz. (Elmalı)

 

Entüm ‘anhü mu’ridun siz ise ondan yüz çeviriyorsunuz. Yani Allah haber veriyor, hem de sizi ilgilendiren bir haberi manşete çekiyor, siz ise gerçeği görmezden geliyorsunuz.

 

69-) Ma kâne liye min ‘ılmin Bil Meleil A’la iz yahtesımun;

“Mele-i Âlâ’daki tartışma hakkında ilme sahip değilim.” (A.Hulusi)

69 – Benim melei a’lâya ne ilmim olurdu onlar münakaşa ederlerken? (Elmalı)

 

Ma kâne liye min ‘ılmin Bil Meleil A’la iz yahtesımun de ki; insanın yaratılışını tartıştıkları zaman yüce toplulukta olup bitenler hakkında bir bilgiye ben sahip değilim. Yani burada yeni kıssaya, Adem ve İblis kıssasına sözü getirirken yukarıda kine nasıl vakıf değilsen, cehennemliklerin kendi aralarında ki konuşmaya, ben meleklerle Allah arasında Adem yaratılırken ki tartışmaya da vakıf değilim. Dolayısıyla onu da Allah’tan alıp size aktardım, bunu da vahiy olarak size aktarıyorum.

Cehennemliklerin tartışmasını da melei alanın sakinlerinin tartışmasını da ancak bir tek kaynaktan öğreniriz Allah’tan. Burada;  Ve iz kale Rabbüke lilmelâiketi inniy ca’ilün fiyl’Ardı hâliyfeh (Bakara/30) ile başlayan o süreç ele alınacak.

Hani rabbin meleklere Ben yeryüzünde bir halife, bir ardıl yaratacağım demişti. Meleklerde demişlerdi ki; Ya rabbi sen yer yüzünde kan dökecek, yer yüzünde bozgunculuk çıkaracak birini mi yaratacaksın? ve nahnu nüsebbihu BihamdiKE ve nükaddisüleK oysa ki biz seni yüceltiyoruz, anıyoruz, zikrediyoruz, tesbih ediyoruz. Yani eğer buysa mesele biz bunu yapıyoruz. İşte meleklerin açtığı bu tartışmaya da ben şahit değildim. Ne olup ne bittiğini bilmedim.

Surenin ana fikri hakta direnip Adem olmak, ya da hatada direnip iblis olmak. Davud örneği hatayı itiraf idi, iblis örneği de hata da ısrar. Şimdi ona getirdi sözü Kur’an.

 

70-) İn yuha ileyye illâ ennema ene neziyrun mubiyn;

“Bana vahyolan yalnızca apaçık bir uyarıcı olduğum!” (A.Hulusi)

70 – Fakat ben açık inzar edecek bir Peygamber olduğum içindir ki o ilmin bana vahy olunuyor. (Elmalı)

 

İn yuha ileyye illâ ennema ene neziyrun mubiyn ne ki bana sadece apaçık bir uyarıcı olduğum bildirilmektedir.

 

71-) İz kale Rabbüke lil Melaiketi inniy halikun beşeran min tıyn;

Hani Rabbin Meleklere: “Kesinlikle ben balçıktan (su + mineral) bir beşer yaratacağım” demişti. (A.Hulusi)

71 – Rabbin Melâikeye dediği vakit: haberiniz olsun ben bir çamurdan bir beşer yaratmaktayım. (Elmalı)

 

İz kale Rabbüke lil Melaiketi inniy halikun beşeran min tıyn hani o zaman rabbin meleklere demişti ki ben balçıktan görünen bir varlık, bir beşer yaratacağım. Topraktan yaratılmak, balçıktan yaratılmak Kur’an da çok farklı ifadelerle geçer. Min salsâlin, min türabin, min hamein mesnûn, min salsâlin kel fehhâr gibi bir çok forma gelir. Hem elementer kökenine insanın atıftır ki, insan elementer olarak topraktandır. Onun içinde toprakta kaç element varsa insan bedeninde de aynı sayıda element vardır.

Hem biyolojik gelişimine atıftır. İnsan yiyip içtikleri ne olursa olsun, ister hayvansal gıdalar, protein olsun, ister bitkisel gıdalar karbon hidratlar olsun yine topraktandır. Yani biyolojik gelişimi de topraktandır. Onun kaynağı da oradandır. Yine embriyolojik gelişimi, insanın anne karnında ki gelişimi de toraktandır. Yani annenin yediği besinlerdendir. Dolayısıyla ne tarafa bakarsanız bakalım insan topraktan gelmiştir.

 

72-) Feizâ sevveytühu ve nefahtü fiyhi min ruhıy feka’u lehu sacidiyn;

“Onu tesviye edip (beynini oluşturup), o yapının içinden Ruhum’dan (Esmâ mânâlarımdan) nefhettiğimde (açığa çıkardığımda {nefh yani üflemek, içten dışa şeklinde olur daima. A.H.}) Ona secdeye kapanın (hükümranlığını – tasarrufunu kabul edin)!” (A.Hulusi)

72 – Onu tesviye ettim de ruhumdan ona nefheyledim mi derhal ona secdeye kapanın. (Elmalı)

 

Feizâ sevveytühu ve nefahtü fiyhi min ruhıy feka’u lehu sacidiyn izleyin ne zamanki onu şekillendirir de kendisine ruhumdan üflersem derhal yere kapanıp onun hizmetine amade olun.

Tabii topraktandır da bu toprak hep var, fakat Allah bir kez müdahale ile yarattığı bu insan bu toprak hep var olmasına rağmen tekrar tekrar neden tekrarlamıyor. Yani neden insan insandan doğuyor. İlk olan bir kez daha neden olmuyor. İşte o ilk olanı Ancak Allah ile açıklarsınız dercesine, Allah ile nasıl açıklayacağımızın açılımını yapıyor bu yeni ayet ve diyor ki; Ne zaman onu şekillendirmeyi tamamlar da kendisine ruhumdan üflersem, derhal yere kapanıp onun hizmetine amade olun.

F” takıbiye içindir feka’u daki f. Yani adeta insanın değerinin ve anlamının, Allah’ın ona yüklediği değerle temsil edildiğini söylüyor. Yani rahmani nefesle oluştuğunu söylüyor. Bu Allah’tan bir cüzün insana verilmiş olması anlamına gelmiyor. Siz bir ateşe üflediğiniz zaman sizden ateşe bir şey geçmez. Fakat bu Allah’ın müdahalesiyle insanın yaratıldığı anlamına geliyor. Bu nefes iradeyi, aklı, nutku, konuşmayı, basireti, kalbi, sevgiyi temsil ediyor. Tesniye ise maddi insanı temsil ediyor. Ruhta manevi insanı temsil ediyor. Dolayısıyla insan maddi ve manevi alemin oluştuğu, birleştiği bir varlık olarak sunuluyor.

[Ek bilgi; HZ. ADEM İLE İLK  İNSAN OLAN ADEM AYNI DEĞİL

Bugünkü insan türü olan Homo sapiens sapiens’in ilk ferdi olan ilk insan Adem’in yaratılışı, Doğum tarihi MÖ:3761 veya 3100 olarak belirlenen peygamber Adem’den çok çok öncelere gitmektedir. Homo sapiens sapiens tarih sahnesine ilk defa 100.000 veya 200.000 yıl önce doğu Afrika, Ortadoğu ve Asya da çıkmıştır. Daha sonra bazı kolları buralardan sıra ile Batı Afrikaya (100.000 – 50.000 yıl önce) Orta ve doğu Avrupaya, (50.000 – 40.000 yıl önce) daha sonra batı Avrupa, güney ve orta Amerika ile Okyanusya’ya (40.000 – 35.000) yıl önce ve son olarak Kuzey Amerika’ya (20.000 – 15.000 yıl önce) göç etmişler, veya orada yaratılmışlardır.

Tekrar etmek gerekirse İlk insan Adem’in ve ilk ademoğullarının dünyada ki  biyolojik yaratılışları en azından 100.000 seneden fazladır. O zaman MÖ.3.761 veya 3.100 yılında yaratılmış olan peygamber Adem, ilk insan Adem olamaz. İlk insan ve ilk peygamber, Adem ile Peygamber Adem bu iki insan arasında geçen zaman diliminde dünyanın çeşitli yerlerindeki başka kavimlere de pek çok peygamberler gönderilmiş olması gerekir.

 

 *********************************************************

Eldeki mevcut bilgiler dini taassuptan arındırılarak akıl ve mantığın süzgecinden geçirildiğinde iki farklı Adem'den söz edildiği açıkça anlaşılmaktadır.  Bu bölümde peygamber Adem hakkında görüşlerimizi ortaya koymaya çalışacağız.

Peygamber Adem'in doğumunu zaman ve mekan koordinatlarına yerleştirdiğimizde onun MÖ.3.100 - 3.000 yıllarında Sümer ülkesinde yaşamış bir Sümerli olduğu anlaşılır. Krallar listesinde isminin yer alması Kutsal kitaplarda ve inanç sisteminde peygamber olarak bilinmesi, onun Sümer ülkesinde hem siyasi, hem dini bir lider olduğunu ortaya koyar.

MÖ. 3.100 - 2.900 yılları Mezopotamya'da Ubaid ve Uruk dönemlerinden sonraya rastlayan ve Jemdet Nasr denilen yeni ve parlak bir dönemin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Yazının ve okuma yazmanın gelişmeye başlaması da bu dönemde olmuştur. 

(Prof. Dr. Mümin Köksoy- Yer bilimlerinin katkısıyla NUH TUFANI VE SÜMERLERİN KÖKENİ s/42 * s/188-189)

 

"İNSANSI"LAR ve "İNSAN"LAR

O devirde yeryüzünde bir tekâmül sürecinden geçerek bugünkü "insan"a son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi insanî vasıflardan yoksun; "homo-saphien" olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı... Ki biz bunlara "insansı" demekteyiz...

Bunlar, kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan döküp, fesat çıkarıyorlardı! Yaşamları yalnızca hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu.

Elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan "CİN"ler de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı...

Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, "Halife" olacak "insan"ı, o an'a kadar yaşam süregelmekte olan "insansı"lar gibi değerlendirerek; yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık zannetmişlerdi!

Oysa, "Âdem" ismiyle işaret edilen "şekillenmiş çamur" yani "hücresel beden" sahibi varlığa, yani "insansı"ya, belli bir kıvama -sevveytu- geldikten sonra Allâh, "ruhundan üfle"miş; böylece o, bir "mutasyon" geçirmişti! Bundan sonra da "insansı"lar arasında ilk "insan" olmuştu Hz. Âdem!...... Devamı için.. ]

 

73-) Fesecedel Melaiketü küllühüm ecme’un;

O Meleklerin hepsi, toptan secde ettiler. (A.Hulusi)

73 – Onun üzerine Melâikenin hepsi toptan secde ettiler. (Elmalı)

 

Fesecedel Melaiketü küllühüm ecme’un bunun üzerine bütün melekler yere kapandılar.

 

74-) İlla ibliys* istekbere ve kâne minel kâfiriyn;

İblis müstesna; (bilincine dayanarak) benlik tasladı ve hakikat bilgisini inkâr edenlerden (karşısındakinin hakikatini göremeyenlerden) oldu. (A.Hulusi)

74 – Yalnız İblîs kibirlenmek istedi ve kâfirlerden oldu. (Elmalı)

 

İlla ibliys İblis hariç. istekbere ve kâne minel kâfiriyn o büyüklük tasladı ve hakkı inkar edenlerden oldu.

İblis; umutsuz vaka anlamına gelir. Yani müblisiyn umutsuzlar manasına kullanılır Kur’an da da. Umutsuzluk insanı iblisleştirir. Burada bu söyleniyor. Küfür; Burada ki küfür nankörlük anlamına gelir ki Taberi’de bunu tercih etmiş. İblis Allah’ın varlığını inkar etmedi. Hemen aşağıda 80. ayette Allah’ın izzeti üzerine yemin edecek. Ama nankörlük etti. Demek ki Allah’ın varlığını inkar edenler iblisten daha da fazla iblisleşen insan türüne giriyor.

 

75-) Kale ya ibliysü ma meneake en tescüde lima halaktü Bi yedeyye, estekberte em künte minel âliyn;

Buyurdu: “Ey İblis (ikileme düşen)! İki Elim (ilim ve kudret) ile yarattığıma secde etmene ne mâni oldu? Benliğin mi engel oldu, yoksa Alûn’dan (Âdem’e secdesi söz konusu olmayan yüce kuvvelerden {meleklerden}) mi olduğunu sandın?” (A.Hulusi)

75 – Ey İblîs! buyurdu: o benim iki elimle yarattığıma secde etmene ne mani’ oldu sana? Kibirlenmek mi istedin? Yoksa âlîlerden mi bulunuyorsun? (Elmalı)

 

Kale ya ibliysü ma meneake en tescüde lima halaktü Bi yedeyy Allah; ey iblis dedi ellerimle yarattığım beşerin önünde seni yere kapanmaktan, onun emrine amade olmaktan alıkoyan şey nedir? Bi yedeyye; iki elimle manasına gelir literal olarak lafzen fakat burada simgesel bir anlamı var bunun; insanın şeref ve itibarına bir atıftır bu. İnsan Allah’ın şah eseridir. Yani başka şeyleri vesile kılarak değil, insanın insan vasfı olan ruhu bizzat ben müdahale ettim. Yani insanı insan kılan şey, insanı hayvandan ayıran şey can değil ruhtur. Dolayısıyla orada ilahi müdahale gerçekleşmiştir. Onu söylüyor asıl.

 estekberte em künte minel âliyn başta bir hemze istifhamiyye var dil kaidelerince e estekberte idi aslında. Başkasına boyun eğmeyecek kadar kibirli misin? Yoksa kendini herkesten üstün görenlerden misin. Veyahut ta herkesin üzerinde bir makama sahip olanlardan mısın. Ki İbn. Arabi böyle bir mana vermiş el ‘aliyn’e. Adem’e secde etmekle emr olunan melekler yer yüzü melekleriydi diyen başka otoriteler de var Razi gibi. Yani El ‘aliym de denilen yüce göğün melekleri Adem’e secde ile  emr olunan melekler değildi. Yani bu emrin dışındaydılar.

Dolayısıyla İblis’e sen onların içinde değildin, onlara ait değil, yere aitsin. Peki niye kendini onlardan sayıyorsun manasına da alan yorumcular olmuş. Burada ki secdeyi biz bununla da birlikte düşündüğümüzde; eşyanın içinde ki güçlerin, eşyanın içinde ki ilahi emri alan alıcı gücün insan oğlunun emrine verilmesi. Yani sen insanoğlunun emrine, hizmetine amade ol denilmesi anlamına bir simge olduğunu, sembol olduğunu da söyleyebiliriz.

 

76-) Kale ene hayrun minh* halakteniy min narin ve halaktehu min tıyn;

(İblis) dedi ki: “Ben daha hayırlıyım ondan; beni ateşten (radyasyon – yakan dalgalar {aynı nâr = ateş kelimesi cehennemde yakan olarak da kullanılmakta. A.H.}) halk ettin, onu tıynden (hücresel bedenli – maddeden) halk ettin” dedi. (A.Hulusi)

76 – Dedi ki ben ondan hayırlıyım beni bir ateşten yarattın, onu ise bir çamurdan yarattın. (Elmalı)

 

Kale ene hayrun minhum İblis dedi ki ben ondan üstünüm halakteniy min narin ve halaktehu min tıyn zira beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın. Burada ilkel materyalizm görüyoruz. Yine ilkel bir ırkçılık görüyoruz. İlk ırkçı şeytan. Çünkü dahli olmadığı bir şeyle övünüyor. Şöyle br akıl yürütüyor ben ateşten yaratıldım o topraktan. Ateş topraktan üstündür o zaman ben ondan üstünüm. Oysa yaratılışında kendisinin müdahalesi yoktu ki. Kişi kendisinin müdahalesi olmayan bir şeyle övünüyorsa ahmakça bir şey bu. Bir şeyle övünecekseniz kendi ellerinizle müdahil olduğunuz, yani hak ettiğiniz, çaba göstererek kazandığınız bir şeyle övünün. Onun içinde Kur’an;

inne ekremeküm ındAllahi etkaküm. (Hucurat/13) sizin en üstününüz Allah’a karşı sorumluluğunuzun en çok bilincinde olandır buyrulur.

 

77-) Kale fahruc minha feinneke raciym;

(Allâh) buyurdu: “Çık oradan; çünkü sen racîmsin (hakikatinden uzak düşmüşsün)!” (A.Hulusi)

77 – Buyurdu ki: hemen çık oradan çünkü artık sen matrut (racîm) sin. (Elmalı)

 

Kale fahruc minha feinneke raciym Allah, öyleyse çık git bu yüce makamdan dedi. Çık git, in. Yani buradaki çık; makamdan çıkış, çünkü sen aşağılandın.

[Ek bilgi; “Şu ayet-i celileden anlaşıldığı veçhile evvelce şeytan ubudiyet noktasında devam etmişken hasedi ve kibri sebebiyle emr-i İlâhiye ret ve itiraz tarikiyle muhalefet ettiğinden güzel suratı çirkin bir surata 'tebeddülle cismi nûrânîsi zulmânîye inkılap etmiştir. Çün­kü; ibadetle hasıl olan nuraniyetin ma'siyetle zulümâta tahavvül edeceği şüphesizdir.

İşte şu esasa binaendir ki biraz zaman ibadetle meşgul olan insan yoldan çıkarak salâh-ı halini fesada değişince güzel simasının çirkin bir simaya tebeddül ettiği her zaman görül­mektedir. Binaenaleyh itibar; hatimeyedir.

Şu halde insan için lâ­zım olan Cenabı Hak'tan tevfik istemek ve hüsn-ü hatime tamaen-niyatımda bulunmaktır. Zira; her işte hüsn-ü hatime olmazsa emek­lerin boşa gideceği şüphesizdir.” (Konyalı Mehmet Vehbi/ Büyük Kur’an tefsiri)]

 

78-) Ve inne aleyke la’netİY ila yevmid diyn;

“Muhakkak ki, hüküm sürecine kadar lânetim (benden uzaklık) senin üstündedir!” (A.Hulusi)

78 – Ve her halde üzerindedir lânetim ceza gününe kadar. (Elmalı)

 

Ve inne aleyke la’netİY ila yevmid diyn ve unutma ki hesap gününe kadar lanetim senin üzerine olacaktır.

 

79-) Kale Rabbi feenzırniy ila yevmi yüb’asûn;

(İblis) dedi ki: “Rabbim! (İnsanların ölümle) bâ’s olacakları zamana kadar bana mühlet ver (kuvvelerimi kullanabileyim onlara karşı).” (A.Hulusi)

79 – Dedi: ya rab! o halde ba’s olunacakları güne kadar beni geri bırak. (Elmalı)

 

Kale Rabbi feenzırniy ila yevmi yüb’asûn İblis; Rabbim dedi, madem öyle bana tekrar diriliş gününe kadar süre tanı.

 

80-) Kale feinneke minel munzariyn;

(Allâh) buyurdu: “Muhakkak ki sen süre tanınanlardansın!” (A.Hulusi)

80 – Haydi buyurdu: geri bırakılanlardansın. (Elmalı)

 

Kale feinneke minel munzariyn Allah dedi ki; Peki sen artık süre tanınanlardan birisin.

 

81-) İla yevmil vaktil ma’lum;

“Bilinen sürece kadar!” (A.Hulusi)

81 – Malûm vakit gününe kadar. (Elmalı)

 

İla yevmil vaktil ma’lum tabii ki sadece bilinen zaman dolup günü gelinceye kadar.

 

82-) Kale feBi ızzetiKE le uğviyennehüm ecme’ıyn;

(İblis) dedi ki: “İzzetine (karşı konulmaz gücüne) yemin ederim ki, onların hepsini şaşırtıp (kendilerini beden kabul ettirerek, bedenin zevkleri peşinde koşturarak; hakikatlerini oluşturan ruhun konusundan) saptıracağım.” (A.Hulusi)

82 – Öyle ise dedi: izzetine kasem ederim ki ben onların hepsini mutlak iğva eder sapıtırım. (Elmalı)

 

Kale feBi ızzetiKE le uğviyennehüm ecme’ıyn İblis bunun üzerine dede ki; Senin izzetine yemin olsun ki onların tümünü yoldan çıkaracağım.

 

83-) İlla ‘ıbadeKE minhümül muhlesıyn;

“Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş (hakikatlerini yaşattığın) kulların müstesna.” (A.Hulusi)

83 – Ancak içlerinden ihlâs ile seçilmiş has kulların müstesnâ. (Elmalı)

 

İlla ‘ıbadeKE minhümül muhlesıyn bunun tek istisnası onlar arasında ki imanını saf tutma çabasını desteklediğin kulların olacak. Vehimle, vesveseyle ayartacağım. Güçlü iradeliler hariç.

 

84-) Kale fel Hakku, vel Hakka ekul;

(Allâh) buyurdu: “Hakk’ı söyledin (ihlâslı kullarım konusunda); ben de gerçeği bildireyim:” (A.Hulusi)

84 – Buyurdu ki o doğru ve ben hep doğruyu söylerim. (Elmalı)

 

Kale fel Hakku, vel Hakka ekul Allah şöyle buyurdu; İşte gerçek budur ve ben de bu gerçeği söylüyorum.

 

85-) Leemle enne cehenneme minke ve mimmen tebiake minhüm ecme’ıyn;

“Andolsun ki cehennemi senden (olanlarla) ve onlardan sana tâbi olanlarla toptan dolduracağım.” (A.Hulusi)

85 – Celâlim hakkı için Cehennemi mutlak dolduracağım senden ve onların sana tabi’ olanlarından topunuzdan tıka basa. (Elmalı)

 

Leemle enne cehenneme minke ve mimmen tebiake minhüm ecme’ıyn and olsun ki cehennemi senin gibilerle ve sana uyanların tümüyle dolduracağım.

 

86-) Kul ma es’elüküm aleyhi min ecrin ve ma ene minel mütekellifiyn;

De ki: “Bildirdiklerim için sizden karşılık istemiyorum ve ben size asılsız iddialarla da gelmedim.” (A.Hulusi)

86 – De ki: bir ecir istemiyorum sizden ona karşı ve ben o tekellüfçülerden değilim. (Elmalı)

 

Kul ma es’elüküm aleyhi min ecrin ve ma ene minel mütekellifiyn ey peygamber sende de ki; ben bu mesajı iletmemden dolayı sizden hiçbir karşılık istemiyorum. Ben kendisine zorla sorumluluk altına sokan biri de değilim. Yani tekellüf sahibi de değilim.

 

87-) İn huve illâ zikrun lil alemiyn;

“O, âlemler (insanlar) için bir hatırlatmadan başka değildir.” (A.Hulusi)

87 – O sırf bir zikir, bir öğüttür bütün âlemîn için. (Elmalı)

 

İn huve illâ zikrun lil alemiyn ne ki bu vahiy bütün alemler için sadece bir uyarıdır.

 

88-) Ve leta’lemunne nebeehu ba’de hıyn;

“Onun ne olduğunu bir süre sonra (ölüm anında) elbette anlayacaksınız!”(A.Hulusi)

88 – Ve her halde onun haberini bir zaman sonra bileceksiniz(Elmalı)

 

Ve leta’lemunne nebeehu ba’de hıyn ama O’nun verdiği haberin gerçek olduğunu bir zaman sonra nasıl olsa mutlaka öğreneceksiniz. Fakat iş işten geçmiş olacak. Hani ve late hıyne menas diyordu ya girişte, biz vahyin hakikatine iş işten geçmeden pazarlıksız iman eden kimselerden kılmasını rabbimizden niyaz ediyoruz. Ölünce ne olacaksın sorusunu kendimize soruyor, iblis gibi umutsuz bir vaka olmak yerine Adem gibi hatada ısrar etmeyip adam olacağız demek istiyoruz.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. ZÜMER (01 – 20) (144)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-8)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin! Rabbeneftah bil hayr, vahtim bil hayr, Rabbi yessir ve la tüassir, Rabbi temmim bil hayr.

Değerli Kur’an dostları bugün Kur’an ın 39. suresi olan Zümer suresine gireceğiz. Zümer suresi adını zümreler, gruplar manasına gelen adını 71 ve 73. ayetlerde geçen Zümera kelimelerinden alır. Ki Kur’an da sadece bu surenin ilgili ayetlerinde geçer bu kelimeler. Hz. Aişe’den gelen bir rivayetten anlaşılıyor ki ilk nesil zamanında sure bu isimle anılmaktaydı.

Surenin dönemine gelince, hiç şüphe yok ki sure Mekki dir, Mekke de nazil olmuştur. Bir takım otoritelerin bazı ayetlerin Medine de nazil olduğunu söylemelerine rağmen bunun mugni bir delili yoktur. 6. surenin girişinde çok daha önce ortaya koyduğumuz kriterlere vurduğumuzda böyle bir tez geçerliliğini yitirmektedir.

Surenin iniş zamanını, dönemini, daha doğrusu Mekke döneminin içinde ki 3 dilimden hangisine denk geldiğini tam tespit etmek zor olsa da 10. ayette ki Allah’ın arzı geniştir ifadesinden hicrete teşvik edildiğini anlıyoruz mü’min muhatapların. Dolayısıyla hicretten bahseden bir ayetin bünyesinde yer aldığı bu sure ya Habeş hicreti öncesi, ya da Medine’ye hicret arifesinde indirilmiş olmalı. Bizce Habeş hicreti olmamalı, olamaz. Çünkü surenin üslubu, ayetlerin uzunluğu daha çok Medeni’ye hicret arifesinde ki sureleri andırmakta. Bizim görüşümüze göre bu sure Mekke döneminin 4 er yıllık 3 dilimlik Mekke döneminin 2. diliminin, 2. periyodunun ya sonunda ya da 3. periyodunun başında inmiş olmalıdır. Ki İsra suresine mücavir surelerden biridir inişte.

Bu anlamda sure tevhid konusunu ana tema olarak işler. İnancı saf ve samimi arı duru kılarak ibadeti yalnız Allah’a hasretmek biçiminde tanımladığı tevhidi 2, 3, 11, 14. ayetlerde farklı cümle kalıplarıyla, ama aynı manayı da vurgular.

Tevhid binasını yıkan şirki de ele alır. 33, 38, 43, ile 46. 62. ile 67 ayetleri arasında da her türlü şirki reddeder. Ve dahası her tür şirk alttan alta Allah’ın yetersizliği sapık fikrine dayandığı için 31. ayet (Hayır 36) şöyle vurgulu bire cümle ile bu tasavvuru reddeder. EleysAllâhu Bi kâfin abdeH (zümer/36) Allah kuluna yetmez mi?

Yine sure 53. ayetinde O’nun sınırsız rahmetini müjdeleyerek Allah’ın kuluna yetip de arttığını şöyle dile getirir. Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh (Zümer/53) ey hayatını israf eden, hayatını har vurup harman savuran hayatını çar çur eden hayat gibi muhteşem emanete ihanet eden kullarım, Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmeyin. innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a hiç unutmayın ki Allah günahların tamamını Affedebilir. Yani Allah’ın affından büyük günah işleyeceğiniz zehabına kapılmayın. Şeytan size ters bir tasavvuru giydirmesin. Allah’ın affından büyük günah işleyeceğiniz tasavvuruna kapılmak, Allah’ın sizi affedemeyeceği sonucuna götürür. Ki bu da tersinden bir şirktir. Ben öyle bir günah işlerim ki Allah bile affedemez diyemezsiniz değil mi? (Haşa) O zaman innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a Allah günahların tamamını affedebilir. inneHU “HU”vel ĞafûrurRahıym (Zümer/53) Neden? Çünkü O sonsuz bağışlayıcı ve merhametin kaynağıdır. Varlığın içerisinde merhamet adına ne varsa O’ndan bir yansımadır. Onun içinde böyle bir Allah ile muhatapsınız ve rabbinizden ümit kesmeyin. Der sure ve sure Ahiret manzaralarıyla, negatif ve pozitif geçmiş bir hayatın cezası ya da ödülünü ele alan manzaralarla son bulur.

Nüzulde sure 57. sırada, Sebe’ suresiyle Mü’min suresi arasında yer alır. Şimdi Zümer suresinin tefsirine geçebiliriz.

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, rahiym olan Allah adına. Her bildiri, her manifesto, her ültimatom, her mesaj meşruiyetini göndereninden alır. Okuduğum şu mesajda meşruiyetini Allah’tan alır. Her mesaj biri adına okunur, adına okunduğu makam ne kadar etkiliyse, mesajın muhatabı üzerinde bıraktığı etki de o derecededir. Eğer bir mesaj Allah adına gönderilmişse, Allah adına iletiliyorsa, o mesaj önünde durup can kulağıyla dinlemek gerekir. Çünkü insan anlamını Allah’tan alır. Eğer Allah’ını kaybederse, Allah’ı ile ilişkisini keserse, rabbiyle arasına mesafe koyarsa insan orada anlamını yitirir. Geriye bir pantolon – kemik, bir gömlek et ve bir bidon da sıvı kalır. Yer yüzünün en akıllı canavarına dönüşebilir. Onun için Allah’ın muhatap olduğu insan Ahsen-i takvim üzerine yaratılan, eşref-i mahlukat olma potansiyeli bünyesinde taşıyan insan, kendi potansiyelinin zirvesine, yüreğinin çeperlerine tutunarak çıkabilme yetisiyle, yeteneğiyle yaratılan insandır. 

1-) Tenziylül Kitabi minAllâhil ‘Aziyzil Hakiym;

Bu BİLGİ, Aziyz Hakiym Allâh’tan boyutsal olarak şuuruna indirilmiştir! (A. Hulusi)

01 – İndirilişi bu kitabın Allah dan, o azîz, hakîm Allah dan dır. (Elmalı)

Tenziylül Kitabi minAllâhil ‘Aziyzil Hakiym bu ilahi mesaj üstün hikmet sahibi olan, yüceler yücesi Allah katından indirilmedir.

Kur’an ın ilahi kaynağına atıf yapıyor bu giriş ayeti. Ayetin sonunda ki Aziyz ve Hakiym sıfatları Sadece Allah’ı nitelemiyor. Kur’an ın başka yerlerinde de geldiği gibi Kur’an ı da niteliyor. Onun için Kur’an hakkında da bu Kur’an Aziyzdir, Hakiymdir buyuran ayetler daha önce geçti. Dolayısıyla Aziyz ve Hakiym olan Allah’tan indirilmiş, Aziyz ve Hakiym olan Kur’an dır bu. Bu iki form Mübalağa ile ismi fail formudur. Yani abartılı özne formudur. Kur’an a raci kılınırsa eğer, Kur’an özne olmuş oluyor. Yani inşa eden bir özne, müdahale eden bir özne, aktif ve aktüel bir özne. Yani sizin karşınızda sizi onaran, sizi yapan sizi bina eden, sizi kurgulayan, sizi inşa eden sanki şuurlu, aktif bir özne.

Vahye böyle muamele yapmamız isteniyor bizden. Vahye böyle bakmamız isteniyor. Vahye bir nesne olarak bakmamız istenmiyor. Nesne olarak baktığımızda kitabına uyduruyoruz. Özne olarak baktığımızda ise kitaba uyuyoruz. Kitap; Kitabına uydurmak için okunmaz, kitaba uymak için okunur. Onun için de vahye özne olarak yaklaşmamızı önce vahiy istiyor bizden.

2-) İnna enzelna ileykel Kitabe Bil Hakkı fa’budillahe muhlisan lehüd diyn;

Muhakkak ki biz sana O BİLGİyi Hak olarak (hakikatin olan Esmâ boyutundan açığa çıkardık) inzâl ettik! O hâlde Din’i, (varlıktaki sistem ve düzenin mutlak hâkimi – hükümranı olarak) Allâh’a kulluğunun farkındalığıyla yaşa! (A. Hulusi)

02 – Emin ol biz sana kitabı hakkıyla indirdik onun için Allaha öyle ibadet ve kulluk et ki dini ona halîs kılarak, (Elmalı)

İnna enzelna ileykel Kitabe Bil Hakk bu ilahi mesajı, bu Keriym vahyi, bu Aziyz kitabı, bu özne olan ilahi kelâmı, gerçek bir amaçla elbette biz indirdik. Bil Hakk, gerçek bir amaçla. Ben mülâbese manası verdim orada ki “B” ye. Orada ki “B” edatına sebebiyye, nedensellik anlamı da verilebilir. İndiği makam Hakk olduğu için, Hakk; hakikat makamı olması sebebiyle indi manasına da gelebilir.

Fakat benim tercih ettiğim mana hemen biraz sonraki 5. ayette göklerin ve yerinde Hakk ile  yaratıldığını ifade buyuran ayetle uyumludur. Çünkü burada ki Hakkın zıddı batıldır. Batıl ise bu anlam örgüsü içerisinde amaçsızlığa tekabül eder. Yani Allah amaçsız olarak yaratmamıştır gökleri ve yeri. İnsanı da amaçsız olarak yaratmamıştır. Dolayısıyla bu vahyi de insana amaçsız olarak indirmemiştir. İnsanı nasıl amaçlı yaratmışsa vahyi de insana indirirken o amaca uygun olarak, o amacı gerçekleştirmek için indirmiştir. Onun için ayette ki Bil Hakk amaçlılığa tekabül eder diye düşünüyorum. Biz bu vahyi bir amaca mebni, bir amaçla indirdik buyuruyor rabbimiz.

fa’budillahe muhlisan lehüd diyn şu halde sadece onun için olan saf ve samimi bir inançla Allah’a, yalnız Allah’a  kulluk et. İşte tevhid çağrısı. Bu çağrı bu surede dönüp dönüp biraz farklı formlarla da olsa tekrar tekrar gelecektir.

Ayette fa’budillah, Allah’a kulluk et. Yani ubudiyetten söz ediliyor. Ubudiyet emrediliyor, yalnız Allah’a kulluk et. Aczin idrakiyle severek boyun eğmek demektir ubudiyet. Ne demek aczin idraki; Ben bana yetmem ya rabbi, ben kendime yeterli değilim ya rabbi. Ben, benim değilim ya rabbi, ben sana aitim ya rabbi. İnna lillah biz O’na aitiz, Allah’a aitiz. Dolayısıyla ait olduğum kapıya yabancılaşmak istemiyorum, o kapıya karşı otonomi ilanı gibi bir sapıklığa düşmek istemiyorum, o kapıdan bağımsız var oluşumu idame ettiremeyeceğimi biliyorum. Dolayısıyla ben bana yetmem, sen bana yetersin ya rabbi. Onun için ben acizim, ben yetersizim, ben kifayetsizim. Seninle ancak olursam ayakta dururum. Dolayısıyla sana kayıtsız şartsız kulluk için teslim oluyorum, boyun eğiyorum. Eğer sana boyun eğmezsem Allah’ım beni kendine kul edecek bir yığın layık olmayan çevre ve varlık var. Hemcinslerim arasında benim üzerimde otorite kurup beni kula kul edecekler, beni sana kul olmaktan uzaklaştırmak istiyorlar. Fakat ben onlara rağmen kula kul olmayacağım, eşyaya kul olmayacağım, sana kul olacağım Allah’ım. Demektir ubudiyet.

Din; Ayetin içinde geçen temel kavramlardan biri. Çok anlamlı bir kelime din. Gerçek bir çok anlamlı kelime. Kök olarak deyn mastarından türetilir. Deyn borç demektir. Din de Medine de, medeniyette aynı kökten türetilir. Bir yerleşim biriminde insanlar arasında ki anlaşmazlıkları hukuki çözümlere bağlayan kimseye, yani hukuk adamına deyyan denilir. Hukuk adamının içinde yaşadığı ve hukukun kendi içinde uygulandığı siteye de mediyr denilir. Hukukun üstün olduğu sitelerden birleşmiş olan bir uygarlığa da medeniyet denilir.

Dolayısıyla Dinle Medine arasında ki etimolojik ilişki hukuk ilişkisidir. Yani borçluluk bilinci, borçluyum, borcumu ödemek zorundayım. Borcumu ödemezsem hukuk yakama yapışır. Dolayısıyla sorumluyum. Onun içinde yakamı sıyıramam, yani borcumun üstüne yatamam. Borcun üzerine yatılmadığı bir durumdur din. Medine de borcun üzerine yatıp insanların sahtekarlık yapamadığı bir yerleşim birimidir. Medeniyet te herkesin sorumluluğunu yerine getirebilecek bir idrake kavuştuğu bir toplumun kurduğu uygarlıktır. Onun için dinden medeniyete giden süreç etimolojik olarak işte böyledir. Şimdi kelimenin anlamlarını teker teker söyleyebiliriz.

1 -  Hakk ve Hukuk manasına gelir. Deyyan; Hukuku uygulayan kimse demiştim ya.

2 – İtaat ve kulluk manasına gelir, bu da borçla ilgilidir. Eğer borcumu ödemezsem mutlaka itaat edeceğim bir otorite var. Bana borcumu ödettirir o otorite. Yani üstüne yatamam. Dolayısıyla hukuku çiğneyemem burada hukuk çiğnenemez. Onun için Hakk ve hukuk anlamına gelir din.

3 – Takip edilen hayat tarzı, gelenek, örf, hayatı üzerine koyduğumuz, inşa ettiğimiz temeller manasına gelir. Neden, yine bu borçla ilgisi nedir etimolojik anlamı olan, kök anlamı olan borçla? Borçluluk bilinciyle yaşanan bir hayat tarzı. Yani sorumluluk bilincinin üstün tutulduğu bir hayat anlayışı, bir hayat tasavvuru din demektir. Onun için dinsiz adam, sorumsuz adam manasına gelir. Dinsiz adam hukuksuz adam manasına gelir. Dinsiz adam kayıtsız adam, sorumsuz adam, hukuksuz adam, şartsız adam. Dahası sınırsız adam, yani haddini bilmez adam, kendini bilmez adam manasına gelir bütün bu anlamlar çerçevesinde.

Yine din’in bir anlamı daha var. Bütün bu anlamları Büyük lügat Ansiklopedisi Lisan-ül Arab dan derlerdim. Ama Ta’cül-arus da aynı minval üzre bu kelimenin anlamlarını sıralamış.

4 – Yoğun yağan bereketli yağmura denir. Aslında bu da deyn ile ne alakası var, borçla ne alakası var denilecek olursa; Toprakla gök, yerle gök arasında ki ilişki; iki ayrı ve birbirinden bağımsız iki varlık ilişkisi değil. Toprakla gök, yerle gök arasında ki ilişki birbirinin hakkını gözeten, birbirinin hukukuna riayet eden iki eş arasında ki ilişki gibidir. Gök suyunu topraktan alır, borç alır, aldığı borcu yağmur olarak ona geri verir. Gök suyunu yerden alır, buharlaşan denizlerden alır. O aldığı suyu zayi etmez, bir dirhemini zayi etmez. Onun ödünç almıştır, borç almıştır, yeryüzüne borçludur gök.

Dolayısıyla borcumu ödemiyorum demez. Ben yer yüzünden aldım bu suyu, onun için yer yüzüne yeniden vereceğim, hem de en güzel şekilde. Denizden aldım ama karaya bırakacağım diyerek borcunu eda eder. Onun için yoğun bir yağmura da din anlamı verilir. Dolayısıyla din yoğun yağan bereketli yağmura işte bu nedenle denilir.

Bütün bu anlamlardan yola çıkarak dinin borçluluk bilinci, yani kulun Allah’a karşı sorumluluk bilincinin hayata dönüşmüş, sistemleşmiş şekli, bir inanç sistemi halini almış şekli olduğunu söyleyebiliriz.

3-) Ela Lillâhid diynül halis* Velleziynettehazû min dûniHİ evliyâ’* ma na’budühüm illâ liyükarribûna ilAllâhi zülfâ* innAllâhe yahkümü beynehüm fiyma hüm fiyhi yahtelifun* innAllâhe lâ yehdiy men huve kâzibün keffar;

Dikkat edin, hâlis din (mutlak sistem ve düzen) Allâh (Esmâ’sının açığa çıkması) içindir! O’nun dûnunda (tanrısal kuvveler vehmedilenleri) velîler edinenler: “Biz onlara, sadece bizi Allâh’a yaklaştırması için tapıyoruz” (derler)… Muhakkak ki Allâh onlar arasında, tartışıp durdukları konuda hüküm verecektir… Muhakkak ki Allâh, yalancı olup, hakikati inkâr eden kimseye hidâyet etmez. (A. Hulusi)

03 – İyi bil ki Allah’ındır ancak halîs din, onun berisinden bir takım velilere tutunanlar da şöyle demektedirler: biz onlara ibadet etmiyoruz, ancak bizi Allaha yakın yaklaştırsınlar diye, şüphe yok ki Allah onların aralarında ihtilâf edip durdukları şeyde hükmünü verecek, her halde yalancı, nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz. (Elmalı)

 Ela Lillâhid diynül halis bir önceki ayet farklı bir formla yani tevhid manifestosu yeniden verildi. Değil mi ki saf ve samimi inanç sadece Allah’a has kılınan inançtır.

Değil mi ama? Ela Lillâhid diynül halis değil mi ama saf ve samimi inanç sadece Allah’a has kılınan inançtır. Dolayısıyla sadece Allah’a has kılınmayan her inanç, içinde Allah inancına da yer olmuş olsa dahi saf ve samimi değildir. Bozuktur, zaten şirk diye biz Allaha imanın içinde bulunmadığı inanç çeşidine demiyoruz. Allah’a da inanılan, ama Allah’a iman yanında başka şeylerinde inancına şirketlik yapan, yani inançlar arasında şirket kurmuş, Allah’tan başka ortaklar da Allah’a sıfatlara ortaklar de koşulan bir şirket inanç sistemi. Onun için şirk diyoruz.

Yoksa içinde Allah inancının olmadığı bir inanca şirk denilemez. O İlhad olabilir. cehd ve cühud olabilir ama şirk olmaz. Şirk denmesi için içinde mutlaka Allah inancı olması lazım. Ama sadece Allah’a verilmesi gereken vasfın, sıfatın, niteliğin Allah dışında ki varlıklara da verilmiş olması halidir. Yani şirk sahih ve samimi inancın pislik karıştırılmış, dolayısıyla kirletilmiş halidir. Saflığının bozulmuşluğu halidir.

Şirk tevhidin zıddıdır bu mana da tabii. Allah insan iletişimini yok eder. Şu soru önemli şirk neden bu kadar ağır bir günah. Hatta Kur’an da bir başka ayette ifade edildiği gibi şirk dışında Allah isterse diğer günahların tamamını affedebilir. Neden şirk istisna tutuluyor. Rabbimiz bundan zarar mı görüyor. Bu sorunun hemen cevabını verelim; Asla. Allah kulun işlediği hiçbir günahtan zarar gören taraf değildir. Ama kulun işlediği günahtan zarar gören bir taraf vardır, o da kulun kendisi ve hemcinsleridir.

Peki bir soru daha; Şirkin dayandığı temel felsefe, ya da şirkin arkasında yatan tasavvur, çıkış noktası nedir. İşte aslında bugünkü işleyeceğimiz ayetler şirkin çıkış noktasını, kaynağını gösteriyor.

Allah insan iletişimizi yok eder demiştik şirk. Neden yok eder? Uzak Allah tasavvuruna dayanır da onun için. İşte şirkin çıkış noktası bu tasavvurdur. Özünde Allah’ın yetersizliğine dayanır. Allah (haşa) her şirk koşan kişi; Allah şu konuda yetersizdir, yani Allah bana yardım etmek konusunda yetersizdir, tek başına. Dolayısıyla bir araç kullanması lazım. Onun içinde be o kullandığı araca yöneleyim.

Bakın, şirkin arka planında ki tasavvur nasıl ortaya çıkıyor. Yani o aracı kullanmadan Allah bana yardım edemez, onun için ben araca yöneleyim, bir araç bulayım. Uzak Allah inancı. Ben Allah’a kendimi duyuramam, Bana şah damarından yakın olduğunu söyleyen Allah’a öyle mi? Evet, şirk böyle bir şey işte. Ben Allah’a kendimi duyuramam, benim sesimi Allah’a duyurması ve taşıması için bir aracı gerektir. Dolayısıyla benim sesimi Allah’a ulaştıracak birilerini bulmalıyım telaşı. Şirkin arka planında ki tasavvurlar budur işte. İlk muhatap müşrikler aslında bunun tipik bir örneği idiler. Şirklerine gerekçe olarak neyi gösteriyorlardı bilir misiniz? İşte bu ayeti. Şirklerine gerekçe olarak onlar şunu gösteriyorlardı;

Velleziynettehazû min dûniHİ evliyâ’* ma na’budühüm illâ liyükarribûna ilAllâhi zülfâ O’ndan başkalarını sığınılacak otorite, evliyaya, yani ayette ki geçen ifadesiyle evliya edinenler; Biz bunlara sadece bizi Allah’a ulaştırsınlar diye kulluk ediyoruz derler. İşte böyle bir mazeret gösterdiler. Onların gösterdiği mazeret bu oldu. Yani müşrikler putları, aslında Allah’ı inkar etmek için benimsemediler. Putlara tapmalarının sebebi Allah’ı inkar değil. Allah’a iman ediyorlardı ham de O’nu İlah-ül alihe; ilahların ilahi biliyorlardı. Yani en büyük ilah. Fakat diğerlerini ona aracı olarak görüyorlardı ki burada eğer onlara sorsaydık mesela; neden bu putlara tapıyorsunuz diye, verecekleri cevap işte bu olacaktı diyor Kur’an.

ma na’budühüm illâ liyükarribûna ilAllâhi zülfâ biz onlara putlarımıza, Bizi sadece Allah’a yakın kılsınlar, yaklaştırsınlar diye tapıyoruz diyorlardı. Sadece aracı olarak gördüklerini söylüyorlardı.

Şimdi bu noktadan yola çıkarak tarih içerisinde Allah dışında ki varlıkları ilahlaştırma mantığının tamamını aynı kefede değerlendirebiliriz. Mesela peygamberlerini ilahlaştıranlar, ilahlaştırılan zatın masum olması yüce olması ilahlaştırmayı meşru kılmaz. Onun için Hz. İsa’nın Hıristiyan ilahlaştırmasının hedefi olması, objesi olması, bu ilahlaştırmayı nasıl ki masum kılmadığı gibi. Peygamberler, azizler, veliler, melekler, veya kötülerden Firavunlar, şeytanlar Nemrut’lar, yer yüzünde ki kendini firavunlaştıran otoriteler, veya görünmez varlıklardan birileri. Ne olursa olsun soyut ve somut hepsi, ama hepsi bu kapsamda değerlendirilir. Onun için Allah’ın ilim ve adalet sıfatına karşı bir eylemdir şirk. Her tür şirk Allah’ın ilim ve adalet sıfatıyla çelişir.

Neden? Eğer Allah bir yardımcısı olsaydı kendisi onu ilan ederdi. Allah’ın ısrarla reddetmesine rağmen ona bir yardımcı atamak, sen bu işi bilmiyorsun (haşa) meydan okuması demektir Allah’a. Yine adalet sıfatı ile çelişir. Eğer Allah tüm insanlığın, tüm varlığın rabbi ise, rabbül alemin ise, tüm rahmetini eşit bire biçimde yayması lazım. Dolayısıyla tüm varlığın rabbi ile ilişkisi torpilden arî ve azade olması lazım. Birileri Allah ile arasına aracı koyarak, bir takım aracılar koyarak, bir başkalarından daha öne geçmek gibi bir tasavvura sahipler ise, burada aslında Allah’ın adil olmadığını zımnen söylemiş olurlar.

Onun için; ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16) Kur’an ın muhatabında inşa ettiği Allah tasavvuru insana şah damarından daha yakın olan Allah’tır. Bana benden yakın Allah’tır. Beni benden, dolayısıyla iyi bilen Allah’tır ve dolayısıyla insan isterse Allah ile iletişim sorunu yaşamaz. Araya aracı girdiği zaman iletişim sorunu çıkar. Dolaylı iletişim anlamın kaybı demektir. Mesajın kaybı demektir. Doğrudan iletişim mesajın kaybedilmeden muhataba ulaşmasıdır. Onun içindir ki Mü’min duada yüreğine yönelir ve şah damarından daha yakın olandan ister, bunu bilir. O nedenle Allah’a ulaşmak için araya farklı aracılar koyma ihtiyacı duymaz. Bilir ki rabbi nerde anarsa oradadır. Bilir ki rabbi kendisini kendisinden iyi tanımaktadır. Bilir ki rabbi kendinden önce kendisine yakın olandır. İşte bu tasavvuru inşa eder vahiy.

innAllâhe yahkümü beynehüm fiyma hüm fiyhi yahtelifun şu kesin ki tartıştıkları her konuda Allah onlar hakkında ki kesin hükmü mutlaka verecektir. Yani bu konuda tartışıyorlar öyle mi? Tartıştıkları bu konu aslında bilemeyecekleri bir konu, yani bu konuda bu kadare ayak diremeleri için ellerinde kesin doneler olması lazım. Bunun içinde Allah’tan bir belge almaları lazım.

Düşünün, Allah ısrarla reddediyor ama onlar Allah’a ısrarla aracılar yakıştırıyorlarsa bu noktada onlar tanrılarına teslim olan değil, tanrıyı teslim alan bir mantığa sahip, tanrı atayan bir mantık. Yani tanrısına âmir olan, memur olan değil de tanrısına âmir olan bir mantık düşünün. Böyle biri hiç O’na kulluk eder mi? Aslında onların kulluk etmeye gönülleri yok. İşte onların bu söylediklerinin gerçek hükmünü Allah günü gelince verecek, açıklayacak ne demeye geldiğini.

innAllâhe lâ yehdiy men huve kâzibün keffar çünkü Allah yalanı tabiat haline getiren iki şey var. Hem kâzib, hem keffar. Yalanı tabiat haline getiren hiçbir nankörü asla doğru yola iletmez. Hem nankör olacak, hem de yalanı içselleştirecek, yalanı hayat tarzı haline getirecek. Kâzib; yani yalan onun adı haline gelecek ismi fail, yalanın öznesi olacak, yalan fışkıracak. O kadar yalan ki Allah hakkında bile, yani daha doğrusu özü itibariyle kendisi hakkında da yalan söyleyecek. Onun için böyle birini Allah doğru yola iletmez.

Demek ki Allah’ın doğru yola iletmesi ayetlerinin, ibarelerinin tamamını işte bu çerçeve de anlayacağız. Yani kendisi yalanı tabiat haline getirmiş bir nankör oluyor, Allah’ta onu hidayetinden esirgiyor. Önce yoldan çıkıyor, Allah’ta onun yoldan çıkmasına izin veriyor, sapmasına izin veriyor. Yani yoldan çıkmayı tercih edenin tercihine Allah karışmıyor. Ama razı da olmuyor. Razı olmayacağını daha ileriki ayetlerde zaten okuyacağız.

Allah’ın iradesi ile Allah’ın rızası ayrı ayrı şeyler. Bir şeyi kulun iradesini kula yazdığı için, iradeyi O verdiği için iradeye, tercihe saygı duyar Allah. Fakat o tercihi onaylamaz. Yani razı değildir o tercihten razı olmadığını da peygamberi aracılığı ile söylemiştir. Ama onun o tercihi gerçekleştirmesine izin verir. Çünkü iradeyi veren kendisiydi. Eğer iradeyi verip de seçme yeteneğini vermeseydi, hakkını vermeseydi bu irade işe yaramamış olurdu.

4-) Lev eradAllâhu en yettehıze veleden lastafa mimma yahlüku ma yeşau, subhaneHU, HUvAllâhul Vâhid’ül Kahhâr;

Eğer Allâh bir çocuk edinme irade etseydi (olmasını kesin arzulasaydı), elbette yarattıklarından dilediğini süzüp seçerdi… Subhan’dır O! “HÛ” Allâh Vâhid, Kahhâr’dır! (A. Hulusi)

04 – Allah bir velet edinmek murad etse idi elbette yaratacağından dileyeceğini seçecekti, tenzih o sübhana, o öyle bir Allah ki vahid, kahhar. (Elmalı)

Lev eradAllâhu en yettehıze veleden lastafa mimma yahlüku ma yeşau, subhaneH eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, yaratıklar arasından elbet dilediğini seçerdi. Değil mi ama? (Haşa) Allah böyle bir şey isteseydi dilediğini seçerdi. Ama O yüceler yücesi bundan münezzehtir. SübhaneH; Allah bundan berîdir, münezzehtir.

Burada Hıristiyanların Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu olarak niteleyen tavrına bir atıf var gibi. Çocuk edinmek aslında soyunu sürdürmek istemektir, yani bir ihtiyaçtan, bir yetersizlikten kaynaklanır. Çünkü insan hayatı sınırlıdır. İnsan yer yüzünde sınırlı yaşadığı için kendi soyunu bir başkasıyla sürdürmek ister. Bu isteği insanın aslında muhtaç olduğunun, kendi kendine yetmediğinin, kendi dışında bir kaynağa muhtaç olduğunun da göstergesidir. Ve insan bundan dolayı Allah’a baş vurur.

Bakın, bir çocuk istemek için Allah’a başvurmak yerine Allah dışında aracı olduğunu düşündüğü kimselere başvuran insanların haleti ruhaniyetini de aynı zamanda burada dile getiriyor ayet. Ama ondan öte cenabı Hakka yönelik her tür noksan sıfat, noksanlık atfını reddeden bir ayet. Ve Allah’a yönelen her tür baba ya da onun oğlu olma iddiası, ya da O’na soy sop iddiası meleklerin akrabalığı iddiası, cinlerin akrabalığı ve yakınlığı iddiası, oradan yola çıkarak peygamberlerin Allah indinde ki akrabalığı, yakınlığı iddiası bütün bunlar, hepsi, ama hepsi Allah’a nakisa izafe etmektir, eksiklik izafe etmektir. Herkes Allah’ın kuludur. Şeytan da kuludur, cin de kuludur, peygamberlerde kuludur. Şeytan asi kuludur, peygamberler mutî kuludur. Abduhu ve Resuluhu deyişimiz işte budur. Onun için efendimiz;

- La tutruni kema etrıyyet me Meryem..! Siz Meryem’in oğlunu uçurdukları gibi, Meryem’in oğlunu aşırı abarttıkları gibi beni de uçurup abartmayın. Ve lâkin, ene Abdullah ve Resulühü. Ben Allah’ın kuluyum ve resulüyüm. Benim için deyin ki Allah’ın kuludur ve resulüdür. Onun için biz onu Allah’ın önce kulu sonra da resulü, sevgili elçisi olarak görürüz. Ama böyle görmekle onu sıradan bir kul gördüğümüz anlamına gelmez ve söylemeyiz. O kullar içinde elmasın taşlar içinde ki yeri gibidir. Bunu da biliriz.

HUvAllâhul Vâhid’ül Kahhâr O, mutlak otorite sahibi tek Allah’tır.

5-) Halekas Semavati vel Arda Bil hakk* yükevvirulleyle alennehari ve yükevvirun nehare alelleyli ve sahhareşŞemse vel Kamer* küllün yecriy li ecelin müsemma* ela “HU”vel ‘Aziyzül Ğaffar;

Semâları ve arzı onlar yokken Hak olarak (Esmâ’sındaki özelliklerle) var kıldı! Geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü de gecenize dönüştürür… Güneş’i ve Ay’ı işlevsel kılmıştır… Her biri belli bir ömre sahip olarak yoluna devam eder… Dikkat edin, “HÛ”; Aziyz’dir, Ğaffar’dır. (A. Hulusi)

05 – Gökleri ve Yeri Hakk ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü gecenin üstüne sarıyor, Ay ve Güneşi müsahhar kılmış her biri bir müsemmâ ecele cereyan ediyor, uyan, o öyle azîz, öyle gaffar. (Elmalı)

Halekas Semavati vel Arda Bil hakk O gökleri ve yeri gerçek bir amaçla yaratmıştır. Yukarıda değinmiştim 2. ayeti tefsir ederken, cansız varlıkları eğer bir amaç uğruna yaratıyorsa, ya şaheser olan, yaratıklar içinde ki şaheser olan insan nasıl amaçsız yaratılmış olabilir sorusunu bize sorduruyor aslında bu ayet.

Peki insanın amacı nedir? Soru devam etmeli; Yerlerin ve göklerin amacı insana hizmettir. Çünkü insana musahhar kılınmış. insan için bir yasaya bağlanmış. Yani adeta yer yüzü kendisinin soylu misafiri insan yaşasın diye Allah’ın misafirhanesi kılınmış. Bu muhteşem yeryüzü sarayı, içinde ki yüce konuk olan insan gelecek diye donatılmış.

Peki de bu insan neden yaratılmış, yani yerlerin ve göklerin kendisi için yaratıldığı insan amaçsız olabilir mi? O zaman insanın amacı nedir. İnsanın yeryüzünde ki amacı, yaratılış gayesine uygun bir hayatı yer yüzünde inşa etmek, ve bu hayatı inşa edince de ebedi mutluluğa nail olmak.

Peki yeryüzünde yaratılış gayesine uygun bir hayatı nası inşa edebilir insan? İnsan bir ustadır, usta olması isteniyor. Yeryüzünde, şu tabiat dünyası içinde, şu varlık eczanesi içinde ki her bir ilacı yerli yerinde kullanıp derdine deva olması isteniyor.

Peki bunu yaparken bir alt yapı lazım, bir ustalık lazım. Şu varlık araçlarını kullanarak insan ebedi saadetini inşa edecek. Peki bunu nasıl yapacak? Bu ustalığı nasıl yapacak, çırak olmadan usta nasıl usta olur? İşte bu noktada vahiy gündeme geliyor. Zaten alt yapısı olan fıtrat, buna müsaittir. Ama bu alt yapıya en uygun üst yapı vahiydir. Yani insan kendisinde ki potansiyeli ortaya çıkarabilmek için onu işlemesi, tıpkı toprağın bağrında saklı olan elmanın, muzun, üzümün, kirazın ve bin bir türlü güzel nimetlerin tohum ekilince elde edildiği gibi, oraya bir tohumun ekilmesi lazım.

O tohum nedir? İşte o tohum vahiydir. Vahiy o tohumu eker ve insanda ki potansiyel, insan toprağının içinde ki o bin bir renk, bin bir koku, bin bir tat ortaya çıkar. Onun için vahiy ilahi bir inşa projesidir ve biz bunun için vahye muhatap olduk.

yükevvirulleyle alennehari ve yükevvirun nehare alelleyl O geceyi gündüzün başına dolar, sarar. Aynen öyle. yükevvir; Sarmak demek, dolamak demek. Çevirmek kıvırmak hatta kirmenin çevrilişine ve ipi çevirmesine de aynı kelime kullanılır. Onun için O geceyi gündüzün başına sarar, gündüzü de gecenin başına sarar. Allahu alem burada bir telmih var. Zaten bağlam da bunu gösterecek, ilerde gelecek. Ki Kur’an da nerede gece ve gündüzden bahsediliyorsa, orada mutlaka küfür ve imanın, Hakk ve batılın tabiatından bahsediliyor. Ona bir gönderme, bir telmih yapılıyor, bir atıf yapılıyor. Burada da geceyi gündüzün başına sarar.

Tamam vahit hidayeti gösterir, vahiyle Allah yol gösterir, kılavuzluk eder. Fakat insan unutmaması gerekir ki yinede yolu dikensiz değildir. Yani gösterilmiş olan bu yolda yürürken yine de ayağına dikenler batacak, bir yığın engellerle karşılaşacak, çünkü geceyi başına sarar. Küfür gecesini, batıl gecesini, iman gündüzünün başına dolar. Ama böyle bir gece başına sarılınca ay ışığıyla yoluna devam edebilir. Onun için gecesi eğer aylı ise geceden korkmaya ne gerek var. Ayın ışığı yolcunun yoluna devam etmesi için yeterlidir.

Ama Aysız geceden korkmak lazım ve gece ne kadar uzun olursa olsun bir gündüz mutlaka gelir. Onun içinde gündüzü de gecenin başına sarar. Yani bu ve tilkel eyyam.. (A. İmran/140) yasadır. Burada ki eyyam tıpkı burada ki gece ve gündüz gibidir işte. Bu dönemler demektir. Hakkın üstün olduğu, galip olduğu denen batılın galip gibi göründüğü dönem. Bu dönemler,nüdavilüha beynen Nas. (İmran/140) insanlık arasında biz bunları döndürür dururuz.

Neden? Sınav bunu gerektirir, imtihan budur, imtihanın hikmeti budur. Eğer Hakkın başına batıl musallat olmasaydı insanlar iradenin imtihanını nasıl vereceklerdi. İşte bunun için. O zaman cennet ve cehennemin lüzumu kalır mıydı. İşte bunun için. Geceyi gündüzün, gündüzü de gecenin. Batılı hakkın , hakkı da batılın. Yani Hakk batıl mücadelesi tıpkı gece ve gündüz gibi varlık, insan yaşadıkça, dünya durdukça devam edecektir demenin farklı bir versiyonudur.

ve sahhareşŞemse vel Kamer* küllün yecriy li ecelin müsemma yine o her biri kendi mecrasında akıp gidecek olan güneşi ve ayıda bir yasaya bağlı kılmıştır.

Geldi mi biraz önceki tefsir ettiğim şey. Yani gece ve gündüzden, gündüzün mücadelesi devam edecek, fakat ey Mü’min, ey ışığın talibi ey ışığın arkasından giden mü’min geceden korkma ayın varsa. Onun için bak aya ve güneşe, o yol gösterir, yön gösterir. Sen yönünü onunla tayin eder ve yolculuğuna devam edersin. Güneşe bakarsın gündüz, veya onun ışıttığı yer yüzüne bakarsın yönünü tayin eder doğru yola gidersin. Ama gece de korkma, gece de ay var, aya bakarsın. Ayı ışığında bakarsın ve ona göre yolunu tayin edersin. Yani mü’min ışığın kaynağını yüreğinde taşır. Eğer dışında bulunduğu ortamda gece gibi bir karanlık olmuş olsa dahi, kendisi imanını ay gibi kullanarak o karanlığı yarıp gündüze kavuşur.

[Ek bilgi: GECE VE GÜNDÜZ

Bu ayette dünyanın yuvarlak bir küre şeklinde olduğu belirtilmektedir. Ayette geçen dolamak( yükervirü) yani tekvir kelimesi, yuvarlak bir şeyin üzerine bir şeyi dolamak ile eş anlamlıdır. Söz gelimi, bir kavuğun sarılması gibi. Öte yandan dünya hem kendi çevresinde ve de Güneş çevresinde döndüğü için, üzerinde sürekli olarak gece ve gündüz meydana gelmektedir. Dünyanın bu eksen dönüşü nedeniyle, ayette belirtildiği gibi, gece gündüzün üzerine sarılmaktadır. (Zümer/5)

(Porf. Dr. Maurice Bucaille - Kitab-ı Mukaddes, Kuran ve Bilim)]

ela “HU”vel ‘Aziyzül Ğaffar değil mi ki sade O mutlak yücelik sahibidir, sonsuz bağışlayıcıdır.

6-) Halekaküm min nefsin vahıdetin sümme ce’ale minha zevceha ve enzele leküm minel en’ami semaniyete ezvac* yahlükuküm fiy butuni ümmehatiküm halkan min ba’di halkın fiy zulümatin selâs* zâlikümullâhu Rabbüküm leHUl Mülk* lâ ilâhe illâ HU* feenna tusrefun;

Sizi nefs-i vâhide’den (nefs-i küll – kozmik bilinç – evrensel benlik – Hakikati Muhammedî – RUH adlı melek tanımlamalarıyla işaret edilen) yarattı! Sonra (holografik esas gereğince) ondan (bilinçten) onun eşini (bedeni) oluşturdu; sizin için en’amdan (kontrol edilebilir hayvani duygular) sekiz eş açığa çıkardı! Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratıştan sonra (diğer) bir yaratışa (geçirerek) yaratıyor… İşte size Rabbiniz Allâh; mülkü onun (Esmâ’sının işaret ettiği özelliklerin açığa çıkması) için olan! Tanrı yok; sadece “HÛ”! Nasıl hakikati görmezsiniz! (A. Hulusi)

06 – O odur ki sizi bir tek nefisten yarattı hem onun eşini de ondan yaptı ve sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz eş en’am da indirdi: sizleri analarınızın karınlarında üç zulmet hilkatten hilkate yaratıp duruyor. İşte rabbiniz Allah o, mülk onun, ondan başka tanrı yok, o halde nasıl çevrilirsiniz? (Elmalı) 

Halekaküm min nefsin vahıdetin sümme ce’ale minha zevceha O sizi de bir tek canlı varlıktan yaratmış ondan da eşini meydana getirmiştir. Burada ki Min nefsin de ki nefis Adem olduğunu söylemek mesnetsizdir. Çünkü nefis yerine Adem, Adem yerine nefsin kullanıldığına dair Kur’an da hiçbir geçerli delilimiz yoktur. Aksine nefis farklı, Ademin de kendisinden yaratıldığı ilk yaratılış nüvesi anlamına gelebilir ki burada hemen bu nefsin ne olduğuna dair bir yorum olarak insanın kromozomlarının XX ve XY olduğunu hatırlatmak isterim. Kadın kromozomları XX erkek Kromozomları XY, yani işte iki cinsi erkek kendisinde temsil ediyor Kromozom olarak Ama bu daha insanın kendisinden yaratıldığı ilk hücre bu çerçeve de yorumlanabilir. Dolayısıyla ondan eşini yarattı ayetinde ki eşte;

sümme ce’ale minha zevceha ondan da eşini yarattı. Eş Havva kastedilmemektedir. Bu da Yahudi edebiyatının İslam tefsirine olan etkisi sonucu ortaya çıkmış bir yorumdur. Çünkü Tevrat’ta böyle bir cümle yer alır. Arapçada zevc her iki cins içinde kullanılır. Hem dişi cins hem erkek cins için. Nefs ise müennes dişil bir kelimedir. O da ilginç. Eğer nefse ille de bir cinsiyet vereceksek nefs müennes bir kelimedir, dişil bir kelimedir. Araplarda bir tabire dönüşen, ki Yahudi kültüründen geçtiğini düşündüğümüz bir tabire dönüşen bir cümle kullanılmaktadır kadim zamanlardan beri.

Kadın kürek kemiği gibidir el mer’etü.. bu, hadis biçiminde Buhari’de nakledilir. Ama bu hadisin farklı bir versiyonu da nakledilir, yine Buhari’de; Hulikatü mer’etü.. kadın kürek kemiğinden yaratılmıştır. Bundan yola çıkarak kadının erkeğin kürek kemiğinden yaratıldığı yorumu yapılır. Oysa ki erkeğin kürek kemiğinden yaratılma ifadesi aslında yoktur. Ama böyle bir yorum hadisin içine de sokulur. Yani, yorum hadisleşir ve buradan yola çıkarak ta şu hükme varılır. Kadın erkeğin kürek kemiğinden yaratılmıştır.

Oysa ki ortada vahim bir anlama yanlışı, anlama problemi vardır. Bu son versiyonu da hadisin bu manaya gelmez. Çünkü eğer biz böyle bir forma bu manayı verirsek Kur’an da ki Hulikal İnsanu min acel. (Enbiya/37) insan aceleden yaratıldı ayetine ne mana vereceğiz? Yani insan aceleden yaratıldı manasını mı. Bu bunu mu söylüyor diyeceğiz, yoksa insan bunun anlamı şudur insan aceleci bir varlıktır. Dolayısıyla kadın nazik, nerin bir yapıdadır. Duygusal ve nazik bir varlıktır. Onun içinde ona karşı nezaketi elden bırakmayın, nazik olun, kaba davranmayın dediğini mi söyleyeceğiz. İşte bu ikincisidir, bu sonuncusudur. Aslında efendimiz bununla kadınlara erkeklerin kaba davranışlarını yasaklamıştır.

Ama yanlış yorum, anlama problemi bambaşka bir noktaya götürmüştür. Her dilde mecaz olur, Arap dilinde de mecazın şahikası, en güzelleri vardır. Hatta o kadar farklı kullanılır ki mecaz, mesela develerin üzerinde hanımlar vardı, develerin çobanı develeri götüren şahsın ismi de Enceşe idi kristallere karşı yumuşak davran ey Enceşe. Şimdi biz develerin kristal taşıdığını mı düşüneceğiz. Develerde kristaller değil hanımlar vardı. Efendimiz orada develeri koşturup sarsma hanımlara eziyet olur. Onlar kristal kadar değerli ve hassastır, narin ve nazenindir. Onun içinde develeri koşturup ta üzerinde ki hanımları incitme dediğini biz buradan rahatlıkla anlamış oluruz.

[Ek bilgi 1; KADININ YARATILIŞI

"Kadınlar hakkında hayır tavsiye ediniz. Çünkü kadın, eğri “kaburga kemiği”nden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı, en üst tarafıdır. Onu doğrultmaya çalışırsan kırarsın, hali üzerinde bırakırsan öyle kalır.” Buhari

Kadın eğri kaburga kemiği gibidir. Eğer doğrultmaya kalkışırsan kırarsım Eğer mutlu bir hayat yaşamak  istersen o eğriliği ile beraber faydalanırsın. Buhari

Buhari’yi şerheden merhum Kâmil Miras şöyle der:

"Hadis'in bu ifadesiyle kadın cinsinin fıtrat açısından asabi  olduğunu ve fıtratı gereği çabuk sinirlenerek eğrilik ve huysuzluk göstermesine işaret olunup erkeklerin kadınlar hakkında hayırlı olmaları  emrolunmuştur".

Kadının bu yönünü Tıp alimleri de aynı şekilde açıklar.

Ord.Prof. Mazhar Osman şöyle der:

"Kadının esas mizacı heyecanlılıktır. Bütün kadınlarda buna rastlanır. Ruh hastalıkları kadınlarda daha çoktur. En vahşi  kavimlerden en medeni milletlerin kadınlarına, medeni terbiye görmüş hanımından eğitimsiz bir köy kızına varıncaya kadar kadınlığın müşterek hisleri vardır. Her kadın ayının yarısını hazırlanma, adet, adetten sonra gayri tabilik, adeta yarı hasta olarak geçirir". ]

[Ek bilgi; Adem ve Havva’nın yaratılışı.

Adem’in bedeni ortaya çıktığında cinsel arzu yoktu. Halbuki Allah ilminde bu dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel ilişkinin olacağı takdir edilmişti. Bu dünyada cinsel ilişki, türün varlığını sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah Adem’in sol kaburgasından Havva’yı çıkarmıştır. Allah Tealanın “Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır.” (Bakara/228) Buyurduğu gibi kadın bu nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar hiçbir zaman erkeklere katılamaz.

Havva, kaburgada ki eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle kaburgadan meydana gelmiştir. Bu edenle çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü, gerçekte kendisine düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır. Kadının erkeğe düşkünlüğü ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Erkekte kaburga sevgi ve düşkünlük demektir.

Allah Havva’nın kendisinden çıktığı Adem’de ki yeri Havva’ya arzu ile doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalamaz. Allah o boşluğu arzu ile doldurduğunda Adem kendisine özlem duyar gibi Havva’ya özlem duymuştur. Çünkü Havva kendisinin bir parçasıydı. Havva’da kendisinden geldiği vatanı olduğu için Adem’e sevgi duydu. Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Adem’in sevgisi kendisini sevmesidir. Bu nedenle erkek kendisinin aynı olduğu için kadına sevgi gösterebilirken, kadın ise erkekleri sevmede hayâ diye ifade edilen güç verilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Adem’in kadınla birleştiği tarzda vatan ile birleşemez.

Allah o kaburgada Adem’in bedeninde biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi şekillendirmiştir. Allah’ın kendi suretinde Adem’in bedenini yaratması, çömlekçinin toprak ve taşta meydana getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin yaratılışı ise marangozun ahşapta yonttuğu şekillere benzer. Allah onu kaburgada biçimlendirip ve ona suretini yerleştirdiğinde vce onu düzenleyip dengeye kavuşturduğunda ona ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri, düşünen ve türemeden ibaret olan doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat mahalli olarak var olmuştur. Adem onsa o da Adem’de dinginlik buldu Böylece Havva Adem için bir elbise olduğu gibi Adem de onun için bir elbise olmuştur. Allah şöyle buyurur;

Kadınlar sizin için siz de kadınlar için bir elbisesiniz. (Bakara/187)

(İbn. Arabî- F.Mekkiyye C/1-360)]

ve enzele leküm minel en’ami semaniyete ezvac yine O, her iki cinsten dört tür hayvanı sizin yararlanmanız için emre amade kılmıştır.

Metinde aslında semaniyete ezvac geliyor. 4 tür değil 8 eşli. Eşli, 8 manasına gelir. Fakat biz eşli olarak 8 olan bu hayvanın tür olarak 4 cins olduğunu zaten anlıyoruz. İnsanı yaratıp bırakmadı, bu ibarenin bize verdiği şey bu. İnsanı yaratıp bırakmadı Allah, onun ihtiyacını da karşıladı. Yani O Rabbül alemin bunu unutmayın.

yahlükuküm fiy butuni ümmehatiküm halkan min ba’di halkın fiy zulümatin selâsin O sizi de annelerinizin karınlarında 3 kat karanlığın göbeğinde birbirini izleyen, takip eden yaratma aşamalarından geçirerek halk etmekte, yaratmaktadır.

Hac/5., Müminun/12-14 ayetleri arasında olduğu gibi burada da embriyolojik gelişim sürecinden bahsediyor bu vahiy. İnsanın anne karnında ki gelişim süreci bunlar. Bu 3 kat karanlık aslında farklı farklı izah edilebilir. Ama kabaca karın rahim ve embriyo zarı diye düşünülebilir bu. Bunu doktorlar daha iyi bilirler. Fakat aslında 3 kat karanlık birkaç manaya birden atıf olabilir.

1 – 3 kat zırh geçirdi size. Yani Allah’ın sizin için olan şefkatine bakın ki koruma üstüne koruma altına aldı. Karın zarı karınla korudu deriyle. Onunla yetinmedi, rahimle korudu, onunla yetinmedi bir de içeri zar geçirdi. Yani seni, suyun içine aldı. Dışardan gelecek darbelerden etkilenme diye. Bir bu.

2 – Telmihen şöyle bir atıfta yapıyor olabilir. 3 kat karanlığın içinde sana öyle bir ışık sundu ki, o rehberlik sayesinde sen 3 kat karanlık içinde aç kalmadın, susuz kalmadın, neye ihtiyacın varsa onu aldın her bir enzim, her bir vitamin, her bir mineral geldi seni buldu. Yaşama kavuşman ve tekamül etmen için sen ışıktan mahrum olduğun halde ışık seni buldu. Allah’ın yardımı sayesinde ışığın altında ki insandan daha korunaklı, daha güzel bir biçimde beslendin, geliştin, oluştun ve doğdun. Bu manaya da gelebilir.

zâlikümullâhu Rabbüküm leHUl Mülk işte rabbimiz olan Allah budur, mutlak hakimiyet O’na aittir. Yani leHul Mülk; hakimiyetin tamamı otoritenin tamamı mutlak biçimde O’na aittir. Eğer O’nun mutlak otoritesine karşı isyan ediyorsanız unutmayın ki her şeyinizi anne karnından itibaren, daha anne rahmine babanızın sulbünden düştüğünüz andan itibaren her şeyinizi Allah’a borçlusunuz. Din borçluluk bilincidir demiştim ya, o zaman borcunuzu nasıl ödemeyi düşünüyorsunuz. Eğer Allah’tan bağımsızlık kazanmak istiyorsanız, önce Allah’a olan borcunuzu bir ödeyin. Ödeyin de ondan sonra Allah’a karşı otonomi ilan etmek gibi bir cinayete başvurun. Yoksa borçlusunuz daha kendi bedeninizin hakkını dahi ödememişken siz rabbinize sırt dönme hakkını nereden alıyorsunuz.

lâ ilâhe illâ HU O’ndan başka hiçbir ilah yoktur feenna tusrefun böyleyken gerçeğe bunca uzak durmayı nasıl beceriyorsunuz. Nasıl Allah’a mesafe koyabiliyorsunuz. Nasıl Allah ile böylesine uzak yaşamayı, Allah’a uzak kalmayı göze alabiliyorsunuz.

7-) İn tekfüru feinnAllâhe ğaniyyün anküm ve lâ yerda li ıbadiHİl küfr* ve in teşküru yerdahu leküm* ve lâ teziru vaziretun vizre uhra* sümme ila Rabbiküm merci’uküm feyünebbiüküm Bima küntüm ta’melun* inneHU ‘Aliymun Bizatissudur;

Eğer küfür (nankörlük) ederseniz (insanlığınızı – yeryüzünde {bedende} halifeliğinizi {‘B’illah işareti doğrultusunda Esmâ kuvveleriyle tasarruf gücünüzü} değerlendirip şükretmezseniz; hakikatinizden perdelenirseniz), muhakkak ki Allâh sizden Ğaniyy’dir! (Allâh) kulları için küfre (nankörlüğe; fıtratlarını zayi etmelerine, kaybolmalarına) razı olmaz! Eğer şükrederseniz (değerlendirirseniz), sizin için ona razı olur… Hiçbir kimse, bir başkasının vebalini yüklenmez! Sonra dönüşümünüz Rabbinizedir! Sizde yaptıklarınızın sonucunun ne olduğunu açığa çıkaracaktır… Muhakkak ki O, içinizdekilerin (bilinç ve şuurunuzun) Zâtı (hakikati) olarak Aliym’dir (sakladıklarınızı da, her şeyinizi de tam bilen). (A. Hulusi)

07 – Eğer küfrederseniz şüphe yok ki Allahın size ihtiyacı yok, bununla beraber kulları hesabına küfre râzı olmaz, ve eğer şükrederseniz sizin hesabınıza ona râzı olur, bir vizir çeken de diğerinin vizrini çekecek değildir, sonra dönümünüz rabbinizedir. O vakit o size bütün yaptıklarınızı haber verecek, çünkü o bütün sînelerin künhünü bilir. (Elmalı)

İn tekfüru feinnAllâhe ğaniyyün anküm eğer nankörlük ederseniz unutmayın ki Allah size asla muhtaç değildir.

Bu kat kat şefkate nankörlük sadece seni zarara sokar ey insanoğlu. Zımnen söylediği bu ayetin. Eğer Küfreder, nankörlük ederseniz, ki küfür bu manada ahlaki anlama nankörlük deniyor. Nankörlük ederseniz hiç unutmayın ki Allah asla size muhtaç değildir.

{[Atlanan cümleler.; ve lâ yerda li ıbadiHİl küfr* ve in teşküru yerdahu leküm.

(Allâh) kulları için küfre (nankörlüğe; fıtratlarını zayi etmelerine, kaybolmalarına) razı olmaz! Eğer şükrederseniz (değerlendirirseniz), sizin için ona razı olur. (A. Hulusi)

“Burada dikkate değer husus, Allah'ın dilemesiyle rızasının ayrı şeyler olmasıdır. Çünkü Allah'ın dileği dışında hiçbir şey vuku bulmaz. Fakat O'nun razı olmadığı olaylar cereyan edebilir, zaten olmaktadır da. Dünyada zalimler, zorbalar, haydutlar, hırsızlar, katiller, caniler, gece gündüz faaliyet göstermektedirler.

Allah Teâlâ, yaratmış olduğu nizamda bu kimselere fırsat tanımıştır. Allah tıpkı salih insanlara iyilik yapmaları için fırsat tanıdığı gibi, fâcir insanlara da kötülük yapmaları için fırsat tanımıştır. Allah onlara böyle bir fırsat tanımamış olsaydı yeryüzünde kötülük diye bir şey olmazdı.

Tüm bunlar Allah'ın dilemesi dahilinde olmaktadır, yoksa bu, Allah'ın bu kötülüklerden razı olduğu anlamına gelmez. Nitekim bir kimse haram yol ile rızkını kazanmak istediğinde, Allah o kimseye fırsat tanır. Allah'ın bir hırsıza ya da rüşvet alan bir kimseye bu şekilde rızıklarını kazanmaları için fırsat tanıması, yaptıkları o işten razı olduğu anlamına gelmez. (EBU'L AL'A MEVDUDİ)]}

ve lâ teziru vaziretun vizre uhra hiç kimse bir başkasına ait sorumluluğu yüklenecek değildir. Bu da açık. İlahi irade ile belirlenmiştir ki, hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenemez. Kur’an da aynı ibarelerle tam beş kez kullanılır bu ibare. 3. ayette ki aracı, şirk tasavvuru başta her türlü vesayeti reddetmektedir. Hiç kimse bir başkasına ait yükümlülüğü yüklenmez. Sorumluluk çağrısıdır aynı zamanda. Aynı zamanda ilk muhatap olan peygamber AS. ın gönlüne bir tesellidir. Yani sen görevini yap onların sorumluluğu sana ait değildir. Eğer hidayete ulaşırlarsa bu kendi lehlerine, eğer ulaşmazlarsa bunun sonucunu kendileri çekecektir. Onun için kişisel sorumluluk esastır, dinde de esastır.

sümme ila Rabbiküm merci’uküm feyünebbiüküm Bima küntüm ta’melun en sonunda dönüşünüz rabbinizedir. O zaman size yaptıklarınızın gerçek anlamını bir bir haber verecektir. inneHU ‘Aliymun Bizatissudur çünkü o gönüllerin özünü, göğüslerin özünü hakkıyla bilir. Göğüsler burada aslında kalp, Akleden kalp, akıl. Aklında bir özü varsa bu da tasavvur olmalı. Yani aklımızın taa..! arkasında, en gizli en ücra yerinde ki tasavvuru, bir işi işlerken onun en ücra arka planında yatan tohumu, tasavvuru, yani tasarımı, onun için yapıldığına dair sakladığınız gerçek gerekçeyi de çok iyi bilir.

8-) Ve izâ messel İnsane durrun dea Rabbehu müniyben ileyHİ sümme izâ havvelehu nı’meten minhu nesiye ma kâne yed’u ileyHİ min kablü ve ce’ale Lillâhi endaden liyudılle an sebiylih* kul temetta’ Bi küfrike kaliyla* inneke min ashabin nar;

İnsana (rahmet olarak; onu arındırmak – genişletmek için) bir durr (zarar, hastalık, sıkıntı) dokunduğunda, O’na yönlenir; Rabbine dua eder… Sonra ona (Rabbi) kendinden bir nimet lütfettiğinde, daha önce O’na dua ettiğini unutur ve O’nun yolundan saptırmak için Allâh’a endad (denk vehmettiği varlıklar) kabullenir… De ki: “Küfrünle azıcık yaşa… Muhakkak ki sen ateş ehlindensin!” (A. Hulusi)

08 – İnsana bir sıkıntı dokunduğu vakit rabbine öyle duâ eder ki bütün gönlünü ona vererek, sonra kendisine tarafından bir nimet lütfediverdiği zaman da önceden ona duâ ettiği hali unutur da yolundan sapıtmak için Allaha menentler koşmağa başlar, de ki, küfrünle biraz zevk et, çünkü sen o ateşliklerdensin. (Elmalı)

Ve izâ messel İnsane durrun dea Rabbehu müniyben ileyH hem ne zaman insanoğlunun başına bir iş gelse rabbine yönelerek O’ndan yalvar, yakar yardım ister. sümme izâ havvelehu nı’meten minhu nesiye ma kâne yed’u ileyHİ min kablü ve ce’ale Lillâhi endaden liyudılle an sebiylih ama bir zaman sonra onun lütfuyla bir nimete kavuşunca da O’na önceden yalvardığını unutur ve başka varlıkları O’na eş ve denk saymaya başlar. Kurtuluşunu Allah dışında ki bir kaynakla açıklar mesela. Başına bir iş gelince fıtratı icabı doğal olarak Allah’a yönelir. Onun için uçakta çok ateist bulunabilir, ama o uçak düşmeye başladığında hiç ateist kalmaz. Fakat bir müddet sonra düşmekten kurtuluversin geri onlar eski haline dönerler. İşte insanoğlunun Allah’a böylesine nankörlüğü dile getiriyor. Yani insan başı sıkıştığında fıtratına yöneliyor, başı sıkıştığında ontolojik yapısına, alt yapısına dönüyor. Fıtratının üzerinde ki tozları silkeleyiveriyor, perdeyi yırtıveriyor. Ama sıkıntı kalkınca yine perdeyi vicdanının, fıtratının üstüne örtüp Allah’a yabancılaşmaktan korkmuyor. O gerçeği dile getiriyor ayet.

kul temetta’ Bi küfrike kaliylen bu gibilere de ki nankörlüğünle az bir süre daha keyif sür bakalım. inneke min ashabin nar ama şunu da iyi bil ki sen ateşe layık birisin, akıbetin ateş olacak. Çünkü sen Allah’ın sana verdiği en büyük emanet olan kendine ihanet ettin.

9-) Emmen huve kanitün anaelleyli saciden ve kaimen yahzerul ahırete ve yercu rahmete Rabbih* kul hel yestevilleziyne ya’lemune velleziyne lâ ya’lemun* innema yetezekkeru ulül elbab;

(Böylesi mi) yoksa gecenin bir kısmında kalkıp secdeyi yaşayan ve (Kayyum’un varlığıyla) kaîm olarak, sonsuz geleceğin gereklerine hazırlanan; Rabbinin (hakikatindeki Esmâ kuvvelerinin) Rahmetini (çeşitli özelliklerini açığa çıkarmayı) uman mı? De ki: “Hiç bilenler ile bilmeyenler eşit olur mu? Sadece derin düşünebilen akıl sahipleri bunu anlayabilir.” (A. Hulusi)

09 – Yoksa o gece saatlerinde kalkan secdeye kapanıp kıyam durarak dâima vazifesini yapan Âhireti sayar ve rabbinin rahmetini umar kimse gibi olur mu? Hiç bilirlerle bilmezler müsavi olur mu? Ancak temiz akıllı olanlar anlar. (Elmalı)

Emmen huve kanitün anaelleyli saciden ve kaimen yahzerul ahırete ve yercu rahmete Rabbih* kul hel yestevilleziyne ya’lemune velleziyne lâ ya’lemun yoksa böyle biri, -Böyle birinden kasıt, bir önceki ayette anlatılan ateşe layık biri- gece vakitlerinde secde ve kıyamda durup kendisini ibadete adayan, ahiret kaygısı taşıyan ve rabbinin rahmetini dileyen kimseyle bir olur mu? Bir tutulur mu hiç? De ki; hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?

Evet, bilgi; neyi bilmektir? Sorusu gündeme geliyor. O soruya çok güzel bir cevap teşkil ediyor ayet. Bilgi neyi bilmektir..! Gece yarılarında rabbine kendini adayarak kıyam ve secde de durarak ahiret kaygısıyla varlığını Allah’a adayan bir kimse düşünün, bir de Allah’ın kendisine verdiği hayat emanetini har vurup harman savuran, Allah’a yabancılaşmış, dolayısıyla kendisine yabancılaşmış, kendisiyle arasına mesafe koymuş, hakikate yabancılaşmış, dolayısıyla kendini unutmuş, hatta kendine düşman olmuş ve kendine en büyük kötülüğü yapmış biri bir olur mu?

Peki, bilmek nedir o zaman, bilgi nedir? Burada işte İslam bilgi felsefesinin temeli gözüküyor. İslam’da bilginin akış yönü ahlaktan bilgiye doğrudur. Ama Yunan, batı felsefesinde ters bir akış vardır bilgiden ahlaka. Bizde bir şeyin ilm olması için onun mutlaka ahlaki olması lazım. Onun için yararsız bilgiden efendimiz Allah’a sığınmıştır.

Evet, Euzü bike min ‘ilmin lâ yenfe’a Ya rabbi fayda vermeyen bilgiden sana sığınırım, ilimden. Bu aslında ahlakı olmayan ahlaklılaştırmayan insanın üzerinde olumlu bir sonuç doğurmayan bilgi türünden sana sığınırım.

Değerli dostlar bu noktada ahlaktan bilgiye doğru akan İslam ilim geleneği, ilmi insanın Allah ile ilişkisinde bir parmak olarak görür. Yani varlığın amacını gösteren bir parmak. Bilinen her şey bir alamettir, ilim alamet mastarından türetilir, işarettir. İşaret eden şey işaret ettiğini gösterir, yani mutlaka bir şeyi gösterir. Amaç işaret parmağı değildir, amaç işaret edilendir. İlimde gayesini gösteriyorsa ilimdir. Yani malumat aslında Allah’ın, yani mutlak varlığın dibine düşürülmüş bir dip nottur. Ona atıf yapar. Ona referans yapar. Referansı doğru olduğu oranda ilim olur yoksa data olur, veri olur, bilgi olur, malumat olur, ama Kur’an ın temşir ettiği manada bir ilim olmaz. O nedenle bilmek İslam’da haddini bilmektir.

İlim, ilim bilmektir,

İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmedin,

Ya nice okumaktır.

[Ek bilgi; ŞİİRİN GERİ KALANI

Okumaktan murat ne?

Kişi Hak'kı bilmektir.

         Çün okudun bilmezsin,

         Ha bir kuru ekmektir.

Okudum bildim deme,

Çok taat kıldım deme,

Eğer Hak bilmez isen,

Abes yere gelmektir.

Dört kitabın mânâsı,

Bellidir bir elifte,

Sen elifi bilmezsin,

Bu nice okumaktır?

Yiğirmi dokuz hece,

Okursun uçtan uca,

Sen elif dersin hoca,

Mânâsı ne demektir?

Yunus Emre der hoca,

Gerekse bin var hacca,

Hepisinden iyice,

Bir gönüle girmektir..!

YUNUS EMRE]

Ya da bu bir kuru emektir diyen Yunus aslında bizdeki bilgi felsefesinin temellerini berrak bir dille göstermiş oluyor. innema yahşAllâhe min ‘ıbadiHİl ‘ulema’. (Fatır/28) DER Kur’an Allah’tan kulları içinde hakkıyla sadece alimler, yani bilenler korkarlar. Eğer bilgi insana Allah ile ilişkilerinde bir katma değer, insana kendisi ile, insana varlıkla, insana tabiatla ilişkisinde bir katma değer sağlamıyorsa, o bilgi, bilgi de değildir. Yüktür, böbrek taşından daha tehlikeli olabilir zihintaş.

Onun için İbn. Mes’ud’a ilim nedir diye sorduklarında leysel ‘ilm kesratül hadiys. İlim çok rivayet bilmek değildir, çok şey bilmek değildir ve lâ kinnel ‘ilm kesat’ül haşyeh. Fakat ilm Allah saygısıdır. Yani insanın Allah’a karşı esas duruşuna katkıda bulunan şeydir ilim. Yani burada özü itibariyle ilim insanın kendi konumunu, kendi değerini, kendi haddini bilmesine yarayan bir işaret taşıdır.

innema yetezekkeru ulül elbab ne var ki sadece Akleden kalbe sahip olanlar bunu kavrayabilirler. Değil mi ama? Yani bilgiyle ilmi. Bilginin ilme nasıl dönüştürüleceğini, ilmin gerçek amacının ne olduğunu, neyin ilim olmadığını, ilim denilen nelerin aslında ilim olmadığını Akleden kalbe sahip olanlar kavrayabilirler.

10-) Kul ya ıbadilleziyne amenütteku Rabbeküm* lilleziyne ahsenu fiy hazihiddünya haseneten, ve Ardullahi vasi’atün, innema yüveffessabirune ecrehüm Biğayri hisab;

De ki: “Ey iman eden kullarım, Rabbinizden (yaptığınız her şeyin sonucunu kesinlikle yaşatacağı için) korunun! Bu dünyada güzellikler, iyilik yapanlar (mümin – kâfir fark etmez) içindir… Allâh’ın arzı (Beynin Esmâ özelliklerini açığa çıkarma kapasitesi) geniştir… Sadece sabredenlerde bunun karşılığı hesapsız açığa çıkarılır.” (A. Hulusi)

10 – Tarafımdan söyle: ey iman eden kullarım: rabbinize takvâ ile korunun, bu Dünyada güzellik yapanlara bir güzellik var, ve Allahın Arzı geniştir, ancak sabredenlerdir ki ecirlerine hesapsız irdirilir. (Elmalı)

Kul ya ıbadilleziyne amenütteku Rabbeküm Ey peygamber de ki; Allah şöyle buyuruyor: Ey iman eden kullarım rabbinize karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. lilleziyne ahsenu fiy hazihiddünya haseneh akıbet bu dünyada iyilik yapanları öte dünyada güzellikler beklemektedir. Oradaki “lâm” ı lâm-ıl akıbeh manasını verdiğim için akıbet. Nihayet en sonunda diye başladım çeviriye.

ve Ardullahi vasi’atün, iiyi bilin ki Allah’ın arzı geniştir innema yüveffessabirune ecrehüm Biğayri hisab şüphe yok ki sabredenlere karşılıkları hesapsız verilecektir.

Hicret; imkanların tükendiği yerden imkanların üretileceği yere göç etmektir. Aslında hicret sadece maddi bir göç değil manevi bir göçtür. Şirkten tevhide, küfürden imana, cehaletten marifete, iç güdüden akla, karanlıktan ışığa geçişte bir manevi hicrettir. Burada sabır öngörüldüğüne göre öncelikle ilk muhatapların eza ve cefa çekenlerine yönelik bir hitaptır bu. Yani sabır, bulundukları iman üzere direnmek. Bu direnişi çok iyi bilen neslin içinden biri, yani Hz. Ali ancak bu direnişle söyleyebilirdi şu sözü, Bu söz ona ait:

- El ceze’u et hab’ı mines sabr. Dert yanmak sabretmekten daha çok yorar adamı. Evet, bunu sabredenler bilirler.

11-) Kul inniy ümirtü en a’budAllâhe muhlisan lehüd diyn;

De ki: “Kesinlikle hükmolundum ki, sistem ve düzeninde O’ndan başka etken görmemek üzere Allâh’a kulluk edeyim.” (A. Hulusi)

11 – De ki: ben Allaha, dini onun için halîs kılarak, ibadet edeyim diye emr olundum. (Elmalı)

Kul inniy ümirtü en a’budAllâhe muhlisan lehüd diyn de ki; elbet ben saf ve samimi inancımı Allah’a has kılarak yalnız O’na kulluk etmekle emr olundum. Bu baştaki tevhid çağrısının yinelenmiş şekli tekrar ediliyor o tevhid çağrısı.

12-) Ve ümirtü lien ekûne evvelel müslimiyn;

“Hükmolundum ki, teslim olmuşluğunun farkındalığını yaşayanların ilki olmakla!” (A. Hulusi)

12 – Hem onun birliğine teslim olan müslimînin evveli olayım diye emr olundum. (Elmalı)

Ve ümirtü lien ekûne evvelel müslimiyn bir de Allah’a teslim olanların önderi olmakla emr olundum. Aslında İlk muhatap olan sevgili nebî şahsında Kur’an tüm muhataplarına bu talimatı veriyor. Yani içinde yaşadığımız toplumda Allah’a teslim olanların önderi olmak, önünde olmak. Bu bir koşu, bu bir yarış. Teslimiyet yarışında önde olmak, ortada olmak, sonda olmak, ya da yarışı terk etmek. Bu bize kalmış bir şey.

13-) Kul inniy ehafü in ‘asaytü Rabbiy azâbe yevmin ‘azıym;

De ki: “Gerçektir ki, ben muazzam bir sürecin yaşanacak azabından korkarım, eğer Rabbime isyan edersem (varlığımdaki mutlak tedbirini görmezden gelirsem)!” (A. Hulusi)

13 – De ki: ben korkarım rabbime isyan edersem büyük bir günün azâbından. (Elmalı)

Kul inniy ehafü in ‘asaytü Rabbiy azâbe yevmin ‘azıym de ki eğer ben rabbime isyan etmiş olsaydım korkunç bir günün azabından dehşete düşmem gerekirdi.

14-) Kulillâhe a’büdü muhlisan lehu diyniy;

De ki: “Sistem ve düzeninde O’ndan başka etken görmemek üzere Allâh’a kulluk edeyim…” (A. Hulusi)

14 – De ki: ben yalnız Allaha kulluk ederim, dinimi ona halîs kılarak, siz de onun berisinden dilediğinize kul olun, de ki: asıl hüsrâna düşenler Kıyamet günü kendilerine ve mensuplarına ziyan edenlerdir. Evet, odur işte asıl açık hursan. (Elmalı)

Kulillâhe a’büdü muhlisan lehu diyniy de ki ben arı duru inancımı yalnız Allah’a has kılarak sadece O’na kulluk ederim. Başkasına değil. Yani inancımı sadece Allah’a has kılarım. Bu manada samimiyet işte budur dostlar.

Ne diyordu Efendimiz; Ed Diynü nasihatün. Din samimiyettir. Li men ya Resulallah diye sordu etrafındakiler, kim için ya Resulallah; lillahi, ve li resulihi ve lil mü’miniyn Allah’a karşı samimiyettir, Resule karşı samimiyettir, mü’minlere karşı samimiyettir.

15-) Fa’budu ma şi’tüm min dûniHİ, kul innel hasiriynelleziyne hasiru enfüsehüm ve ehliyhim yevmel kıyameti, ela zâlike hüvel husranulmubiyn;

“Siz de O’nun dûnunda dilediğinize tapının!” De ki: “Gerçek şudur ki; kıyamet sürecinde hüsranı yaşayacak olanlar, hem nefslerini (bilinçlerini/kendilerini) hem de ehillerini (o günkü eşi olan bedenini) hüsrana uğratacak şekilde yönlendirenlerin ta kendileridir! Dikkat edin! İşte o apaçık bir hüsranın ta kendisidir!” (A. Hulusi)

15 – Onlara üstlerinden ateş çatılır, altlarından çatılır, duydunuz a, işte Allah kullarını bundan tahzir buyuruyor: ey kullarım onun için bana korunun. (Elmalı)

Fa’budu ma şi’tüm min dûniH artık siz de onu bıraktıktan sonra, yani ondan sonra, onu terk ettikten sonra neyi dilerseniz ona kulluk edin. Bunu siz bilirsiniz. Eğer sonucunu göze alıyorsanız, eğer onu bir tarafa bırakmışsanız, ondan sonra işte şuna kulluk etmeniz, buna kulluk etmenizin bir anlamı yok.

Çok ilginç bir ibare. Eğer O’na adam gibi kulluk etmiyorsanız, O’na adam gibi kulluk etmiyoruz ama, kulluk ettiğimiz peygamber demenizin hiçbir yararı yok. Aziyz demenizin hiçbir yararı yok. Veliy demenizin hiçbir yararı yok. Yani size bunun için hiç bir yararı yok. O’na adam gibi kulluk etmedikten sonra ona şirk koştuğunuz kimsenin onun katında sevgili olması sizi temize çıkarmıyor.

kul innel hasiriynelleziyne hasiru enfüsehüm ve ehliyhim yevmel kıyameh De ki gerçek şu ki asıl hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendilerini hem de yakınlarını hüsrana uğratanlardır.

Evet, iki dünyalı bir hayat tasavvuru. Tek dünyalı tasavvura sahip olanın sorumlu davranması istisnaidir. İki dünyalı bir hayat tasavvuruna sahip olanın da sorumsuz davranması istisnadır. hasiru enfüsehüm kendilerini kaybedenler diyor, kendini kaybetmek. Kendini kaybeden neyi kazanır? Kendini kazanan neyi kaybeder ki. Kendini kaybetmesi insanın rabbini kaybetmesidir. En büyük emanet sizsiniz, sizin en büyük ihanette kendinize yaptığınız ihanettir ey insanoğlu diyor bu ayet aslında zımnen. Kendini kaybeden insan her şeyini kaybeder diyor.

ela zâlike hüvel husranulmubiyn bakın; işte bu değil midir açık kayıp. Büyük kayıp bu değil midir.

16-) Lehüm min fevkıhim zulelün minennari ve min tahtihim zulel* zâlike yuhavvifullahu Bihi ‘ıbadeHU, ya ıbadi fettekun;

Onların, fevklerinden (bilinç boyutu itibarıyla) de yakıcı – ateşten gölgelikler (katmanlar) vardır, altlarından (bedenleri itibarıyla) da gölgelikler (katmanlar) vardır… İşte (gerçek) bu; Allâh onun korkusunu kullarında açığa çıkarıyor! Ey kullarım, benden korunun (Sünnetim gereği sizden açığa çıkan her şeyin sonucunu kesinlikle yaşatacağım için)! (A. Hulusi)

16 – Tağut’tan, ona kulluk etmekten kaçınıp da tam gönülle. (Elmalı)

Lehüm min fevkıhim zulelün minennari ve min tahtihim zulelûn onları üstlerinden ateş tabakaları kuşatacak, altlarından da ateş tabakaları kuşatacak. zâlike yuhavvifullahu Bihi ‘ıbadeH işte bu yolla Allah kullarının kalbine korku salıyor. Maksat insanın ebedi mutluluğudur yani korku salmakla. İnsanın korkusunu istismar etmeyen yegane otorite Allah’tır. Allah dışında insanın korkusunu her otorite istismar eder. O, bu güdüyü insanın mutluluğu için itici güç olarak kullanıyor ve bunu da böyle ima ve ihsas ediyor.

ya ıbadi fettekun ey kullarım bana karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.

17-) Velleziynectenebüt tağute en ya’buduha ve enabu ilAllâhi lehümül büşra* febeşşir ıbad;

Bedenini tanrılaştırarak (tagut) ona tapınmaktan kaçınıp, Allâh’a (hakikatlerine) yönelenler var ya, onlar için Büşra (müjde; vuslat) vardır… Kulları müjdele! (A. Hulusi)

17 – Allaha yönelenlere gelince onlarındır müjde: haydi tebşir et kullarıma. (Elmalı)

Velleziynectenebüt tağute en ya’buduha ve enabu ilAllâhi lehümül Büşra şeytani güç odaklarına, kulluğa yanaşmayan ve Allah’a yönelen kimseler var ya, işte asıl müjdeyi hak eden onlardır. Tağut; Tuğyan dan türetilmiştir, yani isyanı otorite hakline getiren kimse, veya otorite. Gücün sözüne uyan, gücün sözünü yücelten. Bir sonra ki ayete bağlı olarak eğer anlamlandırırsak; Tağut; gücün sözünü yücelten, tağuta karşı çıkanda sözün gücünü yüceltendir. Allah’a isyanı sistemleştiren her güç odağı tağuttur bu manada.

febeşşir ıbadiy şu halde bu kullarımı müjdele.

18-) Elleziyne yestemi’unel kavle feyettebi’une ahseneh* ülaikelleziyne hedahümullâhu ve ülaike hüm ulül elbab;

Onlar (o kullarım) ki, Hak sözü işitip, onun en güzeline (en koruyucu olanına) tâbi olurlar… İşte onlar kendilerini Allâh’ın hakikate erdirdiği kimselerdir ve işte onlar derin düşünen akıl sahiplerinin ta kendileridirler! (A. Hulusi)

18 – Onlar ki sözü dinlerler, sonra da en güzelini tatbik ederler, işte onlar Allahın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir, ve işte onlardır o temiz akıllılar. (Elmalı)

Elleziyne yestemi’unel kavle feyettebi’une ahseneh o kullar ki sözün tamamını dinlerler, en güzeline uyarlar.

İşte Mü’minin tarifi. Tağuta karşı ne getiriliyor bakınız. Sözün gücüne inanandır mü’min, gücün sözüne değil. Sözün gücüne inanan peygamberin ümmeti, o peygambere düşmanları ‘üzünün dediler, Kur’an bize bunu haber veriyor. Kulaktır, Neden çünkü sözü olan herkesi dinlediği için. Vahiy medeniyeti; söz medeniyetidir. “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz diyen Yunus, vahiy medeniyetinin çocuğudur. Bu medeniyette sözle savaş kesen savaşçılar vardı, savaş kesen sözler vardı. Şimdi ise eşkıya dünyaya hükümdar olduğu için sözün gücünün yerini gücün sözü aldı. Onun için her vahyin muhatabı, herkes tekrar sözün gücünün üstün gelmesi için gayret etmek zorundadır.

[Ek bilgi ; ŞİİRİN DEVAMI;

Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz,

Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz.

Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı.

Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.

Kişi bile söz demini, Demeye sözün kemini.

Bu cihan cehennemini, Sekiz cennet ede bir söz.

Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden.

Pek sakın o sah katından, Seni ırak ede bir söz.

YUNUS EMRE]

ülaikelleziyne hedahümullâh işte Allah’tan kendilerine doğru yolu gösterdiği kimseler onlardır ve ülaike hüm ulül elbab ve işte onlar akletme yetilerini kamil manada kullananlardır.

19-) Efemen hakka aleyhi kelimetül azâb* efeente tünkızü men fiyn nar;

Yanan kimseyi sen mi kurtaracaksın, azap çekmesi için varolmuş (şakî) ise? (A. Hulusi)

19 – Ya üzerine «kelimei azâb» Hakk olmuş kimse de mi? Artık o ateşteki kimseyi sen mi çıkaracaksın? Fakat o rablerine korunanlar, onlara şehnişinler var ki üzerlerinde şehnişinler yapılmış, altlarından ırmaklar akar Allahın vaadi, Allah mîadını şaşırmaz. (Elmalı)

Efemen hakka aleyhi kelimetül azâb hakkında azab vaadi gerçekleşmiş olan kimse mi efeente tünkızü men fiyn nar şimdi sen ateşte ki birini kurtarabilir misin. Yani senin elinde değil böyle birini kurtarmak.

20-) Lakinilleziynettekav Rabbehüm lehüm ğurefün min fevkıha ğurefün mebniyyetün tecriy min tahtihel’ enhar* va’dAllâh* lâ yuhlifullahul miy’ad;

Fakat Rablerinden korunanlara gelince, onlar için fevkinde (bilinç boyutunda) bina olunmuş, altlarından nehirler (kendilerinde açığa çıkan ilmin getirisi marifetler) akan ğuraf (cennet makamları) vardır… (Bu) Allâh’ın vaadidir… Allâh vaadi asla değişmez! (A. Hulusi)

20 – Görmedin mi Allahın Semadan bir su indirip de onu bir yoluyla Arzda menbalara koyduğunu? Sonra onunla bir ekin çıkarır, türlü renklerle, sonra o heyecana gelir, bir de görürsün. (Elmalı)

Lakinilleziynettekav Rabbehüm lehüm ğurefün min fevkıha ğurefün mebniyyetün tecriy min tahtihel’ enhar öte yandan rablerine karşı sorumlu davrananlar, altlarından ırmakların aktığı üst üste inşa edilmiş yüce cennet köşklerine sahip olacaklar. va’dAllâh* lâ yuhlifullahul miy’ad bu Allah’ın vaadidir, Allah vaadinden asla dönmez.

Allah vaadinden dönmez, ya kul, ya insan? Allah’a söz verdi insan. O halde ey insan sen de vaadinden dönme.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. FATIR (01-18) (136)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

“BismillahirRahmanirRahıym”

 

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Amin!

Değerli Kur’an dostları, bugün muhteşem Kur’an ülkemizin yepyeni bir sitesine daha gireceğiz. Bu sitenin adı Fatır suresi. Kur’an ın mevcut Mushaf diziminde 35. sırada yer alan Fatır suresi adını birinci ayetinden alır.

Fatır; Yaratmak, yaratmaya başlamak, yarıp ortaya çıkarmak kök fiilinden türetilmiş olan bu kelime, Allah’ın muhteşem yaratışını ifade eder. Buhari ve Tirmizi’de surenin melaike adı ile geçtiğini görüyoruz. Yani ikinci bir ad olarak ta melaike suresi adıyla anılıyor. Bunun sebebi de yine 1. ayetinde meleklerin Kur’an ın başka hiçbir yerinde anılmayan vasıflarıyla, nitelikleriyle anılmış olması.

Sure Mekki bir sure. Tamamen Mekke’de nazil olmuş, Furkan ve Meryem sureleri arasında nazil olunmuş. Mekke döneminin orta periyoduna yerleştirebiliriz sureyi. Şöyle konusuna baktığımızda, üslubunu nazarı dikkate aldığımızda içeriği itibarıyla Mekke döneminin yaklaşık 5 ila 8. yılları arasına yerleştirebiliriz. Nüzul sıralamasında 43. sırada yer alır.

Sure konusu itibarıyla gerçekten adı gibi bir sure. Allah’ın muhteşem yaratışını ele alıyor. Fakat Kur’an ın başka hiçbir tarafında görmediğim çok özel imalar, ifşalar, ihsaslar içeriyor. Kainatta ki Allah’ın yaratışının tezahürünün bin bir rengi surede sürekli ele alınıyor.

Varlığın çeşitliliği, farklılığı ve özelde çift kutupluluğu, bütün söz dönüp dolaşıp tekrar tekrar varlığın bütün bu çeşitliliğine rağmen muhteşem uyumuna ima ediliyor, dikkat çekiliyor. Yani çeşitlilikle birlikte muhteşem bir uyum. Ve buradan yola çıkarak söz insana getiriliyor. Ve varlık bu kadar çeşitlilik içinde dahi bu muhteşem uyumu sergilerken insanın tek düze olması, tek bir cins olması, tek bir şey düşünmesi, hatta tek bir inanca sahip olmasını beklemeyin. İnsan da farklı farklı olacak. Çünkü bilgiler farklı, tecrübeler farklı, eğilimler farklı. Dolayısıyla tercihler farklı ve tabii ki inancı da farklı olacak.

İşte bu çerçevede Mekke’li ilk muhataplarına farklı olarak gördüğünüz yeni inanca ve sizden farklı olduğunu düşündüğünüz peygambere karşı neden yok etme operasyonuna girişiyorsunuz. Yani her farklılığa neden düşmansınız. Neden önce öteki ilan edip sonra vuruyorsunuz.

Aslında surenin dönüp dolaşıp sözü getirdiği yer burası ve en sonunda bu farklılığın ve len tecide lisünnetillahi tebdiyla. (Ahzab/62) ve len tecide lisünnetillahi tahviyla. (Fatır/43) ayetiyle Allah’ın sünnetinde bir değişme, bir başkalaşma bulamazsın. Evet evet Allah’ın sünnetinde, adetinde, uygulamasında yani ilahi gelenekte bir sapma bulamazsın diyerek varlıktaki farklılığın ilahi bir gelenek olduğu, Allah’ın sünneti olduğu bunu yok etmeye çalışmanın imkansız olduğu herkese Mü’min ya da kafir herkese vurgulanmış oluyor.

Sure yine belki bir çok surede rastlayamayacağımız kadar berceste ayetle dolu. Yani Kur’an ın bütününe yayılmış bir çok hakikat bu surede bir tek cümle ile ifadesini bulur. Bunlar çok, fakat mesela 15. ayet;

Ya eyyühen Nas siz ey insanlık, ey insanlar entümül fukarâu ilAllâh* vAllâhu “HU”vel Ğaniyyül Hamiyd. (15) Allah’a son derece muhtaçsınız. Fakat Allah kimseye muhtaç değildir.

Bu muhteşem bir adeta berceste ayet. Büyük bir hakikati süze süze bir tek cümleye indirilmiş. Siz hep muhtaçsınız, Allah hiç muhtaç değil. Bunun üzerine çok durmak çok düşünmek lazım. Neden kulluk, neden kulluğa mahkum ve mecburuz. Neden haddini bilmezliktir küfür. Neden zulüm kendini bilmezliktir. Neden her tür sapma aslında insanın kendi kendine yeterli olduğunu zannetmesi ile başlar. Evet, neden, neden!

Yine bir başka ayet, hemen bir sonraki ayet; İn yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti Bi halkın cediyd (16) eğer dilerse Allah sizi kökünüzden söker, siler, süpürür, temizler, yerinize yeni bir toplum, ya da Bi halkın, kelime iki manaya da gelir. Yepyeni bir canlı türü, varlık türü getirir.

Yine bir başka berceste ayet, 26. ayet. (hayır 28 olacak); innema yahşAllâhe min ‘ıbadiHİl ‘ulema’ (28) Allah’tan kulları içinde sadece varlığın hakikatini hakkıyla bilenler tir tir titrerler.

Yine bir başka ayet, 43. ayet. ..felen tecide lisünnetillahi tebdiyla* ve len tecide lisünnetillahi tahviyla (43) ki biraz önce okudum ve manasını vermiştim.

İşte sure böylesine zengin, böylesine konsantre metinlerle dolu. Şimdi Fatır suresinin tefsirine geçebiliriz bu kısa özetten sonra.

 

“BismillahirRahmanirRahıym”

Rahman, rahiym olan Allah adına.

 

1-) El Hamdu Lillâhi Fatıris Semavati vel Ardı Ca’ılil Melaiketi Rusülen üliy ecnihatin mesna ve sülâse ve ruba’* yeziydü fiyl halkı ma yeşa’* innAllâhe alâ külli şey’in Kadiyr;

Hamd; semâların ve arzın Fâtır’ı (yaratış amacına göre belli bir programla icat eden), melekleri (şuurlu işlev kuvveleri türler) ikişer, üçer, dörder yönlü (işlevli) Rasûller olarak açığa çıkaran Allâh’a aittir! Yaratılışta dilediğini ziyade eder… Muhakkak ki Allâh her şeye Kaadir’dir. (A.Hulusi)

01 – Hamd Allaha, o Gökleri, Yeri yaratan ve Melâikeyi kılan fâtıra: Kanatlı Kanatlı elçiler, ikişer üçer dörder, halkta dilediği kadar ziyade eder, hakikat Allah her şey’e kadirdir. (Elmalı)

 

El Hamdu Lillâhi Fatıris Semavati vel Ardı Ca’ılil Melaiketi Rusülen üliy ecnihatin mesna ve sülâse ve ruba’ Hamd tümüyle, sena, övgü, şükür tamamıyla gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı kılan Allah’a mahsustur.

Fatır, aslında ismi fail. Kûfe okuluna göre Kûfe dil mezhebine göre ismi fail süren fiil. O halde şöyle anlayabiliriz. Allah’ın gökleri ve yeri yaratışı sürüp gitmekte olan bir yaratmadır. Yani sürekli yaratmaya devam ediyor.

Bu; ..külle yevmin HUve fiy şe’n. (Rahman/29) O her an iş başındadır, her an yaratmadadır ayetiyle birlikte düşünüldüğünde anlamını bulmuş olur. Allah’ın eşyaya aktif ve sürekli müdahalesini ifade ediyor bu ayet. Yani eski Yunan sofistleri gibi Allah alemi yarattı ve emekli oldu (Haşa) düşüncesini reddediyor. Dünyamıza müdahil olduğu için Allah’a hamd edelim. Bunu istiyor bizden bu ayet. Yani ey insan, ey muhatap hele ki Allah senin hayatına ve dünyana müdahale ediyor. Bunun için otur ve hamdet; Ya rabbi dünyama müdahil olduğun için, sürekli nazar kıldığın için, sürekli el attığın için sana sonsuzca hamd olsun. Aslında verilen mesaj bu.

mesna ve sülâse ve ruba’ Taberi’nin de beyan ettiği gibi 2 şer, 3 er, 4  er diye anlaşılan bu ibare 2 – 3 – 4 diye düz bir rakamla da ifade edilebilir diyor Taberi. Tabii ki aritmetik değil bu ibare. Yani meleklerin kanatlarının standart sayısını veriyor değil. Kaldı ki meleği tasavvur edemeyen bizlerin bir kanat tasavvur etmesi de söz konusu değil. Burada gayba ilişkin bir şey ifade ediliyor, onun içinde bu ifadelerin, bu kelimelerin de gaybi bir hakikati ifade ettiğini anlamamız gerekiyor.

Ama bunu nasıl anlarız, nasıl kendi dünyamıza, düşüncemize indiririz, nasıl nüzul eder, nasıl inzal olunur diyecek olursak, -ki bunda haksız sayılmayız- o zaman bunu Resulallah’ın nasıl okuduğuna bakmak lazım. Ki Buhari ve Müslüm’ün naklettiği bir hadiste efendimizin Cebraili 600 kanadıyla birlikte gördüğü ifade edilir.

Burada hiç şüphesiz Cebrail’in 600 kanatlı olarak nitelenmesi, vasf edilmesi de aritmetik değil. Taşıdığı vahiy yükünün ağırlığını gösteren bir mecaz. Yani çok ağır bir yük taşıyor. O kadar ağır ki, bu ağır yük, bu ağır söz, -ki ağır söz tabiri bana ait değil, Kur’an a ait;

 İnna senulkıy ‘aleyke kavlen sekıyla. (Müzemmil/5)  senin üzerine ağır bir söz bırakacağız. İşte bu ağır söz. İçeriği itibarıyla o kadar ağır ki eğer dağların üstüne inmiş olsa, dağların bu ağırlık altında toz duman olacağı;

Lev enzelnâ hâzelKur’âne ‘alâ cebelin leraeytehu hâşi’an mutesaddi’an min haşyetillâh. (Haşr/21) işte bu ayet o. O gerçeği söylüyor. Eğer biz bu Kur’an ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık vahyin ağırlığı altında haşyetten tir tir titremekten, Ona karşı olan derin saygısından sen dağın toz duman olduğunu, hallaç pamuğu gibi atıldığını görürdün. Hakikat bu. Bu ağır söz nasıl iner diyorsanız eğer işte Resulallah’ın dilinde böyle ifadesini bulmuş. Zaten Aritmetik olmadığının delili de ayetin devamı. Tahdit yok çünkü. Devamında ne var onu okuyalım;

yeziydü fiyl halkı ma yeşa’ o yaratıkların kapasitesinde dilediği artışı gerçekleştirir. Gerçekten çok müthiş bir cümle bu. üzerinde çok durmamız gereken bir cümle. Allah’ın eşyaya müdahalesinin mahiyetini ele veren, aynı zamanda insanın duasını da izah eden bir cümle. O yaratıkların kapasitesinde dilediği artışı gerçekleştirir. yeziydü fiyl halkı ma yeşa’ Allah’ın aktif ve aktüel müdahalesini burada bir daha görüyoruz.

Kapasite artırımı, Bunun dua ile ilişkisini kuramadınız? Yani benim gücüm bu kadar, yok dua et gücün artsın. Sınırım bu kadar yok. Dua et artsın. Aklım buna eriyor. Hayır daha ötesine de erebilir, Allah’tan iste. Yani kapasitenizin sınırlarına dayandınsa rabbimizden iste yeni kapasite eklesin. Tıpkı bir bilgisayarın hard diski dolunca, hafızası dolunca Rem eklemek gibi Allah’ta sana Rem eklesin. İlave kapasite versin. Genişletsin, ufkunu, gözünü, gönlünü, özünü genişletsin.

Şükür nimeti artırır. Hamd şükrün zirvesidir. Mucizeler aslında eşyanın kapasitesine ilahi bir ilavedir. Mucize dediğimiz şeyler eşyanın kapasitesine Allah’ın müdahalesidir ve ilavesidir. Onun için hamd ile, şükür ile, dua ile, namazla, niyaz ile, sena ile emr olunduk. Surenin hamd ile başlaması da bu yüzden.

 ..lein şekertüm le eziydenneküm ve lein kefertüm inne azâbiy leşediyd (İbrahim/7) yok nankörlük ederseniz azabım şiddetli olur. Yani sizi mahrum bırakırım Aslında kapasite artırımının zihnimize üşüştürdüğü o kadar çok mana var ki sırf bu cümleyi tefsir için bu bir dersin tamamını verebiliriz. Ama biz sözüm her şeyi ifade edemeyeceğini hiç unutmadan özümüzle bu ayeti, bu ibareyi anlamaya hissetmeye yaşamaya çalışalım.

innAllâhe alâ külli şey’in Kadiyr çünkü Allah her şeye güç yetirendir. Her şeye kadiyrdir. Bunu nasıl yapar diye sormanın elbette lüzumu yoktur, isterse yapar.

[Ek bilgi; KAPASİTE ARTIRIMI VE ZİKİRİLİŞKİSİ.

 ZİKİR NİÇİN ÇOK ÖNEMLİ?

"İNSAN ve SIRLARI" isimli kitabımızda tafsilâtlı olarak bunları yazmamıza rağmen, önemi dolayısıyla burada da ZİKRİN zorunluluğu üzerinde durmak istiyorum.

Kesin olarak bilinmelidir ki; DİN tamamıyla, bilimsel gerçekler üzerine oturtulmuş, günün şartları içindeki sembolik anlatımdır.

İslâm Dini'nde, -sadece Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-î Şerîf- mevcut olan bütün hükümler, insanın gerek bugünü ve gerekse ölüm ötesi yaşamı için zorunlu olarak ihtiyaç duyacağı şeyleri temin gayesiyle gelmiştir. Ayrıca, insanın bu önerilere uyması, onun gelecekte kendisine zarar verici birçok şeyden korunmasına da vesile olacaktır. İnsanın yaşamı ise, bilindiği üzere BEYİN ile düzenlenir. İnsan'da ortaya çıkan her şey, BEYİN aracılığıyladır.

Ölüm ötesi yaşam bedeni olan RUH dahi beyin tarafından "yüklenir!"

Allâh'ın isimlerinin işaret ettiği mânâlar, insan beyninde açığa çıkar. İnsan şuuru, Allâh'ı, ancak beyin kapasitesi kada tanıyıp "yakîn" elde eder.

İşte böyle olunca, ZİKİR olayının önemini kavrayabilmek için, önce beynin çalışma sistemini kavramak, sonra da zikir hâlinde beyinde nasıl bir işlem oluştuğunu idrak etmek zorunda kalırız.

Milyarlarca hücreden oluşan beyin, esas itibarıyla biyoelektrik enerji üretip, bunu ışınsal enerjiye çeviren ve kendisinde oluşan mânâları, bir yandan RUH dediğimiz yapıya yükleyen ve diğer yandan da dışarıya yayan bir organik cihazdır.

Genelde, doğuştan alınan ilk tesirlerle yüzde beş, yüzde on kapasiteyle çalışan beyin, aldığı çeşitli etkilerin de aracılığıyla, sıradan bir yaşam türü geçirir, bildiğimiz herkes gibi...

Oysa beyindeki bu kapasitenin arttırılması mümkündür! (1)

(1) Zikrin önemi, bizim bu konuda yaptığımız açıklamalardan on sene sonra bilim dünyasında ilk defa olarak tespit edilmiştir. Aşağıda okuyacağınız metinler bu söylediklerimizin ispatıdır.

NOKTA 6 Mart 1994 tarih 11. Sayısında; "Batı, zikri geç keşfetti!" başlığı altında;

John Horgan'ın Bilim dergisinin (Scientific American) Ocak 1994 sayısında yayımlanan "Dağınık İşlevler" makalesinde savunduğu görüşlerin, ilk kez 1986 yılında Ahmed Hulûsi tarafından yazıldığını biliyor muydunuz?

Bilimsel konularda aşağılık kompleksimizi yenmek zaman alacak. İçimizden birinin yıllar önce savunduğu görüşleri dikkate almaktansa, o görüşlerin benzerlerinin dışarıda da kabul edilmeye başlanmasını bekleriz. Bazen de, aşağıda anlatacağımız, Ahmed Hulûsi örneğinde olduğu gibi şaşırtıcı tesadüfle karşılaşabiliriz.

Bilim Dergisi'nde yayımlanan "Dağınık İşlevler" adlı yazıda John Horgan, "Beyinde entegrasyonu sağlayan beyin üstü bir yapı var mı?" sorusuna yanıt arıyor ve 1993 yılında yapılan deneylerden yola çıkarak çeşitli tezler öne sürüyor. Ahmed Hulûsi ise, 1986 yılında yayımladığı "Din ve Bilim Işığında İnsan ve Sırları", "Dua ve Zikir" adlı kitaplarında bu soruların yanıtını çok daha önceden veriyor.

Sözü edilen makalede, John Horgan şu deneye yer veriyor: Deneyde gönüllülere isimler içeren bir liste veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okumaları ve her isimle ilişkili bir yüklem söylemeleri isteniyor. Örneğin, "köpek" sözcüğü okununca "havlamak" gibi bir yüklem söylenmesi gerekiyor. Bu deneyde, beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözleniyor. Fakat aynı isimleri içeren listenin sürekli olarak tekrarlanması, nöron aktivitesinin değişik bölgelere kaymasına yol açıyor. Gönüllülere yeni bir isim listesi verildiğinde ise nöron aktivitesinin arttığı ve ilk bölgelere döndüğü görülüyor. (A. Hulusi – Dua ve zikir)]

 

2-) Ma yeftehıllahu linNasi min rahmetin fela mümsike leha* ve ma yümsik fela mursile lehu min ba’dihi ve “HU”vel ‘Aziyzül Hakiym;

Allâh, insanlara bir rahmet açacaksa, onu engelleyecek yoktur! O’ndan sonra, kapattığını da açığa çıkaracak yoktur! “HÛ”; Aziyz’dir, Hakiym’dir. (A.Hulusi)

02 – Allah, insanlara rahmetinden her neyi açarsa onu tutacak, kısacak yoktur, her neyi de tutar kısarsa onu da ondan sonra salacak yoktur, öyle azîz, hakîm odur. (Elmalı)

 

Ma yeftehıllahu linNasi min rahmetin fela mümsike leha Allah’ın insanlar için açacağı rahmet kapısını kimse kapatamaz. Ya da şöyle yaklaşık bir çeviri yapalım mı? Allah birinin önünü açmışsa onun önünü kimse tıkayamaz. İsterseniz tefsir yerine etrafınıza bakın. ve ma yümsik fela mursile lehu min ba’dih O kapattıktan sonra da O’nun kapattığını kimse açamaz. Ya da deminki cümlenin bir devamı olarak, eğer Allah birinin önünü de kapatmışsa dünya alem bir araya gelse onun önünü açamaz.

Hayat bu ayetin en güzel tefsiri dostlar. yaşadığınız zamanlara bir bakın, bu ayetin tecellisini göreceksiniz. Zımnen ayetin söylediği eğer önünüzün açılmasını istiyorsanız, birilerinin gözüne bakmayın, Allah’a dönün, korkmayın. Yürü kulum derse sizi durduracak bir engel koyamazlar. O’nun yürü dediğini durduracak bir güç yoktur. Onun için Allah’a yönelin ve önünüzü açmasını O’ndan isteyin, tıpkı Resulallah gibi.

- Ya mufettihal ebvab iftehlenâ hayre’l bab..!

Ey kapıları açan Allah’ım bizim önümüze de hayırlı kapılar aç. Duasını siz< de sık sık tekrar edin.

ve “HU”vel ‘Aziyzül Hakiym zira O yüceler yücesidir, üstün hikmet sahibidir.

El Aziyz; Bu konuda genel bir kural söylememe izin verin lütfen, Kur’an da ayetler bu mübarek isimle, esma ül Hüsna da yer alan bu güzel isimle bittiğini görürseniz, o ayetin bağlamına şöyle bir bakın. Yerilen şeyin zararından etkilenen Allah değil ey insanoğlu sensin imasını içerir El Aziyz. Yani, böyle şu tavsiyeleri yapmasan, şu sözleri tutmasan, bu vahyi kulak ardı etsen ne olur? Ne mi olur? Bir düşün, Allah’a hiçbir şey olmaz. El Aziyz in ima ettiği budur. Olursa size olur. Size kesinlikle olur. Allah’tan mahrum kalırsınız. Yol kılavuzunuz yok olur haritanız olmaz. Pusulanız şaşar, rotanızı kaybedersiniz. Daha ne olsun.

El Hakıym; Bu da bir ima içerir. Allah’ı yanlış anlama ihtimali olan yerlerde gelir bu isim hep. Allah’ı yanlış anlama ihtimali olan bağlamlarda gelir, hikmetini kavrayamasanız da, hikmetini bilemeseniz de bir şeyi unutmayın. Allah hikmetsiz iş yapmaz. Yani O El Hakıym dir. sebepsiz, nedensiz, amaçsız iş olsun diye iş yapmaz. El Hakıym i gördüğünüzde bu imayı anlayacaksınız.

 

3-) Ya eyyühen Nasüzküru nı’metAllâhi aleyküm* hel min halikın ğayrullahi yerzükuküm mines Semai vel Ard* lâ ilâhe illâ HU* feenna tü’fekûn;

Ey insanlar… Üzerinizdeki Allâh nimetini düşünün! Allâh’tan gayrı, semâdan (beyindeki datadan) ve arzdan (beyin – beden yollu) sizin yaşam gıdanızı veren bir yaratıcı var mı? Tanrı yoktur, sadece “HÛ”! Nasıl (Hak’tan) sapıtırsınız! (A.Hulusi)

03 – Ey insanlar! Allahın üzerinizdeki nimetini anın, Allahın gayrı bir hâlik mı var? Size Gökten ve Yerden rızık verir, başka tanrı yok ancak o, o halde nasıl çevrilirsiniz? (Elmalı)

 

Ya eyyühen Nasüzküru nı’metAllâhi aleyküm siz ey insanlık Allah’ın size verdiği nimetleri hatırlayın. hel min halikın ğayrullahi yerzükuküm mines Semai vel Ard Allah’tan başka sizi gökten ve yerden sürekli doyuracak bir yaratıcı var mı?

Zımnen söylediği gerçek şu. Haneye değil, hanenin sahibine teşekkür et. Öyle değil mi. Eğer size bir ziyafet çekilmişse bir hanede duvarlara mı teşekkür edersiniz. Ekme değil, ekmeğin sahibine teşekkür edin. Teşekkür kulluktur. Kulluk teşekkürdür.

lâ ilâhe illâ HU O’ndan başka tapılmaya layık, kulluğa layık bir ilah yok. O halde feenna tü’fekûn nasıl ve nereden böylesine savruluyorsunuz. Evet, bu düşüncelerinizde ki savrukluğun sebebi ne. Sizi Allah ile kesip koparan sebep ne. Allah’tan sizi kesen ayıran sebep ne. Neden Allahsız yaşamak istiyorsunuz. Bunu becerebilir misiniz. İşte bu savrulmak.

 

4-) Ve in yükezzibuke fekad küzzibet Rusulün min kablik* ve ilAllâhi turce’ul umûr;

Eğer seni yalanlıyorlarsa, senden önceki Rasûller de gerçekten yalanlanmıştı! Olup bitenler hakkında hüküm Allâh’a aittir. (A.Hulusi)

04 – Ve eğer seni tekzip ediyorlarsa bundan evvel bir çok Resuller de tekzip olundu, bütün işler Allaha irca’ olunur. (Elmalı)

 

Ve in yükezzibuke fekad küzzibet Rusulün min kablik eğer seni yalanlıyorlarsa, yalanlamışlarsa, unutma ki senden önce de bir çok peygamber yalanlanmıştı. Doğrudan vahyin ilk muhatabı olan efendimiz, peygamberimize hitap ediliyor. Eğer seni yalanlıyorlarsa bu sürpriz değil diyor. senden önce de peygamberler yalanlanmıştı. ve ilAllâhi turce’ul umûr sonunda her iş döner dolaşır Allah’ın dediğine varır. Yani rahat ol, sıkılma, bundan dolayı kendini suçlama. Sen sadece tebliğ et, görevini yap, Allah’a vereceğin hesabını düşün ve gerisine karışma. Yani Allah’ın yarattığı varlıklar gibi insanoğlu da çeşit çeşittir, rengarenktir ve bu renkler tek renge hiçbir zaman inmeyecektir. İma surenin genelinde vurgulanan bu hakikat aslında.

 

5-) Ya eyyühenNasu inne va’dAllâhi Hakkun fela teğurrennekümül hayatüd dünya ve lâ yeğurrenneküm Billâhil ğarur;

Ey insanlar! Muhakkak ki Allâh’ın vaadi gerçektir! Dünya hayatı (bedensel yaşam boyutu) sakın sizi aldatmasın… O çok aldatıcı da (bilinciniz) Allâh’a karşı mağrur yapmasın! (A.Hulusi)

05 – Ey insanlar! Haberiniz olsun ki Allahın vaadi muhakkak haktır, sakın o Dünya hayat sizi aldatmasın ve sakın o mağrur Şeytan sizi Allaha da mağrurlandırmasın. (Elmalı)

 

Ya eyyühenNasu inne va’dAllâhi Hakkun ey insanlar, şunu hiç aklınızdan çıkarmayın ki Allah’ın vaadi Hakk tır, mutlaka gerçekleşecektir. fela teğurrennekümül hayatüd dünya o halde sizi dünya hayatı asla aldatmasın, oyalamasın. Yani kandırmasın, kanmayın. Geçici olana aldanmayın. Unutmayın Allah vaad etmişse mutlaka yerine getirir. Unutmayın Ölümü yaratmışsa mutlaka sizi bulur. Unutmayın ..velev küntüm fiy burucin müşeyyedeh (Nisa/78) isterseniz sağlam burçlarda, kalelerde olun fark etmez, Allah’ın yasasına siz de tabisiniz.

El hayatüd dünya; hem yakın hayat, hem alçak hayat anlamına gelir, peşin hayat anlamına da zımnen gelir. Öbürü veresi, vadeli hayat. Öte, yüksek ve gelecek hayatı yakın, peşin ve alçak hayat unutulmaz söylediği o. Dünya Züleyha’dır ey insanoğlu söylediği bu ayetin. Siz ise Yusuf’sunuz. Gömleğinize bakın, sakın, sakın gömleğiniz önden yırtılmasın. Dünya ile girdiğiniz ilişkide dikkatli olun.

Lâ yeğurrenneke tekallübülleziyne keferu fiyl bilad. (A. İmran/196) ayetini hatırladım. Doğrudan ilk muhataba hitab ediyor. Kafirlerin şu yer yüzünde böbürlene böbürlene bir eli yağda bir eli balda dolaşmaları seni asla bozmasın, seni aldatmasın. Metaun kaliylün.. bu çok az geçici bir zevk, tadımlık bir lezzet bu o kadar. sümme me’vahüm cehennem. (A. İmran/197)  sonra varış yerleri, son durakları cehennem olacaktır. Diyen ayetleri hatırladım.

ve lâ yeğurrenneküm Billâhil ğarur ve dahası, aldatıcının hiçbir türü sizi Allah ile aldatmasın. Çok ilginç değil mi? Allah ile aldatmak. Lokman/33. ayeti ile birlikte okumak lazım bu ibareyi. Allah ile aldatmak yasak. Alla ile aldatmak aldatmaların en çirkini. Allah’ı kullanmaya kalkmak (haşa) belki Allah hakkında aldatıcı düşüncelere itibar etmek manası da var burada. Yani Allah ile aldatmak; Sen yap, günahın benim boynuma. Bu da Allah ile aldatmaktır. Allah ile aldatmak; Ya..! nasıl olsa affeder..! Bu da Allah ile aldatmaktır. Allah hakkında yamuk düşüncelere kapılmak. Allah hakkında ki tasavvurunuzun yamulması. Allah’ın rahmetini istismar etmeye kalkmak, kötü kullanmaya kalkmak. Bu da insanın kendi yamuk düşüncelerinin kendini aldatması. Allah ile kendini aldatmanın bir başka türü.

 

6-) İnneş şeytane leküm adüvvün fettehızûhu adüvvâ* innema yed’u hızbehu li yekûnu min ashabis se’ıyr;

Muhakkak ki şeytan (bedenin organlarının yolladığı impulslarla beyinde oluşmuş olup, bilinçte açığa çıkan kendini bedenden ibaret sanma kabulü) sizin için bir düşmandır (Allâh’tan, hakikatinizden uzaklaştırıcı bir faktör)! Siz de onu düşman edinin! (Kendini yalnızca beden kabulü,) kendine inananları, alevli ateşin ehli olmaları için çağırır! (A.Hulusi)

06 – Haberiniz olsun ki Şeytan size düşmandır, siz de onu düşman tutun, çünkü o etrafına toplanan hizbini ancak ashabı Saîrden olsunlar diye davet eder. (Elmalı)

 

İnneş şeytane leküm adüvvün fettehızûhu adüvvâ şeytanın, sizin düşmanınız olduğunu kesinlikle bilin. Bu kesin. O halde siz de onu düşman olarak bilin. Onun size düşman olduğu kesinse, siz ona dost olmakla aslında düşmanınıza dostluk yapmış olmuyor musunuz. Bu nasıl akıl, bu nasıl yaklaşım. Aslında çok makul olanı rabbimiz bize buyuruyor. Eğer doğru düşünürseniz bu böyle, ama siz nasıl ters düşünüyorsunuz.

Kötü, şeytan kötünün adıdır. İnsanın düşmanıdır kötü. Mikrobun kendisi dezenfekte edilemez. Mikrop mikroptur. Kötü kötüdür. Kötü iyi olmaz. Kötünün kolektif ve örgütlü olması en tehlikeli düşmanlıktır. Leküm deki lam; ihtisas için, yani Allah’ın rakibi ve hasmı değildir şeytan. Sizin rakibiniz ve hasmınızdır. Orada ki ihtisas lâm ının anlama kattığı yan anlam budur. Aynı zaman da şeytan tasavvurumuzu düzeltiyor.

Birçok kültürde, bir çok inanç sisteminde şeytan tasavvuru Allah’ın negatifi olarak görülür. Yani kötülük ilahı. Hayır, böyle bir şey yok. Şeytan Allah’ın asi bir kuludur, asi bir yaratığıdır. Zaten Kur’an sık sık bunu farklı yerlerde, farklı biçimlerde ifade eder. Mesela şeytan ..fe bi izzetike (Sâd/82) diye senin şerefine yemin oldun ya rabbi diye konuşur. Evet, yani Allah’ın şerefine yemin ederek, izzetine yemin ederek konuşur şeytan. Kendi yalancılığını itiraf eder ve “benim bir suçum yok” der. fela telumuniy ve lumû enfüseküm. (İbrahim/22) Beni kınamayın, kendinizi kınayın der, itiraflarda bulunur ve hatta, ..leyse leke aleyhim sultan. (İsra/65) senin o kullar üzerinde etkin bir gücün yok der rabbimiz farklı farklı ayetlerde. Gücü yok.

Peki şeytanın kullandığı güç? İnsanın ona transfer ettiği güçtür. İradenizden ne kadar transfer ederseniz onu size karşı bir kurşun olarak kullanır, odur. Aynı zamanda demiştim şeytan tasavvurunu inşa ediyor.

Razi, şeytanın hezimeti, insanın azimetine bağlıdır der. Çok hoşuma gittiği için kelimeleri yerinde bırakarak aynen Türkçeye taşıdım. Şeytanın hezimeti, insanın azimetine bağlıdır. Yani şeytanın yenilgisi insanın direncine bağlıdır.

innema yed’u hızbehu li yekûnu min ashabis se’ıyr o kendi yoldaşlarını çılgın bir ateşin sakinleri olacakları bir akıbete duçar eder, çağırır, götürür. Yani aldatıcı bir rehber. Eğer rehber olarak kabul etmiş, önünüze katmışsanız sizi mutlaka götüreceği yer aldanış olacaktır.

 

7-) Elleziyne keferu lehüm azâbün şediyd* velleziyne amenû ve amilus salihati lehüm mağfiretün ve ecrun kebiyr;

Hakikat bilgisini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. İman edip imanının gereğini uygulayanlara gelince, onlar için bir mağfiret ve büyük bir karşılık vardır. (A.Hulusi)

07 – Küfredenler, onlar için şiddetli bir azâb var, iman edip salih ameller işleyenler, onlar için de bir mağrifet ve büyük bir ecir var. (Elmalı)

 

Elleziyne keferu lehüm azâbün şediyd inkarda direnenleri, ısrar edenleri şiddetli bir azab, şiddetli bir mahrumiyet, kök anlamından yola çıkarsak azabın; şiddetli bir terk edilmişlik bekleyecektir. velleziyne amenû ve amilus salihati lehüm mağfiretün ve ecrun kebiyr ama iman eden ve salih amel işleyenlere iyi, doğru, yararlı, güzel, faydalı eylem üretenlere, değer üretenlere gelince, işte böylelerini de sınırsız bir bağış ve muhteşem bir ödül beklemektedir.

 

8 – ) Efemen züyyine lehu suü amelihi fereahu hasena* feinnAllâhe yudıllu men yeşau ve yehdiy men yeşa’* fela tezheb nefsüke aleyhim haserat* innAllâhe ‘Aliymun Bima yasne’un;

Kötü fiilleri kendisine süslü gösterilince, kendini iyi sanan (nasıl iyilerle bir olur)! Muhakkak ki Allâh, dilediğini saptırır ve dilediğine hidâyet verir… O hâlde hüsran ehlini düşünüp üzülme! Muhakkak ki Allâh onların ürettiklerini (Yaratan’ı olarak) Aliym’dir. (A.Hulusi)

08 – Ya artık o kimse de mi ki? Kötü ameli kendisine allanmış pullanmış da onu güzel görmüş, şüphe yok ki Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini doğru yola çıkarır, o halde nefsin onlara karşı hasletlerle geçmesin, çünkü Allah onların bütün sanatlarını bilir. (Elmalı)

 

 Efemen züyyine lehu suü amelihi fereahu hasenen ne yani, oradaki “e” hem isfifami ye böyle çevirebiliriz. Ne yani süslü püslü kötülüklerin albenisine kapılıp bir de onları güzellik gibi görenin akıbeti, biraz serbest çevirmemiz lazım, açmamız lazım ifadeyi, böyle süslü püslü kötülüklerin cazibesine kapılıp onları güzel görenin akıbeti (yukarıda ki dile getirilen güzelliklerin sahibinin akıbetiyle bir olur mu?) Yani iyi ile kötünün sonu bir olur mu? Önü bir değil se sonu neden bir olsun. Suyu getirenle testiyi kıranın akıbeti bir olur mu?Bunu soruyor. Biri şeytanın kılavuzluğunu kabullenmiş, diğeri nebinin kılavuzluğunu.

Peki bu ikisinin varacağı yer nasıl aynı olur, ikisi aynı yöne gitmiyor ki, ikisi aynı haritayı takip etmiyor ki, ikisi aynı rotayı izlemiyor ki. Dolayısıyla kötü ve iyi hiçbir zaman aynı akıbete sahip olmaz. İyinin hayatını yaşayıp ta kötü akıbet olmaz. Kötünün hayatını yaşayıp ta iyi akıbet olmaz. Buradan buraya atlayabiliriz, bunu düşünebiliriz.

Kötülüğün güzel bir paketle sunulmasından söz ediyor bu ibare aynı zamanda. Kötülüğün süslenip püslenip albenili ve cazip hale getirilmesi. Zehri altın tasla sunmak zehri zehir olmaktan çıkarır mı, aksine zehri daha tehlikeli yapar. Günahın insana verdiği lezzet, zevk, zehrin sunulduğu altın tastan başka bir şey değildir.

İtlaf köftesi, şimdi pek rastlanmıyor olsa da kuduz köpeklerin olduğu yerde yapılması mecburi bir işlem. Belediyeler kuduz köpekleri itlaf ederken nasıl itlaf ederler biliyor musunuz? Etin en güzel yerinden, köftenin en güzelini önlerine artarlar, fakat önlerine attıklarının içinde zehir vardır. O köfte yediğini zanneder fakat aslında ölümünü yiyordur. Günah bir tür itlaf köftesine benzer. Yediği zaman köfteyi yiyorum zanneder ama aslında zehir yiyordur.

Burada fare peynir ilişkisini de düşünebiliriz. Aslında fare ile insanı ayıran fark ta bu. Peyniri tanımak ikisinin de işi, fakat peyniri oraya kim koymuş, niye koymuş, neden koymuş, neden orada peynir. Fare bunu düşünmez. Düşünmediği içindir ki peyniri tanır ve gelir ve yer ve kapana kısılır. Bunu insan düşünür. Neden orada, peynirin yeri orası mı, kim koymuş, niye koymuş. Bunları insan sorar. Yani bu soruların insanda ki karşılığı varlık sorularıdır. Ben kimim, neden bu hayattayım, neden yaratıldım, nereden geldim, nereye gidiyorum bunu insan sorar. Bu varlık sorularını sormayan insanın bakış açısıyla farenin peynire bakış açısı arasında pek bir fark olmaz.

feinnAllâhe yudıllu men yeşau ve yehdiy men yeşa’ hiç şüphe yok ki Allah sapmak isteyenin sapmasına izin verir, sapmasını diler. Hidayet isteyeni de doğru yola yöneltir. Böyle çevirmemin sebebi Allah’ın saptırmak istediğinin aslında iradesi ile, tercihiyle sapmayı dilediği yönünde ki bir çok ayet ve hassaten de Bakara suresinde ki ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn. (Bakara/26) Allah yoldan çıkmışlardan başkasını saptırmaz ayetidir. Bunun ışığında anlaşılmak zorundadır, onun için biri Allah dilediği için sapmaz. Allah o saptığı için sapmasına izin verir. İnsanın kendi eylemine bağlıdır sapması da, hidayeti de.

fela tezheb nefsüke aleyhim haserat senin için duyduğun özlem seni yıpratmasın. Yani peygamberimize hitaben onların imana ermesi için içinde duyduğun iştiyak, özlem, hasret seni yıpratmasın. Onların imana ermesi için Resulallah’ın ne kadar özlem duyduğunu, ne kadar arzu ve iştiyakla bunu istediğini bu ayette görüyoruz. Buna benzer başka ayetler de var aslında. Lealleke bahı’un nefseke ella yekûnu mu’miniyn. (Şu’ara’/3) mesela bu ayet. Kehf/6 ve daha başka ayetler. Mü’min olmuyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin. Burada da öyle, buna yakın bir ima var. Onların imanı için duyduğun özlem seni helak etmesin. Demek ki kendini helak edecek kadar özlem duyuyor. Ne olur iman etseler. Peki iman edince Resulallah’ın çıkarı ne? Sadece, sadece, Allah’ın kullarına duyduğu şefkat ve sevgi, başka bir şey değil.

Bir Adem, bir alem demektir işte bu. Bir Adem, bir alem, bir tek insanın hidayetine vesile olabilmek, hani diyordu ya Hayber’e komutan olarak atadığı Hz. Ali’ye, o gün çağırmış atının üstünde kahramanlık şiirleri okuyan Ali’ye şöyle demişti.

- Ya Ali yeryüzünün tamamını fethedip bana teslim etmenden, bir kişinin hidayetine vesile olmak daha hayırlıdır.

Bu, işte bu. Onun içindir ki Resulallah’ın öz elleriyle eğittiği insanlar, insanın hidayetini öncelediler. Toprağın fethinden önce insanın fethini öncelediler. İslam ordusunun büyük komutanı Amr İbnül As, Hz. Ömer’e elinde ki orduyla Mısır’ı fetih izni istedi, bunun için mektup yazmıştı. Hz. Ömer Halife idi, cevabi mektubunda;

- Eğer bu mektubum sana ulaşmadan, Mısır’a girmeden ulaşırsa hemen geri dön.

Fakat cevabi mektubu Amr İbnül As yolda aldığı halde açmadı. O da iyi biliyordu fethin ne demek olduğunu. Mısır’ı aldı, mektubu öyle açtı. Tabii artık Mısır’ı almıştı geri dönemezdi. O iyi biliyordu. Peki Ömer’in derdi neydi? Resulallah’ın öz ellerinde yetişmiş bu asil insanın derdi neydi? O şöyle düşünüyordu: “eğer biz insanların yüreklerinden önce topraklarını fethedersek Mısır İslamlaşmaz, İslam Mısır’laşır. Buydu. Onun içindir ki Bahreyn’den ilk defa İran’a seferler düzenleyip o bölgenin bir kısmını fetheden, yine büyük İslam komutanlarından ‘Ala El Hadrami’yi, bunu yaptığını haber alınca madalya ile taltif edeceği yerde görevden almış ve kendisine bu haber geldiğinde, “Eyvah..!” demişti.

Bir devlet başkanı düşünün ki büyük sultanların, hükümdarların, kralların hepsinin rüyası olan can gibi ülkeler fethedilip kendisine teslim edilecek, kendisi “eyvah..!” diyecek. Bu dehşet bir şey. İşte insan sevgisi böyle ispat edilir, lafla değil. İmanı götürmek hepsi bu.

innAllâhe ‘Aliymun Bima yasne’un çünkü Allah onların neler yapmakta olduklarını çok iyi biliyor.

[Ek bilgi; “Diğer bir izah şekli de şöyledir: "Kendisine kötü ameli hoş gösterilerek onu güzel gören kimseye mi birşey yapabileceksin Senin buna karşı hiçbir ça­ren yoktur. Zira Allah, dilediğini saptırır, dilediğini ise hidayete erdirir. O halde ey Muhammed, onların sapıklıklarına, inkarlarına ve yal ani amal arına üzülerek kendini mahvetme. Allah, şeytanın, kötü amellerini kendilerine güzel gösterdiği bu insanların ne yaptıklarını çok iyi bilmekte ve onları zaptettirmektedir ve on-lan amellerine göre cezalandıracaktır.” (Taberi tefsiri)]

 

9-) VAllâhulleziy erseler riyaha fetüsiyru sehaben fesuknahu ila beledin meyyitin feahyeyna Bihil Arda ba’de mevtiha* kezâliken nüşur;

Allâh ki, rüzgârları (rahmânî ilmi) irsâl etti de bulutları (beşerî duygu ve kabullerin şuurda oluşturduğu kara bulutları) sürüyor… Sonra onu (rahmânî ilmi) ölü bir beldeye (bilince) sevk ettik de onunla o arzı (bedeni) ölüyken dirilttik! Nüşur (aslına dönüş) böylecedir! (A.Hulusi)

09 – Allah odur ki rüzgârları göndermiştir, derken bir bulut kaldırır, derken onu ölmüş bir beldeye sevk etmişizdir, derken onunla Arza ölümünden sonra hayat vermekteyizdir, işte nüşur böyledir. (Elmalı)

 

VAllâhulleziy erseler riyaha fetüsiyru sehaben İmdi, yeni bir pasaja girdik. Rüzgarları elçi gibi göndererek bulutları tetikleyen işte O, Allah’tır. fesuknahu ila beledin meyyit derken biz onu çorak bir beldeye sevk ederiz. Fesuknahu, o bulutların yağmurlarıyla çorak bir beldeyi sularız. Çölken göle dönüşür. feahyeyna Bihil Arda ba’de mevtiha ve bu sayede ölü toprağa can veririz.

Risaletin rüzgarı vahiy rahmetiyle yüklü bulutları sürükleyip, çöle dönmüş çorak gönülleri cennet gibi bir imana kavuşturursa bu ancak böyle anlatılır. Burada ki bulut, rüzgar, yağmur, çorak toprak yeşillenme, hep peygamber vahit, davet, iman ile açıklanmalıdır. Zaten simgesel bir dil kullanılarak vahyin çölü nasıl yemyeşil bir cennete çevirdiği anlatılıyor. Çöl gibi yürekleri nasıl cennete çevirdiği, ki Ebu Zer örneği bunun için yeterli. Vahiy eşkıyadan nasıl evliya çıkarır, işte bu. Buna bakmak lazım.

kezâliken nüşur yeniden dirilişte işte böyle olacaktır. Vahyin hayatı inşası, ahiret inancıyla mümkün olur. Onun için ayet getirdi sözü ahiret inancına bağladı. Ahirete iman etmemiş bir insanda vahiy aklı inşa etmez, şahsiyetini inşa etmez. Çünkü vahyin yapmak istediği her şey ancak ahirette hesap verme inancına bağlıdır. Yani bir insan da sorumluluk bilinci ancak böyle gelişir.

 

10-) Men kâne yüriydül ‘ızzete feLillâhil ‘ızzetü cemiy’a* ileyHİ yas’adül kelimüt tayyibü vel amelüs salihu yerfe’uh* velleziyne yemkürunes seyyiati lehüm azâbün şediyd* ve mekru ülaike huve yebur;

Kim izzet diliyorsa, (öncelikle bilsin ki) izzet tümüyle Allâh’ındır (kendini Allâh’tan ayrı birim kabullenende yaşadığı şirk hâli nedeniyle izzet olmaz)! Güzel, temiz yaratılmışlar O’na ulaşır! İmanın gereği fiiller onu yükseltir… Kötülükleri mekr (hile) yapanlara gelince, onlar için şiddetli bir azap vardır… Bunların mekri boşa çıkar! (A.Hulusi)

10 – Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır, ona hoş kelimeler yükselir onu da ameli sâlih yükseltir, kötülükler kuranlara gelince onlara şiddetli bir azâb vardır, ve onların tuzakları hep tarumar olur. (Elmalı)

 

Men kâne yüriydül ‘ızzete feLillâhil ‘ızzetü cemiy’a kim kalıcı şeref ve itibar arıyorsa, iyi bilsin ki bütün bir şeref ve itibarın kaynağı Allah’tır. ve Lillâhil ‘ızzetu ve liRasûliHİ ve lilmu’miniyn.. (Münafikun/8) ayeti ile birlikte düşünürsek, şeref ve itibarın tamamı Allah’a, Resulüne ve mü’minlere aittir. Bu ayetle birlikte nasıl telif edeceğiz, açıklayacağız? Aslında kaynağı deyince her şey halloldu. Yani mü’minler de Resul de itibarı, şerefi Allah’tan alırlar. Dolayısıyla şeref ve onurun kaynağı O dur. Gerisi sahte ve yalandır. O’na yakınlığınız oranında şeref kazanırsınız, O’na uzaklığınız oranında da şerefinizi kaybedersiniz. Çünkü Allah’a kul olmak, kula kul olmamanın tek garantisidir. Eşyaya kul olmamanın tek garantisidir. Nefsine kul olmamanın tek garantisidir. Nefsine kul olacak, şerefli olacak öyle mi? Kula kul olacak, onurlu olacak öyle mi? Kula kul olanda onur kalır mı? İnsanlık onuru kalır mı? Eşyaya kul olanda hele, servete, şöhrete, makama kul olanda. Bütün bunların garantisi Allah’tır, Allah’a kul olmaktır.

ileyHİ yas’adül kelimüt tayyibü vel amelüs salih O’na sadece güzel sözler yükselir, o sözleri yücelten ise güzel amellerdir.

Ayete bakınız, işte berceste ibarelerden biri de bu. O’na sadece güzel sözler yükselir, o sözleri yükselten, yücelten ise güzel amellerdir. Belki burada ki ileyHİ yas’adül kelimüt tayyibü vel amelüs salihu yerfe’uhu O yerfe’uhu da ki “H” zamiri Allah!a da gidebilir o zaman onu, ameli salih’i o yükseltir. El kelim et Tayyibe de gidebilir güzel sözler ameli salihi yükseltir manasına gelir o zaman. Ama benin tercih ettiğim: o sözleri yücelten ise güzel fiillerdir. Yani burada ki el kelimüt tayyib o sözleri yücelten güzel fiillerdir. O’na gittiği tercihidir ki bu daha Kur’an ın geneline uygun. Mesela ..lime tekûlûne ma lâ tef’alun. (Saff/2) niçin yapmadığınız şeyleri söyleyip duruyorsunuz. Ayetiyle de örtüşüyor gibi.

Evet, bütün güzel sözler O’na yükselir..! ne muhteşem bir ibare gerçekten. Her güzel söz Kelamdır. Kelam yaralamak kökünden türetilir kel. Nasıl? Ya bir yara bırakmak, ya yarayı iyi etmek için neşter olmak. Evet, yani etkili söze kelam denir, etkisiz söze kavl denir Arap dilinde. Her kelam etkili söz duadır. Ya duadır, ya bedduadır. Her dua davettir. O’na yükselir her davet. Sesi değil sözü yükseltin diyor bu ayet. Sesinizi değil sözünüzün kalitesini yükseltin. Sözünüzün kalitesini yükseltirseniz, sesinizi yükseltmekten daha etkili olur. Sözün itibarını eylem korur diyor aynı zamanda. Yani sözünüzle eyleminiz çelişmesin. Eğer sözüm O’na yükselsin diyorsanız sözünüzden iki tane kanat takın uçursun. Dua, dua onun için fiili duaya dönüşmeli ki iki kanatlı bir kuş gibi menziline uçsun.

velleziyne yemkürunes seyyiati lehüm azâbün şediyd gizliden gizliye çirkin tuzaklar kuranlara gelince. Çirkin tuzaklar tasarlayanlara. Belki iyi paketlere kötü şeyleri saranlara, paketçilere gelince, onları şiddetli bir azab beklemektedir. Hani yukarıda kötülükleri süslü püslü yapıp ta pazarlamaktan söz edildi ya, onunla bir ilişkisi var gibi görüntüyle mahiyet arasındaki farkı 12. ayette deniz örneği ile göreceğiz. Görüntüyle mahiyet, yani iki su yan yana, faka biri tuzlu, biri tatlı. Biri kandırır, biri yandırır. Denizin ortasında kaynak suyu.

Şimdi geriden bakınca bilemeyebilir siniz. Mahiyeti farklı iki şey bazen yan yana da duruyor olabilir. O ayet gelince orada işleyeceğiz, ama burada bunu bir tuzak olarak da veriyor ayet.

ve mekru ülaike huve yebur ve bu gibilerin tuzakları boşa çıkarılacaktır.

 

11-) VAllâhu halekaküm min türabin sümme min nutfetin sümme ce’aleküm ezvaca* ve ma tahmilu min ünsâ ve lâ teda’u illâ Bi ‘ılmiHİ, ve ma yu’ammeru min mu’ammerin ve lâ yünkasu min umurihi illâ fiy Kitab* inne zâlike alAllâhi yesiyr;

Allâh sizi bir topraktan, sonra bir nutfeden yarattı; sonra sizi çiftler (ikili genetik sarmal) olarak meydana getirdi. O’nun (genetik sarmaldan açığa çıkan) ilmi dışında hiçbir dişi (üreten) ne hamile kalır (üretim aşamasına geçer) ve ne de doğurur (yeni bir canlı meydana getirir)… Bir yaşam sahibinin ömür süresi muhakkak bir kitapta (yaratılış genetik kodlarında) yazılıdır! Muhakkak ki bu Allâh üzerine çok kolaydır. (A.Hulusi)

11 – Hem Allah sizi bir topraktan, sonra bir nufteden yarattı, sonra sizi çiftler kıldı, onun ilmine iktiran etmeksizin ne bir dişi hâmil olur ne de vazeder, bir yaşatılana çok ömür verilmek de, ömründen eksiltmek de behemehal bir kitapta yazılıdır, şüphe yok ki o Allaha göre kolaydır. (Elmalı)

 

VAllâhu halekaküm min türabin ve Allah sizi topraktan yaratmıştır. Bunun 3 anlamı var.

1 – Kur’an ın neresinde gelirse gelsin birincisi elementer kökene bir atıftır. Yani insanın elementer kökeni topraktır. Doğa da tabiatta ne kadar element varsa 145 – 146 (hayır 118) insanda da aynen o kadar element vardır.

2 – ikincisi biyolojik bağımlılığına atıftır. Bakın ne yiyor olursanız olun topraktan beslenirsiniz. İster karbon hidratlar cinsinden olsun, ister protein cinsinden olsun. Hayvansal gıdalar da yine toprağa aittir. O oradan alır, siz ondan alırsınız. Yani biyolojik varlığınız toprağa bağımlıdır.

3 – Üçüncüsü embriyolojik varlık, yani anne karnında ki gelişim süreci yine toprağa bağlıdır. Yani anneden beslenir cenin ama, anne de yine topraktan beslenir. Her halükarda burada; Ey insan bağımlısın, kendi kendine yetme iddiası da nereden çıktı. Topraktan bile bağımsızlaşamazken sen Allah’tan nasıl bağımsız olursun. Hadise bu.

sümme min nutfetin sonra bir damlacık hayat suyundan sümme ce’aleküm ezvacan sonra size, birbirinize eş olacak cinsel bir kimlik vermiştik. ve ma tahmilu min ünsâ ve lâ teda’u illâ Bi ‘ılmiH hiçbir dişi ne O’ndan habersiz hamile kalabilir, ne de doğum yapabilir. ve ma yu’ammeru min mu’ammerin ve lâ yünkasu min umurihi illâ fiy Kitab dahası hiçbir hayat sahibi O’nun kayıtlı yasası dışında ne ömrünü uzatabilir, ne de kısaltabilir.

Allah insanın hayatının sona ermesini yasalara bağlamış. O’nun yasalara bağladığı şekilde insan hayatı sona erebilir. Yani kelle koltukta gezmez. Kelle yerinde olursa hayat devam eder. Bu yasadır. Dolaşım sistemi, kan dolaşımı sistemi, sinir sistemi, solunum sistemine hasretmiştir bunu bir çok İslam kelamcısı ki Bakıllani de bunların başında gelir.

inne zâlike alAllâhi yesiyr hiç şüphe yok ki bu Allah için çok kolaydır.

 

12-) Ve ma yestevil bahran* hazâ azbün furatün saiğun şerabühu ve hazâ milhun ücac*ve min küllin te’külune lahmen tariyyen ve testahricune hılyeten telbesuneha* ve teral fülke fiyhi mevahıre litebteğu min fadliHİ ve lealleküm teşkürun;

İki deniz eşit olmaz! Biri tatlı mı tatlı, susuzluğu giderir, içimi hoş ve kolaydır… Diğeri ise tuzludur, acıdır… Her birinden taze et yersiniz ve giyeceğiniz bir süs çıkarırsınız… O’nun fazlından talep etmeniz ve şükretmeniz için, gemileri onda yara yara gidenler görürsün. (A.Hulusi)

12 – Hem iki deniz müsavi olmuyor, şu tatlı, hararet keser, içerken kayar, şu da tuzlu, yakar kavurur bununla beraber her birinden bir taze et yersiniz ve bir ziynet çıkarır giyinirsiniz, gemileri de görürsün onda yarar yarar giderler, fadlından nasip arayasınız diye ve gerek ki şükredesiniz. (Elmalı)

 

Ve ma yestevil bahran işte söylediğim ayet geldi. Dahası iki büyük su kütlesi bile aynı olmayabilir. Yani burada bir uzun parantez açıp ayetin mealini parantezle açıklamak lazım. O’nun benzerler arasında farklılıklar yaratması da zor değildir. Ne gibi? Birbirine benzer gibi görünen iki su kütlesi içinden bakınca aynı olmayabilir, dışından bakınca aynı gibi durur. Aslında;

 Meracelbahreyni yeltekıyan, (Rahman/19)

Beynehüma berzahun lâ yebğıyan. (Rahman/20) ayetini hemen hatırlamamız gerekiyor. Evet, iki denizin birleştiği yer. İki deniz birleşmiş, fakat su birbirine karışmıyor. Sanki ikisinin arasında bir duvar var, bir engel var gibi. Beynehuma berzahun lâ yebğıyan. Bir boşluk bir aralık bir duvar, bir engel var. Ünlü deniz bilimci Captain Cousteau su araştırmaları sırasında gerçekten çok tipik özellikler veren ve çok derin farklılıklar barındıran iki su kütlesinin Cebeli Tarık’ta özellikle birbirine kavuştuğunu fakat, sanki arada bir duvar varmış gibi birbirine girmediğini keşfeder. Bu keşfini ünlü Fransız bilim adamı ve mühtedi Morris Ponce’ ye açtığında ki Müslüman olmuştu Morris Ponce, o da bir şey mi der Morris Ponce sen bunu yeni mi keşfettin. Kur’an bunu 1.400 yıl önce keşfetmiş ve söylemiş. Sen çok geç kalmışsın. Ve bu ayeti okur, gerçekten o da dehşete düşer. Gerçek olduğunu görünce gerçekten hayrette kalır.

Evet, oraya bir atıf. Eşyanın görüntüsü ile mahiyeti arasındaki farka dikkat çekiyor. Ayetin iması bu. 10. ayette ki Mekr ile birlikte anlaşılabilir. Tuzak. Ya da 1. ayette ki yeziydü fiyl halkı ma yeşa’ hani eşyanın kapasitesini artırır, istediğinin kapasitesini artırır demiştik ya. O yaratıkların kapasitesinde dilediği artışı gerçekleştirir demiştik ya. Varlığın çeşitlilik ve çift kutupluluğuna bir atıfta sayılabilir, öyle de okunabilir. Öyle ki aynı görürsünüz fakat içine girdiğinizde gerçekten çok farklı şeylerle karşılaşabilirsiniz.

hazâ azbün furatün saiğun şerabühu ve hazâ milhun ücac şu biri tatlı susuzluğu giderici, içimi kolay billur gibi bir su. Öbürü ise tuzlu ve acı ve min küllin te’külune lahmen tariyyen ve testahricune hılyeten telbesuneha ne ki her birinden hem taze deniz ürünleri yersiniz, hem de takı olarak bir takım takılar kullanırsınız, kullandığınız süs eşyaları çıkarırsınız. ve teral fülke fiyhi mevahıre litebteğu min fadliHİ ve lealleküm teşkürun ve Allah’ın lütfünden nasibinizi aramanız ve şükretmeniz için onun bağrında gemilerin dalgaları yararak yol aldıklarını da görürsünüz.

 

13-) Yulicül leyle fiyn nehari ve yulicün nehare fiyl leyli ve sahhareş Şemse vel Kamere küllün yecriy li ecelin müsemma* zâlikümullâhu Rabbüküm leHUl Mülk* velleziyne ted’une min dûniHİ ma yemlikune min kıtmiyr;

Geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü de geceye dönüştürür… Güneş’i ve Ay’ı işlevlendirmiştir… Her biri belirlenmiş bir sürece kadar akıp gider… İşte budur Allâh, Rabbiniz! Mülk O’nun (Esmâ özelliklerinin seyri – açığa çıkması) içindir! O’nun dûnunda yöneldikleriniz (var zannettikleriniz) bir hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik değildirler. (A.Hulusi)

13 – Geceyi gündüze sokuyor, Şems-ü Kameri ram etmiş her biri (müsemmâ bir ecele) mukadder bir gayeye akıp gidiyor, işte bu gördüklerinizi yapan Allah, rabbiniz, mülk onun, ondan beride çağırdıklarınız bir kıtmîr idare edemezler. (Elmalı)

 

Yulicül leyle fiyn nehari ve yulicün nehare fiyl leyl O geceyi uzatarak gündüzü kısaltıyor ve gündüzü uzatarak geceyi kısaltıyor. ve sahhareş Şemse vel Kamer yine O güneşi ve ayı emre amade kılmıştır.

Gece ve gündüz, her şey zıddıyla kaimdir gerçeğine bir atıf. Varlığın çift kutupluluğu yasasına demin dikkat çekmiştim. Âfak ve Enfüsi deliller, işte yukarıdaki ayetler ve bu ayet birlikte düşünüldüğünde Âfaki ve Enfüsi, yani kainat delilleri ve insan delili. İş ve dış deliller, hepsi Allah’ı gösteriyor. Hepsi Allah’ı işaret ediyor. O’nun birliğine varlığına ve varlığa müdahalesine işaret ediyor. Güneş gündüzün ay gecenin alameti, ayeti. Küfrün varlığını imanın lehine bir itici güç kılabilirsin ey insanoğlu mesajı. Hani şairin dediği gibi; Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın. Tıpkı onu andırırcasına. Teshıyr, güneş ve ay emre amade onu söylüyor ayet.

Hani Resulallah Ebu Zer’in kolundan tutmuş güneşi seyre dalmışlardı. Yani Resulallah Ebu Zer’e kainatı okumayı öğretiyordu bir öğretmen olarak.

- Ey Ebu Zer demişti güneş nereye gitti?

- Allah u ve Resulü hu ‘alem. Demişti o da. Allah ve Resulü daha iyi bilir. Ebu Zer güneşin battığını bilmiyor mu. Ama Resulallah’ın vereceği dersi bilmiyor. Resulallah;

- Ey Ebu Zer güneş Allah’a secde etti. Demişti.

Secdenin ne olduğunu Kur’an ı bilenler bilirler. Eş Şemsu velKameru Bi husban. (Rahman/5) VenNecmu veşŞeceru yescudan. (Rahman/6) güneş ve ağaçlar secde ederler. Yani Allah’ın emrine tabi oldu. Buradan yola çıkarak. Ey Ebu Zer senin için yaratılanlar Allah’ın emrine tabi, ya sen? Bunu hiç düşündün mü? Buradan yola çıkarak ibret al. Allah’ın koyduğu yerde dur. Senin için de bir yörünge tayin etti Allah o yörüngeden çıkma ey Ebu Zer. Ders buydu.

Tabii şu Güneşi Allah senin için yarattı, yeryüzünde hayat devam etsin diye. Yani bir amacı var. peki bu varlığın en şereflisi olan insanın bir yaratılış amacı olmasın mı. Aynı zamanda bu soruyu sorduruyor.

küllün yecriy li ecelin müsemma her biri belirli bir süre için deveranını sürdürür durur. Dünyanın sonsuzluğunu ret için aslında bu ibare. Geçici, ölümlü dünya. Senin yörüngen var ey insanoğlu, Allah tayin etti senin yörüngeni. Bir gün senin de kıyametin kopar tıpkı yer yüzü gibi unutma. Li ecelin müsemma, belirlenmiş, sonu yasa ile belirlenmiş bir süreye kadar.

zâlikümullâhu Rabbüküm leHUl Mülk biliyor musunuz insan DNA sında histon denilen bir sistem var. Zamanlama. Onun için insan hücresi yaşlanıyor insan hücresinin ömrü sabit. Her hücre her kendini yenileyişte ömrü biraz daha kısalıyor ve öyle oluyor ki bir kum saati gibi. En sonunda kendini yenileyemez oluyor. Bu mutlak, bunu değiştiremiyorsunuz. Onun için o hücreyi alıp bir başka canlı ürettiğinizde o hücrenin yaşından başlıyor onun hücresi. Kopyalamanın en büyük riski de işte bu. Yani kopyalanan hücre kaç yaşındaysa o yaştan başlıyor, sıfır yaşında değil. Ve hücrenin mutlak bir eceli var. Ve bu insana aslında ecelin tarifini yapıyor, gerçek tarifi.

zâlikümullâhu Rabbüküm leHUl Mülk işte rabbiniz olan Allah budur, mülkün tamamı onundur. velleziyne ted’une min dûniHİ ma yemlikune min kıtmiyr O’ndan başka yalvarıp yakardıklarınız zerre kadar bile bir şeye sahip değildirler. Yani gerçekte mülk O’na aittir, mülkiyet iddiası insanın kof bir iddiadır.

Kıtmiyr; hurma çekirdeğinin zarına denilir. Hurma çekirdeğinin zarı ne kadar tutar, kaç gr. Tutar. Nisa/53. ayetinde nekıyra denilir. O da hurma çekirdeğinin o oyuğunda ki ince lif, küçücük lif. Yani rabbimiz insan oğluna aslında Allah’a ne kadar muhtaç olduğunu bu gibi teşbihlerle hatırlatıyor. Hiçbir şeyin yok insanoğlu, topraktan bile bağımsız değilsin ama Allah’a karşı hava atmanın sebebi ne, çaka satmanın sebebi ne. İşte bu aslında söylediği bu.

 

14-) İn ted’uhüm lâ yesmeu duaeküm* velev semi’u mestecabu leküm* ve yevmel kıyameti yekfürune Bi şirkiküm* ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr;

Eğer onlara seslenirseniz, sizin çağrınızı işitmezler! Diyelim ki işitseler, size cevap veremezler! (Üstelik) kıyamet sürecinde, sizin onlara tanrılık atfetmenizi inkâr ederler… Habiyr’in (haberdar olanın) benzeri (kimse) sana haber veremez. (A.Hulusi)

14 – Kendilerine duâ ederseniz duânızı işitmezler, işitseler bile size cevabını veremezler, Kıyamet günü de şirkinize küfrederler, sana bir habîyr gibi haber veren olmaz. (Elmalı)

 

İn ted’uhüm lâ yesmeu duaeküm onlara yalvarıp yakarsanız bile sizin yalvarıp yakardıklarınız duymazlar. velev semi’u mestecabu leküm duysalar bile sizin imdadınıza yetişemezler. Allah dışında kendisine tanrılık atfettiğiniz o neyse, her neyse onlar işte. Allah’a ait vasıflar, nitelikler sıfatlar, mükemmellik aslında. Herhangi bir mükemmelliği Allah dışında birine yakıştırmışsanız Allah’a ait bir şeyi ona yakıştırmışsınız ve onlar için geçerli.

ve yevmel kıyameti yekfürune Bi şirkiküm kıyamet günü ise sizin kendilerine yakıştırdığınız ortaklığı kesinlikle reddedecekler, reddederler.

Allah insan ilişkisinde dolaylılık istemiyor rabbimiz. Şirkin en büyük yaralarından biri nedir biliyor musunuz? Allah insan ilişkisini koparması, araya birilerini sokması. Allah insan ilişkisi dolaysız olsun istiyor rabbimiz, dolaysız ilişki. Değil mi ki şah damarınızdan daha yakın ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16) değil mi ki ben kuluma şah damarından daha yakınım diyor. o zaman bu şah damarınızdan daha yakın olanı çok uzakta sanma cehaletinden başka nedir ki.

İletişim problemi doğuyor, iletişim problemi doğunca artık kulluk edemiyor insan. Gereği gibi kulluk edemiyor. Anlayamıyor rabbini, çünkü iletişim problemi doğuyor. Rabbini anlayamıyor ve tabii kendisini rabbine anlatamıyor, dua da edemiyor. İletişim problemi var çünkü.

ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr bu kısacık cümle çok müthiş. Bir başka yerde eşine rastlamadım Kur’an da. Ey insan sana hiç kimse her şeyden haberdar olan Allah’ın verdiği türden bir haberi veremez.

Evet, bu gerçekten müthiş. Hiç kimse Allah’ın verdiği türden bir haber veremez. Hiçbir muhabir, hiçbir iletişim organı, hiçbir medya Allah’ın verdiği yerden haber veremez. Ahiretten mesela. Kim bize haber verecek Allah’tan başka. İşte biz bazı konularda, ki bazı konular hayati konular. İnsanın nereden gelip nereye gittiği, ruhun ebedi mazisi ve ebedi istikbali hakkında Allah’tan başka kimseden haber alamayız.

Ölüm ötesi konusunda alternatif bir haber kaynağımız yok. Allah, vahiy tek haber kaynağımız. Onun verdiği haberi başka hiçbir kaynak veremediği için güvenmek zorundayız. ..nebeün ‘azıym. (Sâd/67) diyordu ya büyük haber, büyük haber bu.

 

15-) Ya eyyühen Nasu entümül fukarâu ilAllâh* vAllâhu “HU”vel Ğaniyyül Hamiyd;

Ey insanlar! Siz Allâh’a (mutlak muhtaç) “yok”sullarsınız (Esmâ’sıyla varsınız)! Allâh ise Ğaniyy’dir, Hamiyd’dir. (A.Hulusi)

15 – Ey insanlar! sizsiniz hep Allaha muhtaç fukara, Allah ise zengin o, hamd ile övülecek veliyye nimet o. (Elmalı)

 

Ya eyyühen Nas ey insanlık ailesi entümül fukarâu ilAllâh* vAllâhu “HU”vel Ğaniyyül Hamiyd Allah’a muhtaç olanlar sizlersiniz. Allaha gelince o hiçbir şeye muhtaç değildir. Bilakis her şey O’na hamd ile memurdur. El Ğaniyy; Muhtemelen ilk geçtiği yer burası Kur’an da Nüzul sırasında ilk geçtiği yer burası.

İlahi emir ve yasakları anlamanın en kestirme yöntemi kimin çıkarı var sorusudur. Allah’ın emir ve yasaklarından kimin çıkarı var. Allah bensiz yapar, ya ben Allahsız yapar mıyım? Allah’ım bana emretmekle, bunu yap şunu yapma demekle ne çıkarı var? Bu soruyu sorup cevabını vermek lazım. Peki çıkarı olan tek taraf var o kim? İnsan EleysAllâhu Bi kâfin abdeH. (Zümer/36) Allah kuluna yetmez mi? diyor ya Kur’an. Allah kuluna yeter. Onun için Allah’ın yok neyin var, Allah’ın var neye muhtaçsın. Bu insanın aklından hiç çıkmamalı.

Hamd, Hamiyd; Herkesin ihtiyacını karşılar, fakat kendisi hiçbir kimseye muhtaç olmaz. Kafirin de mü’minin de ihtiyacını karşılar. Onun için küfür bağışlanmaz bir suç çünkü her şeyini Allah’a muhtaç ama hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi davranıyor. Bu dehşet bir şey.

 

16-) İn yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti Bi halkın cediyd;

Eğer dilerse sizi ortadan kaldırır ve halk-ı cedîd olarak (Esmâ’sının yepyeni bir açığa çıkışıyla) gelir! (A.Hulusi)

16 – Dilerse sizi giderir ve yeni bir halk getirir. (Elmalı)

 

İn yeşe’ yüzhibküm ve ye’ti Bi halkın cediyd dilerse sizi ortadan kaldırır ve yerinize yeni bir toplum getirir. Ya da yepyeni bir tür getirir, varlık türü.

Maide/54. ayette öyle ya …men yertedde minküm an diynihı fesevfe ye’tillâhu Bi kavm… (Maide/54) sizden kim O’nun dininden yüz çevirirse O yerinize bir başka toplumu getirir. Bu aslında bir tehdit. Tarihte bir çok kez gerçekleşmiş bir tehdit bu. Okuyun Medine’nin tarihini, okuyun Kûfe’nin tarihini, Okuyun Bağdat’ın, okuyun Şam’ın, okuyun Endülüs’ün ve okuyun Osmanlının tarihini. Bu ayetin nasıl tecelli ettiğini o zaman görürsünüz.

Allah’ın minnet altına almaya kalkışan her davranış bu ayetin duvarına çarpar. Asıl biz Allah’a minnettarız. Allah, Müslüman olduğumuz için bize minnettar değil. Yemünnune aleyke en eslemu.. (Hucurat/17) Müslüman oldular diye seni minnet altına mı almaya kalkıyorlar. Allah Allah..! Soruya bakın. kul lâ temünnu ‘aleyye İslâmeküm. (Hucurat/17) De ki Müslüman oldunuz diye beni minnet altına almaya kalkmayın. belillâhu yemünnü aleyküm en hedaküm lil’iyman…(Hucurat/17) Bilakis siz, size hidayet verdiği için, sizi imana erdirdiği için Allah’a minnet edin. Daha ne desin Kur’an, daha ne desin.

 

17-) Ve ma zâlike alAllâhi Bi ‘aziyz;

Bu, Aziyz (karşı konulmaz kuvve sahibi) Allâh’a (sorun) değildir. (A.Hulusi)

17 – ve Allaha göre bu zor bir şey değildir. (Elmalı)

 

Ve ma zâlike alAllâhi Bi ‘aziyz zira bu Allah’a asla güç değildir.

 

18-) Ve lâ teziru vaziretun vizre uhra* ve in ted’u müskaletün ila hımliha lâ yuhmel minhü şey’ün velev kâne zâ kurba* innema tünzirulleziyne yahşevne Rabbehüm Bil ğaybi ve ekamus Salâte, ve men tezekka feinnema yetezekka li nefsih* ve ilAllâhil mesıyr;

Hiçbir suç yüklenmiş benlik, bir başkasının yükünü yüklenmez… Yükü ağır biri, onu (yükünü) taşımaya çağırsa bile, ondan bir şey yüklenilip taşınılmaz… Akraba dahi olsa! Sen ancak gaybları olarak Rablerinden haşyet duyan ve salâtı ikame edenleri uyarırsın… Kim arınıp temizlenirse ancak kendi nefsi için temizlenmiştir… Dönüş Allâh’adır. (A.Hulusi)

18 – Hem günah çeken bir nefis, başkasının günahını çekmeyecek, yükü ağır basan onun yükletilmesine çağırsa da ondan bir şey yüklenilmeyecek, isterse bir yakını olsun, fakat sen ancak o kimseleri sakındırırsın ki gayb de rablerinin haşyetini duyarlar, namazı dürüst kılarlar, temizlenen de sırf kendisi için temizlenir, nihayet gidiş Allah’adır. (Elmalı)

 

Ve lâ teziru vaziretun vizre uhra hiç kimse bir başkasının sorumluluğunu yüklenecek değildir. Sorumluluğun bireyselliği hatırlatılıyor. Akıl ve iradeye atıf yapılıyor aslında. İnsan özgürlüğünü tescil ediyor ayet. Hepiniz sorumluluğunuzu boynunuzda taşıyorsunuz.

ve in ted’u müskaletün ila hımliha lâ yuhmel minhü şey’ün velev kâne zâ kurba yükü ağır gelen kimse onu taşımak için yardım istese yakını da olsa, velev kân eza kurba, yakını da olsa bir başkası onu yükünün bir kısmını dahi taşıyamaz.

innema tünzirulleziyne yahşevne Rabbehüm Bil ğaybi ve ekamus Salâh şu bir gerçek ki sen o idraki aşan bir hakikat olmasına karşın, gaybi bir hakikat olmasına karşın, gözlerinle görmediğin bir hakikat olmasına karşın, rablerine karşı derin bir ürperti duyanları ve namazı ayağa kaldıranları uyarabilirsin.

Namazı ayağa kaldıran diye çevirdim, namazın kendisi insanın orta direğidir. Onun için es salâh kelimesi salâ kökünden türetilir. Salâ, omurgaya denilir. İnsanı dik tutan şey. Omurgası olmazsa sürüngen olur insan. Onuru kalmaz. Onun için namazı ayağa kaldırmak, namazla ayağa kalkmaktır.

ve men tezekka feinnema yetezekka li nefsih hem kim arınırsa kendisi için arınmış olur. ve ilAllâhil mesıyr zira bütün yollar Allah’a varır. İman tortulardan, atıklardan, zibilden kurtulmaktır. Yürek kirlenir, akıl kirlenir, bilinç kirlenir, hafıza kirlenir, göz kirlenir. Bu kirlerden arınmak mevcut deterjanların becereceği iş değildir. Bu kirlerin deterjanı Allah’ın vahyinde saklıdır.

[Ek bilgi: VİZR: Ağırlık, ağır yük, ağır günah, vebal demektir. Burada günahın cezasının ağırlığı demektir. Herkes kendi günahından sorumlu olur, kendi günahının cezasını çeker; nitekim "Her koyun kendi bacağından asılır" deriz. Zalimlerin, zorbaların yaptığı gibi birinin günahı diğerine yükletilmez. Ankebut Sûresi'nde "Onlar mutlaka kendi yüklerini de, o yükleriyle birlikte daha nice yükleri de bizzat yüklenecekler." (Ankebut/13) buyrulmuş olması da buna aykırı değildir. Çünkü o hem sapıtmış, hem de saptırmış olanlar hakkındadır. Başkasını da sapıtmaya çalışanlar hem sapıklıklarının, hem saptırmalarının günahını çekerler ki, ikisi de kendi günahlarıdır.

Nitekim "Her kim bir kötü adet çıkarırsa, ona hem onun günahı, hem de onu işleyenlerin günahı vardır." hadisi de böyledir. Yani diğer işleyenler çekmeyecek demek değil, onların hepsi kadar da fazla çekecek demektir.

Demek ki birisi şunu şöyle yap da günahı varsa benim boynuma olsun diye kefalet ederek diğerini bir günaha sokarsa, o boynuna aldığı günahı çekmeyecek değildir, ancak sevk ettiği kimseyi kurtarmış olmayacak, onun çekeceğini çekmeyecek; birisi aldandığının cezasını çekecek birisi aldattığının cezasını çekecektir. Şu tabirinde bunlara işaret de var gibidir.

Yükü ağır basan, çok ağır yük altında bulunan günahkar bir nefis, yükünün başkası tarafından alınıp yüklenilivermesine çağırsa, yalvarsa da ondan hiçbir şey yüklenilmez. Rıza ve tercih ile de yüklenilmez, cebren de yüklenilmez. Çünkü o kıyamet günü "O günden sakının ki hiçbir kimse kimseden yana bir şey ödeyemez. Kimseden bedel kabul olunmaz. Kimseye de şefaat fayda vermez." (Bakara/123) diye tanımlanan bir gündür. "Ne bir alış-veriş, ne de bir dostluk olan" (İbrahim/31) bir gündür. Gerekse bir yakını olsun. Yani çağıran veya çağırılan bir yakını bile olsa, yine yüklenilmez.

O halde Allah'ın emaneti gibi göklerin ve yerin çekemediği ağır bir yükü yüklenmiş olan insan, bir de o emanete hıyanet ederek ve şunu bunu sapıtarak sen yap da günahı benim boynuma olsun demek gibi, başkalarının günahını boynuna almaya kalkışmamalı; diğer birtakımı da öylelere uyup günahı filanın boynuna diye kendini ateşte yakmamalıdır. Fakat ey Muhammed! Sen bu uyarmayı ancak şu kimselere duyurur, ancak öyle kimseleri sakındırırsın ki Rablerinden gaybde, yani henüz huzuruna varmadan gıyab da korkarlar. Allah korkusunu, Allah saygısını duyar da namazı dürüst kılarlar. "Onlar ki gerçekten Rablerine kavuşacak olduklarını bilirler." (Bakara/46) âyetinin ifadesi gereğince Rablerinin huzurunda O'na kavuşacaklarına kani olarak kılarlar. Ve bu şekilde maddeten ve manen temizlenirler.

Temizlenen de ancak kendisi için temizlenir, feyizlenir. Bu, işte günah çekmenin tam aksidir. Yani insanlar bu iki sınıftan dışarı değildir. Ya günah çekecekler veya günahtan temizleneceklerdir. Günah çekenler, başkasının günahını çekmeyeceği gibi, nefislerini kamil iman ve üstün ahlak ve salih amel ile temizleyenler de sırf kendi menfaatlerine olarak temizlenmiş olurlar. Öyle ya akıbet gidiş Allaha'dır. Herkes ona göre mükafat veya cezasını alacaktır. (Elmalı tefsiri)]

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. ZÜMER (21 – 48) (145)

$
0
0

231

            “Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Sevgili Kur’an dostları geçtiğimiz ders Zümer/20 ayetine kadar işlemiştik. İşlediğimiz ayetlerde tevhid ve şirkin tabiatına atıf yapılıyor, tevhid binasını kökten tahrip eden şirkin insanı nasıl kendisine, tabiata, Allah’a, hakikate karşı yabancılaştırdığı vurgulanıyordu. Şimdi yine aynı konunun bir devamı sayılması gereken ayetlerle dersimize devam ediyoruz.

 

BismillahirRahmanirRahıym

 

21-) Elem tera ennAllâhe enzele mines Semai maen feselekehu yenabiy’a fiyl Ardı sümme yuhricü Bihi zer’an muhtelifen elvanühu sümme yehiycü feterahu musferren sümme yec’aluhu hutama* inne fiy zâlike le zikra li ülil elbab;

Görmedin mi ki Allâh, semâdan (Esmâ mânâlarının açığa çıkışı olan şuurdan) bir su (ilim) inzâl etti de onu arzdaki (bedendeki) kaynaklara (beyine) koydu… Sonra ondaki kuvvelerle renkleri muhtelif (çeşitli huyların sonucu) ekinler (üretim) açığa çıkarıyor… Sonra kurur da sen onu sararmış görürsün (oluşumu sırasında çok değer verdiğin şeyler, olup bittikten sonra bakarsın tüm değerini yitirir)… Sonra onu bir hutam (kuru bitki, çer – çöp) kılar! Muhakkak ki bu (misalde) derin düşünen akıl sahipleri için elbette bir ders vardır! (A. Hulusi)

21 – Onu sararmış, sonra da onu bir çöpe çevirir, elbette bunda bir ihtar var temiz akılları olanlar için. (Elmalı)

 

Elem tera ennAllâhe enzele mines Semai maen feselekehu yenabiy’a fiyl Ard ey insan, ey muhatap, ey bu vahyin kendisine hitap ettiği akıl sahibi. Görmez misin ki Allah yağmuru gökten indirdi ve onu yer yüzünde kaynakla halinde akıttı. sümme yuhricü Bihi zer’an muhtelifen elvanüh sonra da onunla farklı renklerde bitkiler çıkardı. Farklı kokularda, farklı tatlarda, farklı lezzetlerde farklı boylarda farklı görünüşlerde. Ama hepsi de bir amaca mebni hepsi de bir işlevi olan, hiç biri amaçsız olmayan, yersiz olmayan bitkilere dönüştürdü. Yani yağmurdan bitkiye geçiş sürecini ele alıyor ayet.

Kur’an ın neresinde yağmurla ilgili bir ayet varsa zımnen vahye atıf demektir. Bunu hatırlayarak devam edelim. sümme yehiycü feterahu musferren sonra onları kuruttu. Artık sen onları sararmış bir halde, boynunu bükmüş bir halde, artık kurumaya yüz tutmuş bir halde görürsün. sümme yec’aluhu hutaman en sonunda orada da kalmaz ve onu çerçöpe döndürür. inne fiy zâlike le zikra li ülil elbab işte bütün bunlarda akletme yeteneğini tam kullananlar için mutlaka bir ders vardır.

Evet değerli dostlar, Ayat-ı kâinata döndürdü gözümüzü bu ayet. Kevni ayetleri bize okumamız için sergiledi. Yağmur dedi, gökler dedi, bitki dedi, sararmış dedi ve en sonunda çer çöpe dönmüş dedi. Yani hayatın başlangıç ve bitişine atıf yaptı. Yani eşyanın ölümü yasasına atıf yaptı. Ölümlü olan her şeyin aslında yeniden dirilişe gebe olduğunu da söyledi. Aslında varlığın tabi olduğu bu yasayı bize hatırlatarak insanoğlunu kendisine davet etti.

Aklını başına almaya, bundan ders çıkarmaya, nasıl ki bir damlacık su ile hayat yolculuğuna çıkıp; Önce çocuk sonra genç, sonra olgun, sonra yaşlı ve sonra da ölüm kapısını çalıyor, ama bu bitiş sayılmıyor, yani geldiği yere dönüyor ve geldiği yerden tekrar dönmek için hazırlanıyorsa, insanoğlunu da bir ahiretin beklediğini hatırlattı.

Tabiatta son baharda tüm yapraklarını dökmüş ve tüm canlılığını kaybetmiş gibi duran ağaçların baharla birlikte nasıl yeniden Ba’sü Ba’del mevt ine, yeniden dirilişine kavuştuğunu bize insanoğlunun geleceğini, yani ahireti belgeleyen bir ibret olarak sundu. Yağmurla vahiy arasında hep bağ kurmamızı ister Kur’an. Belki önceki vahiylerin başına gelenle, baharın başına gelen arasında bir bağ kurmamızı ister.

Tamam da diyeceksiniz bu ayette aynı zamanda baharın son bahara. Yeşil yaprağın sararmış gazele dönüşü dile getiriliyor. Eğer vahiyle bağlantı kuracaksak bunu nasıl te’lif edeceğiz, bağlıyacağız? Kolay. Önceki vahitler ve onlara iman etmiş olan insanlar, ki insanlığın başlangıcı doğru olarak başladı, vahiyle başladı. İnsanlık özü itibarıyla Allah’a dost olarak çıktı yola. Ama nasıl oldu da sonradan yolunu şaşırdı. Bunca vahiy gelmesine rağmen nasıl oldu da vahyin yasakladığı yollara saptı diye sorarsanız tabiata bakın.

İnsanoğlu zaman içinde vahiylerin gönüllerde estirdiği bahar iklimi, yerini güze terk etti. Yani adeta yüreklerde de 4 iklim hüküm sürdü. Nesilden nesile böyle bir süreç oluştu. Her şey ölümlülük yasasına tabi idi. Onun için vahiyler indiğinde bir baharın habercisi oldular. Kışını yaşayan insanlığa bir baharı getirdiler. O vahyin bahara dönüştürdüğü gönüller zaman içerisinde vahiyle olan bağlarını kopardılar. Koparınca yemyeşil olan yürekler sarardı, soldu ve giderek bahar yaza, yaz güze döndü ve güz de kışa.

Ve Allah arkasından bir baharı daha müjdeleyen yeni bir vahiy gönderdi. Yeni bir peygamber gönderdi. Böyle, böyle, böyle insan aklını tarih içerisinde kolektif aklı olgunlaştırdı. İnsanlık ne zaman ki artık aklen rüşt çağına ulaştı o zaman son peygamberi gönderip onunla son vahyi insanlığa inzal etti. Ve artık peygamberler eliyle yaptığını rabbimiz vahiy eliyle yaptı. Ondan sonra artık insanlığın ufkunda vahiy bizzat prensiplerin kendisi duracaktı. Artık tüm zamanlar ve tüm mekanlarda solmayan eskimeyen, pörsümeyen, sararmayan, son baharı gelmeyen vahiy tohumu duracaktı. Eğer bu vahit tohumunu yürek tarlasına iman rahmeti ile ekerseniz o zaman hangi çağda, ne kadar sonra hangi zeminde ve mekanda olursa olsun orada bir bahar gelecek, orada yeniden baharın müjdecisi olan çiçekler açacaktı. İşte bu ayette bize onu hatırlattı.

İnsan bilinci solar ve eskir. Solduğu ve eskidiği için zikr koydu rabbimiz vahyin adını İnna nahnu nezzelnez Zikra.. (Hicr/9) Biz, elbette biz indirdik zikri. Zikr, yani hatırlama, hatırlatıcı. Neden? Çünkü hafıza solar. Çünkü insan unutur. Hafızanın da güzü vardır, sararır. Ama onu yeniden bahara kavuşturmak zikr ile mümkündür. Yani yeniden hatırlarsanız, yeniden doğarsınız. Vahyi yeniden Allah size nazil eder. sonsuz kez.

İşte aslında bu ayetin bize hatırlattığı buydu. Eğer siz vahiy ile sağlıklı ilişki kurarsanız içinizdeki güz yerini yemyeşil bir bahara terk edecektir.

 

22-) Efemen şerahAllâhu sadrehû lil İslâmi fe huve alâ nûrin min Rabbih* feveylün lil kasiyeti kulûbühüm min zikrillâh* ülâike fiy dalâlin mubiyn;

Allâh kimin derûnunu İslâm’ı kavrayacak şekilde genişletti ise, o Rabbinden bir nûr üzere değil midir? Allâh’ın zikrinden (hatırlattığından) kalpleri kasavetlenene (içleri sıkılıp bunalanlara) yazıklar olsun! İşte onlar apaçık şekilde (hakikatten) sapmayı yaşamaktadırlar! (A. Hulusi)

22 – Demek ki her kimin Allah bağını İslâm’a açmış ise işte o rabbinden bir nur üzerinde değil mi? O halde vay o Allahın zikrinden kalpleri katılara onlar bir açık dalâl içindedirler. (Elmalı)

 

Efemen şerahAllâhu sadrehû lil İslâmi fe huve alâ nûrin min Rabbih* feveylün lil kasiyeti kulûbühüm min zikrillâh ne o yoksa Allah’ın gönlünü İslam’a açtığı, kalbini İslam’a açtığı ve böylece rabbinden bir ışık bir nûr üzere olan kimse Allah’ı hatırlamaktan uzaklaşıp kalpleri katılaştığı için kendisine yazık eden, kendisini harcayan, kendisini israf eden kimseyle aynı olur mu? Bir tutulur mu?

Vahiy yağmurunun yürekte ki baharı Akleden kalbin o yağmura kendini açtığı kadar gerçekleşir. Eğer açmazsa gerçekleşmez. İslam bir ışıktır. Fakat ışığın olması, görmek için yeterli değildir. Göz de gerekir. Onun için ışık tek başına yetmez. Göz; Akleden kalptir. Eğer kapanırsa karanlıkta kalır. İşte ayettelil kasiyeti kulûbühüm kalbi karanlıkta kalmış kimseler. Çünkü gözünü ışığa açmamış.

Öyle değil mi ama, gözünü kapayan dünyayı kendisine zindan eder. Işıktan rahatsız olan yarasa tabiatlılar vahiy ışığına gözlerini kapamak için kendilerine mağara ararlar ve onlar hep ışıktan rahatsız olurlar. Onun için de vahyin hatırlatılması onları huysuzlandırır. Olağan üstü hırçınlaştırır. Bakarsınız olduğu yerde duramaz. Allah’tan, peygamberden, ahlaktan, ölümden, ahiretten, kitaptan, vahiyden söz etmeye görün yanlarında, renkleri atar. Karıncalanmaya başlarlar. Çünkü ışıktan rahatsız olmuşlardır. Çünkü aydınlıkta kendilerini seyretmek istememektedirler. Çünkü yüzlerine ayna tutulmasından hoşlanmazlar. Çünkü yüzlerini görmek istemezler. Onlar hayali güzeli çirkin gerçeğe, kendi gerçeklerine tercih etmişlerdir. Gerçek yüzlerini onun için seyredemezler. Eğer edebilselerdi muhasebe yaparlardı.

Zaten vahyin amacı da ne ki? İnsana ayna tutup ey insan seyreyle kendini demek değil mi? Vahyin amacı bundan başka ne ki. Ey insan kendine dön demekten başka. Ey insan kendinle barış, kendine tanış, kendine buluş, kendinle biliş, kendinle sarış demekten başka nedir ki.

Ama bu kolay mı sanıyorsunuz. Bu çok zor bir şey. İnsanın kendisine gerçeği söylemesi, kendi yüzünü gerçeğin aynasında maskesiz bir biçimde seyretmesi, yüzüm zannettiği maskelerini çıkarması, fora etmesi ve gerçeği çıplak yüzü ile karşı karşıya kalıp itiraf etmesi, istiğfar etmesi, Allah’a yönelmesi kolay mı sanıyorsunuz. Zaten bunu becerdiği anda vahyin şefkatli kollarına teslim olacaktır. Onun için vahiy bir ışık. Bu ışığa karşı gözlerini kapatan elbette kendinse dünyayı zindan eder. Allah saptırmaz insanı elbet. Fakat insanın kendisi sapar. Onun içindir ki devamında ki ayet onu güzel ifade edecek.

ülâike fiy dalâlin mubiyn böyleleri apaçık bir sapıklığa mahkum olacaklardır. Neden? Allah saptırdığı için mi? (Haşa) asla. Kendileri sapmayı tercih ettiler. Gözlerini ışığa kapadılar, onun içinde görmediler. Görmediklerinden dolayı da yoldan saptılar. Görmeden yürümeye kalkmak, nereye yürüdüğünü bilmemektir. Onun için onlar sapmayı istedi, gözlerini ısrarla açmamakta direndiler, Allah’ta onları saptırdı. İşte bu. Yoksa Allah’a iftira edemezler. Gözlerini açsalardı, ışık inmişti, ışık kendilerine gelmişti. Ama açmadılar.

 

23-) Allâhu nezzele ahsenel hadiysi Kitaben müteşabihen mesâniy* takşa’ırru minhü cüludülleziyne yahşevne Rabbehüm* sümme teliynü cüludühüm ve kulubühüm ila zikrillâh* zâlike hüdAllâhi yehdiy Bihi men yeşa’* ve men yudlilillâhu fema lehu min Had;

Allâh, sözün en güzelini; müteşabih (benzetme yollu), mesanî (aynı cümlede veya kelimede iki ayrı işareti vererek ikili anlatımla) bir bilgiyi (tafsilâtlı) indirdi… Rablerinden haşyet eden kimselerin Ondan derileri (tüyleri) ürperir… Sonra bedeni ve şuuru Allâh zikrine yumuşar (kabule müsait hâle gelir)… İşte bu Allâh’ın hidâyetidir ki onunla dilediğini hakikate erdirir! Allâh kimi saptırırsa ona hidâyet edecek yoktur. (A. Hulusi)

23 – Allah kelâmın en güzelini indirdi, ikizli, ahenkli bir kitab, ondan rablerine saygısı olanların derileri ürperir, sonra derileri de kalpleri de Allahın zikrine yumuşar, o işte Allah rehberidir, Allah onunla dilediğini doğru yola çıkarır, her kimi de Allah şaşırtırsa artık ona hidayet edecek yoktur. (Elmalı)

 

Allâhu nezzele ahsenel hadiysi Kitaben müteşabihen mesâniy Allah öğretilerin en güzelini, hayat nizamlarının en güzelini, sözlerin en güzelini; biri diğerine atıf yaparak tekrarlanan çift kutuplu bir hitap olarak indirmiştir.

Bu ayeti kerime Kur’an da içerdiği mana itibarıyla sadece burada yer alan bir ayettir ve Kur’an ın baştan sona özel tabiatını ele veren bir şifredir. Bu şifrede mesâniy, müteşabihen mesâniy bu kalıptır.

Önce müteşabihe bakalım. Müteşabih şebâh tan gelir, benzer demektir. Şebîh, Bir şeyin bir başka şeye benzemesi. Teşabüh. Bir şeyin  bir başka şeye benzetilmesi. Aslında benzetme tüm dillerde anlatımı kolaylaştırmak için kullanılan bir mecaz türü. Çünkü dil sınırlıdır, düşünce dilden sınırsızdır. Bilinç dilden çok daha sınırsızdır. Ama dil sınırlıdır. Bilinçte tabii ki sınırlıdır, fakat dilden daha büyüktür bilincin sınırı. Hakikati bilinç kavramaktan acizdir. Tam mahiyetiyle, gaybi kavramaktan acizdir. Gaybi hakikatler sınırlı olan insan bilinci tarafından zatıyla kavranamaz. Olduğu gibi kavranamaz, çünkü sonsuzu, sonlu olan kavrayamaz. Fakat dil daha da sınırlıdır. Bilincin kavradığını dile dökmek daha da zordur.

Şimdi iki sınırlanmış barajı aşacak. Onun içindir ki dilin sınırlılığını aşmak için mecaz kullanılır, müteşabih kullanılır, benzetmeler kullanılır, istiareler kullanılır. İşte dil böylece önünde ki engeli aşmaya çalışıyor. Hele anlatılan şey insan bilincine gayb olan, yani insanın algılama kapasitesinin üstünde olan gaybi hakikatlerse, mesela Allah’ın zatı, mesela cennet, mesela cehennem, mesela ahiret gibi. Mesela melek gibi. Yani bir bakıma bir ucuyla gaybi hakikatlerse, gaybi hakikatlere ilişkin gerçekler dile döküldüğünde mutlaka benzetme yapılmak durumundadır. Yani bildiğiniz şeylerden yola çıkarak idrakimize sığmayan, aklımızın almadığı yani kavramakta zorlandığımız hakikatlere ulaşmayı deneriz, onları algılamayı deneriz. Algıladığımız varlıklardan, algı kapasitemizin üzerinde olan gaybi hakikatlere ulaşmaya bir yol bulmaya çalışırız. İşte vahiy bize bu yolu kullanırken üslubuna müteşabih diyor ve kendisini ikiye ayırıyor A. İmran/7. ayetinde;

hünne Ümmül Kitabi ve uharu müteşabihat. (A. İmran/7) biri kitabın anası olan muhkemat. Diğeri de müteşabihler. Yani insan idrakinin bütünüyle kavramaktan aciz kaldığı gaybi hakikatler. Ama burada ki öyle değil, çünkü bu 23. ayette kitabın tamamının müteşabih olduğunu görüyoruz. Burada bir ikiye ayırma yok. Dolayısıyla bu müteşabihlikle A. İmran/7 te ki müteşabihlik arasında bir anlam farkı olmak zorunda.

Burada ki müteşabihlik nedir? Beşeri bir dilin içine yerleştirilen ilahi kelamın Allah’a nispetinin gaybi bir hakikat olarak insan zihni tarafından kavranamazlığıdır. Bu dil insanoğlu tarafından konuşulan bir dil, Arapça. Bu surede de zaten Arapça olduğu biraz sonra vurgulanacak. Bu nedir? İnsan gruplarından birinin, bir ırkın konuştuğu bir dil. Yani beşeri bir boyut. Fakat bu beşeri dilin içerisine öyle bir mana yerleştiriyor ki bu mana ilahi kelam. Bu beşeri dilin içine yerleştirilen bu mananın kaynağı olan Allah’a nispetini insan nasıl kavrayacak.

İşte bu noktada vahyin gaybî boyutuna giriyoruz, gayba giriyoruz. Yani bunu bütünüyle kavramaktan ve izah etmekten aciziz. Onun içinde burada bahsedilen vahyin ilahi kaynağına nispetinin insan zihni tarafından bütünüyle algılanamayacağına işaret eder. Bu müteşabihlikten maksatta budur. Bağlam da zaten bunu teyit eder ki 21. ayete baktığımızda orada bizim dikkatimizi çektiği yağmurla sonuç, bitkinin sonucu arasında dikkatimizi çektiği bağ kurma işlemini burada da yapmamızı ister.

Mesâniy e gelince işte asıl anahtar budur. Kur’an da;

 

Ve lekad ateynake Seb’an minel Mesâni vel Kur’ânel Azıym.(Hicr/87) diye geçer. Biz sana ikili yediyi verdik. Tam manası bu. Tam tercüme böyle. Yani literal manada böyle çevrilir. İkişerli yediyi ya da. vel Kur’ânel Azıym. Ve bir de muhteşem Kur’an ı verdik.

Şimdi demek ki bir Kur’an verilmiş, bir de ikişerli yedi. Bu ikişerli yedinin ne olduğu konusunda Resulallah’tan bir açıklama rivayeti var. Ki Resulallah’ın tefsiri olarak kabul edebiliriz. O fatihadır. diyor. Biz o zaman fatihanın Kur’an dan bir cüz, ama özü itibarıyla da Kur’an ın sanki bütününün bir özeti. Bütününü temsil eden bir özet olduğunu anlıyoruz ve Abdullah İbn. Mes’ud un kendi eliyle yazdığı musafına neden fatihayı yazmadığı sorulduğunda; Eğer yazsaydım her surenin başına yazman gerekirdi. Deyişi de böyle anlamasından dolayı. Yani fatiha adeta besmele gibi Kur’an ın her suresini temsil eden bir ilahi özet.

İşte bu çerçeve de burada ki Mesâniy bambaşka bir anlam. Çünkü Kur’an ın tamamını temsil ediyor. Tekili mesna dan geldiğini kabul edersek, ki öyle kabul ettik, bu manayı verebiliriz. Ama müsemmanın çoğulu kabul edersek anlam, övgü kaynağı müstesna bir kitap olan olarak anlam haline gelir. Burada bütün Kur’an a ilişkin bir nitelik dile getirilmektedir. Çünkü mesâniy çifterli, kutuplu, zıddını içinde barındıran, her iki tarafı ele alan, bütün boyutlarıyla göz önüne seren anlamına geliyor. Özellikle mesna dan geldiğini düşündüğümüzde iki kutuplu, iki zıddı içeren manasına.

Kur’an a baştan sona baktığımızda zaten bunu görüyoruz. Bu anahtar kelime Kur’an ın üslubunu veriyor. Kur’an ın aslında anahtarı bu. İşte 21. ayette görmedik mi; Bahar, güz. İşte iki kutup. Yine 22. ayette görmedik mi hemen biraz önce; Nûr, kavse, karanlık. Muhkem, müteşabih. Cennet, cehennem. Nerede cennetten söz ediyorsa bakınız o bağlam içerisinde ya üste ya altta cehenneme getirir sözü. Nerede kafirden söz ediyorsa bakınız, o bağlam içerisinde ya önde ya arkada mü’mine getirir. Nerede imandan söz ediyorsa orada küfürden de söz eder. Nerede tevhidden söz ediyorsa bu surenin ilk ayetleri gibi, orada şirkten de söz eder. Nerede müjdeden söz ediyorsa bakınız orada uyarıdan da söz eder. Nerede peygamberin beşiyr vasfından söz ediyorsa orada neziyr vasfından da söz eder. Nerede Allah’ın rahmetinden söz ediyorsa bakarsınız orada azametinden de söz eder. Onun için mutlaka kutuplu, iki uçlu bir hitaba sahiptir, bir üsluba sahiptir Kur’an.

İşte bu üslubu ele veren bir ifade bu. Bu surede de emmen ya da efemen diye gelen 4 ya da 5 ayet var. Çok ilginç, en çok bu kalıpla gelen ayet sayısı bu surede. Neden derseniz Çünkü iki tipi kıyaslıyor. İşte biraz önce kıyasladı, ne dedi; Allah’ın, kalbini İslam’a açtığı ve kendisi bir ışık üzere olan kimse ile, kalbini İslam’a kapatan, vahye kapatan, karanlıkta kalan kişi bir olur mu dedi. Bu üslupla gelen bu surede defaatle gelen ayetler var.

İşte size çift kutup. Yani şu kişiyle şu kişiyi kıyaslatın. Şu uçla şu ucu kıyaslayın Onun için mesâniy özelliği Kur’an ı anlamada anahtardır. Kur’an ı anlamanın anahtarlarından söz edeceksek eğer ve bir çok anahtar söz konusu olacaksa bu anahtarları da bir sıraya dizmemiz gerekirse bana sorarsanız 1 numaralı anahtar mesâniy özelliğidir. Bu özelliği ele almadan Kur’an ın üslubunu ortaya koyamayız.

takşa’ırru minhü cüludülleziyne yahşevne Rabbehüm (öyle bir hitap ki) rablerine karşı derin bir saygıyla titreyenlerin, ürperenlerin ondan dolayı tenleri ürperir. sümme teliynü cüludühüm ve kulubühüm ila zikrillâh ardından Allah’ın sonsuz rahmetini hatırlayınca kalpleri ve enleri yatışı verir. Sükunete erer. Önce kabaran ve dağlar gibi dalgalanan okyanusçasına Allah’ın rahmetini hatırlayınca atlas gibi, çarşaf gibi sükunete kavuşan bir okyanusa  dönüşür.

İnnemel mu’minunelleziyne izâ zükirAllâhu vecilet kulubühüm ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymane. (Enfal/2) değil mi? Mü’minler o kimselerdir ki, hatta tahsis edatı var; sadece şu kimseler imanın gerçek hazzına ulaşmışlardır ki onlar, Allah’ın adı yanlarında anıldığında gönülleri titrer. Taa..!yüreklerinden çamaşır gibi sıkılırlar. Taa..! kalplerine sanki bir sağanak düşmüş gibi yüreklerinin ortasından titremeye başlarlar. ve izâ tüliyet aleyhim ayatuHU zadethüm iymane. Ve O’nun ayetleri kendilerine okunduğu zaman da imanları artar, imanları gürleşir. Sanki o ayetler gönül tarlasına inmiş bir bereket yağmuru gibi gelir de o yağmuru yiyince iman gür ve gümrah bir biçimde meyveye durmuş amel olarak etrafına bin bir çeşit güzel meyveleri saçmaktadır.

İşte burada tasvir edilen mü’min gibi bu ayette de Allah’ın vahyi karşısında kamil bir imanın alması gereken vaziyet dile getiriliyor. Yani rabbiniz konuşacak ama hiçbir şey olmamış gibi davranacak. Allah diyor ki diyecek biri, ama sizin tüyünüz bile kıpramayacak, aldırmayacaksınız. O zaman imanınız mahkum demektir, mahpus demektir. Aktif ve aktüel bir iman Allah’ı duyduğunda hemen harekete geçer. Yani kulağı kiriştedir. Allah’a ilişkin bir şey duyduğunda, sevgiliye ilişkin bir söz duyan aşık gibi yüreğinden yanmaya, fokurdamaya, yerinde duramamaya başlar. İman böyledir, böyle ise aktiftir, böyle ise aktüeldir.

zâlike hüdAllâhi yehdiy Bihi men yeşa’ işte bu Allah’ın hidayetidir, işte bununla doğru yola isteyeni ulaştırmayı diler. İsteyeni ulaştırmayı diler dedim. Doğru yola ulaştırır ibaresi daima doğru yola ulaşmayı dileyeni doğru yola ulaştırmayı diler şeklinde anlaşılmak zorundadır. ve men yudlilillâhu fema lehu min Had Allah’ın saptırdığı kimse ise artık asla yol gösterici bulamaz.

Bu da öyle değil mi. Yukarıda da değinmiştim Maide/108. ayetini hatırlayalım; vAllâhu lâ yehdil kavmel fasikıyn. (Maide/108) Allah yoldan sapmış bir toplumu doğru yola ulaştırmaz. Kimi ulaştırmazmış? Yoldan sapmışı: Yine vAllâhu lâ yehdilkavmezzâlimiyn. (Saff/7) kendilerine kıymış bir topluluğu doğru yola ulaştırmaz. Allah’ın kimi doğru yola ulaştırmayacağı belli. Kimi doğru yola ulaştıracağı da belli; ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn. (Bakara/26) fasıklardan başkasını saptırmaz diyor. Dolayısıyla Allah saptırır dediğimiz zaman sapmayı tercih edenin sapmasına izin verir. Allah doğru yola ulaştırır dediğimiz zaman da, doğru yolu arayıp onu tercih edene o konuda yardımını iletir şeklinde anlamak durumundayız.

 

24-) Efemen yettekıy Bi vechihi suel azâbi yevmel kıyameti, ve kıyle liz zâlimiyne zûku ma küntüm teksibun;

Kıyamet sürecinde (başka hiçbir imkânı olmadığı için yalnızca) yüzüyle azabın en kötüsünden korunmaya çalışan kimse mi? Zâlimlere: “Kazandıklarınızı tadın!” denilmiştir. (A. Hulusi)

24 – O halde Kıyamet günü zalimlere «tadın bakalım kazanıp durduklarınızı» denilirken, o kötü azâbı yüzü ile koruyacak kimse ne olur? (Elmalı)

 

Efemen yettekıy Bi vechihi suel azâbi yevmel kıyameh ne o yoksa kıyamet günü azabın en beterinden kendisini yüzü ile koruyan kimse güven içinde olan kimse ile bir tutulur mu?

Azaptan kendisini yüzü ile koruyandan kasıt şu olsa gerek; elini kullanamadığı için. Elini niye kullanamaz? Yine Kur’an da ki diğer ayetlerden yola çıkarak iki sebebi olabilir, biri eli kolu döküldüğü “..yahzünühümül feze’ul ekber..” (Enbiya/103) korku, dehşet, panik gününde gördüğü dehşet karşısında eli kolu tutmadığı için, elini kaldıracak mecali olmadığı için. Ama ikinci bir ihtimal daha var, o da eli zincirle bağlı olduğu için yüzü ile kendini ateşten korumaya çalışan birini tasvir ediyor u ayet.

ve kıyle liz zâlimiyne zûku ma küntüm teksibun Zaimlere o gün daha önce kazandıklarınızı şimdi tadın bakalım denilecek.

 

25-) Kezzebelleziyne min kablihim feetahümül azâbü min haysü lâ yeş’urun;

Onlardan öncekiler yalanladı da bu yüzden azap onlara fark etmedikleri bir yerden geldi. (A. Hulusi)

25 – Onlardan evvelkileri tekzip ettiler, ettiler de kendilerine hatırlarına gelmez cihetten azâb geliverdi. (Elmalı)

 

Kezzebelleziyne min kablihim onlardan öncekiler de hakikati yalanlamışlardı. Ne oldu peki? feetahümül azâbü min haysü lâ yeş’urun bunun üzerine nereden geldiğini anlayamadıkları bir ceza, bir azap, bir bela onları gelip buldu ve mahvetti.

 

26-) Feezâkahümullâhul hızye fiyl hayatid dünya* ve leazâbül ahireti ekber* lev kânu ya’lemun;

Allâh, onlara dünya hayatında rezilliği tattırdı. Sonsuz geleceğin azabı ise elbette Ekber’dir! Eğer bilselerdi! (A. Hulusi)

26 – Geliverdi de Allah onlara Dünya hayatta zilleti tattırdı ve elbette Âhiret azâbı daha büyüktür velâkin bilselerdi. (Elmalı)

 

Feezâkahümullâhul hızye fiyl hayatid dünya sonunda Allah onlara bu dünyada onursuzluğu tattırdı. Çünkü gelen azab; ya sosyal azaptır, ya ekonomik azaptır, ya ahlaki azaptır ki ahlaki çöküntü, ekonomik kriz, sosyal çöküntü, yani bütün bunlar aslında bir azap, bir eza. Ama bir toplum bunu böyle okumuyorsa aslında daha büyük bela budur. Kendi başına gelen belayı bela olarak görmemek, o beladan daha büyük belaya çarptırılmaktır ki, bir toplumun içinde biri görmezse gören biri ona haber verir. Yolun kenarına bir ama gelir bekler, gören birileri onu tutar ve geçirir. Ya bir toplumun tamamı ama ise, tamamı görmezse, tamamının yürekleri körse, onları bu hakikat köprüsünden kim geçirir. Bu hayat yolunda kim doğru yola sokar. İşte bundan büyük bela mı olur. O belayı hatırlatıyor bu ayetler.

ve leazâbül ahireti ekber* lev kânu ya’lemun ama ahiret azabı elbet daha beterdir. Keşke bunu olsun bilselerdi. Ama bunu bile bilecek durumda değiller.

 

27-) Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur’âni min külli meselin leallehüm yetezekkerun;

Andolsun ki şu Kurân’da insanlar için her türlü misali kullandık… Belki tezekkür ederler (unutmuş oldukları hakikatlerini hatırlayıp) üzerinde derin düşünürler diye! (A. Hulusi)

27 – Yemin ederim ki bu Kur’an da insanlar için her türlüsünden temsil getirdik, gerek ki iyi düşünsünler. (Elmalı)

 

Ve lekad darebna linNasi fiy hazel Kur’âni min külli meselin leallehüm yetezekkerun doğrusu biz bu Kur’an da hakikati belki düşünüp ibret alırlar diye insanlara her türlü dolaylı anlatım yöntemini, tarzını, meseli, mesel tarzını kullanarak aktardık. Neden? Bir kişi daha fazla gerçeği görsün diye.

Rabbimizin insana olan şefkatinin bir ifadesi değil mi sevgili Kur’an dostları. Hakikati çevire çevire, evire çevire, buradan olmadı buradan, buradan olmadı oradan anlasın diye. Yani muhatabı isterse en geri kafalı olsun, en az en kıt anlayışlı olsun, onun yüreğine gerçeği sokmak için rabbimizin gayretini ifade ediyor şu ayet.

Bu nedir? Allah’ın insanoğluna olan şefkatinin büyüklüğüdür. Anla da tek, ben anlatmaktan usanmam. Misal veririm anlatırım, gökleri misal veririm anlatırım, yerleri misal veririm anlatırım, seni misal veririm anlatırım. Aklının sağından anlatırım, solundan anlatırım, önünden anlatırım, ardından anlatırım. Ama yılmam sen yeter ki anla demeye gelmiyor mu bu zımnen.

Mesâniy özelliğine ilaveten temsil özelliği işte. Bir sonraki ayet tevhid ve şirki anlatan bir temsil ile geliyor zaten, şimdi devam edelim.

 

28-) Kur’ânen ‘Arabiyyen ğayre ziy ‘ıvecin leallehüm yettekun;

Pürüzsüz, net Arapça bir Kur’ân olarak (vahyettik)… Belki (anlayıp) korunurlar diye. (A. Hulusi)

28 – Bir Kur’an ki pürüzsüz bir Arabî, gerek ki korunsunlar. (Elmalı)

 

Kur’ânen ‘Arabiyyen ğayre ziy ‘ıvecin leallehüm yettekun ve onu hiçbir çarpıklığa meydan bırakmadan Arapça bir hitap olarak indirdik. Belki sorumluluklarını idrak ederler diye.

 

29-) DarebAllâhu meselen racülen fiyhi şürekâü müteşakisune ve racülen selemen liracül* hel yesteviyani mesela* elHamdu Lillâh* bel ekseruhüm lâ ya’lemun;

Allâh bir misal verdi: Birbiriyle sorunlu ortaklara hizmet veren adam ile sadece bir adama teslim adam… Bu ikisinin şartları eşit olur mu? El Hamdu Lillâh! Hayır, onların çoğunluğu bilmezler! (A. Hulusi)

29 – Allah şunu bir mesel yapmıştır: bir adam, onda bir takım ortaklar var, hırçın hırçın çekiştirip duruyorlar, bir adam da selâmetle bir adamın, hiç bu ikisinin hal-ü şanı bir olur mu? Hamd Allah’ındır, fakat pek çokları bilmezler. (Elmalı)

 

DarebAllâhu meselen işte mesel geldi. Kur’an ın bir başka anahtarı mesel. DarebAllâhu meselen racülen fiyhi şürekâü müteşakisune ve racülen selemen liracülin (bu bab da mesela) Allah size; hepsi birbirine rakip bir çok ortağın emri altında bulunan bir adamla, sadece bir kişiye bağlı bir adamın durumunu misal verir, örnek gösterir.

Aslında burada biraz önce de değindiğim gibi tevhid ve şirkin örneği veriliyor. Birçok efendiye bağlı bir adam hangi birini razı edecek, hangi birini memnun edecek. Müşrik zihnin durumunu, yırtık, parçalanmış kişiliğini ele veriyor bu. Şimdi bir çok put var, hangi birini razı edecek, hangi birinin önünde yatıp yuvarlanacak.

Düşünün bir çok sultanı var, bir çok efendisi var. Bu efendilerden birinin hizmetine koşsa öbürü darılıyor. Öbürünün hizmetine koşsa o darılıyor. Aslında kula kul olmanın ne kadar zor bir şey olduğunu, Allah’a kul olmakla bundan, bu zorluktan insanın kurtulduğunu, bunun da tek yolunun Allah’a kul olmak olduğunu beyan eden bir ayet.

hel yesteviyani meselen bu ikisinin durumu bir midir, eşit midir? Elbette hayır. Rabbi tek olan parçalanmaz bir kişiliğe sahiptir. Bütündür. İşte insanı kamil de bu manaya gelir. Bütün insan, tüm insan, yırtılmamış insan, bölünmemiş insan, parçalanmamış insan. Zaten insanoğlunun başına gelebilecek en büyük felaket iç yırtılmadır. Yani duygu ve düşünce arasında ki parçalanmışlık. Eylem ve inanç arasında ki parçalanmışlık. Onun için bu yırtılma onarımı imkansız dertler açmaktadır insan oğlunun başına.

elHamdu Lillâh* bel ekseruhüm lâ ya’lemun Allah’a hamd olsun ki hayır. Ama onların çoğu bunu bile kavramaktan acizdirler. Yani soru sormuştu yahel yesteviyani mesela hayır, elHamdu Lillâh ki hayır. Niye elHamdu Lillâh ki hayır? Ya aynı olsaydı o zaman şirk özendirilmiş olmaz mıydı. Allah aynı tutsaydı o zaman imanla küfrü, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, hak ile batılı aynı kefede koymuş olmaz mıydı.

elHamdu Lillâh ki koymadı. Allah’a hamd olsun. Testiyi kıranla suyu getireni bir tutmayan Allah’a hamd oldun. İyiliği ödüllendirip kötülüğü cezalandıran Allah’a hamd olsun. Böyle yaparak dünyamızı yaşanılır kılan Allah’a hamd olsun. İyi ile kötüyü bir tutmayarak insanları iyi olmaya teşvik eden Allah’a hamd olsun. Böyle yapmakla hayatımızı güzelleştiren Allah’a hamd olsun.

Böyle yapmasaydı insan oğlunu kötülük yapmaktan ne alıkoyabilirdi. Niçin iyilik yapacaktı ki eğer ödüllendirilmeyecekse, hele kimse bilmeyecekse. Kimsenin görmediği yerde dünyevi bir karşılığı da yoksa insanları iyilik yapmaya ikna edebilecek bir doneniz var mıydı Allah’tan başka.

 

30-) İnneke meyyitün ve innehüm meyyitun;

Kesinlikle sen ölümü tadacaksın ve muhakkak ki onlar da ölümü tadacaklar! (A. Hulusi)

30 – Elbet sen öleceksin ve elbet onlar da ölecekler. (Elmalı)

 

İnneke meyyitün ve innehüm meyyitun şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler. Yani onlar da ölümlü, sen de ölümlüsün. Burada birkaç yere uyarı var. İnanmayanlara uyarı var; Bir gün Allah’ın huzurunda size nebî olarak gönderilen bu zat hesap verecek, siz de hesap vereceksiniz. Felenes’elennelleziyne ürsile ileyhim velenes’elennel murseliyn. (A’raf/6) kendilerine Resul gönderilenlerden hesap soracağız yemin olsun. Gönderilen Resullerden de hesap soracağız. Vazifenizi yaptınız, Allah’ın vahyini bunlara tebliğ ettiniz mi diyeceğiz. Eğer şahit ol ya rabbi ettik derlerse size dönüp. Peki onlar tebliğ ettikten sonra siz onlara ne muamele yaptınız diye soracağız.

İşte bu kaygıydı ki efendimizin saçlarını ağartan. Bu kaygıydı ki veda hutbelerinin her birinde yaşlı gözlerini göğe dikip; “Elâ hel belağ” ey insanlar bakın, size tebliğ ettim mi? Onlar; “şahit olduk ya Resulallah. Sen emaneti yerine ulaştırdın et beytel emaneh emaneti yerine ulaştırdın. Deyince yaşlı gözlerini göğe çeviren nebî “Rabbena feşhed”. Allah’ım, rabbim şahit ol demesi bu yüzdendi.

 

31-) Sümme inneküm yevmel kıyameti ‘ınde Rabbiküm tahtesımun;

Sonra, muhakkak ki siz, kıyamet sürecinde Rabbinizin indînde karşılaştırılacaksınız. (A. Hulusi)

31 – Sonra siz muhakkak rabbinizin huzurunda muhakemeye duruşacaksınız. (Elmalı)

 

Sümme inneküm yevmel kıyameti ‘ınde Rabbiküm tahtesımun en sonunda sizler kıyamet günü rabbinizin huzurunda yargılanacaksınız.

 

32-) Femen azlemü mimmen kezebe alAllâhi ve kezzebe Bis sıdkı iz caeh* eleyse fiy cehenneme mesven lil kâfiriyn;

Allâh üzerine yalan söyleyen ve kendisine geldiğinde varlığındaki gerçeği yalanlayandan daha zâlim kimdir? Hakikat bilgisini inkâr edenler için, yaşayacakları ortam cehennemde değil midir? (A. Hulusi)

32 – Artık o kimseden daha zalim (daha haksız) kim olabilir ki Allah üzerine yalan söylemiş, doğruyu da kendisine geldiği vakit tekzip eylemiştir, Cehennemde değil midir mevkii kâfirlerin. (Elmalı)

 

Femen azlemü mimmen kezebe alAllâhi ve kezzebe Bis sıdkı iz caeh Allah hakkında yalan söyleyen ve ayağına kadar geldiği halde gerçeği yalanlayandan, ısrarla yalan sayandan daha zalim biri olabilir mi? Bu Allah’a ait vasıfları O’nun dışında ki varlıklara yakıştırmak olabileceği gibi, velileri, azizleri, büyük insanları, Allah’a yakın bildiğimiz kimseleri, hatta peygamberleri O’na ulaşmada aracılar kılmakta olabilir ki, zaten Zümer suresinin 3. ayetinde öyle denilmiyor muydu.liyükarribûna ilAllâhi zülfâ Peki bu putlara niçin tapıyorsunuz denilince putperestler; Bunlar Allah ile bizim aramızda aracılık yapsınlar, bizi O’na yaklaştırsınlar diye tapıyoruz demişlerdi ya, ona bir ima da olabilir.

eleyse fiy cehenneme mesven lil kâfiriyn hiç küfürde direnenler için cehennemde yer olmaz mı? Şakası bile kötü. Hani bazen kendini bilmezler şaka vari; Bu kadar adamı cehennem nasıl alsın derler ya, adeta öylelerine cevap olarak hiç küfürde direnenlere cehennemde yer bulunmaz mı? Diyor.

 

33-) Velleziy cae Bis sıdkı ve saddeka Bihi ülaike hümül müttekun;

Sıdkı (Allâh kulu olunduğu ve bedende hilâfet hakikatinin yaşandığı gerçeğini) getiren ve Onu tasdik edene (Hz. Ebu Bekir) gelince, işte onlar Müttekî’lerin ta kendileridir! (A. Hulusi)

33 – Doğruyu getiren ve onu tasdik eden ise işte onlar korunan muttakiler. (Elmalı)

 

Velleziy cae Bis sıdkı ve saddeka Bihi ülaike hümül müttekun ama hakikati getiren ve o hakikati tüm kalbiyle tasdik eden, onaylayan kimselere gelince. İşte  sorumluluklarını gereği gibi idrak edenler onlardır, ta kendileridir.

ilginçtir değerli dostlar, 33. ayeti hemen geçmeyelim isterseniz Velleziy cae Bis sıdk, hakikati getiren. Bu sadece peygamberimize hitap ettiği düşünülebilir ama bağlam içinde düşünüldüğünde hakikati ulaştıran herkes, vahyi insanlığa ulaştıran herkes bu ayetin muhatabıdır. Bu manada hakikati getirmek, hakikati ulaştırmak, Resulallah’ın misyonunu sürdürmek, risaletin emanetini yerlerde sürümemek. Risalet emanetine ihanet etmemek. İşte bunlar için müjde taşıyor bu ayet.

 

34-) Lehüm ma yeşaune ‘ınde Rabbihim* zâlike cezaül muhsiniyn;

Onlar için Rablerinin indînde diledikleri her şey vardır! İşte bu muhsinlerin (Allâh’a görürcesine kulluk etmekte olanların) cezasıdır! (A. Hulusi)

34 – Onlara rablerinin indinde ne dilerlerse var, o işte Muhsinlerin cezası. (Elmalı)

 

Lehüm ma yeşaune ‘ınde Rabbihim arzuladıkları her şey rableri katında onları beklemektedir. Yani hiç akıllarına şöyle bir şey gelmesin. Ya rabbi biz dünyada seni razı etmek için nefsimizin arzularından geçtik. Acaba yarın ukbada arzuladıklarımızı bize verecek misin diye sormasınlar. Dünya da Allah için arzularına gem vuranlar, Ahirette Allah o arzularını, güzelliğin kaynağı olan, üretildiği mutlak güzelliğin merkezi olan cennetlerde o arzularını tıka basa doyuracaktır. zâlike cezaül muhsiniyn bu da iyi davrananların ödülüdür.

Evet, öyle değil mi. İyi davrananların mutlaka ödüllendirilmesi gerekiyor. Vahiy hep bunu söyler. Ahirette diyor Kur’an, cenneti hak eden kimseleri ne gibi muhteşem ve göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini hiç kimse hayal dahi edemez. Evet, Hiç kimse hayal dahi edemez. Onun için hayal etmeye kalksak ahirette imanı bekleyen ilahi sürprizleri, üstelik göz kamaştırıcı ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) göz kamaştırıcı sürprizleri hayal dahi edemezmişiz.

 

35-) LiyükeffirAllâhu anhüm esveelleziy amilu ve yecziyehüm ecrehüm Bi ahsenilleziy kânu ya’melun;

Tâ ki Allâh, önceden yaptıklarının en kötüsünü bile onlardan silsin ve yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlarını onlara versin. (A. Hulusi)

35 – Çünkü Allah onların mukaddemâ yaptıkları amelin en kötüsünü bile kefaretle örtüp, işlemekte bulundukları güzel amellerin en güzeline göre ecirlerini kendilerine ihsan edecektir. (Elmalı)

 

LiyükeffirAllâhu anhüm esveelleziy amilu ve yecziyehüm ecrehüm Bi ahsenilleziy kânu ya’melun şöyle ki Allah onların yaptıklarının en kötülerini örter. Ve onları yapa geldiklerinin en iyisiyle ödüllendirir. Çok büyük bir müjde ile karşı karşıya mü’minler. Yani burada her arzularını Allah’ın gidereceği cennet ehli Mü’minlerin suçsuz, günahsız, kusursuz, hatasız olduğu söylenmiyor. Yani onların mükemmel insan olmaları gerektiği söylenmiyor. Bakın ne söyleniyor; Açıkça deniliyor ki; Allah onların yaptıklarının en kötülerini örter ve onları yapa geldiklerinin en iyisiyle ödüllendirir. Onun için Allah’ı razı etmeye bakmak, bu çerçeve de insan olmanın doğal bir sonucu olarak işlenen hatalar, kusurlar, günahlara takılıp kalmamak. Ama Allah ile ilişki ve irtibatı sürekli diri ve sıcak tutmak ve gerisini O’na bırakmak.

 

36-) EleysAllâhu Bi kâfin abdeHU, ve yuhavvifuneke Billeziyne min dûniHİ, ve men yudlilillâhu fema lehu min Had;

Allâh, Esmâ’sından yarattığı kuluna kâfi değil mi? Seni O’nun dûnundakilerle korkutuyorlar! Allâh kimi saptırırsa onun için hidâyet edici yoktur. (A. Hulusi)

36 – Allah kuluna kâfî değil mi? Durmuşlar da seni ondan beridekilerle korkutuyorlar, her kimi ki Allah şaşırtır artık ona hidayet edecek yoktur, (Elmalı)

 

EleysAllâhu Bi kâfin abdeH hiç Allah kuluna yetmez mi. İşte geldi, işte büyük soru, büyük müjde geldi; Allah kuluna yetmez mi? Ne dersiniz? Allah yetmezse kuluna ne yeter, Allah değilse kim yeter. Allah’ın var, neye muhtaçsın. Allah’ın yok neyin var. İnsana sormalı, Allah, o her şey elde var bir. Gerisi 0 olsa ne yazar.

Hacer öyle demişti ya; Hz. İbrahim Hacer’i ıssız bir çölün ortasında eski beytin yanında bir sahra ağacının dibine bırakmış, yanına bir kırba su, sadece bir çıkın da ekmek koymuş ve göz yaşları içinde daha yeni doğmuş olan bebeği İsmail’i ve annesi Hacer’i orada Allah’a emanet ederek geri dönüp giderken arkasından Hacer şöyle seslenmişti;

- Ya İbrahim bizi kime bırakıyorsun. İbrahim’in dudaklarından dökülen tek cümle oldu.

- Sizi Allah’a bırakıyorum. Ve Hacerin verdiği cevap, onun adını tarihe imanın büyük kadını olarak kazıdı.

- Allah mı? Hasbinallah ve ni’mel vekil. O bana yeter. O ne güzel vekildir. İşte bu;

Elleziyne kale lehümün Nasu innen Nase kad cemeu leküm fahşevhüm fezadehüm iymana* ve kalu hasbünAllâhu ve nı’mel vekiyl. (A.İmran/173) Hani kendilerine bütün insanlar sizin aleyhinize birleşti, sizi yer yüzünden silip kaldıracaklar denildiğinde, onlar hemen kalpleri Allah aşkıyla ürperip, imanları ziyadeleşip ve dönüp onlara; HasbünAllah, Allah bize yeter. Ve ni’mel vekiyl, O ne güzel vekildir. Diyenler. İşte mü’minin imanı bu kadar güç merkezidir.

ve yuhavvifuneke Billeziyne min dûniH onlar seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Yani baştaki cümle ile beraber alırsak, Allah kuluna yetmez mi ki onlar seni O’ndan başkalarıyla korkutmaya kalkıyorlar. Evet,

Elleziyne yübelliğune risalâtillahi ve yahşevneHU ve lâ yahşevne ehaden illAllâh.(Ahzab/39) Allah’ın risaletini tebliğ eden o kimseler, yalnız Allah’tan korkarlar, Allah’tan başka da hiç kimseden korkmazlar. Hem nefiy hem ispat ile gelen bir cümle bu. Yani yalnız Allah’tan korkarlar demesi yeterdi aslında. Allah’tan başka da kimseden korkmazlar demeye gerek yoktu. Ama nefiy ve ispatı birlikte getirmiş ki, Allah’tan korkmak yetmez Allah’tan başkasından da korkmayın. Neden? Bu Ahzab/9. ayeti.

etahşevnehüm* fAllâhu ehakku en tahşevhü in küntüm mu’miniyn. (Tevbe/13) yoksa onlardan korkuyor musunuz Allah dışında birilerinden. Unutmayın ki Allah kendisinden korkulmaya en fazla layık olandır.

İnsan yalnızca Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkmalıdır
çünkü korkuyu istismar etmeyen bir tek otorite vardır o da Allah. Allah dışında korktuğunuz her varlık sizin korkunuzu istismar eder kendi defterine, kendi hesabına gelir olarak kaydeder. Eğer korktuğunuzu anlarsa sizi yüreğinizin burnundan halka takıp sürür ve oynatır. Bir tane Allah’tır ki insanın korkusunu istismar etmeyip onu güçlendirir, onu takviye eder. Onun için insan iradesini sadece Allah kıskanmaz. Allah’tan başka herkes kıskanma potansiyeline sahiptir.

ve men yudlilillâhu fema lehu min Had ne ki Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola getiren bulunmaz. Yine bunu da deminki ayetler gibi doğru anlayacağız Kur’an ın bütününden yola çıkarak. Kim sapmayı dilerse Allah ona izin verir. Dolayısıyla bir kez de sapması artık sabitleştiğinde, koordinatları kaybettiğinde, yüreği mühürlendiğinde, artık dönüşü olmayan bir noktaya geldiğinde onu doğru yola geri döndürecek kimse bulunmaz.

 

37-) Ve men yehdillâhu fema lehu min mudıll* eleysellahu Bi ‘Aziyzin Zintikam;

Allâh kime hidâyet ederse, kimse onu saptıramaz! Allâh (Bi-) Aziyz (kullarından bu isminin işaret ettiği özelliği açığa çıkaran), Züntikam (araya duygu katmaksızın yaptığının sonucunu kesinlikle yaşatan) değil midir? (A. Hulusi)  

37 – Her kime de Allah hidayet verir onu da şaşırtacak yoktur, bir intikamı var azîz değil mi Allah? (Elmalı)

 

Ve men yehdillâhu fema lehu min mudıll ama Allah kimi de doğru yola yöneltirse artık onu doğru yoldan kimse çıkaramaz. Yine bu da öyle; kim doğru yolu tercih eder bu tercihini hayat tarzı haline getirirse, Allah onun bu tercihini güçlendirir. Tercihini gerçekleştirmesi için güç verir ve bu güç sayesinde öyle iman kökleşir ve yerleşir ki, hiçbir rüzgar o kökü sökemez. Onu kimse yolundan çeviremez.

eleysellahu Bi ‘Aziyzin Zintikam değil mi ki Allah izzet sahibidir, kimsenin kötülüğünü yanına kar bırakmayandır. Yani Allah’ın intikam sahibi olması bu demektir. Yani öç alıcı diye çeviremeyiz, kimsenin yaptığı kötülüğü yanına kar bırakmaz.

 

38-) Ve lein seeltehüm men halekas Semavati vel Arda leyekulünnAllâh* kul eferaeytüm ma ted’une min dûnillâhi in eradeniyAllâhu Bi durrin hel hünne kâşifatü durrihi ev eradeniy Bi rahmetin hel hünne mümsikâtü rahmetiHİ, kul hasbiyAllâh* aleyhi yetevekkelül mütevekkilun;

Andolsun ki eğer onlara: “Semâları ve arzı kim yarattı?” diye sorsan, elbette: “Allâh” diyeceklerdir… De ki: “(Bu cevabınıza göre) Allâh dûnunda isimlendirdiklerinizin (yerini) gördünüz mü? Eğer Allâh bende bir zarar, sıkıntı irade ederse, O’nun verdiği zararı, sıkıntıyı onlar açıp kaldıracaklar mı? Yahut (Allâh) bende bir rahmet irade ederse, O’nun rahmetini onlar engelleyebilirler mi?”… De ki: “Allâh bana yeter! Tevekkül edenler O’nu Vekiyl kılar!” (A. Hulusi)

38 – Celâlim hakkı için sorsan onlara: o Gökleri ve Yeri kim yarattı? Elbette şüphesiz Allah diyecekler, de ki: o halde gördünüz a o Allah dan başka çağırdıklarınızı, eğer Allah bana bir keder murad ederse onlar kederini açabilirler mi? Yahut bana bir rahmet murad ederse onlar onun rahmetini tutabilirler mi? De ki: Allah bana yeter, hep ona dayanır mütevekkil olanlar. (Elmalı)

 

Ve lein seeltehüm men halekas Semavati vel Arda leyekulünnAllâh ve eğer onlara gökleri ve yeri kim yarattı diye sorsan; Kesinlikle Allah derler. Peki sorun ne o zaman? Yani onlar dediği kim bu ayetin? Putperestler, puta tapıcılar. Allah’tan başkasına Allah’a ait nitelikleri yakıştıranlar. Tanrısal sıfatları Allah’tan başkasına cömertçe verenler. Peki sorun ne o zaman? Putperestlerin problemi neydi, Allah’a inanıyorlar, yerleri ve gökleri Allah’ın yarattığını söylüyorlar. Allah’ın gökleri ve yeri yaratan olduğuna inanıyorlar ama sorun O’na ulaşmak için aracılar tasavvur etmeleri. Yani yakın bir Allah inancını reddediyorlar, dolayısıyla Allah’tan bağımsız hayat alanı tasavvur ediyorlar.

Neden? Bu bir uyanıklıktır hesapta tabii ki. Allah’tan bağımsız hayat alanı ilan ederseniz oraya hesap sorucu kimseyi karıştırmazsınız. Yani suç işleyecek, suç işleyen psikolojisidir bu. Suç işleyecekte kimse yargılamasın, yani yargılanmayacağım bir alan haline getireyim dünyayı, şu hayatın içinden beni yargılayacak Allah’ı çıkarabilirsem o zaman sorumsuzca istediğim haksızlığı yapar, istediğim rezilliği ve kepazeliği işlerim arka planına dayanıyor aslında Allah’tan bağımsız bir alan fikrinin tamamı böyle bir sorumsuzluk arka planına sahiptir.

Onun için 3. ayette de mana buydu.ma na’budühüm illâ liyükarribûna ilAllâhi zülfâ (3) diyorlardı ya. Yani biz bunlara başka bir şey için tapmıyoruz, sadece bizi Allah’a  yaklaştırsınlar diye yapıyoruz diyorlardı. İşte yani tüm çağın, sadece vahyin indiği çağda ki putperestler değil, modern putperestlerin bakış açısı da aynı aslında. Fark etmiyor. Putlar değişmiştir ama putperestliğin mantığı değişmemiştir.

kul eferaeytüm ma ted’une min dûnillâh de ki Allah dışında yalvarıp yakardığınız varlıklara hiç baktınız mı. Yani gerçekten de Allah dışında insan, işte yalvarıp yakarıyor bazı varlıklara, şikayet ediyor mesela birilerini. Mesela bir şeyler istiyor, bir şeyler talep ediyor, fakat bu şikayet ettiğiniz varlıklara baktınız mı?

in eradeniyAllâhu Bi durrin hel hünne kâşifatü durrih eğer Allah benim için bir zarar murad etseydi onlar O’ndan gelecek zararı def edebilir miydi. Bir sorun kendi kendinize. ev eradeniy Bi rahmetin hel hünne mümsikâtü rahmetiH veya bana bir rahmet dilese onlar, O’nun rahmetine engel olabilirler mi? kul hasbiyAllâh de ki Allah bana yeter. aleyhi yetevekkelül mütevekkilun artık O’nun kuluna yeteceğine güvenen herkes ama herkes sadece O’na güvensin, sadece O’na tevekkül etsin, sadece O’na dayansın.

Bu akide kula kul olmamanın garanti belgesidir. İnsan ucuza gitmesin diye. Eğer insan Allah’a kul olmazsa kul olacak mutlaka birilerini arar bulur, bu bir tarafa onların hiç birisi tanrı olmadığı halde tanrılık iddia etmeye başlar. Yani kul olmak için Allah’tan başka kapılar arayan insan başkalarını da yoldan çıkarır. Tıpkı Hindistan’ın inekleri gibi. Zavallılar inek olduklarını unutup kendilerini tanrı sanmaya başlayınca, başlarına iş açarlar. Onun içinde her putperest tapındığını da yoldan çıkarır.

 

39-) Kul ya kavmı’melu alâ mekânetiküm inniy amil* fesevfe ta’lemun;

De ki: “Ey halkım! Anlayışınız kadarıyla elinizden geleni yapın; muhakkak ki ben de yapmaktayım… Yakında bileceksiniz…” (A. Hulusi)

39 – De ki: ey kavmim! haliniz üzere çalışın, her halde ben çalışıyorum, artık ileride bileceksiniz: (Elmalı)

 

Kul ya kavmı’melu alâ mekânetiküm inniy amil de ki; Ey kavmim siz kendinize yakışanı yapın. Şunu iyi biliniz ki ben de kendime yakışanı yapmaktayım. Ya da; alâ mekânetiküm konumunuza uygun olanı. Burada ki mekani değil makami bir konumdur, onu unutmamak gerekiyor. Yani siz kendinize yakışanı yapın diye çevirmem de bu yüzden. Kendine yakışan nasıl tespit edilir? Eğer Allah’a kulsanız kula kulluk yapmazsınız, çünkü o size yakışmaz. Eğer Allah’a kulsanız, Allah’a adanmışsınızdır ucuza gitmezsiniz. Onun içinde üç beş kuruşa dünyalıklara, makama, mevkie satılmazsınız. Çünkü o size yakışmaz. Ama Allah’a kul değilseniz fiyatınız vardır, verirler ve satın alırlar. Daha fazla veren daha fazla satın alır. Onun için borsanız oluşur, pazarınız oluşur, birileri alır, birileri satar. O nedenle yakışanı yapmak.

fesevfe ta’lemun unutmayın ki zamanı gelince onlar da bilecekler. Devam edelim;

 

40-) Men ye’tiyhi azâbün yuhziyhi ve yehıllu aleyhi azâbün mukıym;

“Kime geliyor aşağılayıcı azap (ölüm) ve kime gelmekte daimî azap (cehennem)?” (A. Hulusi)

40 – Kimmiş o kendine rüsva edecek bir azâb gelecek, ve üstüne yerli bir azâb inecek? (Elmalı)

 

fesevfe ta’lemune Men ye’tiyhi azâbün yuhziyhi ve yehıllu aleyhi azâbün mukıym unutmayın ki zamanı gelince onlar bilecekler muhatabını alçaltan dünyevi azabın kimi gelip bulacağını. Ve ahirette ki kalıcı cezanın kimin başına patlayacağını da yine onlar bilecekler.

 

41-) İnna enzelna aleykel Kitabe linNasi Bil Hakk* femenihteda felinefsih* ve men dalle feinnema yedıllu aleyha* ve ma ente aleyhim Bi Vekiyl;

Muhakkak ki biz sana O BİLGİyi insanlar için Hak olarak inzâl ettik! Artık kim hakikate yönelirse kendi nefsi içindir! Kim de (hakikatten) saparsa sonucu sadece kendi aleyhine olarak sapar! Sen onların vekîli değilsin! (A. Hulusi)

41 – Biz insanlar için senin üzerine hakkıyla kitab indirdik, o halde kim yola gelirse kendi lehinedir, her kim de saparsa sırf kendi aleyhine olarak sapar ve sen değilsin üzerlerine vekîl. (Elmalı)

 

İnna enzelna aleykel Kitabe linNasi Bil Hakk hiç şüphe yok ki bu ilah kelamı insanlık için hayırlı bir amaca mebni olarak sana biz indirdik. Buradaki Bil Hakk; ikinci ayette ki Bil Hakk ile aynı anlama gelir. Yani amaçlılığa delalet eder, tekabül eder. Onun içinde ben, bir amaca mebni olarak diye çevirmeyi daha doğru buldum.

femenihteda felinefsih artık kim doğru yolu seçerse bu kendi lehinedir. ve men dalle feinnema yedıllu aleyha ama kimde saparsa sadece kendi aleyhine olur.

Öyle değil mi dostlar iman ve teslimiyetten kazançlı çıkan Allah’mıdır ki, insandır, Alla değil. Fatır/15 ne diyordu;

Ya eyyühen Nasu entümül fukarâu ilAllâh* vAllâhu “HU”vel Ğaniyyül Hamiyd. (Fatır/15) ey insanlık Allah’a muhtaç olan sizsiniz. Allah ise kendi kendine yetendir, asla kimseye muhtaç değildir. Aksine tüm hamd ler O’na yönelik olmalıdır. Onun için muhtaç olduğunuz Allah’a hamd den geri durmayın ve ibadetten çıkarı olanın Allah değil, siz olduğunuzu unutmayın.

Aslında şirk nedir diye sorsanız, insanın kendi kendine yettiğini zannetmesidir derdim. Yine iman nedir diye sorsanız Allahsız yapamayacağını bilmektir derdim. Bu da zaten zımnen bu ayette bunu söylüyor.

ve ma ente aleyhim Bi Vekiyl zira sen onların tercihinden asla sorumlu değilsin.

 

42-) Allâhu yeteveffel enfüse hıyne mevtiha velletiy lem temüt fiy menamiha* feyümsikülletiy kadâ aleyhelmevte ve yursilül uhra ila ecelin müsemma* inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yetefekkerun;

Allâh, ölümü tatma zamanı geldiğinde insanları vefat ettirir (bedenin işlevsiz kalması)… Ölmemiş olanları da uykularında (bilinç dünyasına geçirtir)… Hakkında ölüm hükmettiğini (o boyutta) tutar; diğerlerini belli bir ömür için irsâl eder… Muhakkak ki bu olayda derin düşünen bir topluluk için elbette işaretler vardır. (A. Hulusi)

42 – Allah alır o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında, sonra üzerlerine ölüm hükmü verdiklerini alı kor da diğerlerini salıverir bir müsemmâ ecele kadar, şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için âyetler var. (Elmalı)

 

Allâhu yeteveffel enfüse hıyne mevtiha velletiy lem temüt fiy menamiha Allah insanların canlarını öldükleri zaman alır. Henüz ölmemiş olanları da uykuda, ölümle hayat arasında tutar. Uyku modunda farklı bir moda tutar.

Bu ayet hem ilginç hem de Kur’an da ki ölüm ve ecel konusunda ki tüm ayetlerin ilkesi olan bir ayet. Ölümü anında insanların ruhlarını Allah kabzeder diyor. Ölümü gelince insanların ruhunu Allah alır. Yani gelen bir şey var, alınan bir şey var. Buna dikkat. Gelen bir şey Allâhu yeteveffel enfüs Allah teveffi eder. Çekip almaktır teveffiye. Bir şeyi çekip almak orada bırakmamak, onu geri döndürmek. Hatta verenin geri alması, aslına rücu etmesi manasına da gelir. Vefa da buradan gelir.

Ama mevt öyle değil. Gelir. Yani kendisi gelen bir şey var O gelince Allah’ın ondan aldığı bir şey var. Ölümün mahiyetini veren bir ayettir bu. Kendisi gelen şey nedir? Kendisi gelen şey eceldir, ölüm yani. Secde/11 de ölüm; Ölüm meleğine, En’am/61 de elçilere nispet edilir. O halde burada Allah’ın doğrudan almasından söz ediliyor.

Peki bu nasıl te’lif edilecek? Burada öne ikiye ayıracağız bu ayette olduğu gibi: Gelen şey, gelinince alınan şey. Gelen şey ölüm. O nasıl gelir? Allah’ın yasalarına uygun olarak gelir. O statik ölümün yasalarıdır. Bu yasalar Allah’ın insanı hayatta tutmak için koyduğu yasalardır. Bu bağlar kesilince o gelir.

Bakıllâni bu bağları üç bağ olarak zikreder. Solunum sistemi, sinir sistemi, kan dolaşımı sistemi. Bu üç sistem iflas ettiğinde bu bağlar kopar. İnsanı hayata bağlayan üç bağ olarak niteler Bakıllani. Yani Kur’an bağlamında İslam’ın ecel görüşünü verirken.

Dolayısıyla bu bağlar koptuktan sonra insan yaşamaz. Allah bunu ezelde yazmıştır. Bu yasadır. Yani kellesi koltukta insan yaşamaz. Yaşatacaksa Allah bir insanı kelle omuzlarının üzerinde olacaktır. Eğer bir insanın yaşamasına Allah dilemişse bu üç bağı koparmaz. Gökdelenden düşer ama bu üç bağı korur. Yani solunum sistemi, kan dolaşımı sistemi ve sinir sistemi bağını korur. Dolayısıyla bu bağlar kesilince işte gelen gelmiştir, bu yasaya göredir. Peki alınan nedir? Alınan iki şey olması lazım.

1 – Elçinin, ölüm meleğinin aldığı, ki secde/11 de, en’am/61 de.

2 – Bir de Allah’ın doğrudan aldığı.

Elçinin, ölüm meleğinin aldığı candır. Allah’ın aldığı ruhtur. ..ve nefahtü fiyhi min RuhİY.. (Hicr/29) O üflemişti, O koymuştu O vermişti. O’nun müdahil olduğu bir alandır. Mahiyetini bilmediğimiz ve bize ayan olmayan gayba ilişkin bir cevher olan ruhu O alır. Bu ayette de zaten Allâhu yeteveffel enfüs derken sanırım böyle anlamalıyız. Çünkü O ölmez, ruh ölümsüzdür bu manada. Ölümlü olan bedendir, belki candır. Ve can aslında diğer canlılarla paylaştığımız şeydir. İşte bu manada burada ki biyolojik hayatı temsil eden canla, insanın aşkın lahuti boyutunu temsil eden ruhu aynı sanmamak gerekiyor. Secde ve En’am ile bu ayet şöyle te’lif edilebilir; Ölümü geldiği zaman, yani Allah’ın yasalarına uygun olarak insanı hayata bağlayan bağların kopması. Canlılığın sonu bu. Allah’ın ise işte bu an gelince emaneti olan ruhu almasıdır. Teveffiy.

Ayeti böyle izah ettikten sonra devam edelim; Ki aslında uykuda tutar var birde fiy menafiyha, yani bir de uykuda tutması. Bu canı bedende, ruhu serbest tutar anlamına gelebilir. Yani Hz. Ali şöyle bir açıklama yapıyor; Bazı rüyaların uykuda ruhun serbest tutulması sonucu ruhun seyahatine dayanır. Yani bazı rüyalar uykuda ruh serbest tutulduğu için, yani bir tür uyanıncaya kadar serbestsin, bedene bağlı olarak kalma durumunda değilsin denildiği için ruhun gezintisini temsil eder. der Hz. Ali. İşte bu çerçevede eğer bir anlayışı benimseyecek olursak uykuda Allah’ın ruhu serbest tutması manasına da gelebilir.

feyümsikülletiy kadâ aleyhelmevte ve yursilül uhra ila ecelin müsemma derken ölümüne hükmettiklerini alır geri kalanları sonu yasa ile belirlenmiş bir süre doluncaya kadar bırakır. Yani yukarıda açıklamıştık aynen o açıklamalarımız muvacehesinde geldi ibare. inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yetefekkerun kuşkusuz bunda düşünen bir toplumun alacağı bir ders mutlaka vardır.

 

43-) Emittehazû min dûnillâhi şüfe’a'* kul evelev kânu lâ yemlikune şey’en ve lâ ya’kılun;

Yoksa Allâh dûnunda şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Ya o edindikleriniz hiçbir şeye sahip olmayan ve akılsız iseler de mi?” (A. Hulusi)

43 – Yoksa Allahın berisinden şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey’e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi? (Elmalı)

 

Emittehazû min dûnillâhi şüfe’a’ yoksa onlar Allah’ı bırakıp ta hayali şefaatçiler mi buldular kul evelev kânu lâ yemlikune şey’en ve lâ ya’kılun de ki ne yani hiçbir şeye güçleri yetmezse akılları fikirleri ermese de mi hala onları Allah’a şefaatçi tutacaksınız.

 

44-) Kul Lillâhiş şefa’atü cemiy’a* leHU Mülküs Semavati vel Ard* sümme ileyhi turce’un;

De ki: “Şefaat tümüyle Allâh’ındır! (Çünkü) semâların ve arzın mülkü O’nundur! Sonra O’na rücu ettirileceksiniz.” (A. Hulusi)

44 – De ki Allah’ındır o şefaat bütün, onundur mülkü Göklerin ve Yerin, sonra hep döndürülüp ona götürüleceksiniz. (Elmalı)

 

Kul Lillâhiş şefa’atü cemiy’a  de ki şefaate izin verme yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir. Şefaatin tümü Allah’a aittir diyen bu ayetler, Allah’ın izin verdiklerini istisna tutan 22. ayet arasındaki te’lifi nasıl yapacağız. Şefaat doğru anlaşılırsa aslında hiçbir problemin olmadığı görülür. Yeter ki anlama problemini halledelim.

Şefaat; Ödül, tevdidir demiştik. Daha önce defaatle. Yani şefaat yetkisi verme izni sadece Allah’a aittir. Şefaatin kendisi de bir ödüldür. Şefaat kişiye istediğine af yetkisi vermek değil, Allah’ın kuluna verdiği ödülü birine verdirmesi, tevdi ettirmesi. Şu ödülü sen sun diyerek onu da onurlandırması ve ödüllendirmesidir. Şimdi bir kurumun verdiği ödülü, ödül tören günü anında orada bulunan konuklardan hatırlı misafirlerden birine; Bu ödülü ödül sahibine siz tevdi eder misiniz deyip ona verdirmek nasıl bir şeydir. O zata da onur vermektir, onu da onurlandırmaktır.

Peki ödülü alan kimse teşekkür edecekse asıl teşekkürü kime etmelidir? Ödülü kendisine tevdi edene değil, o zaman ekmeği verene değil ekmeğin kendisine teşekkür etmiş olur. Ödülü asıl verene teşekkür etmelidir. Çünkü ödül tevdi eden ödülü veren değil, o sadece aracı olandır. Orada sadece onurlandırılandır. O da senin gibi ödül vermekle onurlandırılmıştır. O nedenle şefaati doğru anladığımızda, özellikle şu ayet ışığında anladığımızda problem kalmamaktadır.

Ve lâ tenfa’uş şefa’atü ‘ındeHU illâ limen ezine lehu. (Sebe’/23) hiç kimseye hiçbir şefaat fayda vermez ancak O’nun izin verdiği kimse şefaat edebilir diyor sebe/23 ayeti.

leHU Mülküs Semavati vel Ard gökler ve yerin mutlak otoritesi de ona aittir. sümme ileyhi turce’un sonunda sadece O’na döndürüleceksiniz.

[Ek bilgi-1; ŞEFAAT VE ŞİRK

..Allah`a imanın yolu da, cehennemden kurtuluşun yolu da hep şirki hafîden kurtulmak için ŞEFÂATE NÂİL OLMAKTAN GEÇER!

"Allah izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse",

Âyetini, "TANRI izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse" diye anlarsak cehennem ateşimiz kolay kolay sönmez bizim! Yanarız da yanarız!

“Tanrı izin vermedikçe ŞEFÂAT edemez kimse”, cümlesi ile; “ALLAH izin vermedikçe şefâat edemez kimse”, cümlesi arasındaki fark nedir?

Evimizdeki nesneyi, biz, Topkapı Sarayı’nın hazine dairesinde bile arasak bulamayız! Çünkü evimizde! Biz, “şefâati reddederken”; “şefâat nasıl ulaşır” bize? Basiretimizi örten perde örtülü olduğu sürece, biz nasıl şefâati görüp, şefâate ulaşabiliriz? “Tanrı”ya inanırken... “Tanrı”nın büyükelçi(!)sine ve “Arapça bilen Tanrı”nın “Arapça yazılı gönderilmiş” bir kitaptaki emirnâmesine iman ederken! Türlü kerâmetleriyle âdeta bir sihirbaz gibi değneği ile bizi cehennemden kurtaracak “Tanrının Evliyâsı”na inanırken. Nasıl, ŞEFÂAT bize ulaşır?

Allah (özümüzden), izin vermezken; içindeki, şefâati reddederken; kim şefâat edebilir ki! Basiretimizi örten perde nasıl kalkar da, şefâate ulaşırız biz! Ve böylece de, nasıl şirki hafîden arınıp; her şey’in hakikati ve varlığımızın kaynağı olan “ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”e iman edip; “Kur’ân ”ı "OKU"ruz? (şirkten) “arınmamışlar el sürmesin” dendiği halde Bize kalırsa. Önce, Allah`tan (yani özünden gelen bir yolla) izin çıkıp, ŞEFÂATE nâil olmak gerek. sonra şefâati değerlendirip, diğer âfâkî perdelerden arınmak. Sonra da, nefsine bilincine-şuuruna-gerçek "ben"ine zulmetmeyi terk etmek!

Sen, nefsine sürekli zulmetmektesin; nefsinin, hakikatini yaşamasına engel olduğun sürece. Üstelik bu gerçeği bildiğin halde, çevrenle paylaşmıyorsan, o “en yakınım” dediklerine de zulmün en büyüğünü yapıyorsun!

Ama ben istiyorum da olmuyor! Niye olmuyor?

Muslukçuda pasta satılmaz! Bilgisayarcıda ayakkabı aranmaz!

Şeytan, zâhirine bakıp Âdem’in, “İblis” oldu! Âdem’in, ilmine ve hakikatine bakıp onu değerlendirebilseydi, bu sahnelenen oyun oynanmayacaktı zaten!

Biz, yalnızca ilim için yaratıldık! İlmi de, ateşin arkasına koydu ki Allah, korkaklar o ateşe "nefsim yanmasın, yanarak arınmasın" diyerek yaklaşamasın da; böylece, yanma korkusuyla, da lâyık olmadıklarını ele geçiremesinler diye.

Ateşte benliğini yakma korkusunu atıp, içine dalabilenler; Deccal’ın sağ yanındaki ateş Cehenneminden geçip, ilim ve irfân Cenneti`ne girebilirler! Korkuyu atamayanlar ise, ateşten geçemezler ve ilme irfâna ulaşamazlar.

Korkuyu atmak gerek! Yunus Emre’nin dediği "Ödünü sıdır"ın açıklamasını yanındaki arkadaş yapmıştı bana. Allah’tan yapmış. Sayesinde hep gözü kara daldım her yeni ilmin içine!.

Geldik elli küsûrlara altmış küsûrlara. Ne yaşayacağımız, özellikle de aklımız başımızda, ağrısız sızısız sağlıklı olarak ne kadar yaşayacağımız meçhul!

"Şirki hafi"den kurtulduk mu?... Vicdanımız cevap versin!...

“ALLAH İsmiyle İşaret Edilen”in, bir “Tanrı” olmayıp; ne olduğunu fark edip; hiç olmazsa iman edebildik mi?... O`nu her an ve her yerde görüp, dinleyebiliyor muyuz?... Her dem O`nunla konuştuğumuzun farkında ve bilincinde miyiz?.

Şefâatin ulaşması için, önce uzatılanı geri çevirmemek gerek! Şefâat, Cehennem`den kurtulmak içindir; ki bu, Cehennem`in dünya bölümünde de olur, Âhiret bölümünde de!

Şefâat, Allah`a da ermek içindir! Ki bu da ancak dünyada iken ilm’ullah’ın zâhir olduğu kişiyi bulmak ve onu değerlendirmekle mümkündür!

Şefâat, kişinin yanlışlarda ısrarına yol açan, yanlışlarından dönmesine engel olan bilgi yetersizliğini ortadan kaldırıp, kişiyi o konuda bilgilendirmektir! Nebi ve Resûllerin de, Evliyanın da şefâati hep bu yoldadır.

Kişi o bilgilerle kendinde arınmayı oluşturur ve yanmaktan kurtulur! Gereğini de yaşayarak (hem enfüsünde hem âfâkında) bilinç boyutunda “Allah”a erer!

Öyle ise. Önce, “ötendeki TANRI” değil, özündeki “ALLAH” izin verecek ki; sen o şefâate açık hâle geleceksin! Şefâati, def etmeyeceksin. Sonra o, ŞEFÂAT olan bilgiyi değerlendirecek, ilim doğrultusunda yaşayarak arınacaksın. Sonra da “şirki hafî” sona erip “ALLAH”a ereceksin.

Kısaca dünkü sorunun cevabı böyle idi. Bu konuyu etraflı düşünmek, tartışmak ve anlamak, “şefâat” kapısının açılması demektir, umarım!

Hakkınızı helâl edin bir kusur ettiysek bilmeyerek!..

Vicdanınızla baş başasınız. O günde hesap görücü olarak NEFSİNİZ (ilminiz-şuurunuz) yeter! (İsra/14)

(A.           Hulusi Sistemin seslemişi-1)]

[Ek bilgi-2; ŞEFAAT KONUSU

Şefaat; kişinin perdeli olduğu hakikatten, o perdesini kaldırarak, o işin hakikatini idrak etmesini sağlamaktır! “Şefaat etti”nin mânâsı; kişiye yemek, para, zevk aldığı şeyler elde etmesine yardımcı olmak değildir!

Dünya’da Resulallah’ın şefaatine nail olmak” demek, kişinin perdesinin kalkarak geleceğe dönük veya hakikatine dönük perdesini kaldırmak demektir.

Cehennemdeki Resulallah’ın ve mertebe sırasıyla diğer evliyaullâhın şefaati” demek; o ortamda bulunan imanlı kişilere ortamın gerçekleri ve kişinin ortamdan kurtulması amacıyla gerekli olan bilgilerin öğretilmesi demektir. Yoksa bu zâtlar, lokomotif; insanlar da vagon olup çekilip götürülmeyecekler. İmanlı kişilerin cehennemde kalışlarının TEK sebebi, Dünya’da gerekli ilmi edinmemiş olmaları dolayısıyla karşılaştıkları o şartlarda neler yapacaklarını bilememeleridir. İşte cehennemde, imanlı kişilere bu bilginin aktarılması ve onların bu ilmi aldıktan sonra gerekenleri yaparak cennete geçmeleri olayına ŞEFAATE NAİL OLDULAR deyimiyle işaret edilir!

ŞEFAAT, perdesi kalkmış bir kişinin, diğerinin bilincindeki basîret perdesini açmasıdır; genel anlamıyla!

Dünya’da şefaat, kişiye hem dikey planda getiri sağlar, hem de yatay planda.

Âhirette şefaat ise, yalnızca yatay planda getiri sağlar.

Kişi Dünya’da şefaati değerlendirirse, mânen yüksek mertebelere ulaşabilir. Kişi Dünya’da dikey planda gelen şefaati değerlendiremez ise; âhirette, Dünya’da değerlendirdiği kadarının, yatay planda olanını değerlendirmek kısıtlamasıyla karşı karşıyadır; ki bunu da hiç kimse değiştiremez!

Şefaat; insanların, kendilerini arındırmaları için yapacakları çalışmalar konusunda birisinden yardım almaktır!

Şefaat; müminlerin cehennemden çıkıp cennete girebilmeleri için arınma yollarını öğrenmeleridir. Birisi kolundan tutup da cehennemden çıkarmaz kimseyi!

Şefaat, hangi yanlış anlaması veya değerlendirmesi nedeniyle cehennemde yanmakta olduğunu ona idrak ettirip; onun bu eksiğinden arınmasını sağlar, böylece de ona şefaat etmiş olur!

Cennette şefaat yoktur! Ölüm anından cennete girene kadar gelen bütün şefaatler; kişinin içinde bulunduğu süreç içinde kendisine azap veren değerlendirme yanlışından kurtulması amacına dönüktür.

Şefaat edilen kişinin, şefaat edene inanmış olması şartıyla mümkündür! (A. Hulusi - Okyanus ötesinden/1)]

[Ek bilgi-3; ŞEFAAT NEDİR? (şiir)]

 

45-) Ve izâ zükirAllâhu vahdehüşmeezzet kulubülleziyne lâ yu’minune Bil ahireti, ve izâ zükirelleziyne min dûniHİ izâhüm yestebşirun;

Allâh, TEK’liği itibarıyla hatırlatıldığında, sonsuz yaşamlarına iman etmeyen kimselerin şuurları bundan hoşlanmaz! O’nun dûnundakiler anıldığındaysa, hemen onlar müjdelenmişçesine yüzleri güler! (A. Hulusi)

45 – Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakit Ahirete inanmayanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakit derhal yüzleri güler. (Elmalı)

 

Ve izâ zükirAllâhu vahdehüşmeezzet kulubülleziyne lâ yu’minune Bil ahireh ve ne zaman Allah tek başına anılsa, ahirete inanmayanların kalpleri nefretle dolup taşar. ve izâ zükirelleziyne min dûniHİ izâhüm yestebşirun ne zaman da O’nun dışında başka varlıklar anılsa bu kez aynı kimseler sevinçten uçarlar. Ayete bakın ayete. Yani Allah tek başına anılınca nefretle dolup taşar kalpleri, ama putları, o Allah’a ait sıfatları yakıştırdıkları cici putları da anılınca sevinçten uçarlar.

 

 46-) Kulillâhümme FatırasSemavati vel Ardı Alimel ğaybi veşşehadeti ente tahkümü beyne ıbadike fiy ma kânu fiyhi yahtelifun;

De ki: “Ey Allâh’ım, semâların ve arzın Fâtır’ı; gaybı ve şehâdeti bilen; tartıştıkları konuda kulların arasında sen hüküm verirsin!” (A. Hulusi)

46 – De ki: ey Gökleri ve Yeri yaradan ve gayb-ü şahadeti bilen Allah’ım! Kullarının arasında o ihtilâf edip durdukları şeyler hakkında sen hüküm vereceksin. (Elmalı)

 

Kulillâhümme de ki ey Allah’ım FatırasSemavati vel Ard ey göklerin ve yerin yaratıcısı Alimel ğaybi veşşehadeh ey idraki aşan hakikatleri de idrak edilenleri de bilen Allah’ım ente tahkümü beyne ıbadike fiy ma kânu fiyhi yahtelifun kullarının tartıştıkları konularda aralarında son sözü söyleyecek olan yalnızca sensin.

 

47-) Velev enne lilleziyne zalemu ma fiyl Ardı cemiy’an ve mislehu meahu leftedev Bihi min suil azâbi yevmel kıyameti, ve beda lehüm minAllâhi ma lem yekûnu yahtesibun;

Eğer ki yeryüzündekilerin tümü ve onunla beraber onun misli daha, o zulmedenlerin olsa, elbette onu, kıyamet sürecindeki azabın kötüsünden (kurtulmak için) fidye verirlerdi! (Çünkü) Allâh’tan hiç ummadıkları şey onların karşısına çıktı! (A. Hulusi)

47 – Ve eğer bütün Arzdakiler, bir misli de beraber o zulmedenlerin olsa Kıyamet günü azâbın fenalığından kurtulmak için onu mutlak feda ederlerdi zuhur edip de kendilerine Allah’tan hiç hesap etmedikleri, nesneler. (Elmalı)

 

Velev enne lilleziyne zalemu ma fiyl Ardı cemiy’an ve mislehu meahu leftedev Bihi min suil azâbi yevmel kıyameh ve eğer yer yüzünün tüm serveti, hatta onun bir kat fazlası, zulümde ısrar eden o kimselerin olsaydı, kıyamet günü çarptırılacakları azabı, berbat cezadan kurtulmak için onun tamamını fidye olarak vermeye razı olurlardı. Hatta vermeyi teklif ederlerdi.

ve beda lehüm minAllâhi ma lem yekûnu yahtesibun zira o gün daha önceden hiç hesaba katmadıkları şeyler Allah tarafından ortaya çıkarılacak. Ahiret için dışa döndüğü yer, herkesin maskesiz gerçek yüzüyle arzı endam ettiği yer. Ahiret insanın yüreğinin insanın vitrini olduğu yer.

 

48-) Ve beda lehüm seyyiatü ma kesebu ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun;

(Yaptıkları sonucu) kazandıkları şeylerin kötülükleri onlara zâhir oldu; alay ettikleri şey kendilerini çepeçevre kuşattı! (A. Hulusi)

48 – Öyle ki yaptıkları amellerin fenalıkları karşılarına çıkmış ve istihza edip durdukları şeyler kendilerini sarmıştır. (Elmalı)

 

Ve beda lehüm seyyiatü ma kesebu ve önceden yaptıkları her kötülük önlerine konacaktır. ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun sonuçta alay ede geldikleri gerçek kendilerini bir gün gelecek çepeçevre kuşatacak ve asla o kuşatmayı yaramayacaklar.

Hayatın geçici yüzünü kalıcı sanıp, kalıcı yüzünü tiye alan bir zavallı aklın uğrayacağı dehşetengiz hayal kırıklığıdır dostlar. Rabbim böyle zavallılardan kılmasın imanımızı samimi ve kabul edilmiş bir iman kılsın.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. ZÜMER (49 – 75) (146)

$
0
0

231

 

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

 

Sevgili Kur’an dostları Zümer suresinin 49. ayetiyle bu günkü dersimize devam ediyoruz.

 

49-) Feiz messel İnsane durrun de’ana* sümme izâ havvelnahü nı’meten minNA, kale innema utiytühu alâ ‘ılm* bel hiye fitnetün ve lâkinne ekserehüm lâ ya’lemun;

İnsana bir zarar, hastalık, sıkıntı geldiğinde bizden yardım ister… Sonra ona bizden bir nimet lütfettiğimizde “O, bana bilgim sayesinde verilmiştir” (der)… Hayır; o (nimet) bir sınav objesidir! Ne var ki onların çoğunluğu bunu bilmezler. (A. Hulusi)

49 – Fakat insana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir nimet bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, belki o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler. (Elmalı)

 

Feiz messel İnsane durrun de’ana ne zaman insanın başına bir zarar, bir ziyan gelse hemen başlar bize yalvarmaya. Benzer içerikte ki 8. ayeti hatırlamak lazım bu surenin. İnsanoğlu başı sıkışınca fıtratına yönelir, doğasına yönelir. Bu şunu gösterir; İnanmak fıtridir. Allah inancı sonradan elde edilen bir şey değil özde zaten var olan, yani insanın formatında olan bir şeydir. Dolayısıyla her insan; O insan isterse tanrı tanımaz olsun, ateist olsun, başı sıkıştığında, çaresiz kaldığında doğasında bulunan o inanca döner ve duaya durur. Tüm çarelerin tükendiğinde Allah’a yönelir.

Mesela düşmek üzere olan bir uçakta ate bulunmaz sözü işte bunu ifade eder. Veya batmakta olan gemide herkes duaya durur. Çünkü yapılacak bir şey yoktur. Onun içinde inanmak, Allah’a iman sonradan koyma değil, özde olan bir formattır.

sümme izâ havvelnahü nı’meten minNA, kale innema utiytühu alâ ‘ılm daha sonra kendisi katımızdan bir nimete kavuşsa bu servete ben sadece kendi bilgim ve becerim sayesinde ulaştım der.

Kasas/76ve 82. ayetleri arasında Karun kıssası anlatılır. Biz bu kıssayı işlemiştik. Karun; Kur’an ın bugün ki manada ekonomi insanına, homo ekonomikus a verdiği sembolik örnek. Tabiatına yabancılaşmış bir insan nasıl servetin kulu ve kölesi haline gelir. Servet ahlakı Karun kıssası örneğinde işlenir Kur’an da. Emanet bilincine dayanır servet ahlakı. Her emanet bir imtihan aracıdır. İnsan Karunlaşmamak istiyorsa, bir başka ifadesiyle dünyevileşmemek istiyorsa sahip olduğu tüm varlığı Allah’ın kendisine bir emaneti olarak görmek zorunda. Yani sahibim sandığı şeylere gerçekten sahip olup olmadığını sorgulamak zorunda.

Kim, kime sahip. Servet ona mı sahip, o servete mi sahip. At süvarinin mi sırtında, süvari atın mı sırtında. İnsan sahip oldum de4diklerinin efendisi mi yoksa kölesi mi. Bütün bu sorular bu ayet çerçevesinde, bu ayetler çerçevesinde daha bir anlam kazanıyor.

bel hiye fitnetün ve lâkinne ekserehüm lâ ya’lemun Hayır, aksine o servet bir imtihan, bir sınama aracıdır. Fakat Karunlaşmış, dünyevileşmiş akıl sahiplerinin çoğu bunun farkında dahi değildirler.

Servet okyanusta ki sudur. Servet sahibinin kalbi ise bir gemi. Su gemiye girmezse gemi yol alır. Gemi için yol olur. Yok su geminin içinde olursa gemi batar. İnsan servet ilişkisi bu temsil çerçevesinde el kârda, gönül yarda olmalı şeklinde özetlenir.

Fakr der Cüneyd-i Bağdadî senin hiçbir şeye sahip olmaman değildir. Fakr; Her şeye sahip olsan da hiçbir şeyin sana sahip olmasına izin vermemendir. Bu manada Kur’an ne servetin tanrılaştırılmasını, ne de şeytanlaştırılmasını tecviz eder. Bu iki tavırdan da uzak, dengeli bir servet ahlakı gerçekleştirir. Serveti insanın altına at olması için verir Allah. İnsanın sırtında süvari olması için değil.

Fitne diyor ayette bel hiye fitnetün ama hayır, böyle değil,baktığınız gibi değil, o bir sınavdır, sınama aracıdır. Fitne bir metalurji kavramı. Metalle ilgili bir kavram. Kaynak dilde fitnenin kök manası; Altının hamını hasından, cevherini cürufundan ayırmak için pota da ergitme işlemidir. İnsan da Altın madenine benzer, ama mutlaka Altın olması, saflaşması için ateşlerden geçmesi, sınanması gerekir. Sınanmadan cevheri cürufundan ayrılmaz, saflaşmaz. Saflaşmayınca da gerdanlara takılmaz. Saflaşmayınca vitrinlere konulmaz. Saflaşmayınca değerini bulmaz. Keşfedilmemiş ve işlenmemiş, mamul hale gelmemiş madenlerin kime ne yararı olur.

İşte insan madeni Allah tarafından saflaştırılmakta ve bu saflaştırma aracı olarak ta servet, makam, evlat, mevki gibi pozitif görünün değerler, hastalık, ıstırap, acı, elem, keder, dert, kayıp, hüzün, korku ve benzeri gibi negatif görünen şeylerle insanı saflaştırır. Öyle saflaştırır ki bir ateşe, bir suya sokularak çelik yapılan demir gibi insanı da bir varlıkla, bir yoklukla. Bir Cemal sıfatının tecellisiyle, Bir Celal sıfatının tecellisiyle. Bir lütufla, bir kahırla. Bir gülle, bir dikenle sınar, sınar..!

İşte burada da varlıkla sınanmak dile getiriliyor. Varlıkla sınanmak sınavların en çetinidir. Yoklukla sınanmak her kişi kârı, varlıkla sınanmak er kişi kârı. Çünkü etrafınıza baktığınızda yokluğa sabreden nice insanların varlıkla sınava çekildiklerinde varlığa sabredemediklerini görürsünüz. Yokluk karşısında Allah ile ilişkisini koparmayan insanların, varlıkla sınanmaya başladıklarında rableriyle ilişkilerini zedelediklerini görürsünüz. Bu şunu verir? Varlıkla sınanmak yoklukla sınanmaktan daha çetindir, daha zordur. Dolayısıyla varlığa sabretmek, yani varlığın ayartmasına karşı direnmek, varlığın ayartıcılığına kapılmamak, varlığın sizi nesneleştirmesine izin vermemek; yokluğun ayartısına kapılmamaktan daha zor, yokluğa sabretmekten daha zordur.

 

50-) Kad kalehelleziyne min kablihim fema ağnâ anhüm ma kânu yeksibun;

Onlardan öncekiler de gerçekten onu söylemişti… (Ama) kazandıkları şeyler onlara bir fayda vermedi. (A. Hulusi)

50 – Onu bunlardan evvelkiler de söyledi fakat o kazandıkları kendilerini kurtarmadı. (Elmalı)

 

Kad kalehelleziyne min kablihim doğrusu onlardan öncekiler de böyle demiştiler. Yani Karun gibi demiştiler. Ebu Cehil gibi, Ebu Leheb gibi demiştiler. Bu bir akıldır, tarih boyunca bu akıl aynı işlemiştir. Bu akıl şöyle yürütür. Ben servete sahibim. Eğer bir tanrı varsa benim bu insanlar arasında farklı olmamı istediğine göre, servete sahip olmamı dilediğine göre ben iyiyim demektir. Yani servetim iyiliğimin referansıdır. İyi olmasaydım beni de yoksul yaratırdı, dediğiniz gibi bir tanrı varsa. Dolayısıyla bu durumda ben iyi olduğum için bakın servetimle bu dünyada başıma gelecek tehlikeleri savuşturuyorum. Eğer iddia ettiğiniz gibi bir öte dünya varsa orada da servetimle başıma gelebilecek muhtemel tehlikeleri atlatabilirim.

Karun aklı böyle yürür. Böyle yürüdüğü içindir ki serveti onun şeytanı haline gelmiştir. Böyle yürüdüğü içindir ki imtihan aracı olan servet, onda Allah ile ilişkiyi koparan bir bıçağa dönüşmüştür. İnsanın Allah ile olan bağını kesip koparan servet bıçağı, en sonunda gelir yüreğinden insanı vurur. İşte burada da geçmişe atıf yapılarak Karun aklının tüm insanlık boyunca serveti tanrılaştıran ve Allah ın bir imtihan aracı olarak değil de, serveti haklılığın bir referansı kılan bu sapık mantığı ele veren ayet şöyle devam ediyor;

fema ağnâ anhüm ma kânu yeksibun fakat, kazana geldikleri şeyler kendilerine sonuçta hiçbir yarar sağlamamıştır. Yani akıl yürüttükleri gibi gerçekleşmemiştir hadise. Yer yüzünde servetleri yüzünden gördükleri itibar geçici olmuştur. Çünkü o itibar kendilerinden değil, servetlerinden kaynaklanıyordu. Servetlerini kaybedince itibarlarını ve şereflerin de kaybetmişler.

Dolayısıyla değerlerini kendilerinden almadıkları için, insani değerlere önem vermedikleri için tüm değeri servete yükledikleri için servetle birlikte her şeylerini de kaybetmişlerdir. En azından ölüm geldiğinde servetlerinden hiçbir şey götüremedikleri için tüm değer ve kıymetleri yer yüzünde kalmıştır. Allah’ın huzuruna gerçek manada hiçbir şeyi olmayan hakıyr ve fakıyr olarak çıkmışlardır. Çünkü yer yüzünde zenginlik ve fakirlik ölçüsü ahiretin ölçüsü değildir.

Ahiretin de zenginleri vardır, büyük mahkemede insanlığın gıpta edeceği öyle zenginler olacaktır ki burada onlara belki sadaka veresiniz gelir. Allah’ın huzuruna zengin çıkmak insanoğlunun ufkunda oturan en büyük hedef olmalıdır.

 

51-) Feesabehüm seyyiatü ma kesebu* velleziyne zalemu min haülai seyusıybühüm seyyiatü ma kesebu, ve ma hüm Bi mu’ciziyn;

Sonunda kazandıkları şeylerin kötülükleri kendilerine isâbet etti… Bunlardan zulmedenlere gelince, onların kazandıkları şeylerin kötülükleri de kendilerine isâbet edecektir… Onlar (Bizi) âciz bırakamazlar! (A. Hulusi)

51 – Netîcede kazandıklarının fenalıkları başlarına geçti,şunlardan o zulmedenlerin de kazandıklarının fenalıklarına geçecektir onlar da atlatacak değillerdir. (Elmalı)

 

Feesabehüm seyyiatü ma kesebu en sonunda kazandıklarının kötü sonuçları gelip onları bulmuştur. velleziyne zalemu min haülai seyusıybühüm seyyiatü ma kesebu işte şu zalimleri de kazandıklarının kötü sonuçları kendilerinden evvelkileri bulduğu gibi gelip bulacaktır. ve ma hüm Bi mu’ciziyn ve onlar asla, ama asla Allah’ı atlatamayacaklardır.

Bu ve ma hüm Bi mu’ciziyn şeklinde bitmesi gerçekten manidar. Paranın gücü ile kanunu atlatanlar, paranın gücü ile yasaları atlatanlar, paranın gücüyle her türlü dünyevi tehlikeyi atlatanlar Allah’ın huzurunda da, Ahirette de paranın gücünün işleyeceğini düşünecek kadar hamakat sahibi olabiliyorlar. İşte onlara Allah’ı atlatamazsınız diyor.

Servet sadece sahibini değil, bu birkaç ayet göz önüne alındığında çıkan sonuç bu. Servet sahibini esir alan, sahibini nesne kılan, sahibinin öznesi, atı olan, yanlış yerde ki servet sadece sahibini değil ona gönül veren yoksulları da yoldan çıkarır, ayartır. Yığma tutkusu ta temelde buna yol açar. Ve tühıbbûnelmâle hubben cemma. (Fecr/20) malı üst üste yığmayı ne kadar da çok seviyorsunuz diyordu Kur’an.

Yığma tutkusu sadece servete sahip olanları değil servet sahiplerine gıpta ile imrenme ile bakan yoksulları da yoldan çıkarır. Neden? Servete sahip olmayı hayatlarının tek hedefi seçerler. Bu hedefe ulaşmak içinde her şeyi mubah görürler. İşte bu toplumsal ahlakın dibini dinamitleyen ve ahlaki çözülmeyi, kokuşmayı getiren en büyük neden olur. O toplum bir gün gelir çatır çatır çöker. Temellerinden sarsılır. O toplumda iyi ve kötü. Doğru ve yanlış. Güzel ve çirkin. Hakk ve batıl. İman ve küfür aradaki çizgiyi kaybeder bir tek değer kalır, para. Bir tek değer kalır servet. Sahip olduğun servet kadar adam sayılmaya başladığınız zaman bir toplumda, o toplumum geleceği helake doğru sürükleniyor demektir.

Yine çoğaltma tutkusu, işte serveti, insanı yoldan çıkaran bir şeytana dönüştüren şey servetten kaynaklanmaz. Servetin kötülüğü servetin kendisinden değil, serveti elde eden insanın servete yüklediği anlamdan kaynaklanır. Onun içindir ki;

Elhakümüt Tekâsür – Hattâ zürtümülmekabir. (Tekâsür/1-2) ölünceye kadar, kabirlerinize girinceye kadar çoğaltma tutkusu, hırsı sizi helake sürükledi. Helâk etti sizi çoğaltma tutkusu. Habire çoğaltma, habire artırma..’ Modern hayat bu tutkunun küreselleştiği bir hayat.

Aslında küreselleşme dedikleri şey de çoğaltma tutkusunun küreselleşmesidir. İnsanoğlu hiçbir zaman yiyerek bitiremeyeceği kadar çok servet elde etmek, hiçbir zaman kullanamayacak kadar, kullanıp tüketemeyecek kadar çok eşya elde etmek peşinde bir ömrünü zebil etmekte, zibil etmektedir ve bu aslında hayatın israf olmasıdır ki bugün işleyeceğimiz ayetler içerisinde esrefu alâ enfüsihim (53) ey hayatını israf eden kullarım diye hitap ettikleri kimseler bunlar olsa gerektir.

 

52-) Evelem ya’lemu ennAllâhe yebsüturrizka limen yeşau ve yakdir* inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yu’minun;

Bilmediler mi ki Allâh yaşam gıdasını dilediğine yayar, genişletir, (dilediğine de) daraltır! Muhakkak ki bu olayda iman eden bir toplum için elbette işaretler vardır. (A. Hulusi)

52 – Hâlâ bilmediler mi ki: Allah rızkı dilediğine açar, kısar da, şüphesiz ki bunda iman edecekler için âyetler vardır. (Elmalı)

 

Evelem ya’lemu ennAllâhe yebsüturrizka limen yeşau ve yakdir şimdi onlar bilmezler mi ki Allah dilediğinin rızık alanını genişletir, dilediğinin rızık alanını da daraltır.

Aslında ve yakdir daraltmak manasından daha çok, dilediğinin rızık alanını da sınırlandırır. Yani belli bir yerde durdurur. Rızkını keser değil. Kur’an ın hiçbir yerinde böyle bir ibareye rastlamayız çünkü rızkımızın kesilmesi, var oluşumuzun yok oluşa dönmesidir.

Bizim kendi varlığımız bir rızıktır, var oluşumuz rızıktır, aldığımız her nefes bir rızıktır. Gözümüz kulağımız, dilimiz dudağımız, aklımız beynimiz, kalbimiz, damarlarımızda dolaşan kanımız, hepsi birer rızıktır. Dolayısıyla varlığımız rızıktır. Allah insanoğluna olan rızkını kesseydi eğer, alsaydı eğer geriye hiçbir şey kalmazdı, varlık yokluğa dönerdi. O nedenle sadece sınırlandırır ve yakdir yani kesmez. Dolayısıyla ona küfreden dil dahi varlığını O’na borçludur. Onu inkar eden yürek dahi varlığını O’na borçludur. O’na sırt dönen insan varlığını O’na borçludur. O’nun mesajlarına tıkanan kulak, varlığını O’na borçludur. Ona ileten hakikatleri görmek istemeyen göz, varlığını O’na borçludur Ve bunun Allah’a karşı ne büyük bir ihanet olduğunu varın siz düşünün.

inne fiy zâlike leâyâtin likavmin yu’minun elbet bunda inanan bir toplumun alacağı bir ders mutlaka vardır.

Rızık hakkında ki bu ayet vahyin inşa ettiği rızık tasavvuru ile ilgili bazı doneler de veriyor. Allah’ın rızık dağıtımı, kulun yetenek ve çabasının da dahil olduğu sayısız donenin içinde yer aldığı ilahi bir değerlendirmenin sonucudur. Ki gerçekten kısmi bir bölümü hariç akıl sır ermez. B ilahi bir sırra mebni olarak Allah insanlar arasında rızkı kendine has bir ölçüyle dağıtması olmuştur.

Kapitalist akıl açlık evrenseldir sloganı üzerine kuruludur. Oysa ki İslâm aklı; İnsanlığın rızkı Allah’tan dır düsturu üzerine inşa edilir. Allah’ın indirdiği rızık tüm insanlığa yeter. Allah yarattığı kulun rızkını da yaratmıştır. Bu manada insanlığa üye olup ta aç kalması söz konusu değildir. Eğer insanlık üyesi olup ta aç kalıyorsa bu insanlar yüzündendir. Servet ahlakı ile sorumlu olanlar, servet ahlakına sahip olmadıkları için kendilerine verilen emanete ihanet ettikleri için bir kısmı ihtiyacından kat kat fazlasına sahipken, diğer kısmı açlık çekmekte ise eğer o toplumda paylaşma, bölüşme, diğer gamlık, fedakârlık, yani devret ahlakı yok demektir.

İşte bu ilahi imtihan ki yukarıda fitne dedi. Bir imtihan aracı servet. İmtihan aracı olması için mutlaka ve mutlaka yoksulların ve varsılların olması lazım. Eğer herkese oran adaleti anlamında eşit dağıtılmış olsaydı servetin bir imtihan olması söz konusu olmazdı. Ama bir imtihan olması için yoksul ve varsılın olması şart.

Peki imtihan nasıl olacak? Yoksul yoklukla, varsıl da servetle imtihan edilecek. Ve varsıl o serveti paylaşıp paylaşmadığıyla hesaba çekilecek. İşte vahyin tüm insanlara getirdiği zekat, sadaka, infak, hayır, hasenat, paylaşma, bölüşme diğer gamlık gibi emir ve tavsiyeleri hep bu çerçeve de algılanmalıdır.

Eğer bunlar yerine getirilirse servet imtihanını o kimse başarıyla vermiş olur. Çünkü fakirin bazen hakkı bir başkasına verilir ki onun eli ile fakire dönsün diye. O, kendisinin zannetmeye başladığında işte imtihanı kaybetmiştir. Çünkü o, onun değildir. Ona kendi eli ile vermesi için tevdi edilmiş bir emanettir. Emanet yerine verilirse sadakat gösterilmiş olur. Verilmezse ihanet edilmiş olur. Onun içinde servet sahipleri fakirin hakkının servetinin içinde bir emanet olarak durduğunu bilip iman etmediği sürece servet sınavını kaybetmiş demektir.

 

53-) Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh* innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a* inneHU “HU”vel ĞafûrurRahıym;

De ki: “Ey nefslerinin hakkını vermede israf etmiş kullarım (benliğinin hakikatini yaşamak yerine ömrünü bedensellik yolunda harcamış olan)! Allâh Rahmetinden ümit kesmeyin! Muhakkak ki Allâh bütün suçları (tövbe edene) mağfiret eder… Muhakkak ki O, Ğafûr’dur, Rahıym’dir.” (A. Hulusi)

53 – De ki: ey nefisleri aleyhine israf etmiş kullarım! Allahın rahmetinden ümidi kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları mağrifet buyurur, şüphesiz ki o öyle gafûr öyle rahîm o. (Elmalı)

 

Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim lâ taknetu min rahmetillâh De ki, ya da daha doğru bir ifadesiyle Allah’ın şu müjdesini kullarıma ilet. Ey hadlerini aşıp kendilerini helak eden, kendilerine kıyan, hayatlarını israf eden, varlıklarını israf eden kendilerini har vurup harman savuran, hovardaca harcayan kullarım, Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmeyiniz. Bu Kur’an da yer alan en müjdeli ayetlerden biri. İlahi rahmet bu ayetten dolup taşmakta, adeta ayeti duyan gönüllerde bir pınar gibi çağlamakta.

Kainatın yaratılış hikmetidir ilahi rahmet. Allah merhametin kaynağıdır. Her ne yerde merhamete ilişkin bir şey görmüşseniz onun doğduğu kaynak Allah’tır. Aslında varlık Allah’ın merhametinin bir eseridir. Ve varlık içerisinde insansa Allah’ın merhametinin iki ayak üzerine doğruluk yürüyen bir simgesidir. ..ketebe alâ nefsiHİr rahmeh.. (En’am/12) O kendisi için merhameti prensip edinmiştir diyor Kur’an.

Yine Kur’an Nebbi’ ıbadiy enniy enel Ğafûrur Rahıym. (Hicr/49) Kullarıma benden haber ver. Eğer kullarım benim kimliğimi merak ediyorlarsa onlara de ki Ben, evet ben sonsuzca merhamet sahibi sonsuzca bağışlayanım. İşte bu, Allah kendisini böyle tanıtıyor. Tabii devamında; Ve enne azâbiy hüvel azâbül eliym. (Hicr/50) Fakat bir de azabım var, kelime anlamıyla alırsak; Bana sırt dönene, sırt dönüp onu terk etmişliğim vardır. Onu yalnız bırakmam vardır ki bu en büyük acı veren bir azaba dönüşür insanda. Yani Allah’ın terk etmesinden daha büyük acı olamaz. Onu da unutma ey insanoğlu, ey kullarım.

Burada insanoğluna hayatını israf ettiği hatırlatılıyor. Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu alâ enfüsihim ki hayat insanoğluna verilmiş en büyük emanet. Dahası hayat ta denilmiyor orada esrefu alâ enfüsihim kendisini israf eden. Ki o alâ edatı hafrfi cer’i, cinayete de delalet eder. Yani sanki kendisini öldüren, kendisine kıyan, kendisini katleden, mahveden, manen kendi katili olan kullarım anlamına da gelir. Böyle bir tedaisi çağrışımı var.

Kendine kıymak, kendini katletmek, kendi kendisinin katili ve canisi olmak nasıl bir şey derseniz ilahi vahyi dinleyin; Allah insanı insana zimmetledi. Allah seni sana zimmetledi. Çünkü sen sana ait değilsin. Senin, sana ait olan hiçbir şeyin yok. Çünkü borcunu ödemiş değilsin, çünkü krediyi geri vermiş değilsin. Çünkü Allah’ın açtığı kredi ile yaşıyorsun. İki göz, iki kulak, iki el, iki ayak, bir akıl, atan bir yürek. Yani neye sahipsen, sahibim dediğin ne varsa hepsi aslında Allah’ın sana açtığı bir kredi. Dolayısıyla senin değil, sana zimmetlenmiş bir emanet. Bakalım ihanet edecek mi, sadakat gösterecek mi. Bakalım yüreğine ihanet mi edecek, bakalım aklına ihanet mi edecek, bakalım ellerine, gözlerine, kulaklarına ihanet mi edecek. Diline dudaklarına ihanet mi edecek. Yoksa sadakat mi gösterecek..!

Onun içindir ki Elyevme nahtimü alâ efvahihim ve tükellimüna eydiyhim ve teşhedü ercülühüm Bimâ kânu yeksibûn. (Yasin/65) o gün ağızlarına bant vururuz bize elleri konuşur, ayakları şahitlik yapar buyurur Kur’an. Neden? Çünkü emanettir. Emanet aslında emanetin sahibine aittir. Emanet edilen onun gerçek sahibi değil, sadece ve sadece yed-i emini

olması gereken kimsedir. Yed-i emin değilse eğer hain sayılır.

innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a ey hayatını israf eden kullarım Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin, zira Allah bütün günahları affedebilir.

Bir sonraki ayetten de anlaşılacağı gibi bu ibare tevbe eden herkesin bütün günahlarını affedebilir anlamına gelir ki Nisa/110. ayeti ve daha bir çok ayet buna delildir. inneHU “HU”vel ĞafûrurRahıym çünkü O, evet O dur sınırsız bağışlayıcı, merhamet kaynağı olan.

Nüzul sebepleri bahsinde bu ayetle Hz. Hamza’nın katili olup sonradan Müslüman olan Vahşi Bin Harp arasında irtibat kurulur. Her ne kadar Vahşi’nin Müslüman olduğu zamanla bu ayetlerin indiği zaman arasında çok çok uzun bir aralık varsa da, zaten bazı ayetlerin bazı olaylara iniş nedeni olarak göstermesinden kasıt zaman anlamıyla, zamandaş olması anlamıyla değildir. Yani o olay, o ayet üzerine olmuş, ya da o ayet o olayın hemen üstüne inmiş anlamı taşımaz. Bunun sembolik anlamı sahabe Kur’an la kendi hayatı üzerinde, otoritelerimiz ve ilk Müslüman esiler Kur’an ın ayetleri ile kendi hayatlarında birebir mutabakat görürler. İsterse o ayet 30 yıl önce inmiş olsun, eğer kendi yaşadığı gerçek olayla mutabakatı o ayet arasında görmüşse; Evet bu ayet, bu olay hakkında inmiştir der.

Bu Kur’an ın zamanlar ve mekanlar üstü özelliğine bir iman ve atıftır aynı zamanda. Bu manada Kur’an ın bir çok ayeti bizim içinde nazil olmuştur. Yani bizler Kur’an ın son sebeb-i nüzulleriyiz, son iniş sebeplerindeniz. Onun için hayatımızda bir çok olayla karşılaşırız ki o ayetin sebebi nüzulü bu diyebileceğiz, adeta Allah bu ayeti, beni beyan için, benim başıma gelen şu olayı şerh için, bunun anahtarını vermek için, ya da şifresini çözmek için indirmiş diyeceğimiz o kadar çok ayetle karşılaşırız ki;

İşte bu bakış açısı, vahyi sadece bir zamana ait değil tüm zamanlara ait sürekli inen canlı ve aktif bir özne kılar. O zaman bizi inşa eder. Biz de kendimizi vahyin aynasında görürüz ve vahyin aynasında gördüğümüz kendimizi vahiyle inşa eder; Rabbim bu ayetle bana sesleniyor deriz. Kul ya ‘ıbadiyelleziyne esrefu diye seslenirken vahiy; Ey hayatını israf eden kullarım dediğinde, hayatımızı israf eden insanlar olarak “buyur ya rabbi” deriz. “Lebbeyk Allah’ım” deriz ve bize seslenir ve der ki; lâ taknetu min rahmetillâh Allah’ın rahmtinden asla ümit kesmeyin. “Kesmem ya rabbi” diye cevap veririz. “Hiç keser miyim Allah’ım, eğer kesersem başka gidecek kapım mı var Allah’ım” deriz.

innAllâhe yağfiruzzünube cemiy’a der döner vahiy tekrar; Şunu aklına koy ki, hiç unutma ki, aklında yer etsin ki Allah, eğer tevbe eder O’na yönelirsen, günahlarının tamamını affedebilir. Yani Allah’ın affından büyük günah işleyemezsin ey insanoğlu. Öyle bir günah işlediğini düşünüyorsan şeytanın tuzağına düşmüşsün demektir. Allah’ın affı dışında kalacak bir günah yoktur ey insanoğlu der ve biz de yine bu diyaloga katılır ve deriz ki;

Eyvallah başım gözüm üstüne Allah’ım. Ben de sana yöneliyorum, ben de senin kapına geliyorum, yüz sürüyor ve af diliyorum, hatamı biliyorum, aczimi biliyorum, noksanımı biliyorum, boyun eğiyorum, başımı secdeye koyuyor ve sana olan kulluğumu ilan ediyorum. İmza atıyorum bedenimle Allah’ım. Secde suretinde bir imza. Kabul et. Deriz. İşte bu diyalog Kur’an la vahiyle girilen bu diyalog, Allah ile girilen diyalog cümlesinden sayılır ve bu çerçeve de sebebi nüzul bahsine biz kendimizde girmiş oluruz.

Bu çerçevede ele alırsak Vahşi Hz. Hamza’yı öldürmüştü. Cübeyr Bin Mut’im in kölesiydi Vahşi bin Harp. Habeşistanlı bir köleydi, siyahi bir köle. Cübeyr Bin Mut’im in amcası bedirde öldürülmüştü. Onu öldüren Hz. Hamza idi. Cübeyr çağırdı uhut öncesinde Vahşi’yi, kölesini; Eğer dedi amcamın katili Hamza’yı öldürürsen azadsın. Yani özgürlüğünü sana vereceğim. Hatta bir başka köle kızla arasında bir sevda ilişkisi vardı, onunla da seni evlendireceğim dediği rivayeti de var. Vahşi bu müjdeyi alınca kafasına koydu ve Uhut’ta Hz. Hamza’yı harbesiyle, mızrağıyla şehit etti.

Resulallah’ı yüreğinden yaralayan bir kayıptı bu. Çünkü Hz. Hamza onun sadece amcası değil, yari, yaranı, büyük desteği, sırtını yasladığı bir direkti ve Bedir zaferi biraz da Hz. Hamza’nın kahramanlıklarıyla kazanılmıştı. Hz. Hamza’nın kaybı, yeri doldurulmaz bir kayıp oldu. Resulallah çok üzüldü, gerçekten onu sarstı.

Mekke’nin fethinden sonra Vahşi yakalanmamak için Taif’e kaçtı. Taif’liler Resulallah’a teslim olacaklarına dair bir heyet yolladılar ve anlaşma istediler. Vahşi bunu haber alınca Yemen’e kaçmayı, hatta oradan da Ülkesi Habeşistan’a kaçmayı düşündü. Fakat bir mü’min onu uyardı, dedi ki; Vallahi Allah’ın Resulü kendi kişisel öç alma duygusu uğruna kimsenin canına kıymamıştır. Eğer iman edersen vallahi ey Vahşi senin de canına kıymaz. Onun merhametine sen şahit olmadın, sen farkında değilsin işin dedi.

Bu söz Vahşi’nin yüreğinde etki yaptı ve Medine’ye geldi. Resulallah’a teslimiyetini sundu ve iman etti Allah’a. Resulallah;

- Sen amcamı öldüren Vahşi misin buyurmuştu.

- Evet, ben öldürdüm, Allah affetsin dedi ve nasıl öldürdüğünü tek tek anlattı. Resulallah’ın ona olan bir tek cümlesi şu oldu.

- Bana mümkünse az görün, seni görünce amcamı hatırlıyorum.

Vahşi ondan sonra Resulallah’ın gözüne görünmemeye çalıştı. Fakat Resulallah’ı gerçekten de seviyordu. Hep sevdi. Onun, ondan sonraki ömrüne baktığımızda bu sevginin kimi izlerini yakalayabiliyoruz. Resulallah’ın gözüne görünürüm de onun yüreğine acı salarım diye, o bir sokaktan göründü ise hemen geri gizleniverirdi. Eğer o dönünce kendisini mescitte görecekse bir direğin arkasına gizlenmeyi tercih etti. Yani sevdiği Resulallah’a doyasıya bakamadı, göremedi. Ve bu duygular içerisinde Vahşi ondan sonraki savaşlara katıldı Yemame savaşında en öndeydi. Hz. Hamza’yı şehit ettiği mızrağını saklıyordu;

Bu mızrak işlediğim bu büyük cinayetin kefareti olabilecek kadar büyük, ünlü bir kafiri öldürmeden yerine girmeyecek. demişti. Ve Yemame de yalancı peygamber ve asi Müseylime tül Kezzab ı mızrağıyla yaraladı. Hatta ölümüne sebep olan yara bu olduğu söylenir. Çünkü bir başka, Ensar’dan bir başkası da kılıcıyla aynı anda hücum etmişti.

- Hangimiz öldürdü bilmiyorum, emin değilim. Ama benim attığım mızrak karnından girdiğini gördüm demişti. Vahşi. Ve bununla teselli oldu. Yemame de kendisi de şehit oldu.

Bir zayıf rivayete göre şahadetinden önce kendinse su getiren bir sahabeye, dudaklarında tebessüm.

- Artık Resulallah’ı doyasıya göreceğim. dediği söylenir.

İşte böylesine bir hikayenin de parçası oldu bu ayet ve bu ayeti Resulallah Vahşi’ye göndermişti. İmana erişeceği zaman. Hatta bu ayetten önce Furkan/70. ayetini göndermiş, iman edip salih amel işleyenlere karşılığının verileceğini söyleyen Furkan/70 ayet e karşılık Vahşi;

- Ben ne daha önce iman ettim, ne de salih amellerim var. Aksine benim cinayetlerim var, günahlarım var. Beni Allah affeder mi diye tereddüt geçirdiğinde Resulallah bu ayeti yazıp göndermişti. Bir rivayette Resulallah değil de Hz. Ömer yazıp göndermişti. Bir başka rivayette Hz. Ömer Vahşi’ye değil de daha başkalarına göndermişti diye rivayetler farklı farklı.

 

54-) Ve enibu ila Rabbiküm ve eslimu lehu min kabli en yetiyekümül azâbü sümme lâ tunsarun;

Rabbinize yönelin (tövbe edin) ve size azap (ölüm) gelmeden önce O’na teslim olun… Sonra yardım olunmazsınız! (A. Hulusi)

54 – Onun için ümidi kesmeyin de başınıza azâb gelmeden evvel tevbe ile rabbinize dehalet edin ve ona halîs Müslümanlık yapın, sonra kurtulamazsınız. (Elmalı)

 

Ve enibu ila Rabbiküm ve eslimu lehu min kabli en yetiyekümül azâb azab gelip sizi bulmazdan önce rabbinize yönelin ve sonra ona tüm varlığınızla teslim olun.

Azab gelmeden önce, yani Firavun imanıyla iman etmeye kalkmayın Ye’s halinde iman firavun imanı olarak adlandırılır. Onun için de azab gelmeden önce iman edin den kasıt, azabı görünce iman edip firavunlaşmayın. Bu iman sahih iman olmaz. Köşeye sıkışınca eyvallah demeyin. Onun içinde firavun imanıyla iman etmek istemiyorsanız azab gelmeden önce iman edin ki imanınız sahih olsun ye’s halinde iman olmasın çünkü iman gönüllülük işidir. Köşeye sıkıştırıp ensesine silah dayayarak alınacak bir iman sözü iman olmaz. İman bir irade  işidir, hür iradeyle teslim olma işidir. Onun için Mü’minin en büyük özelliği özgürlüktür, hürriyettir. Hürriyet imanın zeminidir. Hürriyet olmadan iman da olmaz.

sümme lâ tunsarun sonra kimse size yardım edemez.

 

55-) Vettebi’û ahsene ma ünzile ileyküm min Rabbiküm min kabli en ye’tiyekümül azâbü bağteten ve entüm lâ teş’urun;

Siz farkında olmadan, ansızın azap (ölüm) size gelmeden önce, Rabbinizden size inzâl olunan en güzele tâbi olun! (A. Hulusi)

55 – Haberiniz olmayarak ansızın başınıza azâb gelmeden evvel halîs Müslüman olun da rabbinizden size indirilenin en güzelini takip ve tatbik edin. (Elmalı)

 

Vettebi’û ahsene ma ünzile ileyküm min Rabbiküm min kabli en ye’tiyekümül azâbü bağteten ve entüm lâ teş’urun ve bu azab siz farkında değilken ansızın gelip çatmadan önce rabbiniz tarafından siz insanlara indirilmiş olan en mütekamil vahye uyun.

Burada Vettebi’û ahsene ma ünzile ileyküm demesi, ibaresi size indirilenin en güzeline uyun, en mütekamil olanına uyun ibaresi, 2 şeye delalet eder.

1 – Kur’an vahyinin diğer tüm vahiyler içerisinde yer alan bir vahiy oluşuna.

2 – Kur’an vahyinin tüm vahiylerin zirvesi mütekamil şekli oluşuna delalet eder. Ki zaten Kur’an da bunu ayrıca verir.

..elyevme ekmeltü leküm diyneküm ve etmemtü aleyküm nı’metiy ve radıytü lekümül İslâme diyna. (Maide/3) işte bugün artık size dininizi ikmal ettim. Burada ki kullanılan kelimeVettebi’û ahsene ma ünzile ileyküm min Rabbiküm min kabli en ye’tiyekümül azâb azap gelmeden önce size indirilenin en güzeline iman edin. Burada dininizi ikmal ettim diyor ve etmemtü aleyküm nı’metiy ve nimetimi size itmam ettim. Dininizi kemale ulaştırdım. Hem cevher, hem araz olarak. Hem öz hem biçim olarak dininizi ikmal ettim fakat nimetimi öz olarak tamamlamış olsam da henüz tamamını bitirmedim ve bir kısmını kıyamete kadar tamamlamak üzere, sizin ellerinizle tamamlamak üzere, sizin de dini tamamlamada bir payınız olsun diye size bıraktım. Bu, bu manaya gelir. ve radıytü lekümül İslâme diyna. Ve din olarak sizden sadece İslam’a razı oldum. Yani İslam’dan başka bir dinle gelmeyin.

Bunun anlamı şu; Teslimiyet benim razı olduğum tek dinin adıdır ve tüm insanlık boyunca bu dinin ismi böyle olmuştur. Her peygamber teslimiyet dininin peygamberidir.

 

56-) En tekule nefsün ya hasreta alâ ma ferrattü fiy cenbillâhi ve in küntü le mines sahıriyn;

(O süreçte) bir nefs şöyle der: “Allâh’ı tanımada yetersiz kalmam dolayısıyla düştüğüm hasrete (kayıplarıma) bak! Elbette ben alay edenlerdendim! (İşin gerçeğinin ve ciddiyetinin farkında değilmişim?)” (A. Hulusi)

56 – Diyeceği gün bir nefis: eyvah, Allah yanında yaptığım eksikliklerden dolayı hasretime bak, doğrusu ben eğlenenlerden idim. (Elmalı)

 

En tekule nefsün ya hasreta alâ ma ferrattü fiy cenbillâhi ve in küntü le mines sahıriyn ki hiç kimse Allah’a karşı yabancılaştığım ve gerçeği alay konusu yaptığım için vay benim halime demesin.

İnsanın Allah’a yabancılaşması, kendini kaybetmesi, kendini kaybeden neyi kazanır ki. İnsana büyük yatırım yaptı Allah, düşünün, kendinizden pay biçin. Siz bir yere büyük bir yatırım yapsanız gözünüz ve gönlünüz orada olmaz mı? Rabbimiz insana büyük yatırım yaptı, çünkü şaheserdi. Büyük yatırım yaptığı insandan elbette büyük bir kulluk bekledi. İnsanın rabbimize kulluk edeceği yerde ihanet etmesi, işte rabbimizi böylesine çok üzer demek caiz olur mu bilmiyorum.

 

57-) Ev tekule lev ennAllâhe hedaniy leküntü minel müttekıyn;

Yahut şöyle der: “Eğer Allâh bana hidâyet etseydi, elbette korunanlardan olurdum.” (A. Hulusi)

57 – Yahut diyeceği: Allah bana yolunu gösterse idi her halde ben muttakilerden olurdum. (Elmalı)

 

Ev tekule lev ennAllâhe hedaniy leküntü minel müttekıyn veya eğer Allah beni doğru yola iletseydi elbet ben de sorumlu davrananlar arasında olurdum demesin diye. Tıpkı ..lev şaAllâhu ma eşrekna.. (En’am/148) diyen, yani eğer Allah dileseydi biz putlara tapmazdık diyen o “uyanık” müşrikler gibi. Yani Allah’a iftira. Allah beni doğru yola iletseydi ben de sorumlu davranır takvalı hareket ederdim demek, tam da böyle bir tavır sergilemektir. İradeyi yok saymak Allah’a iftiradır.

 

58-) Ev tekule hıyne teral azâbe lev enne liy kerreten feekûne minel muhsiniyn;

Yahut azabı gördüğünde şöyle der: “Keşke bir kere daha (bedenli – beyinli yaşama) sahip olsam da, muhsinlerden olsam.” (A. Hulusi)

58 – Ve yahut azâbı gördüğü zaman diyeceği: bana bir geri dönmek olsa idi de Muhsinlerden olsa idim! (Elmalı)

 

Ev tekule hıyne teral azâbe lev enne liy kerreten feekûne minel muhsiniyn ya da azabı gördüğü zaman keşke bana bir fırsat daha tanınsa da iyiler arasında yer alsam demesin diye. Evet, bu da tabii iş işten geçtikten sonra sergilenen sahte bir pişmanlık gösterisi. Eğer gerçekten pişman olacak idiyse pişman olmanın yarar vereceği bir anda pişman olmalıydı.

 

59-) Bela kad caetke âyâtiy fekezzebte Biha vestekberte ve künte minel kafiriyn;

“Hayır, sana işaretlerim gerçekten geldi de onları inkâr ederek yalanladın, benlik tasladın ve hakikat bilgisini inkâr edenlerden oldun!” (A. Hulusi)

59 – Hayır sana âyetlerim geldi de onlara yalan dedin, kibretmek istedin ve kâfirlerden oldun. (Elmalı)

 

Bela kad caetke âyâtiy fekezzebte Biha vestekberte ve künte minel kafiriyn Allah onlara şöyle diyecek; Tam aksine sana ayetlerim gelmişti ey insanoğlu. Sen onları yalanlamış küstahça büyüklenmiş ve Hakkı, hakikati inkar edenlerden olmuştun.

 

60-) Ve yevmel kıyameti teralleziyne kezebu alAllâhi vucuhühüm müsveddetün, eleyse fiy cehenneme mesven lil mütekebbiriyn;

Kıyamet sürecinde, Allâh hakkında yalan söylemişleri, yüzleri kararmış görürsün… Kibirlenen, büyüklenenler için yaşam ortamı, cehennemde değil midir? (A. Hulusi)

60 – Hem o Kıyamet günü görürsün ki Allaha karşı o yalan söyleyenlerin yüzleri kararmıştır Cehennemde değil mi mevkii mütekebbirlerin. (Elmalı)

 

Ve yevmel kıyameti teralleziyne kezebu alAllâhi vucuhühüm müsveddeh ve kıyamet günü Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzünün kapkara kesildiğini göreceksin. eleyse fiy cehenneme mesven lil mütekebbiriyn hiç mütekebbirler için küstahça böbürlenenler, Allah’a karşı ben sana muhtaç değilim havasına giren ve yalan söyleyenler için cehennemde yer bulunmaz mı? Böylelerine cehennemde yer çok diyor ayet. Yani şunu söylüyor. Böyle birinin cennette olmasına hangi doğru ve dürüst insanın gönlü razı olur.

Düşünün her şeyini muhtaç olduğu Allah’a karşı, hiçbir şeyi sana muhtaç değilim havasına girmiş. Düşünün her şeyi O’ndan almış ama O’ndan aldığı her şeyi kirletmiş ve emanete ihanet etmiş. Öbür tarafta ise emanete sadakat göstermek uğruna bir ömrü ölçülü yaşamış, tir tir titremiş. Haram diye elini uzatmamış yasaklara. Kırmızı çizgileri aşarım diye sarı çizgilere bile yanaşmamış. Tampon bölgelerde bile gezmemiş. Canı bir şey istediyse ey canım onu cennete sakla demiş.

Eğer nefsi kendisini dürtmüş ve kendisine ;Yap, yap demişse; Ey nefsim Allah’ın emri senin emrinden üstündür demiş. Eğer içinden gelmiş ve hatta keyif, zevk, oyun, oynaş, eğlence olacak işlerde bile ey nefsim ömür kısa, yük ağır, yol uzun, vakit dar, azık kıt, hesap çetin dolayısıyla sen şu emanete ihanet etmeden sahibine tertemiz ulaştırmak için şu kısa ömrü doğru değerlendir deyip mubahları bile işlememiş.

Öyle biriyle varlığını har vurup harman savurmuş, önüne gelene, gücünün yettiğine tecavüz etmiş hak ve hukuk gözetmemiş, her türlü kırmızı çizgiyi çiğnemekten zevk almış, her çizgiyi çiğnerken onun bunun hakkını gasp etmiş ve tecavüz etmiş ve dolayısıyla ömrüne ihanet etmiş insanı aynı yere koyarsa o zaman doğru ve yanlış, iyi ve kötünün arasında ki ayırım kalır mı?

Ve yevmel kıyameti teralleziyne kezebu alAllâhi vucuhühüm müsvedde ve kıyamet günü Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzünün kapkara kesildiğini göreceksin. eleyse fiy cehenneme mesven lil mütekebbiriyn hiç küstahça böbürlenenler için cehennemde yer bulunmaz mı?

 

61-) Ve yüneccillahulleziynettekav Bi mefazetihim lâ yemessühümüs sûü ve lâ hüm yahzenun;

Allâh korunanları, açığa çıkardıkları başarılarla kurtuluşa erdirir! Onlara kötülük dokunmaz ve onlar mahzun da olmazlar. (A. Hulusi)

61 – Korunan muttakileri ise Allah muratlarınca necata çıkarır, onlara fenalık dokunmaz ve onlar değildir mahzun olacaklar. (Elmalı)

 

Ve yüneccillahulleziynettekav Bi mefazetihim Allah sorumluluklarını yerine getirenleri bu alanda ki başarıları sebebiyle kurtaracak. lâ yemessühümüs sûü ve lâ hüm yahzenun kötülük ve hüzün de onların semtine asla uğramayacaktır.

..ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr. (Fâtır/14) diyordu ya Kur’an her şeyden haberdar olanın verdiği haber gibi bir haberi sana kim verebilir. Bu ayetler sadece Allah’ın bize vereceği haberdir. Başka hiç kimse bu dünyadan, yani görmediğimiz bu büyük dünyadan bize doğru haber taşıyamaz.

 

62-) Allâhu haliku külli şey’in ve HUve alâ külli şey’in Vekiyl;

Allâh her şeyin Hâlıkı’dır… “HÛ” her şey üzerine Vekiyl’dir. (A. Hulusi)

62 – Allah her şeyin halikıdır, her şey üzerine vekil de o. (Elmalı)

 

Allâhu haliku külli şey’in ve HUve alâ külli şey’in Vekiyl Allah her şeyi yaratandır ve O her şeyin üzerinde ki tek otoritedir. O’ndan bağımsız bir varlık alanı yok ki. Suç işlemeyi aklına koyanlar hukuksuz bir dünya talep ederler. Ahireti inkarın ve küfrün psikanalizi budur işte. Eğer siz ömrünüzün hesabını vermek istemiyorsanız, Allah’sız bir dünya tasavvur edersiniz. Dolayısıyla da Allah’a ait olmayan bir alan tasavvuru gibi bir küfre saparsınız. Tabii Allah’a ait olmayan bir alan olmadığı içinde her kafir kendi kendisini aldatandır.

 

63-) LeHU mekaliydüs Semavati vel Ard* velleziyne keferu Bi âyâtillâhi ülaike hümül hasirun;

Semâların ve arzın anahtarları O’nundur! Allâh’ın işaretlerindeki varlığını, inkâr edenlere gelince, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir! (A. Hulusi)

63 – Bütün Göklerin ve Yerin kilitleri onundur, Allahın âyetlerine küfrederler işte onlar kendilerine yazık edenlerdir. (Elmalı)

 

LeHU mekaliydüs Semavati vel Ard göklerin ve yerin anahtarları O’na aittir. velleziyne keferu Bi âyâtillâhi ülaike hümül hasirun ve Allah’ın ayetlerini ısrarla inkar edenlere gelince, asıl kaybedenler işte onlardır.

 

64-) Kul efeğayrAllâhi te’mürûnniy a’budü eyyühel cahilun;

De ki: “Bana Allâh’ın gayrına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz, ey cahiller!” (A. Hulusi)

64 – De ki: böyle iken şimdi o Allahın gayrisine mı kulluk etmemi emrediyorsunuz bana? Ey cahiller! (Elmalı)

 

Kul efeğayrAllâhi te’mürûnniy a’budü eyyühel cahilun de ki ey cahiller yani ey kendini bilmezler, ey haddini bilmezler güruhu Allah’tan başkasına kulluk etmeyi mi öneriyorsunuz? Yani zımnen şu söyleniyor; Bana kula kul olmamı mı öneriyorsunuz, teklif ediyorsunuz. Kula ya da nefsine kul olanların,kula kul olmayı yasaklayan İslam’a düşmanlıkları anlaşılabilir bir şey. Aslında Allah’a vahye, Kur’an a, İslam’a düşman olanların düşmanlığının altını kazıyın oradan ya kulları kendisine kul etme arzusu, ya da kula kul olma gerçeği çıkar. Yani bu ikisi de tabii ki sapıklığın temelidir.

Kulu kendisine kul etmek, ya da kula kul olmak. Allah’â kul olmayanların mecburen gireceği iki yoldur. Daha çok ikisine birden girerler. Kulları kendisine kul edenler daha başka efendilerin, hiç olmazsa nefislerinin kulu olurlar.

 

65-) Ve lekad uhıye ileyke ve ilelleziyne min kablik* lein eşrekte leyahbetanne amelüke ve letekûnenne minel hasiriyn;

Yemin ederim ki, sana ve senden öncekilere de şu vahyolundu: “Kesinlikle, eğer şirk koşarsan, mutlaka yaptıkların boşa gidecek; muhakkak hüsrana uğrayanlardan olacaksın!” (A. Hulusi)

65 – Celâlim hakkı için sana da vahyolundu şu, senden evvelkilere de: «yemin ederim ki eğer şirk koşarsan çalışman bütün boşuna gider ve mutlak kendine yazık eden hasirlerden olursun. (Elmalı)

 

Ve lekad uhıye ileyke ve ilelleziyne min kablik doğrusu sana ve senden öncekilere insanoğluna iletilmek üzere şöyle vahy edilmişti lein eşrekte leyahbetanne amelüke ve letekûnenne minel hasiriyn ey insan eğer Allah’a ait sıfatları, yalnız Allah’a ait vasıfları başkalarına yakıştırırsan kesinlikle yapıp ettiklerin boşa gidecek, üstelik büsbütün kaybeden sen olacaksın.

Her tür şirk bu ayetin kapsamına girer. Küçüğü ya da büyüğü. Yani insanı nesneleştiren şirkin tamamıyla insanın aleyhine olduğu, Allah’ın değil insanın zarar gördüğü dile getiriliyor. Şirk nesnesini ise özneleştirir. Şirk Allah’a ait bir niteliği Allah’tan başka bir varlığa yakıştırmak. Yani mükemmelliği Allah’tan başka birine yakıştırmak.

Bu nedir? Her şirk, şirk koşanı nesne yapar. Çünkü şirk koştuğu onun öznesi olmuştur. Bu da insanın kendi eli ile iç enerjisini tüketmesi, iç enerjisini yok etmesi anlamına gelir.  Düşünsenize bir taşa Allah’a ait bir niteliği yakıştırın, siz taşın kulu haline geliyorsunuz. Taş sizin özneniz. Artık pasif sizsiniz, aktif o. O sizi yönlendirmeye başlıyor.

Bunun anlamı ne? Bunun açık anlamı şu; sen kendini öz ellerine beş paralık ediyorsun. Sen kendini taştan daha adileştiriyorsun, senin kendini böyle kıymaya hakkın var mı? Allah’ın eşref olarak, en şerefli olarak yarattığı bir varlık olan sen insan, nasıl kendini kendi ellerinle böyle soysuzlaştırırsın. Bunun cezası olmasın mı. Bunun zararı kime? İşte budur.

 

66-) Belillâhe fa’bud ve kün mineşşakiriyn;

Hayır, sadece Allâh’a kulluk et ve şükredenlerden ol (kul olma nimeti ne demektir bunu değerlendir)! (A. Hulusi)

66 – Hayır, onun için yalnız Allaha kulluk et ve şükredenlerden ol. (Elmalı)

 

Belillâhe fa’bud ve kün mineşşakiriyn Asla böyle yapma, sen yalnız Allah’a kulluk et ve O’na şükredenlerden ol ey İnsan.

 

 67-) Ve ma kaderullahe hakka kadrihi vel Ardu cemiy’an kabdatühu yevmel kıyameti vesSemavatü matviyyatün Bi yemiyniHİ, subhaneHU ve te’âla amma yüşrikûn;

Allâh’ı hakkıyla değerlendiremediler! Kıyamet sürecinde arz bütünüyle O’nun kabzasındadır (avucunun içindedir); semâlar O’nun sağ eliyle dürülmüşlerdir… O, onların şirk koştuklarından münezzehtir, Âli’dir. (A. Hulusi)

67 – Allah’ı hakkıyla takdir edemediler, halbuki bütün Arz Kıyamet günü onun bir kabzası Göklerde yemînine dürülmüşlerdir, çok münezzeh ve çok yüksektir o sübhan onların şirkinden. (Elmalı)

 

Ve ma kaderullahe hakka kadrih nitekim onlar Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Ne müthiş bir ifade, Allah’ı hakkıyla takdir etmek. vel Ardu cemiy’an kabdatühu yevmel kıyameti vesSemavatü matviyyatün Bi yemiyniH Evet, bütün yer yüzü kıyamet günü onun için bir avuçluk bir şeydir. Gökler ise O’nun kudret eli ile dürülmüştür. subhaneHU ve te’âla amma yüşrikûn Yüceler yücesi olan O, onların şirk koştukları her şeyin ötesinde aşkın ve mutlak bir varlıktır.

Evet, bu ayet ne diyor? Allah’ı hakkıyla takdir edememek ne demek ve hemen arkasından gelen gökler ve bütün yer yüzü kıyamet günü O’nun elinde bir avuçluk bir şey. Yani bir avuçluk. Gökler ise O’nun kudret eli ile dürülmüş. Bu ne demek? Onu hakkıyla takdir etmenin hemen arkasından böyle bir ibarenin gelmesi gerçekten manidar.

Allah’ı hakkıyla takdir etmek, insanın kendi aczini bilmesidir. İnsan Allah karşısında aczi yetini bilirse, Allah’ın büyüklüğünü ancak öyle takdir eder. Yoksa mutlak varlığın, sonsuz bir varlığı, sonlu insan zihni kavrayamaz. Bu eşyanın tabiatına aykırı. Mutlak sonsuzu, sonlu kavrayamayacağına, özü itibarıyla, zatı itibarıyla idrak edemeyeceğine göre insanın Allah’ı bilmesi, kendisini bilmesi ile mümkün. Yani kendi sınırlılığını bilen Allah’ın sınırsızlığını bilir.

Onun için “Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbeh” dünyanın en kadim hikmetlerinden biridir. Kendini bilen rabbini bilir. Kendi haddini bilen rabbinin sonsuzluğunu bilir. Kendi küçüklüğünü bilen, rabbinin büyüklüğünü bilir. Kendi aczi yetini bilen, rabbinin kerem ve lûtfunu bilir. Tabii bu insan – Allah ilişkisinde ki boyut. Bir de insan – eşya ilişkisinde ki boyut var ki kendini bilmek değerini bilmektir. Kıymetini bilmektir. Eğer insan Allah karşısında ki küçüklüğünü bilirse O’na kul olur, eşyaya kul olmayacağı için de eşya karşısında ki değerini bilir, yüceliğini bilir, yüksekliğini bilir, şeref ve onurunu bilir, kula kul olmaz.

Bu ayet mecaza ya da hakikate atıfla yapılan tüm yorumların ötesinde. Yani onların hepsini bir tarafa çıkalım yaratıcı kudretin azamet ve heybeti, yaratılmışların ise acz ve yetersizliğinin en mükemmel, en edebi ifadesidir. Öyle diyor ya şair.;

Büyüksün ilahi büyüksün büyük.

Büyüklük yanında kalır çok küçük.

Haydar bey.

Büyüklük adına ne söylesek acaba Allah için. Kelimelerin tükendiği yerdir O Ziya paşanın dediği gibi;

İdraki meali bu küçük akla gerekmez,

Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.

Ziya paşa

Yani akıl terazisi bu ağırlığı kaldırmaz diyor. Onun için Allah’ın zatını insan idrak edemez. Ancak O’nu sıfatlarıyla algılayabilir. Yarattıklarıyla algılayabilir. Bütün bir alemi O’na işaret bilir ayet bilir öyle algılayabilir.

 

68-) Ve nüfiha fiys Suri fesa’ıka men fiys Semavati ve men fiyl Ardı illâ men şaAllâh* sümme nüfiha fiyhi uhra feizâ hüm kıyamun yenzurun;

Sur’a üflenmiştir! Bu yüzden, Allâh’ın dilediği müstesna, semâlarda ve arzda kim varsa çarpılıp baygınlık geçirmektedir… Sonra ona ikinci (defa) nefholundu; işte onlar ayaklanmışlar bakıyorlar. (A. Hulusi)

68 – Ve sur üflenmiştir de Göklerde kim var, Yerde kim varsa çarpılıp yıkılmıştır, ancak Allahın dilediği müstesnâ, sonra ona bir daha üflenmiştir, bu kere de hep onlar kalmışlar bakıyorlardır. (Elmalı)

 

Ve nüfiha fiys Sur sûra üflenecek. Aslında mazi fiil, yani geçmiş zaman kipi kullanılmış, sûra üflendi. Fakat kıyametle ilgili tüm ayetlerde, hemen hemen tamamında geçmiş zaman kipi kullanılır ki o hadisenin mutlaka gerçekleştiğine delalet eder bu. Onun içinde gelecek zaman şeklinde Türkçeleştirmemizde bir sakınca yok. Ya da Ve nüfiha fiys sûver diye de okuyanlar olmuş, Katade böyle okumuş ilk otoritelerimizden. Buna göre mana şöyle olur suretlere ruh üflendiğinde. Yani cansız suretler canlandırıldığında, can verildiğinde.

fesa’ıka men fiys Semavati ve men fiyl Ardı illâ men şaAllâh Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde bulunan herkes dehşetten çarpılmışçasına düşüp bayılacaktır. Son saatin dehşetinden korunanlar burada istisna tutulmuş İllâ men şaAllah, yani sadece onlar dışında göklerde ve yerde bulunan herkes son saatin dehşetinden çarpılmışçasına düşüp yıkılacaklar, bazılarının ödleri kopacak, sanki bazıları çıldırmış gibi olacak. Bazıları gerçekten gidecekler, bazıları bayılacaklar. Yani burada böyle bir dehşet sahnesi son saat sahnesi ele alınıyor.

Büyük bir dehşet karşısında nutku tutulmayı ifade ediyor ayet adeta. Küllü men ‘aleyha fan. Ve yebka vechu Rabbike ZülCelâli vel’İkrâm (Rahman/26-27) O gün herkes, ama herkes fani olacak. Sadece baki kalacak olanda benim zatımdır diyor ya. Evet bu çerçevede algılamak lazım. Allah’ın Kahhar isminin tecellisi adeta bu ayette anlatılan. Bu surenin başka ayetlerinde de göndermeler var bu hadiseye.

sümme nüfiha fiyhi uhra feizâ hüm kıyamun yenzurun sonra sûra bir daha üflenecek. İşte o zaman onlar yerlerinden doğrulup gerçeği görecekler. Bu da kıyametin, yani yeniden kalkışın sûru. Peygamberimiz sûra 3 kere üfleneceğine dair bir hadisi şerifi var.

1 – Biri bütün canlıların, insanların ve bütün bilinçli varlıkların öldüğü, yere serildiği, yok olduğu. İkinci Sûr, işte ona son saat diyoruz birincisine.

2 – İkinci sûr bütün varlıkların dirildiği, hesaba çekildiği, hesaba çekilmek için dirildiği.

3 – Üçüncü sur ise bütün varlıkların hesap sonucunda yerlerine yerleştiği, herkesin akıbetini bulduğu şeklinde izah edilmiş.

 

 69-) Ve eşrakatil Ardu Bi nûri Rabbiha ve vudı’al Kitabu ve ciy’e Bin Nebiyyiyne veş Şühedâi ve kudiye beynehüm Bil Hakkı ve hüm lâ yuzlemun;

Arz, Rabbinin nûru ile parıldamış, Bilgi (hakikat) açığa çıkmış, Nebiler ve şüheda getirilmiş, onlar haksızlığa uğratılmaksızın aralarında Hak olarak hükmedilmiştir. (A. Hulusi)

69 – Ve Arz rabbinin nuruyla parlamıştır, kitab konmuş, Peygamberler ve şahitler getirilmiş ve beyinlerinde hak ile hüküm verilmektedir hem hiç zulüm olunmazlar. (Elmalı)

 

Ve eşrakatil Ardu Bi nûri Rabbiha ve yer rabbinin nûruyla aydınlanacak. Bu yer yer yüzü şeklinde de anlaşılabilir. Bu yerden başka bir yer yani ahiretin, daha doğrusu hesap gününün üzerinde dizayn edileceği, mahşerin, hesabın görüleceği, bizim bilmediğimiz bambaşka bir boyut olarak ta anlaşılabilir ki, Razi 2. şekilde anlamış. Bambaşka bir yer. Yani yerler o gün başka yerlere döndürülecek ayetine dayanarak. Ama daha başka müfessirlerde bu yer yüzü yeniden dizayn edilecek ve mahkeme görülecek şeklinde anlamışlar.

Varlık, var oluş ışığını , enerjisini Allah’tan alır. Burada da o var. Ve eşrakatil Ardu Bi nûri Rabbiha rabbinin nûruyla yer aydınlanacak. Evet, Allâhu Nûrus Semâvâti vel Ard. (Nûr/35) diyordu ya ayet, Allah göklerin ve yerin ışığı, aslında enerjisi. Yani, gökler ve yer hayatiyetini, varlık sebebini Ondan alır. Onun için hayat ışığı O’dur. Kimse karanlığa sığınamayacak anlamı da var aslında burada. O gün mahkeme yeri öyle aydınlatılacak ki, kimse bir sütrenin, bir ağacın, bir duvarın arkasına kaçıp ta gizlenemeyecek.

ve vudı’al Kitab tutulan hesaplar ortaya konulacak, ve ciy’e Bin Nebiyyiyne veş Şühedâ peygamberler ve diğer tüm şahitler huzura getirilecek. ve kudiye beynehüm Bil Hakkı ve hüm lâ yuzlemun onlar arasında adaletle hükmedilecek ve  kendileri asla zulme uğramayacaklar. İlahi mahkemede hesap görülecek bu ayet o hesaba ilişkin. İkra’ Kitabek.(İsra/14), oku sicilini, oku senin için tutulan bu defteri. Daha doğrusu hayat filmini seyret kefa Bi nefsikel yevme aleyke Hasiyba. (İsra/14) Hesap görücü olarak bugün sana sen yetersin. Yani başka bir muhasip arama, hiç kimseye gerek yok. Sen, senin hesabını göreceksin.

Nebiler ve diğer sehiydler, şahitler huzura getirilecek. Yani peygamberler ve risalet emanetine onların izini sürerek sahip çıkanlar şahit olacaklar. Peygamberlerin mesajını insanlığa ulaştıran her insanda onlarla birlikte anılıyor ayette çok ilginç ve vurgu yapılması gereken nokta.

 

70-) Ve vuffiyet küllü nefsin ma amilet ve HUve a’lemu Bima yef’alun;

Her nefse yaptığının karşılığı tam verilir… O, onların yapıp işlediklerini (yaptıklarının yaratanı olarak) daha iyi bilir. (A. Hulusi)

70 – Ve her nefis ne amel yaptı ise tamamen ödenmiştir, ve her ne yapıyorlarsa o alemdir. (Elmalı)

 

Ve vuffiyet küllü nefsin ma amilet herkese tüm yaptıklarının karşılığı eksiksiz olarak verilecek. ve HUve a’lemu Bima yef’alun nasıl olsa onların yaptığı her şeyi O bilmektedir. Yani Allah onların yaptığı her şeyi bilmektedir.

Femen ya’mel miskale zerretin hayren yerah. Ve men ya’mel miskale zerretin şerren yerah. (Zilzal/7-8) kim zerre kadar bir hayır yapmışsa onu görecek. Yani atlanmayacak, iç bir şeyin üstü örtülmeyecek, görecek. Ama Allah rahmetiyle muamele edecek. Zerre kadar da bir şer de yapmışsa onu da görecek. Ama Allah merhametiyle muamele edecek o ayrı. Fakat hiçbir şey atlanmayacak. Atlatamayacaksınız O’nu diyordu ya, Allah’ı atlatamayacak insan.

 

71-) Ve siykalleziyne keferu ila cehenneme zümera* hattâ izâ cauha fütihat ebvabüha ve kale lehüm hazenetüha elem ye’tiküm Rusülün minküm yetlune aleyküm âyâti Rabbiküm ve yünziruneküm Lıkae yevmiküm hazâ* kalu bela ve lâkin hakkat kelimetül azâbi alel kâfiriyn;

Hakikat bilgisini inkâr edenler de sınıflar hâlinde cehenneme sevk olunmuştur… Nihayet oraya geldiklerinde, onun kapıları açıldı ve onun bekçileri onlara: “Sizden, Rabbinizin işaretlerini size bildiren, bu sürece kavuşacağınız hakkında sizi uyaran Resûller gelmedi mi?” dedi… Dediler ki: “Evet”… Ne var ki, azap sözü, hakikat bilgisini inkâr edenler üzerine gerçekleşmiştir.” (A. Hulusi)

71 – Ve küfredenler zümre zümre Cehenneme sevk edilmektedir, nihayet ona vardıklarında kapıları açılır ve bekçileri onlara şöyle der: size rabbinizin âyetlerini okur ve sizi bu günün» likasından korkutur Resuller gelmedi mi içinizden sizlere? Evet derler: geldi velâkin kâfirler üzerine «kelimei azâb» Hakk oldu. (Elmalı)

 

Ve siykalleziyne keferu ila cehenneme zümera küfürde direnenler ise gruplar halinde cehenneme yollanacaklar. Cehennem; Allah’ın insana olan sevgi, yatırım ve ilgisinin büyüklüğünün tersinden ifadesi. Allah tarafından terk edildiğini anlayan ruhun içine düştüğü bin yangından beter bir yangın, yürek ateşi. Sırtını hakka dönen yüzünü cehenneme döner. Onun için cehennem Allah’ın insanı terk ettiği durumdur. Allah tarafından terk edilmiş  insan, kendisi bizzat cehennemdir.

hattâ izâ cauha fütihat ebvabüha oraya vardıklarında cehennemin kapıları açılacak. ve kale lehüm hazenetüha elem ye’tiküm Rusülün minküm yetlune aleyküm âyâti Rabbiküm ve yünziruneküm Lıkae yevmiküm hazâ ve oranın muhafızları onlara size aranızdan rabbinizin ayetlerini ulaştıran ve sizi hesap vereceğiniz bugüne karşı uyaran elçiler gelmedi mi diye soracaklar.

kalu bela ve lâkin hakkat kelimetül azâbi alel kâfiriyn Onlar, hayır elbette geldi diyecekler. Ne var ki kafirler hakkında ki azab hükmü o zaman kesinleşmiş olacak. Yani iş işten geçtiği için hiçbir şeye yaramayacak.

 

72-) Kıyledhulu ebvabe cehenneme halidiyne fiyha* fe bi’se mesvel mütekebbiriyn;

Denildi ki: “Girin cehennemin kapılarından, orada sonsuza dek kalacaksınız… Kibirli, benliklerinden vazgeçemeyenlerin kalacakları yer ne kötüdür!” (A. Hulusi)

72 – Denilir: girin Cehennemin kapılarına; ebediyen içinde kalmak üzere, bak ne fenadır mevkii mütekebbirlerin. (Elmalı)

 

Kıyledhulu ebvabe cehenneme halidiyne fiyha onlara denilecek ki: içinde yerleşip kalmak üzere cehennem kapılarından girin. fe bi’se mesvel mütekebbiriyn sahi mütekebbirler, küstahça böbürlenenler için ne berbat bir yerdir orası.

Mütekebbiriyn; Mütekebbir, tegebbür, kibir, küstahlık, küfrün Allah cihetinden okunuşudur dostlar. Küstahlık ve kendine yetme sahte duygusu. Kendine ait hiçbir şeyi olmayıp sahip olduğu her şey ilahi bir emanet olan insanın Allah’a muhtaç olmadığını sanması, işte tekebbür bu. Ne büyük ihanet tekebbür.

 

73-) Ve siykalleziynet tekav Rabbehüm ilel cenneti zümera* hattâ izâ cauha ve fütihat ebvabüha ve kale lehüm hazenetüha Selâmün aleyküm tıbtüm fedhuluha halidiyn;

Rablerinden ittika edenler (bedenselliklerinden korunanlar) ise sınıflar hâlinde cennete sevkolunmuştur… Nihayet oraya geldiklerinde ve onun kapıları açıldığında, onun muhafızları hitap eder: “Selâmun aleyküm! Ne hoş olmuşsunuz… Sonsuza dek kalmak üzere girin!” (A. Hulusi)

73 – Rablerine korunmuş olan muttakîler de zümre zümre Cennete sevk olunmaktadır, nihayet ona vardıkları ve kapıları açılıp bekçileri onlara «selâm sizlere ne hoşsunuz! (Elmalı)Haydin girin onlara ebediyen kalmak üzere» diye selâm durdukları. (Elmalı)

 

Ve siykalleziynet tekav Rabbehüm ilel cenneti zümera rablerine karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar ise gruplar halinde cennete yollanacaklar. Cennete; güzelliğin üretildiği merkez olan cennete. Tekamülün son halkası olan cennete. İnsanın yücelip yücelipte mükemmele ulaştığı mükemmel mekana.

hattâ izâ cauha ve fütihat ebvabüha ve kale lehüm hazenetüha Selâmün aleyküm tıbtüm fedhuluha halidiyn oraya vardıklarında cennetin kapıları açılıp ta oranın muhafızları kendilerine selam olsun size selam olsun, hoş safa geldiniz siz. Haydi buyurun yerleşip kalmak üzere cennete girin diyecekler, böyle karşılanacaklar. Yani karşılayanları melekler olacak, onları tebrik edecekler.

Cennet; sadakatin ödüllü, sadakatin bedeli değil, ödüldür. Güzelliğin üretildiği merkez demiştim ya, insanın kemale yürüyüşünün mükemmel son durağı. Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) diyordu ya Kur’an, hiç kimse, ama hiç kimse cennette kendisini nasıl göz kamaştırıcı sürprizlerin beklediğini hayal dahi edemez. İşte bu, söylenecek tek söz var cennet hakkında, o da bu.

 

74-) Ve kalül Hamdu Lillâhilleziy sadekanâ va’deHU ve evresenel Arda netebevveü minel cenneti haysü neşa’* fe nı’me ecrul ‘amiliyn;

(Cennetlikler) dediler ki: “Hamd o Allâh’a ki, vaadini gerçekleştirdi ve bizi şu arza (ortama) vâris kıldı… Cennetten dilediğimiz makamda yaşıyoruz… (İmanın gereğini) uygulayanların karşılığı ne güzelmiş!” (A. Hulusi)

74 – Onlar da: hamd o Allaha ki bize vaadini doğru çıkardı ve bizi Arza vâris kıldı, Cennetten istediğimiz yerde makam tutuyoruz» dedikleri vakit… bak artık ne güzeldir ecri o âmillerin. (Elmalı)

 

Ve kalül Hamdu Lillâhilleziy sadekanâ va’deHU ve evresenel Arda netebevveü minel cenneti haysü neşa’ onlar da şöyle mukabele edecekler kendilerini karşılayan ve tebrik eden meleklere; Bize olan vaadini gerçekleştiren, bizi bu uçsuz bucaksız mekana varis kılan ve bizi cennette dilediğimiz gibi yere yerleştirecek olan Allah’a sonsuzca hamd olsun. fe nı’me ecrul ‘amiliyn işte çalışıp çabalayanların ödülü böyle güzeldir. Gözün aydın olduğu andır bu an. Mutluluğun ete kemiğe büründüğü andır bu an. Her bir hücrenin sevinçten ağladığı andır bu. sevincin, yüzleri ayın on dördüne çevirdiği andır bu. Meleklerin bile insanoğluna gıpta ve imrenerek baktığı andır bu. Onun içindir ki;

 

 75-) Ve teral Melâikete hâffiyne min havlil ‘Arşi yüsebbihune Bi Hamdi Rabbihim* ve kudıye beynehüm Bil Hakkı, ve kıylel Hamdu Lillâhi Rabbil ‘alemiyn;

Melekleri de; Arş’ın (hükümranlık tahtının – El Esmâ özelliklerinin açığa çıkma/seyri makamının) her yanından kuşatmışlar ve Rablerinin hamdini, münezzeh oluşunu dillendirirlerken görürsün… Herkes hakkında Hak olarak hükmolunmuş ve: “Hamd, Rabb-ül âlemîn olan Allâh’a aittir” denilmiştir.(A. Hulusi)

75 – Melâikeyi de görürsün Arşı etrafından donatmışlar rablerine hamd ile tesbih ediyorlardır ve halk arasında Hakk ile hüküm icra edilip denilmektedir: «elhamdulillahi rabbil alemîn»(Elmalı)

 

Ve teral Melâikete hâffiyne min havlil ‘Arşi yüsebbihune Bi Hamdi Rabbihim sen, meleklerin o gün Allah ın hükümranlık makamının etrafında halkalanıp hamd ile rablerinin sonsuz yüceliğini dile getirdiklerini görürsün. İnsanoğluna verilen ödül meleklerin dahi gözünü kamaştıracak ve bu manzara karşısında cuşu huruşa gelip o gün işte Allah’a hamd edecekler. İnsanoğluna olan bu büyük lütfünden dolayı.

ve kudıye beynehüm Bil Hakkı, ve kıylel Hamdu Lillâhi Rabbil ‘alemiyn ki herkes hakkında adaletle hüküm verilmektedir o gün ve şöyle denilmektedir. Hamd olsun alemlerin rabbi olan Allah’a.

İnsanı yaratan onu donatan, onu seven ve sevgisini cennetle ödüllendiren Allah a biz de sonsuzca hamd ediyoruz ve bir Hamdi de bize bu vahyi gönderip bizi muhatap aldığı, ve bizi bu vahiyle inşa edilecekler arasında kıldığı için O’na sonsuzca hamd ediyoruz.

 

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.



İslamoğlu Tef. Ders. MÜ’MİN (01 – 22) (147)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ve etba’ıhi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni. Rabbim Kur’an ı bize aç, bizi Kur’an a aç. Rabbim Kur’an ı bizden şekvacı kılma. Rabbim Kur’an ı kitap taşıyan bir merkep gibi değil, kitabı yaşayan bir insan gibi yaşat, yaşamayı nasip et. Allahümme amin..!

Değerli Kur’an dostları bugün rabbimizin insanoğluna olan en büyük merhamet ve rahmetinin ifadesi, vahiy ülkemizin yepyeni bir sitesiyle daha karşı karşıyayız. Vahyin sokaklarında, kentlerinde, şehirlerinde, caddelerinde dolaştıkça ne güzelliklerle, ne büyük lütuflarla, ne uyarıcı levhalarla, ne yol haritalarıyla karşılaşacağımızı gördükçe, rabbimize olan şükrümüz, minnetimiz, hamdimiz daha bir artıyor. Güvenimiz ve imanımız daha bir ziyadeleşiyor. Onunla konuşmanın hazzını, lezzetini yaşıyoruz.

İşte bugün bu hazzı bize yaşatacak olan sure Mü’min suresi. Elimizde ki mushafta 40. sure olan Mü’min; batı İslam aleminde 28 ila 45. ayetlerinde yer alan kıssaya istinaden Mü’min adıyla. Doğu İslam aleminde ise 3. ayetinde ki ifadeye istinaden Ğafir adıyla şöhret bulmuştur. Yani iki meşhur adı olan bir suredir. Tirmizi’de ki bir rivayette Hz. Peygamber bu sureyi ‘Hamim el Mü’min diye isimlendirdiğine göre sure daha Mü’min adını efendimiz hayatta iken almış olmalıdır.

Surenin iniş zamanına gelince Ebu Talip’in vefatının ardından inmiş olması kuvvetle muhtemel. Yani yaklaşık nübüvvetin 9. yılına  tekabül eder ki; Şimdi siz rabbim Allah’tır dediği için bir insanı öldürecek misiniz ayeti, 28. ayette ifadesini bulan bu ibareyi, Hz. Ebu Bekir; Resulallah Kâbe’nin yanında namaz kılarken onu öldürmeye kalkan bir müşriği onun başından savarken kullanmıştı. Demek ki bu surenin iniş zamanını tespitte bu hadise önemli bir denek taşı. Çünkü Resulallah’a böylesine büyük saldırılar, canına kastedecek kadar ağır saldırılar ancak Ebu Talip vefat ettikten sonra yapılabilmişti.

Surenin konusuna gelince, sure ana fikir olarak insandan söz eder. yaratan karşısında haddini, yaratılan karşısında değerini ve kıymetini bilmesi istenir insandan. Buna örnek çok surede. kezâlike yatbe’ullahu alâ külli kalbi mütekebbirin cebbar (35) Allah her kibirli zorbanın kalbini işte böyle mühürler. Derken ayet aslında insana rabbi karşısında haddini bilmeye davet ediyordu.

Yine bir başka örnek; Kezâlike yü’fekülleziyne kânu Bi âyâtillâhi yechadun (63) işte Allah’ın ayetlerini göz göre göre, bile bile inkar edenler böyle savrulurlar. Böyle kendilerinin uzağına düşerler. Böyle fikri bir savruluşa uğrarlar. Böylesine savruk düşünürler, savruk yaşarlar. Yani kendilerinden geçerler ve haberleri dahi olmaz, kendilerini kaybederler. İşte bu ayet bu ana fikre bir işaret, bir atıf.

Sure insanın servet, ilerleme, gösteriş, güç, iktidar ve büyüklük tutkusunun insanoğlunun başına hangi belaları tebelleş ettiğinin en güzel ifadeleriyle, en beliğ ve edebi ifadeleriyle dolu. Gerçekten ben bu surede karşılaştığım bu konularda ki beliğ ve edebi ifadeler kadar yoğunluğa başka surelerde çok az karşılaştım. Onun için bu sure insanın dünyaya, insanın insana, insanın Allah’a karşı duruşunda koordinatları belirleyen, ölçüleri veren, istikamet açısını çok iyi ayarlayan surelerden biri.

İlerleme mitini put haline getirmiş modern insanın yürek fotoğrafını bu kadar güzel çizen bir cümle kurulabilir mi? Dinleyin, bakın şu cümleye; in fiy sudurihim illâ kibrun mahüm Bi baliğiyh (56) evet, ilerleme mitini put haline getiren modern insanın durumunu bundan daha güzel hiçbir cümle ifade edemez. in fiy sudurihim illâ kibrun mahüm Bi baliğiyh onların içinde hiçbir zaman erişip tatmin olamayacakları bir büyüklenme tutkusu vardır. Hiçbir zaman erişip tatmin olamayacakları. Büyüklenme tutkusu. Daha büyük olsun. Daha büyüğünü verirsiniz, yetmez. Daha büyük olsun? Daha büyüğünü verirsiniz, yetmez daha büyük olsun. İster, uğruna ömrünü koyar, istediğini elde eder, hiçbir şey elde etmemiş gibi davranır.

Onun için insanın dünyaya olan bu körü körüne aşkını, büyüklük tutkusunu, ilerleme mitini, ki modern paradigmanın dibinde, temelinde yatan mitoloji bu. İlerleme ve buna esir olmuş, köle olmuş, dolayısıyla eşyanın sahibi değil, eşyanın kendisine sahip olduğu bir nesne haline dönmüş insan tipinin bundan güzel tarifimi olur.

Asla erişemeyeceği. Çünkü tatmin olmuyor, tatmin yok. Onun içinde istiyor, uğruna ömrünü harcıyor, elde ediyor, yine tatmin olmuyor. Neden? Çünkü insan dünya ile tatmin olamaz. Çünkü insan kendinden daha küçük değerlerle tatmin olamaz. İnsan sadece Allah ile tatmin olur. Sadece cennet ile tatmin olur. Onun içinde;

Ya eyyetühen Nefsül Mutmainneh. (Fecr/27) ey tatmin olmuş insan, Allah’ın rızasına ererek tatmin olmuş insan,Fedhuliy fiy ‘ıbadİY. Vedhuliy cennetİY (Fecr/29-30) gir kullarımın arasına. Yani küçük şeylerle tatmin olmayı bir kenara bırakıp, büyük, çok büyük ödülle, yani Allah rızasıyla tatmin olan kullarımın arasına gir. Onların arasına girersen cennete girmiş olursun. Gir cennetime. İşte bu, onun için bir insana ne kadar değerlisin diye sormak yerine, ne ile tatmin oluyorsun diye sorun oradan anlarsınız.

Bu aklın hangi duvara toslayacağı yine bu surede dile getirilmiş, Sünnetullah olarak ilan edilmiş 85. ayette. En çürümüş ortamlarda dahi diri bir imanın varlığının hikayesi anlatılır bu surede. Bu sureye adını veren Mü’min, bir meçhul Mü’mindir. Firavunun sarayında imanını o güne kadar açıklamamış, yerini ve zamanını beklemiş, tam yeri ve zamanı geldiğinde gözünü kırpmadan imanını açıklamış ve Firavunun Musa’ya karşı girişeceği komploların önüne göğsünü germiş bir meçhul Mü’min den söz eder Kur’an. 28 – 45. ayetlerinde O Mü’minin kıssası anlatılır. Sureye adını veren de o Mü’mindir.

Aslında bu bir semboldür, bu bir simgedir, kolektif bir Mü’mindir o. O sadece o anda olan biri değildir. Onun için adı yok, sanı yok, kimliğine ilişkin hiçbir bilgi yok. Sadece tavır, davranış ve eylemine ilişkin bilgi var. Bu ne demektir? Bu tavrı bu davranışı gösteren tüm zamanlarda ki herkes o Mü’mindir. Onun içinde burada böyle bir yiğit olmanın, böyle bir davranış sergilemenin Allah katında ki büyük değeri, Allah katında ki takdiri dile getirilir. Bu girişten sonra suremizin tefsirine girebiliriz.

BismillahirRahmanirRahıym

Rahman, Rahiym Allah adına.

1-) Haa, Miiiym;

Ha, Miiim! (A. Hulusi)

01 – Hâ Mîm. (Elmalı)

Haa, Miiiym hurufu mukadda bildiğiniz gibi. Daha önce defaatle işlediğim için ayrıntısıyla durmayacağım. Bu heca harfleri, başında geldiği surenin adı olduğu yorumu yapılmış. 35. farklı yorum yapılmış bu mukaddaat harfleri konusunda. Ama Kur’an da başında mukaddaat harfleri bulunan surelerin hemen hepsi, ki 3 ü dolaylı diğerlerinin tamamı dolaysız vahye atıfla giren surelerdir. Burada olduğu gibi.

Tenziylül Kitabi minAllâhil ‘Aziyzil ‘Aliym (2) bakınız hemen mukaddat harflerinden sonra vahye atıfla girdi sure. Bu ilahi kelamın indirilişi yüceler yücesi, her şeyi bilen Allah katındandır. Onun içinde mukaddaat harfleri işlev olarak şu manaya gelir denilmiş; Allah yüce manaları, aşkın manaları, ilahi kelamı, insanoğlunun konuştuğu bu harflerden oluşmuş kelimelerin içine, kalbine indirdi. Onun için ilahi kelam kendini, beşeri bir dilin içinde ifşa etti. Dolayısıyla bu mana zaten içinde mündemiç. Ama ondan öte manalar verenler, yorumlar yapanlar da olmuş. Benim en hoşuma giden Hz. Ebu Bekir’in yorumu. “Her kitabın bir sırrı vardır, Kur’an ın sırrıda bu  harflerdir.” Der.

7 surelik  Ha miiim ailesinin ilk suresidir bu. Bundan sonra 6 sure daha Haa miiim ile başlar ki bu 7 sure bir ailedir. Nüzul ve tedvin bu surelerde birbirlerine denk düşer. Yani bu 7 sure boyunca mushafta ki tedvin sırasıyla iniş sıralaması aynıdır. Burada birbiri ile çakışmıştır. Bu kadar açıklamayı yeterli bulup devamına geçelim;

2-) Tenziylül Kitabi minAllâhil ‘Aziyzil ‘Aliym;

O BİLGİ’nin (Hakikat ve Sünnetullâh hakkında) tenzîli (tafsile indirme), Aziyz ve Aliym olan Allâh’tandır! (A. Hulusi)

02 – İndirilişi bu kitabın Allah dan, o azîz, alîm. (Elmalı)

Tenziylül Kitabi minAllâhil ‘Aziyzil ‘Aliym biraz önce manalandırdım, aziz bir ayet. El Aziyz ve El Aliym isimleriyle bitiyorsa genellikle bize şunu söyler. Bu konuda, bu ayetin sizi uyardığı konuda, size haber verdiği konuda ihtiyacı olan Allah değil, ihtiyacı olan sizsiniz. Genellikle Aziyz isimleriyle, El Aziyz isimleriyle biten Allah’a bu isimle atıf yapılan ayetlerin başında anlatılan hadiseye ilişkin yan anlam budur. Çünkü Aziyz; yüce, ihtiyacı olmayan, muhtaç olmayan, ulular ulusu, yüceler yücesi. Bu; ey insanoğlu Allah bu ilahi kelamı kendi ihtiyacından dolayı indirmedi, senin için indirdi, senin iyiliğin için indirdi anlamına gelir.

El Aliym; Bu da yine El Aziyz’i destekleyen bir isim. Sizin kılavuzsuz ne durumlara düşeceğinizi çok iyi biliyordu. Bu hayat yolculuğunda eğer kılavuzunuz olmazsa nerelere konacağınızı çok iyi biliyordu. Yani sizi arı olup bal yapmanız için kılavuzluk yaptı. Eğer ilahi kelam ile kılavuzluk yapmasaydı sinek olup nereleri kirleteceğinizi, ya da hangi çöplüklere konacağınızı iyi biliyordu.

Onun için çiçekleri gösterdi size, mikroplardan kaçındırdı sizi, hastalıklardan sakındırdı sizi gülleri gösterdi size. Topladıklarınızla bal yapan bir arı olun, ayaklarınızla oradan oraya mikrop taşımayın diye sineklikten arılığa terfi eden bir ahlaki yapıyı işte böyle inşa etti. İnsanoğlunu bildiği için. Yoksa gönül kanatlıdır, zar kanatlıdır. Ama çiçeğe mi konar, pisliğe mi konar o da gönlün rotasına bağlıdır. Gönlün burnunun koku alma kapasitesine bağlıdır. Gönlün eşyayı tanıma kapasitesine bağlıdır. Yani aklın, yani tasavvurun, yani bilincin eşyayı algılamasına bağlıdır.

Onun için gönül zar kanatlıdır., uçar ve konar. Rabbimiz ona rota çizmeseydi eğer, veya rabbimizin çizdiği rotayı görmezden gelseydi ne hale döneceğini işte biraz önce ki verdiğim sinek ve arı misalinden yola çıkarak anlayabiliriz.

3-) Ğafiriz zenbi ve Kabilit tevbi şediyd’il ‘ıkabi Zit tavl* lâ ilâhe illâ HU* ileyhilmasıyr;

Ğâfir’iz Zenb (suçları bağışlayıcı), Kabilit Tevb (tövbeyi – hakikatine dönmeyi kabul edici), Şediyd’ül Ikab (suçları acımasız şiddetle cezalandıran) ve Züt Tavl’dır (lütfu ihsanı bol olan)… Tanrı yok, sadece “HÛ”! O’nadır dönüş. (A. Hulusi)

03 – O günah bağışlayıcı ve tevbe kabul edici ikabı şiddetli, fadıl sahibi Allah dandır ki ondan başka tapılacak yok, hem onadır dönüm. (Elmalı)

Ğafiriz zenbi ve Kabilit tevbi şediyd’il ‘ıkabi Zit tavl ayete bakın ayete, O, günahları bağışlayandır ğafiriz zenb’ ve Kabilit tevb. Günahları bağışlayan, bununla kalmayıp kendine yönelenin yönelişini kabul eden, yani tevbeleri kabul edendir. Üçüncüsü; şediyd’il ‘ıkab. Bakınız Kabilit tevb, şediyd’il ‘ıkab arasında “vav” yok. Tevbeyi kabul edendir, ama “vav” kadarcık dahi durmaksızın cezalandırması da şiddetli olandır. Zit tavl ve keremi de sınırsız olandır.

Dört cümle var bir cümlenin içinde. Fakat dikkat buyurunuz Zit tavl ın önünde de “vav” yoktur. Yani cezalandırması şiddetli olandır ibaresi iki rahmetin arasına alınmış. Ğabiliz zenb ile Zit tavl. Keremi sınırsız olan, tevbeleri kabul eden iki parantezinin arasına, cezalandırması şiddetli olan. Yani Allah’ın gazabı iki rahmet parantezinin arasına alınmış. Bu dikkat çekici bir husus.

Ama daha dikkat çekici başka bir husus var, o da günahların affıyla tevbelerin kabulünün aynı şey olmadığı. ğafiriz zenbi ve Kabilit tevb günahı bağışlayandır, tevbeyi kabul edendir. Ayrı ayrı şeyler. İhtilaf-ul esma tedüllü alâ ıhtilaf-ül mana. Bu bir Arapça dil kuralıdır. İsimlerin farklılığı, anlamının farklılığını gerektirir. Hele hele cümlelerin ayrı ayrı yan yana gelmiş olması, onların ifade ettiği şeyin aynı olmadığını da gösterir. ki burada zaten bu açıktır. Bu açık olan şey günahların affı, tevbelerin kabulüyle aynı şey değil.

Ne demek? Tevbe  affa uğramanın yollarından sadece biridir, ama tek yolu değildir. Eğer iman etmişse tevbe edemeden gitmiş olsa dahi affa uğramasının daha bir çok yolu vardır. Mesela mı? çekilen acılar, kederler, dertler, ıstıraplar hep birer kefaret olabilir. Yan, tevbe edilmiş bir günah gibi, onlar fiili tevbe olabilir. Çünkü Allah kuluna asla haksızlık etmez. Dahası, yoksulluklar, yokluklar, çaresizlikler, tıkanmışlıklar, bunalmışlıklar, ıstıraplar. Dahası dualar. Dahası vaz geçilen kötülükler. Yani yapmayı düşünmüş ama yapmaktan vaz geçmiş. O da tevbeye sayılıyor. Yani o günah, günaha sayılmıyor yapmayı düşünmesi. Ama vaz geçmesi bir başka günahın tevbesine sayılıyor.

Bir mü’min, efendimizden öğrendiğimize göre bir günah işlemeyi kafasına koysa, bundan dolayı herhangi bir sorumluluk taşımaz. Ama vazgeçse ondan dolayı sevap yazılır diyor. Ne demek bu? Rabbimizin kuluna olan merhamet ve şefkatinin, gazabını çok çok geçtiğinin ifadesi. Hepsi affedilmenin araçları olabilir.

Efendimizden nakledilen bir rivayette; Mü’minin başına bela 3 şeyden dolayı gelir buyrulur.

1 – Ya günahına kefaret olsun diye, yani ağır cezaya bırakmadan asliye cezada, yani bu alemde, bu dünyada, bu hayatta onu pırıl pırıl etmek, temizlemek, tabir caizse yıkamak için, deterjan olsun diye. Siyah kirleri götürmek için deterjan olsun. Yüzünü yıkamak için, gönül yüzün yıkamak için ve günahına kefaret olsun diye. O onu götürür.

2 – Ya ahiretteki derecesini yükseltsin diye.

3 – Ya da gelebilecek daha büyük bir belaya kalkan olsun diye.

Bu durumda bir mü’minin başına gelen acı, musibet, imtihan, felaket, keder, dert, elem, yokluk, yoksulluk, hastalık ve buna benzer şeylerin aslında boşu yok, boş yok. Üçünden biri. O nedenle  bir mü’min başına gelecek bu gibi şeylere göğüs gererken daima kazandığını bilir. Haddi zatında bütün bunların bütünün içinde bir parça olduğuna iman ettiği için ve Allah’ın da bütünü gördüğünü bildiği için gönlü rahattır, müsterihtir.

Hak şerleri hayr eyler,

Zannetme ki gayr eyler,

Ârif anı seyreyler,

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler. Diyebilir, imanı bunu dedirtir.

Deme şu niçin şöyle,

Yerincedir o öyle,

Bak sonuna sabreyle.

Mevlâ görelim neyler,

Neylerse güzel eyler. Der.

(Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.- Tefviznâme)

Der çünkü bütünü gören Allah’tır, kendisi parçayı görmektedir. Parçada kötü duran, bütünde mükemmel durabilir. Buraya gelirken, veyahut ta bir seyahate çıkarken yolda kaza geçirseniz, aracınız hasara uğrasa, siz de ufak tefek sıyrıklar alsanız. Bu kendi içinde parça olarak kötüdür. Fakat yetişemediğiniz otobüsünüzün ertesi gün haberlerde yolda büyük bir uçuruma yuvarlandığını ve yarısının gittiğini duysanız, Veya kaçırdığınız, kazadan dolayı kaçırdığınız uçağın düştüğünü duysanız. Veya geminin battığını duysanız. Veya trenin çarpıştığını duysanız ne düşünürdünüz? Bir gün evvelki düşüncenizi silersiniz, tam tersini düşünmeye başlarsınız.

- Ya rabbi ne büyükmüşsün, sana şükürler olsun. Sen beni korudun..! Bir gün evvel öyle demiyordunuz? Yani sizi taşıyacak araca yetişmenizi engelleyen kazayı, başınıza gelmiş musibet olarak görüyordunuz ve aksilik diyordunuz. Ama şimdi dua ediyorsunuz.

Fakat bitmedi, Yarın yevmi kıyamette, büyük günde, hesap gününde çıktınız sizi taşıyacak olan uçakta ölüp gitmiş olanlara herkes yanıyordu sizde acıdınız. Küçük küçük yavrular da gitti dediniz. Hatta kendini bilmezler; bunların ne suçu vardı gibi laflar bile etti. Fakat büyük günde, hesap gününde onlar geldiler. Hesaplarını o kadar kısa sürede verip geçtiler ki, sen geldin 70- 80- 90 yılın ağır hesabıyla. Baktın ki içinden çıkılacak gibi değil. Ve döndün rabbine; Ya rabbi beni de o düşen uçakta edemez miydin.

Şimdi hangisi doğru bunların, nereye bakacağız. Dolayısıyla parça bütün arasında ki ilişkiyi doğru kurmazsak eğer, doğru okuyamayız olayları. Onun içinde hep rabbimiz bize bütünü bildiğini bilmemizi ister bizden ve bu gözle bakarsak eğer o zaman müsterih oluruz.

lâ ilâhe illâ HU O’ndan başka ilah yoktur ileyhilmasıyr ve tüm yolar O’na varır. Tüm yollar O’na çıkar.

4-) Ma yücadilü fiy âyâtillâhi illelleziyne keferu fela yağrurke tekallübühüm fiyl bilad;

Allâh’ın işaretleri hakkında hakikat bilgisini inkâr edenlerden başkası mücadele edip tartışmaz! O hâlde onların beldelerde (keyifle) dolaşması seni aldatmasın. (A. Hulusi)

04 – Allahın âyetlerinde ancak nankörlük eden kâfirler mücadele eder. Şimdi onların beldeler içinde dönüp dolaşmaları seni aldatmasın. (Elmalı)

Ma yücadilü fiy âyâtillâhi illelleziyne keferu Allah’ın ayetleri konusunda sadece inkarcılar, inkarda ısrar edenler ileri geri konuşurlar, polemik yaparlar.

Polemik konusu yapmak Allah’ın ayetlerini. Vahyin kaynağına saygısızlık ve nankörlüktür aslında. Tabii bu polemik konusu yapmak Allah’ın ayetleri üzerinde onları daha iyi anlamak için konuşmakla falan alakası yok. Bu polemiğin tarifi de hemen bir sonraki ayette gelmiş aslında. Bir sonraki ayette;

..ve cadelu Bil bâtılı li yüdhıdu Bihil Hakk.. (5) işte yasak olan polemiğin gerekçesini de veriyor. Ne diyor bakın; Batıl uğruna hakikati kendisiyle alt etmek gibi yanlış ve yanıltıcı bir mücadele yöntemini benimserler. Batıl uğruna hakikati kendisi ile alt etmek li yüdhıdu Bihil Hakk bu manayı bendeniz verdim. Yani benim verdiğim mana bu, bu ibareye. Ki başkaları manayı vermemiş olabilirler. Hakkı kendisi ile vurmaya kalkmak. Küfür içindedir, küfrünü savunurken Allah’ın ayetlerini kullanmaya kalkar. Yani hakkı kendisi ile vurmaya kalkar. İşte bugün piyasada, geçmişte de örnekleri görüldü bunun. Küfrünü savunurken Allah’ın ayetleri ile imanı hedef alır. Bu tiplerden söz ediyor aslında.

fela yağrurke tekallübühüm fiyl bilad fakat onların gözde yerlerde keyif çatmaları seni yanıltmasın. A. İmran suresinde de var ya  Lâ yeğurrenneke tekallübülleziyne keferu fiyl bilad. (A.İmran) orada burada ülkelerde keyif sürerek gezip tozmaları seni yanıltmasın.

Bu yanıltmanın temelinde şu var. Refah, felahın habercisi değildir. Aslında kısaca özeti bu. Refah, felahın habercisi değildir, yani dünyevi rahat, ahirette ki kurtuluşun referansı olamaz. Onun için dünyada bir adamın bir eli yağda bir eli balda görüyorsanız, bu onun ahirette ki kurtuluşuna zerre kadar referans olmaz, yani bunu aklınızdan çıkarın demektir bu. İşte helak olmuş kavimler diyor bakınız hemen arkadan gelen;

5-) Kezzebet kablehüm kavmü Nuhın vel ahzâbü min ba’dihim* ve hemmet küllü ümmetin Bi Rasûlihim li ye’huzûhu ve cadelu Bil bâtılı li yüdhıdu Bihil Hakka feehaztühüm* fekeyfe kâne ‘ıkab;

Onlardan önce Nuh kavmi ve onlardan sonra da hakikate karşı çıkan tüm topluluklar yalanladı. Her ümmet kendi Rasûllerini, Onu yakalamak (etkisizleştirmek, öldürmek) için niyetlendi… Bâtılı seslendirenler olarak, Hakk’ı geçersiz kılmak için mücadele ettiler… Bu yüzden onları yakaladım… Suçlarının karşılığını yaşatmam nasıl oldu? (A. Hulusi)

05 – Onlardan evvel Nuh’un kavmi arkalarından da Ahzab tekzip etmişlerdi ve her ümmet kendi Resullerini yakalamak kastında bulundu ve hakkı batılla gidermek için boşuna mücadele ettiler de ben onları tuttum alıverdim o vakit nasıl oldu ikabım? (Elmalı)

Kezzebet kablehüm kavmü Nuhın vel ahzâbü min ba’dihim onlardan önce Nûh kavmi peşlerinden gelen tüm kafirlerde yalanlamışlardı. Yani dünyevi refahın uhrevi felaha referans olması söz konusu olsaydı onlar olurdu. Fakat dön bak dünya tarihine, insanlık tarihine, yer yüzünde çatlayıncaya kadar yiyenler, yer yüzünün tüm refahını semirenler ve sömürenler aslında sonları, akıbetleri en feci olanlar oldu. Onun içinde bir kıyas yap ve kim gibi olmak, daha doğrusu akıbetin mi güzel olsun yoksa dünyanın nimetleri ile mi yetinesin sen karar ver.

Eğer diyorsan ki ya rabbi sadece dünyayı ver bana verir. Verir fakat arkası felakettir. Onun için seni yanıltmasın birinin dünyevi güzelliklere sahip olması, dünyada refah içinde bulunması, onun Allah’a yakın olduğunun referansı değildir. Bu sadece onun varlıkla sınandığının delilidir. Varlıkla sınanmak, yoklukla sınanmaktan bin beter sınavdır. Sınavını verirse ne alâ, veremezse elde ettiği tüm imkân boğazında ki ipin kalınlığına dönüşecektir. Elde ettiği tüm imkân ateşini artıran bir yakıta dönüşecektir.

ve hemmet küllü ümmetin Bi Rasûlihim li ye’huzûhu her ümmet kendi elçisini yakalayıp ondan kurtulmanın planlarını yaptı. ve cadelu Bil bâtılı li yüdhıdu Bihil Hakk batıl uğruna hakikati kendisiyle alt etmek gibi yanlış ve yanıltıcı bir mücadele metodunu belirlemişlerdi.

4. ayette bunu da dile getirmiştim bu ibareyi. Şiddetle yerilen polemik işte bu. Hakkı kendisi ile vurmaya kalkmak demiştim ya. Demagojinin en kötüsü. Gerçek ortaya çıksın diye değil. Tartışmanın maksadı o değil. Gerçek ortaya çıksın diye değil, gerçek tartışmalı hale gelsin diye tartışmak. Gerçeği de tartışmalı bulanık, fulû hale getirmek için tartışmak, ortada gerçek bırakmamak için tartışmak.

Görüyor musunuz tartışmanın demek ki birbirine zıt iki amacı olabiliyor.  Bir gerçek ortaya çıksın diye tartışmak. Bu tartışmak bilginin temelidir. Merak bilginin temelidir. Ama bir de tartışma vardır ki işte burada 4. ayette; Ma yücadilü fiy âyâtillâh Allah’ın ayetleri hakkında polemik yapanlar, ileri geri konuşanlar, tartışanlardan kasıt, ki bu surede tam bu ibare 4 veya beş kere gelir. Dönüp dönüp bu konuda uyarır rabbimiz bu surede. Allah’ın ayetleri hakkında ileri geri konuşmak.

İşte bu aslında ilahi hakikatleri tartışılır hale getirmek. Bu nedir? Doğru, güzel, iyi, Hakk, batıl, yanlış,kötü, çirkin kalmasın. İkisinin arasındaki duvarlar yıkılsın. Dolayısıyla doğru yanlışa karışsın, Hakk batıla karışsın, iyi kötüye karışsın. Yani siyah ve beyaz yok olsun, yerine gri gelsin. Onun içinde..!

Bunu kimler ister? Siyah ister. Çünkü beyazın varlığı, siyahı ortaya çıkarır. Beyazın varlığından en çok siyah rahatsız olur. Öyle değil mi, Musa’nın varlığından en çok Firavun rahatsız olur. İbrahim’in varlığından en çok Nemrut rahatsız olur. Sevabın varlığından en çok günah rahatsız olur. İmanın varlığından en çok şeytan rahatsız olur. Sebebi belli. Çünkü kirli, kirliliği ortaya çıkmasın diye temize düşmandır. Eğer grinin tonları olsaydı, işte bak ban de griyim diyecekti. Yani kötülükte eşitlemek. Onun için kendini meşru göstermek için iyileri hedef almak, kötünün kendisini meşrulaştırma aracıdır.

Burada da aslında bir tür ona dikkat çekiliyor. ve cadelu Bil bâtılı li yüdhıdu Bihil Hakk yani bunlar Hakkın ortaya çıkması için değil, hakla batılın bulandırılması, suyun bulanması için çalışanlar. Eğer iyi ile kötü arasında fark kalmazsa o zaman kötülere gün doğdu demektir.

İşte bugün post modernizm in savunduğu şey bu. Yani her şey görece, senin doğrun. O senin doğrun diyor. Bu da benim doğrum. Hele ki vahiyler var. hele ki Allah konuştu. Düşünebiliyor musunuz böyle bir mantığı. Dünyada doğru kalır mı böyle bir mantıkla bakınca, altı buçuk milyar doğru ve hiç biri diğerini tutmayan doğrular. Onun içinde hiç kimseye doğru olan budur diyemiyorsunuz. Böyle bir dünyada yaşanır mı? Böyle bir dünyada huzur olur mu? Ahlakın kökeni nedir, ahlak kalır mı böyle bir dünyada. Şu ahlakidir diyeceğiniz hiçbir şey yoktur, çünkü o senin doğrun diyor. Onun için hele ki Allah konuştu diyoruz ve o tip bir yaklaşımı reddediyor işte bu ayet. Yani ne koysan gider?

Hayır, ne koysan gitmez. Doğru ve yanlış vardır, iyi ve kötü vardır, her yerde iyi iyidir, kötü de kötüdür. İsterse birileri bunu inkar etsin. Her yerde iyilik yapmak iyidir, kötülük yapmak kötüdür. Her yerde cinayet kötüdür, her yerde ikram iyidir. Her yerde insana hürmet iyidir, her yerde insanın onurunu zedelemek kötüdür. Her yerde iftira kötüdür, ama iftirayı savunan birileri hep çıkacak. Her yerde zulüm kötüdür. Sadece yer yüzünde değil, uzayda da kötüdür. Yerin yedi kat altında işleseniz yine kötüdür. Bundan bilmem kaç bin yıl sonra işleseniz yine kötüdür. Post modern değil ultra modern zamanlar gelse o zaman da işleseniz zulüm yine zulümdür. Dolayısıyla kötü ve iyi insanlık durdukça duracak, dahası Allah’ın vahyi okundukça kötü ve iyinin arasında ki o fark hep görülecek.

Feehaztühüm ve sonuçta ben onları yakaladım. Bu küçük cümlenin atfı nereye biliyor musunuz, hemen ayetin başına Kezzebet kablehüm kavmü Nuhın vel ahzâbü min ba’dihim* ve hemmet küllü ümmetin Bi Rasûlihim li ye’huzûh demişti ya her ümmet kendi elçisini yakalayıp ondan kurtulmanın planlarını yaptı. Ama sonunda ben onları yakaladım. Yani onlar peygamberlerini yakalayıp susturamadılar ben onları yakaladım.

feehaztühüm* fekeyfe kâne ‘ıkab, feehaztühüm* fekeyfe kâne ‘ıkabî dir aslı cezalandırma nasıl olurmuş görsünler bakalım.

6-) Ve kezâlike hakkat kelimetü Rabbike alelleziyne keferu ennehüm ashabûn nar;

Böylece hakikat bilgisini inkâr edenler hakkında “Onlar Nâr (ateş – radyasyon ortamı) ehlidir” diye Rabbinin sözü gerçekleşti. (A. Hulusi)

06 – Ve işte o nankörlük eden kâfirlere rabbinin kelimesi öyle Hakk oldu, onlar nâra yanacaklar. (Elmalı)

Ve kezâlike hakkat kelimetü Rabbike alelleziyne keferu işte rabbinin inkarda direnen kimseler hakkında ki sözü böyle gerçekleşmiştir. ennehüm ashabûn nar nedir o söz? Elbet onlar ateş yaranıdırlar, ateş dostlarıdırlar, ateşin taraftarıdırlar. Yani onların tamamı bir takımı tutmuşturlar, takımları da ateştir. Ateş fanatikleri de diyebilirsiniz.

7-) Elleziyne yahmilunel ‘Arşe ve men havlehu yüsebbihune Bi Hamdi Rabbihim ve yu’minune Bihi ve yestağfirune lilleziyne amenû* Rabbena vesı’te külle şey’in rahmeten ve ‘ılmen fağfir lilleziyne tabu vettebe’u sebiyleke ve kıhim azâbel cahıym;

Arş’ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunan (şuurlu) kuvveler (Allâh kudretinin açığa çıkış mahalleri) Rablerinin Hamdı olarak (Hamiyd Esmâ’sı açığa çıkışı ile) tespih ederler; O’na (hakikatleri olarak) iman ederler ve iman edenler için (hakikatlerinin gereğini yaşayamamaları – hakkını verememeleri yüzünden) mağfiret isterler! “Rabbimiz, rahmet ve ilminle her şeyi kapsamışsın… Tövbe edenleri ve senin yoluna uyanları mağfiret et ve onları yanma azabından koru!” (A. Hulusi)

07 – Arşı hâmil olanlar ve onun etrafındakiler rablerinin hamdıyla tesbih ve ona iman ederler, ve iman etmişler için de şöyle bir mağrifet dilerler: ya Rabbenâ rahmet ve ilim her şey’e geniş, hemen mağrifet buyur onlara o tevbe edip yoluna uyanlara ve koru onları o cahîm azâbından. (Elmalı)

Elleziyne yahmilunel ‘Arşe ve men havlehu yüsebbihune Bi Hamdi Rabbihim ve yu’minune Bihi ve yestağfirune lilleziyne amenû Allah’ın hükümranlık makamına layık bir sorumluluk taşıyan ve O’na yakın olanlar hamd ile rablerinin sonsuz yüceliğini dile getirirler. Ona iman ederler ve iman eden diğer Mü’minler için, herkes için istiğfar eder, af dilenirler.

Gerçekten de uzun ve bir çok şeyi bir arada ifade eden bir ayet. Hamele fiili maddi fiili maddi yükü sırtlanmaktan çok manevi sorumluluk sırtlanmaya delalet eder ki, Kur’an da bunun ifadesi çok gelir. Tâha/100, Ankebut/13, Ahzab/72 ayetler bunun delili. Klasik tefsir bu ayetteki kimseleri melekler diye tanımlıyor. Yani Allah’ın hükümranlık makamına layık bir sorumluluk üstlenenler, O’na yakın olanlar ve rablerinin sonsuz yüceliğini hamd edip, mü’minler içinde istiğfar edenlerin melekler olduğunu söylüyor klasik tefsir. Ama sorumluluğunu bilen, Allah’a yakın olan her Mü’min bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Arşı taşımak, evet, eğer bu değerlendirme isabetli ise sorumluluğunu bilmek arşı taşımaktır. Buradan buraya ulaşıyoruz bu ayet vesilesi ile. Arşı taşımak, sorumluluk taşımakla eş değer. Allah’ın yer yüzünde ki halifesi olmak, Allah’ın ilahi iradesini yer yüzünde gerçekleştirmek insanın görevi idi değil mi? İşte yer yüzünde Allah’ın halifesi olmak, ilahi iradeyi yer yüzünde temsil etmek. Arşı taşımak budur. Onun için sorumluluğunu yerine getirenler bu kutsal yüke ihanet etmeyenler olacaktır.

Rabbena vesı’te külle şey’in rahmeten ve ‘ılme rabbimiz sen her şeyi rahmet ve bilgi ile kuşatmışsan fağfir lilleziyne tabu vettebe’u sebiyleke ve kıhim azâbel cahıym artık tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ey rabbimiz ve onları gözleri yuvalarından fırlatan dehşetli ateşin azabından koru ey rabbimiz. Diye dua ederler, istiğfar ederler. Yani burada öyle bir mü’min tipi çiziliyor ki cennetini sadece kendisini alan ve kendisinden başka kimsenin girmediği bir bencilliğe mahkum eden değil. Duayı önce kendisinin dışında ki mü’minlere eden bir mü’min tipi çiziliyor. Yani ya rabbi benim cennetim, benim iman kardeşlerimdir. Benim cennetimdir mü’min. Cennetim insandır. Onun için onlarla beraber cennetimin tadını çıkarırım. Dolayısıyla kendi günahıma istiğfar eder gibi iman kardeşlerimin günahlarına da istiğfar eder, onlar içinde senden af dilenirim mesajıdır bu. İman edip Allah’a yakın olanlar, iman edenler için istiğfar ederler.

A. İmran da Nebiye ..fa’fü anhüm vestağfir lehüm.. (A.İmran/158) diye emredilir. Onları affet. Uhut’tan kaçanlar içindir bu ayet ve onlar için Allah’tan af dile. Eveti hem sen onları affet, hem de Allah’tan bağışlanma dile, Allah’ın da affetmesi için dua et. Savaştan kaçtılar, seni yalnız bıraktılar düşmanla karşı karşıya. Ama yine de onlarla böyle bir ilişki kur.ve şavirhüm fiyl emr. (A.İmran/158) onlarla istişare etmeye bundan böyle de devam et. Arkasından gelen ibare bu ayetin.

Ebeveynler evlatlarına, hocalar talebelerine, ustalar çıraklarına, eşler birbirlerine bu ayetin emri ile davranmalıdırlar. Dua etmelidirler.

8-) Rabbena ve edhılhüm cennati Adninilletiy veadtehüm ve men saleha min abaihim ve ezvacihim ve zürriyyatihim* inneKE entel ‘Aziyzül Hakiym;

“Rabbimiz… Onları, kendilerine vadettiğin Adn cennetlerine dâhil et… Onların atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden saflığa erenleri de… Muhakkak ki sen, evet sen Aziyz’sin, Hakiym’sin.” (A. Hulusi)

08 – Ya Rabbenâ hem koy onları o kendilerine vaad buyurduğun adin Cennetlerine, atalarından ve zevcelerinden ve zürriyetlerinden salâhı olanları da, şüphesiz sen o azîz, hakîmsin sen. (Elmalı)

Rabbena ve edhılhüm cennati Adninilletiy veadtehüm ve men saleha min abaihim ve ezvacihim ve zürriyyatihim işte geldi neden eşler birbirlerine, anne babalar evlatlarına, hocalar talebelerine böylesine rablerinin huzuruna ak alınla varmaları için dua etmelidirler sorusunun cevabı geldi. Rabbimiz onları ve onların atalarından, eşlerinden ve nesillerinden iyi ve dürüst olanları güzelliğin üretildiği merkezler olan cennetine koy, yerleştir.

Onların tek muhatabı, dua öğretiyor. Duaların tek muhatabı, yani Allah. Allah’ın öğrettiği duadan daha güzel dua olur mu? En değerli dua Allah’ın öğrettiği duadır, çünkü duayı O kabul edecektir. Tabir caizse imtihana sokmuş soruların cevabını veriyor. Onun içinde duayı Allah’tan öğrenmek lazım.

Burada ki inne, hemen bir sonraki cümlede gelecek; inneKE entel ‘Aziyzül Hakiym çünkü sen, evet yalnızca sensin sonsuz azamet ve hikmet sahibi olanda ki inne; buna cesaret ettik, yani senden bunları istemeye cesaret ettik Allah’ım çünkü sen sonsuz yücesin. Sonsuz yüce olan insanları affetse nesi eksilir. Bu, bu anlamı yan anlam olarak içinde taşır. Sonsuz yüce olan senden, senin sonsuz rahmet okyanusundan birazda biz istiyoruz Allah’ım demektir bu. Çünkü sen sonsuz merhamet denizinin sahibisin. Ondan bir yudum su istiyoruz Allah’ım demektir.

9-) Ve kıhimüs seyyiat* ve men tekıs seyyiâti yevmeizin fekad rahımteh* ve zâlike huvel fevzül ‘azıym;

“Onları benlikten – bedensellikten kaynaklanan kötü davranışlardan koru… Kimi kötülüklerden korumuşsan, gerçekten o süreçte ona rahmet etmişsindir… İşte bu büyük kurtuluşun ta kendisidir!” (A. Hulusi)

09 – Ve onları fenalıklardan koru sen her kimi fenalıklardan korursan o gün muhakkak onu rahmetinle yarlıgamışındır, işte asıl fevzi azîm de odur. (Elmalı)

Ve kıhimüs seyyiat ve onları tüm kötülüklerden koru. Dua devam ediyor. ve men tekıs seyyiâti yevmeizin fekad rahımteh ki sen o gün birini kötü duruma düşmekten korursan, korumuşsan bu ona rahmet ettiğin anlamına gelir. Şu duanın güzelliğine bakın. ve zâlike huvel fevzül ‘azıym ve bu, evet işte budur büyük kurtuluş.

Siz kurtuluş mu diyorsunuz dünyadakilere, siz kurtuluş mu diyorsunuz küçük sınavları başarıyla verişinize. Siz kurtuluş mu diyorsunuz küçük derelerden düşmeden geçişinize. Siz kurtuluş mu diyorsunuz dünyada ki borçlarınızı ödeyip bitirmelerinize. Asıl kurtuluş budur. Allah size; Haydi kurtuldun dediğinde asıl kurtuluş odur.

Evet, başarı nedir, kurtuluş nedir? Kur’an bir bilinç inşa ediyor. Kariyer planlaması Allah’tan bağımsız yapılamaz. İşte burada da o söyleniyor. Yanlış akide, bakınız ayetin başından beri, yanlış eylem, yanlış son. Evet üç yanlış arka arkaya geliyor. Onun içinde bu üç yanlışı eğer arka arkaya gelsin istemiyorsa, doğru akide, doğru eylem, doğru akıbet. Doğru bir akıbet, doğru bir akideden başlar. Yanlış başlangıçtan doğru sonuç elde edilmez. Onun içinde burada şu anda okuyacağımız ayet onu veriyor.

10-) İnnelleziyne keferu yünadevne lemaktullahi ekberu min maktiküm enfüseküm iz tüd’avne ilel iymani fetekfürun;

Muhakkak ki hakikat bilgisini inkâr edenlere: “Allâh’ın şiddetli öfkesi, sizin kendinize kızgınlığınızdan daha büyüktür… Hani siz imana çağrılıyordunuz da, inkâr ile reddediyordunuz!” diye nida olunur. (A. Hulusi)

10 – O küfredenlere muhakkak şöyle bağırılacaktır: elbette Allahın buğzu sizin nefislerinize buğzunuzdan daha büyük, zira siz imana davet olunuyordunuz da küfrediyordunuz. (Elmalı)

İnnelleziyne keferu yünadevne lemaktullahi ekberu min maktiküm enfüseküm iz tüd’avne ilel iymani fetekfürun elbet küfürde ısrar edenlere o gün şöyle nida edilecektir; İman etmeye çağrıldığınız halde inkar etmeyi sürdürdüğünüz zaman, Allah’ın size olan sitemi ve kahrı, sizin şu an kendi kendinize ettiğiniz sitemden daha büyüktür.

Ne ilginç bir ifade, İman etmeye çağrıldığınız zaman ısrarla bunu inkar ettiğinizde Allah’ın size olan sitemi ve kahrı, ey cehennemi boylayanlar sizin şu anda cehenneme girer ayak kendi kendinize yaptığınız sitemden daha büyüktür. lev ennehüm kânu yehtedun. (Kasas/64) İşte bu, ben bu ayeti okuduğumda iliklerime kadar titremiştim. Ne olurdu sanki doğru yolu bulmuş olsalardı. Rabbimiz diyor. Ne olurdu sanki hidayete ermiş olsalardı. Ne olurdu sanki şimdi burada yanmasalardı. Evet, Allah’ın kuluna olan şefkati, annenin evladına olan şefkatinden sınırsızca daha büyüktür diyen efendimiz bunu kastediyordu. Ne olurdu sanki..!

Akıl verdi. Akıl verdim ya neyine yetmiyor demedi. İrade verdi. İrade verdim ya neyine yetmiyor demedi. İbret alacak göz verdi, kulak verdi, neyine yetmiyor demedi, onunla da yetinmedi. Peygamber gönderdi. Bir tane göndermedi. Bir tane gönderdim hepinize yeter demedi, binlerce gönderdi. Onunla da yetinmedi kitap gönderdi. Bir tane göndermedi, defaatle gönderdi. Daha ne yapsın Allah. Onun için işte lev ennehüm kânu yehtedun ne olurdu sanki hidayete ermiş olsalardı, ne olurdu.

Üç sebeple sitem edecekler kendi kendilerine;

1 – Arkalarına düştüklerinin hiçbir yararı olmayacağını görecekler. Olmadığını.

Ve yevme ye’adduzzâlimü alâ yedeyhi yekulü ya leytenit tehaztü maar Rasûli sebiyla. (Furkan/27) O gün arkasın düştüğü adam kendisini dahi kurtaramadığını görünce, yani beni kurtaracak diye bakıyor, adam kendini kurtaramamış. Bu aldanmışlığın verdiği hırsla diyor kahırla, elinin kemiğine dişlerini geçirecek diyor. Ayet aynen böyle. ye’adduzzâlimü alâ yedeyhi yekulü ya leytenit tehaztü maar Rasûli sebiyla. Ve diyecek ki keşke nolaydım Resulün yolunu yol edineydim. Ya veyleta leyteniy lem ettehız fülanen haliyla. (Furkan28) falanca adamı kendime yar ve yardımcı dost edinmeseydim. Nolaydı böyle yapsaydım, keşke böyle yapsaydım diyecek ama, hiçbir işe yaramayacak çünkü yararsız.

2 – Şeytan gerçeği söyleyince sitem edecek kendi kendisine. Ne diyecek Fela telumuniy ve lumû enfüseküm. (İbrahim/22) beni kınamayın, kendinizi kınayın. Ben çağırdım siz geldiniz. Oysa çağıranın kim olduğunu ve kötüye çağırdığını bilmeniz gerekiyordu. Ama kalktınız şimdi beni kınıyorsunuz.

3 – Dünyada beğenmediklerine karşı rezil oldukları için kendilerini kınayacaklar, sitem edecekler. Yani dünyada beğenmediklerine bakacaklar, ahiretin gözdesi olmuşlar. Yani; Bari şunlara karşı rezil olmasaydık diye sitem edecekler.

11-) Kalu Rabbena emettenesneteyni ve ahyeytenesneteyni fa’terefna Bi zünubina fehel ila hurucin min sebiyl;

Dediler ki: “Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün (bedenden ayrılma ile yaşanan ve mahşerde benliksizlik yaşamı {ferd olarak gelirler âyetindeki olay}) ve iki kere(sinde) de dirilttin (yeni bir benlikle bâ’s ettin) de kendimizdeki eksiklikleri itiraf ettik! (Bu durumdan) bir çıkış yolu var mı?” (A. Hulusi)

11 – Diyecekler ki ya rab! Bizi iki öldürdün iki de dirilttin şimdi günahlarımızı anladık fakat var mı çıkmaya bir yol? (Elmalı)

Kalu Rabbena emettenesneteyni ve ahyeytenesneteyn şöyle karşılık verecekler; Rabbimiz sen bizi iki kez öldürdün, iki kez de diriltin. İsneteyn; iki kez manasına gelir harfiyen ama, tekzip içinse tekrar tekrar manasına gelir. Önce bedeni ölüm, ahirette ise manevi, ruhani ölüm.

Ölümden bin beter ölüm; Lâ ted’ul yevme süburen vahıden ved’u süburen kesiyra. (Furkan/14) o gün, (cehennemlikler için söyleniyor) bir tek ölümü çağırmayın, sübur, mevt ten farklı. Mevt; dünya değiştirmektir. Bir başka hayata geçmek. Sübur ise yok olmaktır. Böyle bir şey yok. Bugün bir yok oluşu çağırmayın, size bir tek yok oluş yetmez, ölümleri çağırın. Sizin imdadınıza ancak bir çok ölüm gelebilir, ki o da yok. Yani yok olmayacaksınız, yok olmak isteyeceksiniz. İşte bunu ifade ediyor.

Ki burada da aslında ahirette ki bu manzara bir kere ölüm değil, bin kere ölüm gibi gelecek. Bin ölüm acısıyla. Onun içinde isneteyn, tekrar tekrar, yani bizi ölümden bin beter öldürdün diyecekler.

fa’terefna Bi zünubina fehel ila hurucin min sebiyl işte şimdi günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi bizim için çıkış yolu yok mudur.

12-) Zâliküm Bi ennehu izâ du’ıyAllâhu VahdeHU kefertüm* ve in yüşrek Bihi tu’minu* felhükmü Lillâhil ‘Aliyyil Kebiyr;

İçinde bulunduğunuz hâlin sebebi şudur: Allâh, TEK’liğine davet ettiğinde (vehmettiğiniz – varsandığınız benliğinizden arınmayı teklif ettiğinde), küfür (inkâr) ettiniz! Eğer (teklif edilen) O’na şirk anlayışı olsa, iman ederdiniz… Hüküm, Alîy, Kebiyr olan (açığa çıkan kuvvelerinin hükmediciliğini reddedemeyeceğiniz) Allâh’ındır! (A. Hulusi)

12 – İşte bu size şu yüzdendir ki bir olarak Allaha çağırıldığında küfrettiniz ona şirk koşulunca ise iman ediyordunuz, işte hüküm o ulu, o büyük Allahın. (Elmalı)

Zâliküm Bi ennehu izâ du’ıyAllâhu VahdeHU kefertüm* ve in yüşrek Bihi tu’minun durum işte böylesine vahimdir. Çünkü ne zaman tek Allah’a çağrılmışsa siz inkarı tercih ettiniz O’na ortak koşulduğunda ise inanıverdiniz. İnkara çağrıldığında hemen buna inandınız imana çağrıldığınızda inanmadınız inkarı tercih ettiniz. Bilincin baş aşağı dönme hali. Batıla iman, hakka inkar. Bilinç amuda kalkarsa, baş aşağı dönerse hep ters davranmaya başlar. Allah’a sırt döner nefse önünü döner. Ahirete sırtını döner, dünyaya yüzünü döner. Ayağıyla düşünüp başı ile yürümeye başlar. Ters dönme halidir bilincin.

felhükmü Lillâhil ‘Aliyyil Kebiyr sonuçta hüküm yüceler yücesi mutlak büyük olan Allah’ındır. Ahirette hüküm Allah’ın.Buhari de; Said El Hudri’den bir hadis nakledilir. Hz. Nebi A.S.; kalbinde hardal tanesi kadar iman olan en sonunda Allah affeder, affeder, affeder günahkar mü’minleri. Öyle bir noktaya gelir ki kalbinde hardal tanesi kadar imanı olanlara sıra gelir. Yani iman kırıntısı olanlara. Onları hayat ırmağının kenarına atar, mantar suyu gibi adeta. Mantar suyu gibi hayat ırmağının kenarına serper, onun kenarında yeniden yeşillenir ve dirilirler. Böyle Buhari de bir hadis nakledilir iman kitabında. Ben de onu burada nakletmiş olayım.

13-) “HU”velleziy yüriyküm âyâtiHİ ve yünezzilü leküm mines Semai rizka* ve ma yetezekkeru illâ men yüniyb;

“HÛ” ki, işaretlerini size gösteriyor ve semâdan (bilincinize) sizin için bir rızık (hakikatine dair ilim) indiriyor… (Bunun ne demek olduğunu hakikatine) yönelenden başkası hatırlayıp üzerinde derin düşünemez! (A. Hulusi)

13 – Odur ki size âyetlerini gösteriyor ve sizin için Semâdan bir rızık indiriyor, fakat ancak gönül veren anlar. (Elmalı)

“HU”velleziy yüriyküm âyâtiHİ ve yünezzilü leküm mines Semai rizka Yeni bir pasaja girdik; O’dur size varlık delillerini gösteren ve size semadan rızık indiren.

Varlık dünyası ayetler mucizelerle doludur, bu ayet bunu söylüyor dostlar. Onların mucize oluşunu unutmamızın tek nedeni vardır, sık sık karşılaşmanız. Aslında yaşadığımız hayatın her alanında sınırsız mucize var, bizde de olduğu gibi. Biz insanoğlunun kendi içinde de bir yığın mucize var. Onların mucize oluşunu unutmamızın tek nedeni var sık sık görüyor olmamız. Ender görseydik mucize olduğunu unutmayacaktık. Sık gerçekleşiyor olması mucize olduğunu unutmamıza neden oluyor.

ve ma yetezekkeru illâ men yüniyb istikametini O’na yöneltenlerden başkası bundan ders almaz. Allah’ın gör dediği yerden bakanlar ancak bunu görür diyor. Ama Allah’ın gör dediği yerden bakmayanlar bunu göremezler.

14-) Fed’ullahe muhlisıyne lehüd diyne ve lev kerihel kâfirun;

Öyle ise hakikat bilgisini inkâr edenler kerih görse de, Din’i O’na has kılarak Allâh’a yönel! (A. Hulusi)

14 – O halde siz, dini Allah için halis kılarak hep ona çağırın isterse kâfirler hoşlanmasınlar. (Elmalı)

Fed’ullahe muhlisıyne lehüd diyne ve lev kerihel kâfirun hakkı inkar edenleri ne denli kızdırsa da siz dini yalnızca O’na has kılarak saf ve samimi bir iman ile sadece Allah’a yalvarın.

15-) Refiy’ud derecati Zül ‘Arş* yulkır ruha min emrihi alâ men yeşau min ‘ıbadiHİ li yünzira yevmet telak;

Refi’üd Derecât’tır (dereceleri yükseltendir), Zül-Arş’tır (Arş sahibidir)… Gerçeğin kavranması süreci (nedeniyle) uyarmak için, kullarından dilediğine hükmünden ruhu (Esmâ’sının anlamını fark etmeyi şuuruna) ilka eder! (A. Hulusi)

15 – O dereceleri yüksek, Arşın sahibi telâkıy gününün dehşetini haber vermek için kullarından dilediğine ruh indiriyor. (Elmalı)

Refiy’ud derecati Zül ‘Arş zira O bütün varlık derecelerinin yücesi, yani varlık hiyerarşisinin en üstünde olan Hükümranlık makamına kurulmuştur. yulkır ruha min emrihi alâ men yeşau min ‘ıbadiHİ li yünzira yevmet telak O duruşma günü hakkında kullarını uyarmak için kullarından dilediğine kendi katından vahiy indirir.

Burada er rûh geçmiş, vahit manasına geçmiş üstelik. Kur’an da 3 manada kullanılır Rûh; Vahiy, vahiy meleği ve insanı insan yapan şey. Burada vahiy anlamına, Nahl/2 ayetinde de vahiy anlamına, vahiy hayat kaynağı yani, Rûh. Tıpkı cesede gelince insanı insan eden şey gibi vahiyde hayat kaynağı. Ölüyü diriltir.

Tûlicül leyle fiynnehari ve tûlicün nehara fiyl leyl* ve tuhricül hayye minel meyyiti ve tuhricül meyyite minel hayy. (A. İmran/27) ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü diyordu ya Kur’an, işte bunun gibi. Ya da;

Keyfe tekfurûne Billâhi ve küntüm emvâten feahyâküm… (Bakara/28) Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz o Allah’ı ki, sizler ölüyken yani manen ölü iken size hayat verdi, vahiyle sizi hayata döndürdü. Siz dik sürünen ölülerdiniz. Vahiyle sizi diriltti. Eğer imanınız olmasa siz ölülerden başka bir şey değilsiniz.

Yine ..üsteciybu Lillâhi ve lirRasûli izâ de’aküm lima yuhyıyküm..(Enfal/24)

  Allah ve resulünün davetine icabet edin, çünkü o sizi dirilişe davet ediyor. Sizi dirilmeye davet ettiği zaman Allah ve resulünün davetine icabet edin diyor, dirilişe davet ediyor, ölüyü dirilmeye davet ediyor. Kur’an baştan sona bu gibi ayetlerle dolu. Vahiy ruhtur yani vahiy insana candır, insanı insan eden tıpkı ruh gibidir.

16-) Yevme hüm barizun* lâ yahfâ alAllâhi minhüm şey’* li menil Mülkül yevm* Lillâhil Vâhidil Kahhâr;

Bu süreçte onlar her yönleriyle ortaya çıkarlar! Onlar hiçbir şeyi Allâh’a gizleyemezler… “Yaşanan süreçte (Allâh’a göre ‘AN’ vardır, tek bir süreç) Mülk kiminmiş?”… “Vâhid, Kahhâr olan (Tek ve mutlak hükmü zaman mekân kavramsız olarak yerine gelen) Allâh’ındır!” (A. Hulusi)

16 – O günün ki onlar meydana fırlarlar, kendilerinden hiç bir şey Allaha karşı gizlenmez, kimin mülk bu gün o vahid, kahhar Allahın. (Elmalı)

Yevme hüm barizun* lâ yahfâ alAllâhi minhüm şey’ o gün onlardan hiç kimse Allah’tan hiçbir şeyi saklayamadan iç yüzleriyle ortaya çıkarlar. Yani içlerin dışa döndüğü, maskelerin düştüğü, huyun suret olarak giyildiği gün. Ne demek? Huy, Yani dünyada köpekleşmiş, affedersiniz, huyu köpeğe benzemiş. Ya da çok affedersiniz huyu, ahlakı domuzlaşmış, ya da huyu yılanlaşmış, yılan gibi sinsi, yılan gibi onu bunu sokan biri. Orada bu huyu, suretine dönüşmüş bir tip düşünün.

li menil Mülkül yevm bugün mutlak iktidar kime aittir, soran yok, burada öyle bir ibare yok. Kim diyecek bunu? yoruma açık. Adeta Allah bugün mutlak iktidar kime aittir?

Firavunlaşan herkese, yer yüzünde iktidar bana ait diyenlere, veya benim hayatıma sen karışamazsın demeye getirenlere, Allah’sız bir ömür yaşamak için Allah’ı hayatından dışlayanlara li menil Mülkül yevm bugün mutlak iktidar kime aittir?

Lillâhil Vâhidil Kahhâr elbet mutlak otorite olan tek Allah’a aittir. Adeta cevabı da verecek olan Allah olacak. Allah’tan başka Allah’ın sorusuna kimse cevap veremeyecek.

17-) Elyevme tücza küllü nefsin Bima kesebet* lâ zulmel yevm* innAllâhe seriy’ul hisab;

Bu süreçte her nefs yaptıklarının getirisiyle karşılık bulur (yaptıklarının sonucunu yaşar)! Bu süreçte haksızlık yoktur! Muhakkak ki Allâh “Seriy’ul Hisab”dır (anında yapılanın sonucunu yaşatmaya başlayandır). (A. Hulusi)

017 – Bu gün her nefis kazandığı ile cezalanacak, zulüm yok bu gün, şüphesiz ki Allahın hesabı serî’dir. (Elmalı)

Elyevme tücza küllü nefsin Bima kesebet o gün herkes kazandığının karşılığını bulur. lâ zulmel yevm* innAllâhe seriy’ul hisab haksızlığın asla olmadığı gündür o. Çünkü Allah hesabı seri görendir.

18-) Ve enzirhüm yevmel azifeti izil kulûbü ledel hanâciri kazımiyn* ma liz zâlimiyne min hamiymin ve lâ şefiy’ın yuta’;

Yaklaşan ölüm süreci ile onları uyar! O zaman gamla dolu olarak yürekleri gırtlaklarına dayanmıştır! Zâlimlerin ne bir dostu ve ne de itaat ederse (kurtaracak) bir şefi vardır. (A. Hulusi)

18 – Hem haber ver onlara o yaklaşan felâket gününü: o dem ki yürekler gırtlaklara dayanmış yutkunur da yutkunurlar: zalimler için: ne ısınacak bir hısım vardır, ne dinlenecek bir şefi. (Elmalı)

Ve enzirhüm yevmel azifeti izil kulûbü ledel hanâciri kazımiyn ve onları yüreklerin sahibini boğarcasına gırtlağa dayandığı, Evet, ledel hanâcir; Yüreklerin sahibini boğarcasına gırtlağa dayandığı. Yüreğim ağzıma geldi derler ya Türkçe deyimdir. Yüreğin ağza geldiği, gırtlağa dayandığı, adeta boğulurcasına gırtlağa dayandığı pek yakın dehşet gününe karşı onları uyar. Allah’tan başka hiçbir haber kaynağının bize haber veremeyeceği bir alemden haber veriyor bu ayet. Allah’tan başka kimse haber veremez. Gözlerin yuvalarından fırladığı bir dehşet görüntüsünü aklınıza, gözünüzün önüne getirin ve mahşer büyük hesap gününün dehşeti onunla kıyaslanamayacak kadar büyük bir gün.

ma liz zâlimiyne min hamiymin ve lâ şefiy’ın yuta’  o gün zalimler ne samimi bir dost, ne de sözü geçen bir şefaatçi bulabilecekler.

Allah’ın dostluğunu kazananlar başka dosta zaten ihtiyaç duymayacaklar. Ama Allah’ın dostluğunu kazanamayanlar dost arayacaklar. Müşriklerin sapık şefaat anlayışını ret. Dost arayacaklar, fakat dost diye sarıldıkları da dost arıyor görülecek. Yani onlar dost bulamamışlar, sen onları dost edinsen, o gün onları dost etmek başlı başına bir suç, bir töhmet. Yani onların yanında görünmek bile suçlu olmak için yeter. Onun içinde Allah’tan başka hiçbir dostun yarar sağlayamayacağı bir gün.

19-) Ya’lemu hainetel a’yuni ve ma tuhfis sudur;

(O), gözlerin hainliğini (gayrı görmeyi) ve sadırların gizlediği şeyi bilir. (A. Hulusi)

19 – Gözlerin hâin bakışını da bilir, gönüllerin gizlediğini de. (Elmalı)

Ya’lemu hainetel a’yuni ve ma tuhfis sudur O bakışlarda gizlenen ihaneti ve yüreklerin sakladığı her şeyi bilir.

Çok ilginç bir ifade, hainetel a’yun bakışların ihanetini diyor.ç Öyle masum bakışlar vardır ki, arkasında ihanet saklıdır. O bakışların arkasında saklanan ihaneti bilir. Taa..! gönüllerin 40. odasında saklanan şeyi bilir.

20-) VAllâhu yakdıy Bil Hakk* velleziyne yed’une min dûnihi lâ yakdune Bi şey’* innAllâhe HUves Semiy’ul Basıyr;

Allâh, Hak olarak hükmeder… O’nun dûnunda yardım istedikleri ise, hiçbir şeyde hükümleri geçmez! Muhakkak ki Allâh Semi’dir, Basıyr’dir. (A. Hulusi)

20 – Allah hakkı yerine getirir, onların ondan başka yalvardıkları ise hiç bir şeyi yerine getiremezler, çünkü Allah dır hakkıyla işiten gören. (Elmalı)

VAllâhu yakdıy Bil Hakk nitekim Allah hükmünde hakkı gözetir. Yüreklerde kini, bakışların arkasında ki ihaneti bilmeyen biri nasıl mutlak adaletle hükmedebilir ki, onun için Allah adaleti uygular yakdıy Bil Hakk; hak ile hüküm verir, çünkü dışa bakmaz, sadece dışı görmez. O eylemin arkasında yatan gerçek sebepleri, niyetleri bilir.

velleziyne yed’une min dûnihi lâ yakdune Bi şey’ O’nu bırakıp ta yalvarıp yakardıkları şeylerse, hiçbir şey hakkında hüküm veremezler. Yani Allah Hakk ile, hakikatle, doğrulukla hüküm verir, tanrılık yakıştırdıkları şeyler, Allah’a ait vasıfları yakıştırdıkları başka varlıklar. Azizler olsun, nebiler olsun, veliler olsun, onların hüküm verme yetkisi yok. Onlarda orada hüküm verilmeyi beklerler. Onlar da Allah’ın mahkemesinde yargılanmayı beklerler. Onun için;

Felenes’elennelleziyne ürsile ileyhim velenes’elennel murseliyn. (Araf/6) kendilerine peygamber gönderilenlerden and olsun hesap soracağız, gönderdiğimiz peygamberlerden de hesap soracağız. Buyur, hesap vermeyecek kimse yok ki. Onun için efendimiz yaşlı gözlerini veda hutbesi gününde semaya dikerek; İnsanlığa olan o büyük hitabesini gerçekleştirip ardından “Allah’ım şahit ol” diyordu. Tebliğ ettim mi, Elâ hel belağ, tebliğ ettim mi. Ey insanlar görevimi yaptım mı? Onlarda; Evet yaptın ya Resulallah deyince Rabbena feşhed diyordu. Ey rabbimiz, sen şahit ol diyor.

innAllâhe HUves Semiy’ul Basıyr çünkü sadece Allah’tır her şeyi işiten, her şeyi gören.

21-) Evelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne kânu min kablihim* kânu hüm eşedde minhüm kuvveten ve asâren fiyl Ardı feehazehümullâhu Bi zünubihim ve ma kâne lehüm minAllâhi min vak;

Yeryüzünde seyretmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl oldu; nazar edip görsünler? Onlar (öncekiler), bunlardan hem kuvvetçe ve hem de yeryüzünde meydana getirdikleri eserler itibarıyla daha ileriydiler… Nihayet Allâh onları suçlarının getirisiyle yakaladı… Onlar için Allâh’tan (hakikatlerinden) bir koruyucu da olmadı. (A. Hulusi)

21 – Yer yüzünde bir gezmediler de mi? Baksalar a kendilerinden evvelkilerin akıbeti nasıl olmuş? Onlar, gerek kuvvetçe ve gerek Arzda asarca kendilerinden daha çetin idiler, öyle iken Allah onları günahlarıyla tuttu lıverdi ve kendilerine Allah dan bir koruyucu bulunmadı. (Elmalı)

Evelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne kânu min kablihim onlar hiç yeryüzünde dolaşmazlar mı, ve görmezler mi ki kendilerinden önceki geçip gitmiş olanların feci akıbetini. Ne olmuş onlara, nasıl bir akıbete uğramışlar. Kendilerinden önce yaşamış olanların kalıntılarına baksınlar. Kentlerinin surlarına baksınlar. Üç beş adamın kucaklayamayacağı kadar kalın ördükleri duvarların arkasında bile dayanamadıklarına baksınlar. Yerlerinde yeller esiyor onların. Onun için insanlığın geçmiş serüvenini okunacak bir kitap olarak görsünler. Bu aslıda hepimize tarihin ayatı hadisatın bir kitap gibi okunmasını tavsiye eden bir ayet.

[Atlanan cümle; kânu hüm eşedde minhüm kuvveten ve asâren fiyl Ard

Onlar, gerek kuvvetçe ve gerek Arzda asarca kendilerinden daha çetin idiler.(Elmalı)

Bu kuvvet ve tesirle, onların kaleleri, köşkleri ve orduları kastedilmiştir. Binâenaleyh o eski kâfirler, peygamberlerini yalanlayıp, onu dinlemeyince, Allah Teâlâ onları dünyada, çeşitli helak vasıtaları ile peşin olarak cezalandırıp imha etmiştir.

Şimdiki kafirler de bu helakin izlerini-kalıntılarını görmekte, seyretmektedirler. Bundan dolayı Allah Teâlâ onları, bu gibi ifadelerle, aynı şekilde hareket etmekten sakındırmış ve onları yakaladığı zaman başlarına gelecek azab anında, kendilerine yardım edecek ve o azaptan kurtaracak hiç kimseyi bulamayacaklarını,

"Onları Allah'ın (azabından) bir koruyan da olmadı" beyanıyla anlatıp, sonra da, onlara gelecek azabın, peygamberleri kabul etmeyip inkâr etmeleri sebebiyle olduğunu açıklamış, böylece Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetini de aynı şeyleri yapmaktan sakındırmış ve sözünü, iyice sakındırsın ve korkutsun diye, "Çünkü O, her şeye kadirdir, azabı pek çetindir" diyerek noktalamıştır. (Fahruddin er Razi –Tefsir-i Kebir)]

feehazehümullâhu Bi zünubihim ve ma kâne lehüm minAllâhi min vak buna rağmen Allah günahları sebebiyle onları cezalandırdı ve kendilerini Allah’a karşı koruyacak hiç kimse olmadı, kalmadı.

22-) Zâlike Bi ennehüm kânet te’tiyhim Rusülühüm Bil beyyinati fekeferu fe ehazehümullah* inneHU Kaviyyün şediyd’ül ‘ıkab;

Bunun sebebi şu idi: Rasûlleri onlara apaçık delillerle geldi de küfür (inkâr) ettiler… Bunun üzerine Allâh da onları yakaladı… Muhakkak ki O, Kaviyy’dir, “Şediyd’ül Ikab”dır (suçu cezalandırması şiddetlidir). (A. Hulusi)

22 – O, şundan idi ki onlara Resulleri beyyinelerle geliyorlardı da küfrettiler, Allah da tuttu kendilerini alıverdi, çünkü onun kuvveti çok, ıkabı şiddetlidir.

Zâlike Bi ennehüm kânet te’tiyhim Rusülühüm Bil beyyinati fekeferu fe ehazehümullah böyle oldu, çünkü elçileri kendilerine hakikatin apaçık belgeleriyle geldiği halde onlar inkarda ısrar ettiler, direndiler. Bunun üzerine Allah’ta onları cezalandırdı. inneHU Kaviyyün şediyd’ül ‘ıkab çünkü O çok güçlüdür, cezalandırması pek şiddetli olandır.

Allah’ın iktidarından başka hangi iktidar kalıcıdır ki. O halde ey insanlar eğer bir iktidara yaslanmak istiyorsanız yeryüzünde ki sahte iktidarlara yaslanmayın. Yaslandığınız duvar yıkılır. Yaslandığınız iktidar çöker, yaslandığınız sur yıkılır. Eğer bir yere yaslanacaksanız yıkılmayan birine yaslanın. Yıkılmayan iktidarın sahibi yalnızca Allah’tır. Akıllı olun, akıllı olun ki kısa vadeli hazzı ve lezzeti, bitimsiz ömrün saadetine tercih eden ahmaklar durumuna düşmeyin. Akıllı olun ki anlık bir lezzet uğruna ebedi mutluluğu satmayın.

Rabbim Akıllılardan kılsın.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. MÜ’MİN (23 – 50) (148)

$
0
0

231

 

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

Değerli Kur’an dostları geçtiğimiz ders Mü’min suresinin 22. ayetine kadar tefsir etmiştik. Bugün aynı surenin 23. ayeti ile dersimizi sürdüreceğiz. Ancak geçen dersimizde işlediğimiz ayetleri kısaca hatırlatmam gerekirse, Allah’ın ayetlerini polemik konusu edinenlerden söz eden pasajlar işledik. Allah’ın ayetlerini polemik konusu edinmek, inkarı Allah’ın ayetleriyle savunmaya, yani batılı kayırmak için Hakkı kendisi ile vurmaya kalkmak diye tarif etmişti 5. ayet.

İşte bu çerçevede Allah’ın ayetlerini polemik konusu edip onlar hakkında ileri geri konuşan akıl ele alınıp en sonunda ilahi rehberliği reddedenlerin akıbetini ifade etmişti geçen dersimizde işlediğimiz pasajlar. Ve Musa ve Firavun mücadelesine söz getirildi. Şimdi bu tarihi mücadelenin bağlamında tarih üstü, tarih ötesi tüm zamanlar ve mekanlar üstü ibret ve ders çıkaracağımız noktalara dikkatimizi çekecek vahiy.

Özetle bu mücadele de siz Allah’a güvenin Allah size olan desteğini en ummadığınız zamanda gönderir. Mesajı verilmekte. Belki daha özet bir biçimde söylemek gerekirse Allah’ın yardımı asla engellenemez. Firavunun sarayında da olsa asla ilahi yardım engellenemez mesajıdır.

23-) Ve lekad erselna Musa Bi âyâtiNA ve sultanin mubiyn;

Andolsun ki Musa’yı işaretlerimiz ve apaçık bir karşı konulamaz delil ile irsâl ettik. (A. Hulusi)

23 – Celâlim hakkı için Musâ’yı âyetlerimizle ve açık bir bürhan ile gönderdik. (Elmalı)

Ve lekad erselna Musa Bi âyâtiNA ve sultanin mubiyn doğrusu biz Musa’ya mesajlarımızı ve sahibinin doğruluğuna şahit olan apaçık bir belgeyi vermiş, mesajlarımızla ve sahibinin doğruluğuna şahitlik yapan apaçık bir belge ile Musa’yı elçi göndermiştik.

24-) İla fir’avne ve hamane ve karune fekalu sahırun kezzab;

Firavun’a, Haman’a ve Karun’a (irsâl ettik)… Dediler ki: “Çok yalancı bir büyücüdür.” (A. Hulusi)

24 – Firavuna ve Hâmân’a ve Karun’a da dediler ki: bir sihirbaz, bir yalancı. (Elmalı)

İla fir’avne ve hamane ve Karun kimlere? Firavuna, Haman’a ve Karun’a. Aslında ayeti kerime de bu üç erkin sayılması, iktidarı oluşturan üç saç ayağına bir gönderme.

1 – Üç erkten birincisi; Firavun, siyasal ayak.

2. Haman; Bürokratik ayak,

3 – Karun; Ekonomik ayak.

Yani bir zulüm eğer payidar oluyorsa bu üç ayak üzerinde durur genellikle. Onun bir ayağı siyasaldır, bir ayağı bürokratiktir veya dini bürokrasidir, bir ayağı da ekonomiktir. İşte burada bu üçünü birden görmekteyiz. Haman; bir yoruma göre Ha-aman, yani amon tapınağının baş rahibi ve onun temsil ettiği dini erk. Ama eski Mısır yönetim tarzı göz önüne getirilecek olursa o yönetimde Firavundan sonra yetki amon tapınağının baş rahibinde. Dolayısıyla Firavun adına kimi zaman yetkileri onu kullandığını da biliyoruz.

İşte bu çerçeve de Karun ise ekonomik erki temsil ediyor. Yani paranın gücünü temsil ediyor. İktidarın gücü, paranın gücü ve örgütlü dinin, ya da dini bürokrasinin gücü Firavunun zulmünün üç saç ayağını oluşturuyordu. Ve ilginçtir ki Hz. Musa’nın getirdiği tevhide karşı bu üç saç ayağı, yani sapmış olan putperestliğin dini erki yine siyasetin Firavunla temsil edilen erki, ekonominin Karun’la temsil edilen erki tevhide karşı, ilahi mesaja karşı birlikte savaş verdiler. Yani ilahi mesaj bu üçünü birden iktidarını sarstı, salladı ve sonunda devirdi.

fekalu sahırun kezzab fakat onlar yalancı sihirbazın teki demişlerdi. Bu yalancı sihirbazın teki diye Hz. Musa’ya yönelik bu iftira aslında efendimiz S.A. ı da teselli mahiyeti taşıyor. Çünkü benzerini müşrikler de Resulallah’a söylemişlerdi. Yalancı sihirbazın teki. Oysa Nebi S.A. hiçbir sihrine şahit olmamışlar. Bırakınız onu olağan dışı sayılabilecek bir şeyini görmemişlerdi ki onun sihrine örnek vermek gerektiği zaman zorlanmışlar ve sadece diye diye anne babayı evladından ya da evladı anne babasından ayırıyor diyebilmişlerdi. Sihir bunun neresinde?

Resulallah bununla teselli ediliyor ve sana yönelik bu iftira sadece seninle başlamadı. Risalet vazifesini üstlenen senden önceki nebilerde bu türden iftiralara maruz kaldılar. Ama iftira edenler suya gömüldüler. İftira edilen nebilerse tarih onların adını altın harflerle yüreklere yazdı.

25-) Felemma caehüm Bil Hakkı min ‘ındiNA kaluktülu ebnaelleziyne amenû meahu vestahyu nisaehüm* ve ma keydül kâfiriyne illâ fiy dalâl;

(Musa) onlara indîmizden Hak olarak (Hakk’ı) getirince, dediler ki: “Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını diri bırakın”… Hakikat bilgisini inkâr edenlerin tuzağı boşa çıkar! (A. Hulusi)

25 – Bunun üzerine kendilerine tarafımızdan hakkı getiriverince de onunla beraber iman etmiş olanların oğullarını öldürün, kadınlarını diri tutun dediler, kâfirlerin düzeni de hep dalâl içinde. (Elmalı)

Felemma caehüm Bil Hakkı min ‘ındiNA kaluktülu ebnaelleziyne amenû meahu vestahyu nisaehüm Musa kendilerine katımızdan hakikati getirince onun yanında yer alan mü’minlerin kadınlarını sağ bırakıp oğullarını öldürün dediler. Onun yanında yer alan, iman eden kimselerin kadınlarını sağ bırakıp oğullarını öldürün. Bu biraz da Tevrat merkezli bir yorumla kız çocuklarını diri bırakıp erkeklerini öldürün şeklinde anlaşılmış.

Ama ibarede ki kadın manasına gelen nisa kelimesinden yola çıkarak anneleri sağ bırakıp çocuklarını öldürdüklerini de söyleyebiliriz. Yani burada eğer söz konusu olan soykırımsa cezalandırılması gereken annelerdi denilebilir. Yani neden anneler, yani doğum yapan, çocuk doğuran, Firavunun yasağını bile bile çocuk doğuran anneler cezalandırılmıyor da çocukları öldürülüyor. Küçücük yavrular öldürülüyor denilecek olursa analara acı çektirmek için diye cevap verebiliriz. Yani Firavunun zulmü, anaların rahmine uzanmıştı. Anaların rahmine uzanan zulmün nasıl sonuç vereceği konusunda eğer tereddüdünüz varsa işte bu tarihi kıssayı göz önüne getirin.

Bir zulüm ki anaların rahmine kadar uzanıyorsa orada iş bitmiş demektir değil mi? Hayır. İşte bize böyle düşünen mantığın Allah’ın yardımını hesaba katmadığı gerçeğini söylüyor bu kıssa. İnsanın gücünün bittiği yerde Allah’ın yardımı başlar. Zulmün isterse annelerin rahmine kadar uzansın yine de sonuçta başaramayacağının tarihi bir vesikasıydı bu. Firavun sonunda düşmanını kucağında büyütmek zorunda kalmıştı. Yani siz zulmünüzle annelerin rahmini dahi kontrol altına almaya kalkarsınız. Fakat Allah size öyle bir düzen kurar ki, siz düşmanınızı kucağınızda  el bebek, gül bebek yetiştirmek zorunda kalırsınız, farkına bile varmazsınız. İşte Hz. Musa’nın hayatı budur.

[Ek bilgi; FİRAVUNUN ERKEK ÇOCUKLARI ÖLDÜRMESİ

…Firavun'un bir rüya gördüğünü, korkup kederlendiğini naklediyor. Rüyasında Kudüs tarafından gelen bir ateş gördü. Bu ateş, Mısır'a kadar uzanıp, Firavun'un evlerini yaktı. Fakat sadece Kıpti'lere zarar verdi, İsrail oğulları ise kurtuldular. Uyanınca hemen kahin ve müneccimlerden rüyayı tabir etmelerini istedi. Onlar dediler ki; "İsrail oğulları içinden bir çocuk dünyaya gelecek, Mısırlıların helakine ve senin krallığının yok olmasına sebep olacak. Doğacağı zaman da iyice yaklaştı."

Bu haber üzerine telaşlanan Firavun, İsrail oğullarından doğan bütün erkek çocukların öldürülmesini emretti….Kaynak;

(Sa'lebî, Kısas-ı Enbiya; İmam Suddî’den rivayet)]

[Ek bilgi 2; İsrailliler Mısır’da Baskı Görüyor.

15 - Mısır Kralı, Şifra ve Pua adındaki İbrani ebelere şöyle dedi:

16 - İbrani kadınlarını doğum sandalyesinde doğurturken iyi bakın; çocuk erkekse öldürün, kızsa dokunmayın.”

17 - Ama ebeler Tanrı’dan korkan kimselerdi, Mısır Kralı’nın buyruğuna uymayarak erkek çocukları sağ bıraktılar.

18 - Bunun üzerine Mısır Kralı ebeleri çağırtıp, “Niçin yaptınız bunu?” diye sordu, “Neden erkek çocukları sağ bıraktınız?”

19 - Ebeler, “İbrani kadınlar Mısırlı kadınlara benzemiyor” diye yanıtladılar, “Çok güçlüler. Daha ebe gelmeden doğuruyorlar.”

20 - Tanrı ebelere iyilik etti. Halk çoğaldıkça çoğaldı.

21 - Ebeler kendisinden korktukları için Tanrı onları ev bark sahibi yaptı.

22 - Bunun üzerine firavun bütün halkına buyruk verdi: “Doğan her İbrani erkek çocuk Nil’e atılacak, kızlar sağ bırakılacak.”

(2) 1 - Levili bir adam kendi oymağından bir kızla evlendi.

2 - Kadın gebe kaldı ve bir erkek çocuk doğurdu. Güzel bir çocuk olduğunu görünce, onu üç ay gizledi.

3 - Daha fazla gizleyemeyeceğini anlayınca, hasır bir sepet alıp katran ve ziftle sıvadı. İçine çocuğu yerleştirip Nil kıyısındaki sazlığa bıraktı.

4 - Çocuğun ablası kardeşine ne olacağını görmek için uzaktan gözlüyordu.

5 - O sırada firavunun kızı yıkanmak için ırmağa indi. Hizmetçileri ırmak kıyısında yürüyorlardı. Sazların arasındaki sepeti görünce, firavunun kızı onu getirmesi için hizmetçisini gönderdi.

6 - Sepeti açınca ağlayan çocuğu gördü. Ona acıyarak, “Bu bir İbrani çocuğu” dedi.

7 - Çocuğun ablası firavunun kızına, “Gidip bir İbrani sütnine çağırayım mı?” diye sordu, “Senin için bebeği emzirsin.”

8 - Firavunun kızı, “Olur” diye yanıtladı. Kız gidip bebeğin annesini çağırdı.

9 - Firavunun kızı kadına, “Bu bebeği al, benim için emzir, ücretin neyse veririm” dedi. Kadın bebeği alıp emzirdi.

10 - Çocuk büyüyünce, onu geri getirdi. Firavunun kızı çocuğu evlat edindi. “Onu sudan çıkardım” diyerek adını Musa koydu. (Tevrat, Mısırdan çıkış 1- 2)]

ve ma keydül kâfiriyne illâ fiy dalâl kafirlerin düzeni asla hedefine ulaşmayacaktır. İşte bu tarihi hadise de bunun göstergesi.

El adlü esasül mülk demişti Hz. Ömer. Adalet iktidarın temelidir, esasıdır. Devlet diyor bir İslam alimi, küfürle değil zulümle yıkılır. Onun içindir ki zulüm ile abad olanın ahiri berbat olur. Belki Kur’an da sık sık Firavun ve Musa mücadelesini anlatılmış olması insanoğluna zulmün payidar  olmayacağının bir ibret vesikası idi.

26-) Ve kale fir’avnü zeruniy aktül Musa vel yed’u Rabbeh,* inniy ehafü en yübeddile diyneküm ev en yuzhire fiyl Ardıl fesad;

Firavun dedi ki: “Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim… O da Rabbini (yardıma) çağırsın… Muhakkak ki ben, (Musa’nın) din anlayışınızı değiştirmesinden yahut bu beldede fesat çıkarmasından korkuyorum.” (A. Hulusi)

26 – Bir de Firavun: bırakın beni, dedi: öldüreyim Musâ’yı da o rabbine duâ etsin, zira ben onun dininizi değiştirmesinden ve yahut Arzda bir fesat çıkarmasından korkuyorum. (Elmalı)

Ve kale fir’avnü zeruniy aktül Musa Firavun; bana bırakın Musa’yı ben öldüreyim dedi ve ekledi vel yed’u Rabbeh,* inniy ehafü en yübeddile diyneküm ev en yuzhire fiyl Ardıl fesad O rabbine yalvara dursun vel yed’u rabbeh, ama ben asıl onun, sizin dininizi değiştirmesinden ve dahi ülkede düzeni bozmasından korkuyorum. Yani iki şeyden korktuğunu söylemişti firavun; dininizi değiştirmek ve düzeni bozmak.

Ama ondan önce bir cümle var zeruniy aktül Musa bırakın onu bana ben öldüreyim Musa’yı diyor. Ölümle korkutuyor. Tüm Firavunlar en çok ölmekten korkarlar. Aslında biri düşmanını neyle korkutuyorsa, kendisi ondan çok korkuyordur. Bu bir açık vermedir. Tüm tarihin firavunları ölümden çok korkarlar. İşte bu nedenle de hasımlarını en çok ölümle korkutmaya kalkarlar. Ve onların en büyük düşmanı insanın ölümden korkmaması, ölümden korkmayan insan. Ya da insandan ölüm korkusunu kaldıran bir iman gücüdür. Onun için böyle bir imandan her çağın Firavunları çok korkarlar. Ve arkasından iki şey söylemişti; Sizin dininizi değiştirmesinden korkuyorum, düzeni bozmasından.

Aslında buradaki din hayat tarzı manasına gelir. Hayat tarzınızı değiştirmesinden diye de anlayabiliriz. Kendisi hayat tarzını, anaların rahmine uzanacak kadar zulümle değiştirmeye kalkıyordu. Ama Musa sözle daha güzel bir hayat tarzını anlatırken ona razı olmuyordu. İşte zulmün mantığı bu. Kendisi kendi hayat tarzını annelerin rahmine uzanacak kadar dayatıyor, fakat daha güzel ilahi bir teklif ile gelen hayat tarzını ise anlatmaya dahi izin vermiyor ve ölümle tehdit ediyor.

Fesat çıkarma suçlaması zulümden beslenenler, zulme razı olmayan herkesi kamu düzenini bozmakla suçlamışlar. Onun için hemen siyasal bir alana getiriyor sözü firavun. Yani kendi zulüm iktidarını sarsacak ve sallayacak her unsuru, toplumsal düzeni bozan bir olay olarak lanse etmeyi propagandasına uygun buluyor. Bu klasik bir firavun mantığı.

27-) Ve kale Musa inniy ‘uztü Bi Rabbiy ve Rabbiküm min külli mütekebbirin lâ yu’minu Bi yevmil hisab;

Musa dedi ki: “Muhakkak ki ben, yaptıklarının sonucunu yaşama sürecine iman etmeyen her kibirli benlik sahibinden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım.” (A. Hulusi)

27 – Musâ da ben, dedi: her halde öyle hesap gününe inanmaz her mütekebbirden rabbim ve rabbinize sığındım. (Elmalı)

Ve kale Musa inniy ‘uztü Bi Rabbiy ve Rabbiküm min külli mütekebbirin lâ yu’minu Bi yevmil hisab Musa dedi ki; Ben kibre kapılıp hesap gününe inanmayan herkesten, benimde, sizinde rabbiniz olan Allah’a sığınırım.

28-) Ve kale racülün mu’minun, min ali fir’avne yektümü iymanehu etaktülune racülen en yekule RabbiyAllâhu ve kad caeküm Bil beyyinati min Rabbiküm* ve in yekü kâziben fe’aleyhi kezibüh* ve in yekü sadikan yusıbküm ba’dulleziy ye’ıdüküm* innAllâhe lâ yehdiy men huve müsrifün kezzab;

Firavun ailesinden olup o ana kadar imanını açıklamamış bir adam dedi ki: “Rabbim Allâh’tır, dediği için mi bir adamı öldürüyorsunuz? Oysa O, size Rabbinizden apaçık delillerle gelmiştir… Eğer o yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir… Şayet doğru söyleyen ise, sizi uyardığı azap size isâbet eder! Muhakkak ki Allâh, (hakikatindeki sermayeyi) israf eden, çok yalancı kimseye hidâyet etmez.” (A. Hulusi)

28 – Âli Firavundan mü’min bir er de -ki imanını saklıyordu- â, dedi: bir adamı rabbim Allah diyor diye öldürecek misiniz? Size rabbinizden beyyinelerle de gelmiş iken? Hem o bir yalancı ise çok sürmez yalanı boynuna geçer, fakat doğru ise size yaptığı vaatlerin bir kısmı olsun başınıza gelir, şüphe yok ki Allah müsrif bir yalancıyı doğru yola çıkarmaz. (Elmalı)

Ve kale racülün mu’minun, min ali fir’avne yektümü iyman işte o sırada firavunun çevresinde olup ta imanını gizleyen mü’min bir adam şöyle çıkıştı.

Evet, sureye adını veren olaya girdik. Sureye adını veren olayın ilk ayeti bu. Hatta sureye adını veren ayet bu ve burada ki racülün, mü’minun. Mü’min bir adam. Öncelikle isim verilmiyor. Kur’an istese isim verirdi başka olaylarda isim verdiği gibi. Ama bunda isim vermiyor. Bir çok noktada da isim vermiyor zaten.

Neden? Çünkü Kur’an ayrıntıya değil dikkatimizi, olayın vereceği derse. Tarihin belli bir zamanında yaşanmış olaydan daha çok o olayın zamanlar ve mekanlar üstü dersine dikkatimizi çekiyor. Burada da bir mü’min, bir mü’min yiğit hatta. Çünkü Racül mecazen kelime olarak erkek manasına gelse de mecazen yiğit manasına kullanılır. Yani bizde de adam o manaya gelir ya. Adam ol. Bu kadına da söylenebilir, yani sadece erkeğe değil. Onun için ricalün nisa demişler. Kadınların erkekleri değil, kadınların yiğitleri diye anlaşılmalı bu.

Yiğit bir adam, bir mü’min. Hem de Firavunun sarayında bir mü’min. O güne kadar imanını gizlemiş. Neden gizlemiş? Yeri geldiğinde açıklamak, açıkladığında da bir işe yaraması için. Buradan bir çok hisse alıyoruz aslında. İsmini vermiyor, Vermiyor, çünkü maksadı tarihi bilgi vermek değil, maksadı tarih kitabına benzemek değil. Maksadı tüm zamanlarda geçerli olan ilkeleri sunmak.

Onun içinde bir mü’min diyor, yiğit bir mü’min ve onu da unutmuyor, unutturmuyor. Vahiy kendi içine bu mü’minin hatırasını alarak o hatırayı ölümsüzleştiriyor. Namaza, ibadete konu ediyor. Düşünün Firavunların ismini unuttu gitti insanlık tarihi ama o mü’min her bir Müslüman’ın yüreğinde o mü’minin sevgisi yaşıyor. Şu anda gelip sözümüze konuk olduğu gibi.

Tabii ki kim sorusunu tefsirler sormuş. Bu mü’min kim. Süddi, Firavunun amca oğludur demiş. 2. nesilden tefsir otoritelerinden Süddi’nin yorumu böyle.

Asiye diyenler olmuş. Firavunlardan birinin mü’min olan hanımı. Tahrim suresinin son ayetinde kaviy imanı tüm mü’min kadınlara örnek gösterilen o büyük anne, o büyük kadın. 4 kadın örnek gösterilir Kur’an da, işte bir tanesi de bu.

Yine uzarsif isimli tarihler birini örnek veriyorlar. Firavuna karşı ayaklanıp Musa’yı ya da çağında Tevhidi savunanları destekleyen bir saray komutanı. Ama Kur’an ın üslubu bu kişinin ille de aynı o zaman da olan bir kişi değil, her zaman görebileceğimiz, rastlayabileceğimiz türden bir sembol kişi, bir simge kişi. Yani zulmün bağrında imanı savunan mutlaka birileri olur. Her yerde mutlaka iman iyileri cezp eder. Bu her yerin içine firavunun sarayı da girer. Onun için iyiler nerede olursa olsun iman varır o yüreği bulur.

Tabii bu çerçeve de bakacak olursak, anlayacak olursak, Hz. Yusuf’u bu çerçeveye yerleştirebiliriz. Firavunun sarayında bir mü’minmiydi, evet. Hiksoslar döneminde, yani Arabistan yarımadasından fatihler olarak gelip mısır firavunlarının elinden Mısır’ı fethettikten sonra ülkede hanedanlık kuran ve uzun bir süre ülkeyi yöneten Hiksos hanedanları döneminde Hz. Yusuf, Yusuf suresinde anlatılan o kıssanın tarihi bir yansıması olarak geldiği, en sonunda köle diye satıldığı, kuyulara atıldı, en sonunda Mısır’da çok önemli bir siyasal mevki elde etti. Hazine bakanlığı yapıyordu ama tüm yetkiler elindeydi. Onun içinde Kraldan sonra kralın yetkisine sahip en büyük yöneticiydi.

Yusuf’un tarihsel kıssası bir kişi ne yapar sorusunun cevabıdır. Ahlak, erdem, liyakat, çalışkanlık, bilgi ve faziletle bir kişi ne yapar, bir kişi koca bir imparatorluğu, çağının süper gücünü parmağına takar ve yönetir. İşte bunlara sahip olabilirse mesajıydı bu.

Ama benim daha farklı bir yorumum var. Burada ki raculün, mü’minun. Bir yiğit adam, bir mü’min adamla ilgili. Kim o? Firavunlar hanedanları içerisinde muvahhit tek yönetici olma ayrıcalığını elinde bulunduran Ahneton (Akhenaton). Ahneton dönemi gerçekten eski Mısır Krallıkları dönemi boyunca, ki birkaç bin sene süren tarihin en uzun süreli devletlerinden biridir. Boyunca en çok tevhide yaklaşan, tevhidin devlet düzeni haline getirildiği bir dönemdi.

Ahneton babasından kalan büyük Mısır devletini, tüm putları yasaklayarak Allah’a kulluğa mecbur kıldı. Yani amon dininin, amon tapınağının, amon rahiplerinin pençesinde ki dini hayatı tamamen kurtararak Allah’a kulluğu tek ibadet biçimi olarak toplumuna gösterdi. Bununla kalmadı aynı zamanda sarayı halka açtı. Çünkü Firavunlar halka o güne kadar hiç görünmezlerdi. Halk firavunların devasa heykellerini görür, kendileri de o kadar büyük sanırlardı. Bu heykellerin hepsinde de illaki bir elinde halkalı haç, diğerinde de firavunun otoritesinin bir ifadesi olan kamçı bulunurdu ve devasa heykelleri gören halk firavunu hiç ömründe görmediği için onları gözünde büyütür ve onların zulmüne ses çıkarmazdı. Hatta öyle bir yasa vardı ki firavunlar döneminde, firavuna elini dokunan öldürülürdü. Böyle bir yasa da yürürlükteydi.

İşte böylesine bir devlette Kral Ahneton’un firavunların putperest geleneğini alt üst etmesi, tek Allah’a iman edip halkı da tek Allah’a imana çağırması ve amon rahiplerini tamamen işlerini iptal edip, amon tapınaklarını kapatıp, hatta devletin başkentini bu uğurda değiştirip Ahataton diye Allah şehri diye yepyeni bir başkent kurdurması ve oraya göç edip halkın içinde yiyip, içip onlarla haşır neşir olarak; Bakın ben de sizin gibi bir insanım, sizden farklı biri değilim. Onun için firavunlar tanrısal birileri değil onlara tapınmayın diye mesaj vermesi gerçekten de manidar.

İşte böylesine bir kraldı Ahneton. Onun içinde firavunun sarayında bir mü’min deyince ben Ahneton’u da hatırlıyorum. Bu mümkin bir yorumdur, belki dolaylı olarak bu ayette ifade edilen mü’min eğer tüm zamanlarda simge ve sembol bir şahsiyet ise bu şahsiyetlerin içine Ahneton. (Akhenaton) mutlaka girmelidir.

Tabii sonuç tarihsel malumattan daha çok tarih üstü, zaman üstü bir müjdedir burada. O müjde açık, her yerde Allah sevdiği kullarını desteklemek için birilerini aracı kılar. Allah onlara olan yardımını en olmadık zamanda, en olmadık yerde gösterir işte burada olduğu gibi. Yani genel mesaj burada budur.

[Ek bilgi; “Firavun, amcasının oğlu Harmil'in Mûsâ (a.s.) 'ya iman ettiğini bilmiyordu. O, Mûsâ (a.s.)'yi onların şerrinden kurtarmak için elinden geleni yapıyordu. (Ebü'l-Leys Semerkandi- Tefsir-ül Kur’an)]

Allahu alem..!

etaktülune racülen en yekule RabbiyAllâhu ve kad caeküm Bil beyyinati min Rabbiküm Bir adamı sırf rabbim Allah’tır dediği için, üstelik size rabbinizden hakikatin apaçık delillerini getirdiği halde öldürecek misiniz dedi o Firavunun sarayında imanını o güne kadar gizleyen mü’min bir yiğit, mü’min bir adam böyle dedi. Rabbim Allah’tır dediği için bir adamı öldürecek misiniz.

Bu cümle tarihte bir başka olay hakkında da kullanıldı. Resulallah A.S. Kâbe’nin etrafında ibadet ediyordu, namaz kılıyordu. Ukbe bin Ebu Muayd, ki müşrik liderlerindendi. O anda gözü karardı adamın, küfrü başına vurdu. Resulallah’ı öldürmeyi kafasına kurdu ve geldi boynunda ki atkıyla Resulallah’ın boynuna sardı ve onu boğmaya başladı. Hz. Ebu Bekir o anda oradan geçiyordu ve hemen yetişti Ukbe Bin Ebu Muayd’ı itti Resulallah’ın üzerine abanan bu müşrikten Resulallah’ı kurtardı. Ve orada işte bu ayeti okudu. Rabbim Allah’tır dediği için bir şahsı öldürecek misiniz.

Buradan yola çıkarak biz bu surenin iniş zamanını da girişte tespit etmeye çalışmıştık ki Resulallah’a yönelik iyiliği yok etme çabaları Ebu Talib’in vefatından sonraya denk düşüyordu. Onun içinde nübüvvetin 9. yılına tarihlemiştik bu sureyi işte bu olaydan dolayı.

Rabbim Allah’tır dediği için, sırf bunun için bir kişiyi öldürecek misin? Evet, tarih boyunca tüm firavunların yaptığı rabbim Allah’tır dediği için insanların hayatına kastetmek. Ne yapmış? Suçu ne dediğinizde; rabbim Allah’tır benim rabbim sadece Allah’tır dediği için. Aslında tüm firavun zulümlerini alt alta topladığınızda hasımlarına yaptıkları şiddetli muamelenin temelinde yatan gerekçeyi öğrenmeye kalktığınızda buraya ulaşıyorsunuz. Yani kula kul olmadı diye katletmeye kalkmak. Kula kul olmayanlara düşman olmak, iktidarın elinde tuttuğu gücünü kula kul olmayanlara karşı şiddetli bir biçimde kullanmak.

Neden? Kula kul olmayanları korkutacak bir şey yokta ondan. Kula kul olmayanlar hiçbir iktidarın kölesi olmaz da ondan. Kula kul olmayanlar, iktidara kul olan yöneticilerin karşısında özgür olurlar da ondan. İşte buna dayanamıyorlar. Onun için burada ki bu ifade tüm tarih boyunca kula kul olanların, makama kul olanların, iktidarına kul olanların, kulu kendisine kul edenlerin, kula kul olmayanlara karşı yürüttüğü şiddet politikasının temelini teşkil eder.

 ve in yekü kâziben fe’aleyhi kezibühu kaldı ki diyor o mü’min adam. Eğer yalancı ise yalanının zararı yalnızca kendisinedir. Yani Musa eğer yalan söylüyorsa yalanının zararı herhangi birine değil. Yani size zarar verecek bir şey değil bu Bunun zararını kendisi görür. ve in yekü sadikan yusıbküm ba’dulleziy ye’ıdüküm yok eğer gerçeği söylüyorsa tehdit ettiklerinin en azından bir kısmı gelip sizi mutlaka bulacaktır. innAllâhe lâ yehdiy men huve müsrifün kezzab çünkü Allah yalan dolanla kendini alaya veren, musrifün, kendini israf eden, kendini harcayan birini asla hedefine ulaştırmaz.

Bu sureden önce işlediğimiz surede ..lâ taknetu min rahmetillâh. (Zümer/53) denilen Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmeyin denilen kimseleri hatırlayınız. esrefu alâ enfüsihim ey kendini harcayan kullarım diyordu ya. Kendini harcamak, hayatını israf etmek. Onun için eğer böyle yapıyorsa kendini harcamış olur. Ama kendini harcayan birini de Allah asla hedefine ulaştırmaz diyor o mü’min kişi, o mü’min adam. Harika bir yaklaşım.

29-) Ya kavmi lekümül mülkül yevme zahiriyne fiyl Ard* femen yensuruna min be’sillahi in caena* kale fir’avnü ma üriyküm illâ ma era ve ma ehdiyküm illâ sebiyler reşad;

(O adam dedi ki): “Ey vatandaşlarım! Yeryüzünde hüküm sürenler olarak bugün zenginlik sizindir… Fakat, eğer bize gelirse, Allâh’ın hışmına karşı bize kim yardım edip kurtarır?”… Firavun dedi ki: “Ben size kendi görüşümden başkasını göstermiyorum ve tek çıkar yoldan başkasına da sizi kılavuzluk etmiyorum.” (A. Hulusi)

29 – Ey benim kavmim! Bu gün mülk sizin, Arzda yüze çıkmış bulunuyorsunuz, fakat Allahın hışmından bizi kim kurtarır şayet gelirse bize? Firavun, ben, dedi: size reyimden başkasını göstermem ve her halde ben size Reşat yolunu gösteriyorum. (Elmalı)

Ya kavmi lekümül mülkül yevme zahiriyne fiyl Ard ey kavmim bugün iktidar sizin tekelinizde ve siz üstün güçsünüz. Zahiriyne fiyl ard, aslında bu ibareyi aynen şöyle çevirmemde hiçbir sakınca yok; Siz bu günün süper gücüsünüz. Evet, yani dil açısından bu manayı veren bir yapıda bu ibare. İktidarın bir imtihan olduğunu unutursanız eğer o zaman ebediyen kaybedersiniz. O mü’min adamın söylediği, verdiği zamanlar ve mekanlar üstü öğüt bu. Devam edelim o zaman;

femen yensuruna min be’sillahi in caena tamam ama yani siz bugün iktidar tekelinizde. Yer yüzünde süper güçsünüz. Eyvallah, tamam. Ama eğer Allah’ın cezasına maruz kalırsak bizi O’ndan kim kurtaracak. Ne kadar ibretamiz değil mi? İnsanoğlu iktidarla şımarınca yer yüzünün mutlak hakimi sanır kendisini.

Oysa böyle zanneden herkes eminim ki kalbine dahi söz geçiremez. Yani kendi bedeni üzerinde ki iktidarı dahi mutlak değilken insanın, yeryüzünde ki iktidarı nasıl mutlak olur. Yer sallansa yeri tutamaz, gök inse göğü tutamaz. Ölüm gelse geri çeviremez. Kalbi dursa çalış diyemez. Peki bu nasıl iddia, bu nasıl bir haddini bilmezlik, kendini bilmezliktir ki kişiyi, sahibini tanrılık iddiasına sürükler. Böylesine haddini bilmezliğin önünde ancak böyle bir bilin durur işte. Yani eğer senin iktidarını Allah bir sallamaya ve sarsmaya başlarsa, kütür kütür yıkmaya başlarsa bunun önünde kim duracak. Kim geçecek bunun önüne ve sana kim yardım edecek.

kale fir’avnü ma üriyküm illâ ma era ve ma ehdiyküm illâ sebiyler reşad Firavun buna karşılık dedi ki; Ben size sadece kendi görüşümü bildiriyorum ve sizi doğru olan alternatifsiz bir yola yöneltiyorum.

Evet, zorbaların tarih üstü mantığı burada da ortaya çıktı. Aslında burada söylediği şu. Kimsenin alına ihtiyacım yok, kimsenin, senin de aklına ihtiyacım yok demeye getiriyor. Eşkıya dünyaya hükümdar olunca gücün sözü, sözün gücünü yok etmeye kalkacaktır. İşte burada olduğu gibi. Yani senin aklına ihtiyacım yok demeye getiriyor aklını beğenmişlik. Tüm zorbaların mantığı böyle çalışıyor. Farklı düşünen kendilerini uyaranlara karşı düşman oluyorlar. Etraflarında zaten hep kendi zulümlerini onaylayan insanları tutuyorlar. Onun için zulmettikçe etraflarında ki insanlar onu alkışlıyor, onlar alkışladıkça o zulmünü artırıyor. Yani birbirlerinin günahına takviye oluyorlar.

Onun için efendimiz sahih bir haberde, hadisinde; Eğer Allah bir yöneticiye yardım etmek isterse onun etrafına onu uyaran bir bitane verir. Yani bir dostlar topluluğu. O yanlış bir şey yapmaya kalktığında onlar onu uyarır. Doğru bir şey yaptığında ise onu tebrik ve taltif ederler.

Eğer Allah bir yöneticiye rahmetini kesmişse, ondan yüz çevirmişse; onun etrafına onun her dediğine kafa sallayan bir bitane verir. Yani bir yakın çevre. Onlar o günah işledikçe onu teşvik ederler. Onlar teşvik ettikçe o günahı artırır, zulmü artırır.

Harika bir tespit, gerçekten de tüm çağlar boyunca, bugün içinde geçerli olan gerçekten bir öğüt bu. Yönetici etrafında ki insanlarla birlikte davranır. O insanlar yöneticinin davranışını iyi ya da kötü yönlendiren çevreyi oluşturur.

30-) Ve kalelleziy amene ya kavmi inniy ehafü aleyküm misle yevmil ahzâb;

İman etmiş kimse dedi ki: “Ey kavmim! Muhakkak ki ben, sizin üzerinize hakikate karşı birleşmişlerin başına gelenlerin yaşadığı sürecin benzeriyle karşılaşmanızdan korkuyorum.” (A. Hulusi)

30 – O iman etmiş olan zat da, ey kavmim! dedi doğrusu ben size Ahzâb günleri gibi bir günden korkuyorum, (Elmalı)

Ve kalelleziy amene ya kavmi inniy ehafü aleyküm misle yevmil ahzâb yine iman eden kimse söze girerek dedi ki ey kavmim inanın ki ben şu inkarda ittifak etmiş toplulukların helakine benzer bir günün sizin de başınıza gelmesinden korkarım.

31-) Misle de’bi kavmi Nuhın ve ‘Adin ve Semude velleziyne min ba’dihim* ve mAllâhu yüriydu zulmen lil ‘ıbad;

“Nuh toplumunun, Ad’ın (Hud’un toplumu), Semud’un (Sâlih’in toplumu) ve onlardan sonra gelenlerin benzeri… Allâh kulları için bir zulüm irade etmez.” (A. Hulusi)

31 – Nuh kavminin Âdın, Semûd’un ve daha sonrakilerin mâcerâları gibi ki Allah kullarına bir zulüm istemez. (Elmalı)

Misle de’bi kavmi Nuhın ve ‘Adin ve Semude velleziyne min ba’dihim yani Nuh kavminin, Ad ve Semud’un ve onlardan sonrakilerin uğradıkları türden bir helakin, bir belanın sizinde başınıza gelmesinden korkuyorum. ve mAllâhu yüriydu zulmen lil ‘ıbad bir de unutmayın ki Allah kullarına asla haksızlık etmek istemez.

32-) Ve ya kavmi inniy ehafü aleyküm yevmettenad;

(O iman eden adam dedi ki): “Ey kavmim… Gerçekten ben, sizin üzerinize o endişeyle haykırışma sürecinin gelmesinden korkuyorum.” (A. Hulusi)

32 – Hem ey kavmim! hakikaten ben size o çığrışma gününden korkarım. (Elmalı)

Ve ya kavmi inniy ehafü aleyküm yevmettenad ey kavmim ben herkesin birbirinden imdat dilediği o günün aleyhinize neticelenmesinden korkuyorum. Yani kıyamet gününün, hesap gününün. Onun için ben sizin eylemlerinizin, sizin başınıza iş açacağından korkuyorum. Yani sizi düşünüyorum da siz kendinizi niçin düşünmüyorsunuz mesajı.

33-) Yevme tüvellune müdbiriyn* ma leküm minAllâhi min ‘âsım* ve men yudlilillâhu fema lehu min Had;

Arkanızı dönüp kaçmaya çalışacağınız o süreçte, sizi Allâh’tan (koruyacak) bir koruyucu olmaz! Allâh kimi saptırırsa onun için hidâyet edici yoktur. (A. Hulusi)

33 – O arkanıza dönüp gideceğiniz gün, yoktur size Allah dan bir himaye edecek, her kimi de Allah şaşırtırsa yoktur ona artık bir hidayet edecek. (Elmalı)

Yevme tüvellune müdbiriyn* ma leküm minAllâhi min ‘âsım o gün arkanıza dönüp kaçmayı kuracaksınız fakat Allah’ın adaletinden sizi kurtaracak hiç kimse bulamayacaksınız. ve men yudlilillâhu fema lehu min Had zira Allah kimi saptırırsa artık ona doğru yolu gösteren kimse bulunmaz.

Tabii ki Allah saptırmaz. Kur’an ın neresinde gelirse gelsin bu ibare Mutlaka Bakara suresinin 26. ayetinde geçtiği gibi;

…ve ma yudıllu Bihî illel fasikıyn. (Bakara/26) Allah yoldan çıkmışlardan başkasını saptırmaz türü ayetler ışığında anlaşılmalıdır. Yani Allah sapanı saptırır. Daha doğrusu tercihi sapmak olanın tercihinin önünü açar. Yani sapan insanın kendisidir. Allah ona irade vermiştir o iradeyi doğruyu seçmek için değil de yanlışı seçmek için kullanır.

34-) Ve lekad caeküm Yusufu min kablü Bil Beyyinati fema ziltüm fiy şekkin mimma caeküm Bih* hattâ izâ heleke kultüm len yeb’asÂllahu min ba’diHİ Rasûla* kezâlike yudıllullahu men huve müsrifün murtab;

Daha önce Yusuf da size apaçık delilleriyle gelmişti de Onun size getirdiklerinden kuşku duyarak yaşamıştınız… Nihayet (Yusuf) vefat ettiğinde de: “Allâh, O’ndan sonra bir Rasûl asla bâ’s etmez” demiştiniz… Allâh, israf eden, kuşkulu kimseyi böylece saptırır. (A. Hulusi)

34 – Bundan evvel size beyyinelerle Yusuf gelmişti: o vakit da onun size getirdiği hakikatte şek ketmiş durmuştunuz, nihayet vefat ettiğinde de bundan sonra Allah aslâ Resul göndermez dediniz! işte müsrif şüpheci olanları Allah böyle şaşırtır. (Elmalı)

Ve lekad caeküm Yusufu min kablü Bil Beyyinat ve doğrusu daha önce Yusuf’ta size hakikatin apaçık belgeleriyle gelmişti. Yani tıpkı Musa gibi, tıpkı Muhammed A.S. gibi Yusuf peygamber de hakikati getirdi. Yani hepsi de aynı çizginin mensubu. fema ziltüm fiy şekkin mimma caeküm Bih ama onun size getirdiklerini şüpheyle karşıladınız. hattâ izâ heleke kultüm len yeb’asÂllahu min ba’diHİ Rasûla en sonunda Yusuf ölünce kalkıp Allah ondan sonra asla bir daha elçi göndermeyecektir. Dediniz.

Evet, tarihsel bir hadiseye atıf yaptı. Bu hadisenin en ayrıntılı biçimde Yusuf suresinde işlendiğini biliyorsunuz. Biz ilgili sureyi tefsir ederken Yusuf suresinde ki zamanlar üstü hissenin neler olduğuna dikkat çekmeye çalışmıştık. Bir kişiden ne çıkar sorusunun cevabıydı o sure.

Sahi, bir kişiden ne çıkar? Yani bir kişi ne yapabilir ki diye mi soruyorsunuz. O kadar çok şey yapar ki Eğer o bir kişi adam gibi bir adamsa, ahlak, liyakat ehliyet ilim hikmet çaba ve gayret sahibiyse bir kişiden çok şey çıkar. Koca bir toplum o bir kişinin arkasına geçer. İşte tarihsel olarak Yusuf kıssası bu sorunun bir tarihi örneğidir.

Hiksos’lar Arap yarımadasından çıkıp firavunların ülkesini fetheden fatihler idi. Aslen Araplarla aynı ataya sahipler. Arap kaynaklarında amâlika diye geçer bu kavim. Hz. Yusuf Hiksoslar hanedanı döneminde bildiğiniz nedenlerle kardeşleri tarafından kıskançlık sonucu kuyuya atılır. İlahi irade öyle bir senaryo yazmıştır ki bu senaryo dillere destandır.

Yusuf atıldığı kuyudan yine hiksos hanedanının geldiği kökene mensup İsmailî bir kervan tarafından, yani Arabistanlı bir kervan tarafından atıldığı kuyudan çıkarılır. Mısır’a getirilir. Firavunlar ülkesini başkentinde köle edilir ve köle diye satılır. Bir peygamber çocuğudur ve kendisi de bir peygamber olarak seçilecektir. Köle diye satıldığı yer Potifar, Mısır’ın yüksek bürokratlarından biridir ve Yusuf’un çilesi dolmamıştır.

Yusuf koca bir ülkeyi ahlakıyla yönetmek için rabbi tarafından ağır bir sınava tabi tutulur. Züleyha onun imtihan aracıdır. Her çağın Yusuf’unun bir Züleyhası vardır elbet, ama o Yusuf’un Züleyha’sı gibi gerçekten ağır bir sınav aracıdır. Yusuf ahlakını muhafaza eder, iffetini korur, iffet gemisini asla deldirmez. Gömleğini önden yırttırmaz, arkadan yırtılır. Tüm Yusuf’ların gömleği arkadan yırtılır. Zaten arkadan yırtılıyorsa Yusuf olur. Onun için herkes Kendi Züleyha’sının ne olduğuna bakmak ve gömleğinin nereden yırtıldığını kontrol etmek durumundadır.

Kiminin Züleyhası para, kiminin Züleyhası iktidar, kiminin Züleyhası şöhret, kiminin Züleyhası servet, kiminin Züleyhası bilgidir. Ama herkesin sınandığı bir Züleyhası illaki vardır. İşte Yusuf sınandığı Züleyha ile sınandığı bu sınavdan alnının akıyla çıkar ve bir de zindanla sınanır. Medrese-i Yusufiye olarak meşhur olacak olan Yusuf’un medresesi sadece kendisini yetiştirmez, başkalarını da yetiştirir ve oradan Mısır’a sultan olacak bir süreç başlar.

İşte bu dramatik hadise, yani kuyuya atılıp, köle olarak satılıp, Züleyha’nın önünde iffet sınavından geçip, zindanları aşıp Mısır’ın tepesine oturmak. Bu bir ahlâk yolculuğu. Aslında Yusuf’un hikayesi, kıssası bir iffet sembolünün kıssasıdır. Allah eğer ahlaki ilkelerinizden taviz vermezseniz, eğer kendisini görür gibi yaşarsanız sizi nasıl destekler sorusunun cevabıdır bu. İşte ona bir atıf.

Yusuf Lider olduğu ülkeyi kıtlık döneminde tüm dünya açlık çakerken, bırakınız kıtlığa mahkum olmayı, etrafında kıtlıktan kırılan insanlara hububat verecek kadar, ihraç edecek kadar, hediye edip etrafta ki ülkeleri tabir caizse kendisine bende edecek kadar büyük bir yönetici olduğu halde yine de onun hakkında tereddüt etmişler. Bu ayetten biz bunu anlıyoruz.

Tereddütlerinin temeline onun iyi yönetmiş olmasından daha öte, iyi yönetiminin temelinde yatan imanı, imanî ilkeleri. Yani adamlar demek ki; sen hayırlı birisin her şeyinle bizim için yararlısın ama yine de senden geliyorsa hayır, bir parça şüphe ediyoruz demeye getirmişler. Bu ayet onu öğretiyor, onu söylüyor bize.

kezâlike yudıllullahu men huve müsrifün murtab işte Allah düştükleri şüphe bataklığında debelenerek kendilerini harcayan kimseleri böyle yoldan çıkarır. Yani müsrifleri, şüphe bataklığında debelenen, hayatını harcayan kimseleri Allah onları böyle yoldan saptırır. Yine saptırmaz, onlar sapmayı tercih ederler, Allah’ta onların tercihini kendi başlarına sarar.

35-) Elleziyne yücadilune fiy âyâtillâhi Bi ğayri sultanin etahüm* kebüre makten ‘indAllâhi ve ‘ındelleziyne amenû* kezâlike yatbe’ullahu alâ külli kalbi mütekebbirin cebbar;

Onlar ki kendilerine gelmiş reddedilemez bir delil olmaksızın Allâh’ın işaretleri hakkında mücadele ederler… (Bu durum) hem Allâh indînde ve hem de iman edenlerin indînde şiddetli gazaba sebep oldu… Böylece Allâh, her kibirlenen, zorba bilinci kilitler. (A. Hulusi)

35 – Onlar ki kendilerine gelmiş bir bürhan olmaksızın Allahın âyetlerinde mücadele ederler, Allah yanında ve imanı olanlar indinde mebğuz olmak için ne büyük huy, işte Allah her cebbar mütekebbirin kalbini öyle bir tabiat ile mühürler. (Elmalı)

Elleziyne yücadilune fiy âyâtillâhi Bi ğayri sultanin etahüm Bu gibiler kendilerine ulaşmış hiçbir belge olmadan Allah’ın ayetleri hakkında ileri geri konuşurlar. Polemik yaparlar. Yani batılı üstün getirmek için hakkı Hakk ile vurmaya kalkarlar. kebüre makten ‘indAllâhi ve ‘ındelleziyne amenû bu hem Allah katında hem de iman edenler nezdinde büyük bir şenaattir. kezâlike yatbe’ullahu alâ külli kalbi mütekebbirin cebbar işte Allah her kibirli zorbanın kalbini böyle mühürler.

Her kibirli zorbanın kalbi mühürlenir. Yani umutsuz vakıa haline gelir. Umutsuz vakıa haline gelirse büyük mahkeme de açılmak üzere sapmış her kalp arşive kaldırılır. Arşivde bekletilir. Mühür budur aslında.

36-) Ve kale fir’avnü ya hamanübni liy sarhan lealliy eblüğul esbab;

Firavun dedi ki: “Ey Haman! Benim için yüksek bir kule bina et, belki o sebeplere ulaşırım.” (A. Hulusi)

36 – Firavun da «ya Hâmân! dedi: bana bir kule yap, belki ben irerim o esbaba. (Elmalı)

Ve kale fir’avnü ya hamanübni liy sarhan ve firavun ey haman diye emretti, bana görkemli bir kule yap. Haddini bilmezliğin elinde tekniğin ve bilimin nasıl istismar edildiğinin örneği bu. Yani eğer haddini bilmez biri mevcut masum bilgiyi ve teknolojiyi eline geçirirse nasıl küfrüne alet edeceğinin ilginç bir örneği. lealliy eblüğul esbab (sonraki, ayetle birleştirildi)

37-) Esbabes Semavati feattali’a ila ilâhi Musa ve inniy le ezunnühu kâziba* ve kezâlike züyyine li fir’avne sûü amelihi ve sudde anis sebiyl* ve ma keydü fir’avne illâ fiy tebab;

“Semâların sebeplerine… Bu sayede Musa’nın tanrısını anlayabilirim! Kesinlikle Onun yalancı olduğunu düşünüyorum!”… Böylece Firavun’a yaptığı işin kötülüğü süslendirildi ve (hakikatine giden) yoldan engellendi… Firavun’un yöntemi hüsrandan başka bir şey sağlamadı! (A. Hulusi)

37 – Semaların esbabına da Musâ’nın tanrısına muttali’ olurum ve her halde ben onu yalancı sanıyorum» İşte bu suretle Firavuna kötü ameli süslendirildi de yoldan çıkarıldı, Firavun düzeni hep hüsrandadır. (Elmalı)

lealliy eblüğul esbab Esbabes Semavat birlikte okuyalım, çünkü birlikte mana verilmeli; Belki böylece amacımı gerçekleştirecek araçlara ulaşırım. Gökleri aşacağım araçlara. İşte firavunun mantığı. Yani firavunca bir akıl nasıl olur diye soruyorsanız eğer o aklı ele veren ayetleri okuyoruz şu anda. Bana gökleri yaran bir kule yap belki göklerin perdesini yırtar öte tarafa geçerim. Ne yapacak peki geçince? Devamından öğreniyoruz.

feattali’a ila ilâhi Musa ve inniy le ezunnühu kâziban böylece Musa’nın ilahına ulaşabilirim, erişebilirim. Hoş, ben onun bir yalancı olduğundan kesinlikle eminim ya, yani tavrı bu. Kendi içinde de tutarlı değil. Hem öyle diyeceksiniz hem de göklere ulaşmayı düşüneceksiniz. Göklere ulaşmaktan da Musa’nın ilahını belki görebilirim. Yani bu aslında soyutlayamayan bedevi aklının firavunca ifadesi. Allah’ın göklerde olduğunu kim söyler?

Her mekanı yaratan bir mekana sığar mı? Zaten firavunun zihninde ki tanrı tasavvuru yüzünden firavun Hz. Musa’nın mesajını anlayamadı. Çünkü o zihninde ki tanrı tasavvuru kendisi gibi, ki kendi tanrılığını iddia ediyordu. Ene rabbükümül ‘alâ diyordu. Ben sizin en büyük rabbinizim. O kendisi gibi bir tanrı arıyordu aslında. Aslında o zihnini, tasavvurunu, düşüncesini yüceltememiş, düşüncesi cüce birisiydi. Onun için düşüncesi yücelik Allah’a ulaşamadığı için tanrıyı küçültmeye kalkıyor, kendi şahsında düşünüyordu.

ve kezâlike züyyine li fir’avne sûü amelihi ve sudde anis sebiyl işte kötü davranışı firavuna böylesine güzel göründü ve doğru yoldan alı konuldu. Sudde; Sedde diye de okunur bir kıratta o zaman doğru yoldan uzak durdu, doğru yoldan uzaklaştı manasına da gelir. ve ma keydü fir’avne illâ fiy tebab netice de firavunun düzeni çöküşü hızlandırmaktan başka hiçbir işe yaramadı. Yani onun kurduğu tuzaklar, onun kurduğu düzen, onun kurduğu nizam; kendi çöküşünü hızlandırdı.

Hep böyledir. Allah’tan bağımsız bir iktidar düşlerseniz eğer ve sizi uyaran herkesi de düşmanınız olarak görürseniz ve gücün sözünü, sözün gücünden üstün tutar güçlü olduğunuzu, haklı olduğunuzun belgesi olarak sunarsanız, varıp toslayacağınız gerçeğin duvarı çöküştür. Çöküş mukadder ve kaçınılmazdır. Çünkü büyürken aynı zamanda sorununuzu da, ölümünüzü de büyütürsünüz. Çünkü hasta bir akıl, hasta bir güç, hasta bir tasavvur, hasta bir iktidar büyüdükçe hastalığını da büyütür. Kendi ölüm sebebini kendi içinde taşır. İşte firavunun problemi de bu olmuştur.

38-) Ve kalelleziy amene ya kavmit tebiûni ehdiküm sebiler reşad;

(Firavun’un ailesinden) o iman eden dedi ki: “Ey halkım… Bana uyun, sizi olgunluğa erdirici yola yönlendireyim.” (A. Hulusi)

38 – O iman eden zat ise: ey kavmim, dedi: Gelin ardımca size Reşat yolunu göstereyim. (Elmalı)

Ve kalelleziy amene ya kavmit tebiûni ehdiküm sebiler reşad derken iman eden o kimse, hani bir mü’min yiğit vardı ya, ona söz geldi yine. O kimse; Ey kavmim dedi. Aslında biz de onun hitap ettiği kitleler arasında olup hepimiz onun verdiği bu tarihler üstü öğüde kulak verelim ne demiş diye. Ey kavmim dedi bana uyun ki ben sizi aklı selim yoluna yönelteyim. Siz bu mü’min şahısla yine ismi verilmeyen, kimliği meçhul bırakılan bunun gibi tarihler üstü bir davete sahip olan yasin sahibini karşılaştırın, kıyaslayın. mesajları ne kadar da bir birine benziyor. Yani keşke kavmim benim şimdi burada Allah’ın nimetlerine gark olduğumu bilseydi diyen o yasin sahibinin mesajıyla bu mü’min suresinde ki bu yiğidin mesajı arasında ki benzerliğe dikkatinizi çekerim.

39-) Ya kavmi innema hazihil hayatüd dünya meta’* ve innel ahırete hiye darul karâr;

“Ey halkım… Şu dünya hayatı sadece geçici nimetlerden yararlanma ve keyif sürmedir! Sonsuz gelecek yaşam daimî kalma yurdunun ta kendisidir!” (A. Hulusi)

39 – Ey kavmim! Bu Dünya hayatı ancak (bir meta’) bir kazançtan ibarettir, Âhiret ise (Dârülkarar) durulacak yurttur. (Elmalı)

Ya kavmi innema hazihil hayatüd dünya meta’un ey kavmim bu dünya hayatı sadece kısa vadeli tadımlık bir lezzet, kısa vadeli bir haz, geçici bir zevktir. ve innel ahırete hiye darul karâr ve bir de öteki dünya vardır ki, işte kalıcı olan hayat orasıdır.

40-) Men ‘amile seyyieten fela yücza illâ misleha* ve men ‘amile salihan min zekerin ev ünsâ ve huve mu’minun feülaike yedhulunel cennete yurzekune fiyha Bi ğayri hisab;

“Kim bir kötülük yaparsa, ancak onun misli ile cezalanır! Erkek veya kadın, imanlı olarak kim imanın gereğini uygularsa, işte onlar cennete dâhil olurlar… O yaşamda, türlü sınırsız yaşam gıdasıyla beslenirler!” (A. Hulusi)

40 – Her kim bir kötülük yaparsa ona onun gibi kötülükten başka karşılık olmaz, gerek erkekten, gerek dişi her kim de mü’min olarak iyi bir iş işlerse işte onlar Cennete girerler, orada hesapsız merzuk olurlar. (Elmalı)

Men ‘amile seyyieten fela yücza illâ misleha kim bir kötülük işlerse sadece yaptığı kadarıyla cezalandırılır. ve men ‘amile salihan min zekerin ev ünsâ ve huve mu’minun feülaike yedhulunel cennete yurzekune fiyha Bi ğayri hisab ama kim de imanlı olarak güzel davranışlar sergiler kadın olsun erkek olsun fark etmez, işte bu gibiler cennete girecek ve orada haddi hesabı olmayan nimetler ikram edilecektir.

Rızkın en alt derecesi bedeni besler, en üst derecesi ruhu besler. Onun için rızık deyince sadece boğazımızdan giren lokmalar aklımıza gelmesin. Ruhumuzun gıdaları da rızıktır, aklımızın gıdaları da rızıktır. Onun için maddi manevi insanın elde edince sevindiği her yararlı şey rızıktır. İşte burada cennete girince haddi hesabı olmayan nimetler ikram edilecek denilirken bu ikramın içinde sadece boğazdan geçecekler değil gönül huzuru, kalp itminanı, yani cennetle tatmin olmada bulunacak.

41-) Ve ya kavmi maliy ed’uküm ilennecati ve ted’uneniy ilen nar;

“Ey halkım… Ne biçim iş ki, ben sizi kurtuluşa davet ederken, siz beni Nâr’a davet ediyorsunuz!” (A. Hulusi)

41 – Hem ey kavmim! Neye ben sizi halâsa davet ederken siz beni ateşe davet ediyorsunuz? (Elmalı)

Ve ya kavmi maliy ed’uküm ilennecati ve ted’uneniy ilen nar ey kavmim nasıl olup ta ben sizi kurtuluşa çağırırken siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Yani nasıl oluyor da ben sizi kurtuluşa çağırırken siz beni ateşe, batışa, bitişe çağırıyorsunuz. Bu revamıdır, bu adalet midir. Bir mü’min ya da her mü’min, kurtuluşa çağıran bir davettir. Verilen mesaj bu. Nerede oluyorsanız olun, nerede bulunuyorsanız bulunun, isterse Firavunun sarayında olun eğer size düşmüşse söz, eğer iş başa düşmüşse hakkı ve hakikati korkmadan ifade edin, kurtuluşa çağırın. İnsanlığa gönül hidayeti sunun. İşte bu mü’min temsil ediyor.

Firavunun ailesinden de olsa. Tarihin aktığı iki yatak var zaten, biri cennete diğeri cehenneme akan iki yatak. Bu mü’min cennete akan yatağın üzerinde duruyordu ve cennete akan yatakta yüzmek isteyenlere yol gösteriyordu.

42-) Ted’uneniy li ekfüre Billâhi ve üşrike Bihi ma leyse liy Bihi ‘ılmun ve ene ed’uküm ilel ‘Aziyzil Ğaffar;

“Siz bana, Esmâ’sıyla hakikatim olan Allâh’ı inkâr etmemi ve hakkında bilgim olmayan şeyi O’na ortak koşmamı öneriyorsunuz! Ben ise sizi Aziyz, Ğaffar’a çağırıyorum.” (A. Hulusi)

42 – Siz beni Allaha küfretmeğe ve bence hiç ilimde yeri olmayan şeyleri ona şerik koşmağa davet ediyorsunuz, ben ise sizi o azîz, gaffara davet ediyorum. (Elmalı)

Ted’uneniy li ekfüre Billâhi ve üşrike Bihi ma leyse liy Bihi ‘ılmun ve ene ed’uküm ilel ‘Aziyzil Ğaffar siz beni hem Allah’ı inkar etmeye, hem de hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya çağırırken, ben ise sizleri yüceler yücesi, affı sınırsız olana çağırıyorum. Yukarıdaki ayetin bir devamı. Buradaki ma leyse liy Bihi ‘ılm ifadesi, ibaresi biraz farklı formlarla da Kur’an da başka yerlerde de gelir. Yani tanrısal bir nitelik taşıdığı hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyler manasına gelir.

43-) Lâ cerame ennema ted’uneniy ileyhi leyse lehu da’vetün fiyd dünya vela fiyl ahireti ve enne mereddena ilAllâhi ve ennel müsrifiyne hüm ashâbun nar;

“Hakikat şu ki: Sizin beni kendisine davet ettiğinizin ne dünyada ve ne de sonsuz gelecek yaşamda bir daveti yoktur… Muhakkak ki bizim dönüşümüz Allâh’adır… Muhakkak ki (ömrünü) israf edenler Nâr arkadaşlarıdır!” (A. Hulusi)

43 – Hiç kabili inkâr değildir ki hakikatte sizin beni davet ettiğinizin ne Dünyada ne Ahirette bir davet hakkı yoktur ve hepimizin varacağımız Allah dır, ve bütün müsrifler nâra yanacaktır. (Elmalı)

Lâ cerame ennema ted’uneniy ileyhi leyse lehu da’vetün fiyd dünya vela fiyl ahireh kesinlikle sizin beni çağırdığınız şey ne dünyada, ne de ahirette kendisine çağırılmaya layık bir şey değildir. ve enne mereddena ilAllâhi ve ennel müsrifiyne hüm ashâbun nar zaten dönüşümüz de Allah’a dır ve elbet kendini harcayanlar ateşin dostlarıdır, ateşin yaranıdır, ateşin taraftarlarıdır.

44-) Fesetezkürune ma ekulü leküm* ve ufevvidu emriy ilAllâh* innAllâhe Basıyrun Bil ‘ıbad;

“Size söylediğimi yakında hatırlayacaksınız! Ben işimi Allâh’a bırakıyorum! Muhakkak ki Allâh kullarını Basıyr’dir.” (A. Hulusi)

44 – Siz benim söylediklerimi sonra anlayacaksınız, ben emrimi Allaha tefviz ediyorum, her halde Allah kullarını görür gözetir. (Elmalı)

Fesetezkürune ma ekulü leküm işte bu mühim. Ve bir gün gelecek bu sözlerimi bir bir hatırlayacaksınız. ve ufevvidu emriy ilAllâh bense sorumluluğuma ilişkin hükmü Allah’a havale ediyorum. Yani sorumluluğumu yerine getirip getirmediğime ilişkin hükmü ve bunun karşısında sizin ne yaptığınıza ilişkin hükmü, sizi de Allah’a havale ediyorum zımnen. innAllâhe Basıyrun Bil ‘ıbad çünkü Allah kulların her şeyini görmektedir.

Tabii ahirete yönelik bir ayet. Bir gün gelecek bu söylediklerimi bir bir hatırlayacaksınız. Çünkü ben şahit olarak çıkarılacağım, siz de şahit olarak çıkarılacaksınız ve orada asla yalan söyleyemeyeceksiniz. Tüm peygamberlerde şahit olarak çıkarılacaklar, onların yolunu izleyen davetçiler de, davet ettikleri de şahit olarak çıkarılacaklar. Davetçiler biz davet ettik ya rabbi, bunlar davetimize karşılık şöyle davrandı diyecekler ve onlar, onları yalanlayamayacaklar. İşte onu hatırlatıyor.

45-) Fevekahullahu seyyiati ma mekeru ve haka Bi ali fir’avne sûül azâb;

Nihayet Allâh onu (o imanlı adamı, Firavun ehlinin) yaptıkları mekrin kötülüklerinden korudu… Âl-i Firavun’u ise azabın kötüsü kuşattı. (A. Hulusi)

45 – onun için Allah onu onların kurdukları mekrin fenâlıklarından korudu da Âli Firavunu o kötü azâb kuşattı. (Elmalı)

Fevekahullahu seyyiati ma mekeru derken Allah onu kavminin çirkin tuzaklarından korudu. ve haka Bi ali fir’avne sûül azâb firavun ailesini helaki ise azabın en kötüsüyle oldu. Burada da yine zamanlar ve mekanlar üstü bir ilke yer alıyor. Yani nihai tahlilde, Allah’ı razı eden, Allah’a davet eden herkesi Allah korur. Ama onu tehdit eden güç ne kadar büyük olursa olsun Allah onu Hakk ile yeksan eder. Mesaj bu.

Bu mü’minin misyonunu oynayan kim olursa olsun onun için geçerli. Firavunun sarayında hakkı söylemek. O sorumluluğunu yerine getirirse eğer, Allah onu elbette koruyacaktır. Mesaj budur.

46-) Ennaru yu’redune aleyha ğudüvven ve ‘aşiyya* ve yevme tekumüs saatü, edhılu ale fir’avne eşeddel azâb;

(O kötü azap) Nâr’dır! Sabah – akşam ona arz olunurlar… O saatin geldiği süreçte de: “Âl-i Firavun’u azabın en şiddetlisine sokun!” (denilir). (A. Hulusi)

46 – Ateş, onlar sabah akşam ona arz olunur dururlar, saat kıyam edeceği gün de tıkın Âli Firavunu en şiddetli azâba. (Elmalı)

Ennar bir önceki cümle ile bağlantılı ve haka Bi ali fir’avne sûül azâb, Ennar firavun ailesinin helaki ise azabın en kötüsüyle olduğu ateş, o ateştir. yu’redune aleyha ğudüvven ve ‘aşiyya onlar o ateşe sabah akşam arz olunurlar, sunulacaklar, sunulurlar. ve yevme tekumüs saatü, edhılu ale fir’avne eşeddel azâb ve son saat gelip çattığında Allah şöyle buyuracaktır; Firavun ailesini ateşe sokun. Azabın en şiddetlisine sokun, azabın en şiddetlisini firavun ailesine verin diye emir buyuracaktır.

ale fir’avne firavun ailesine tüm çağlarda onun izini sürdürenler girer. Tıpkı Ale İbrahîym. İbrahim ailesine, İbrahim’in izini sürenlerin girdiği gibi.

47-) Ve iz yetehaccune fiyn nari feyekulud du’afâu lilleziynestekberu inna künna leküm tebe’an fehel entüm muğnune ‘anna nasıyben minennar;

Hani (o vakit) Nâr içinde birbirleriyle tartışırlar da, zayıf olanlar büyüklük taslayanlara der ki: “Doğrusu biz sizin tâbilerinizdik… Şimdi siz ateşi biraz olsun bizden uzaklaştırabilir misiniz?” (A. Hulusi)

47 – Ve hele ateş içinde birbirlerine (ihticac- Delilleriyle hüküm verme) protesto ederlerken: o vakit zuafa (Zayıf olanlar) kısmı o büyüklük taslayanlara diyorlardır: hani bizler sizin tebaanız idik, şimdi siz bizden bir ateş nevbetini savabiliyor musunuz? (Elmalı)

Ve iz yetehaccune fiyn nar hani ateşin başında karşılıklı tartışırken onları bir görmeliydin. Aslında kinaye olarak şöyle bir şey de aklımıza getiriyor bu ibare zımnen. .. .yücadilune fiy âyâtillâh.. (35) vardı ya hani. Allah’ın ayetleri konusunda polemik yapanlar. 4., 35. 56. 69. ayetler hep birbirine yakın. İşte Allah’ın ayetleri hakkında tartışanlar, polemik konusu yapanlar, cehennemde de bu polemiği birbirleri ile sürdürecekler. Birbirleriyle tartışmaya başlayacaklar. Tartışmak bir alışkanlık haline dönüşecek, orada da kendilerini oraya sürükleyen, arkasını takip ettikleriyle tartışmaya başlayacaklar.

Ne diyecekler? Nasıl tartışacaklar? Kur’an da bir çok yerde bu tartışma konusunda ayrıntı verilir. Tabii ki bu ayrıntılar önde gidenlerle, küfrün önderleriyle küfrün artçıları arasında ki ilişki biçiminde ele vermektedir.

feyekulud du’afâu lilleziynestekberu zayıflar büyüklenen kimselere diyecekler ki, Burada iki kesim var. bir zayıflar var. Bunlar kim? Yanlışı izleyenler, ezilenler, eziliyorlar. Kendilerini ezenlere hayran olanlar. İşin ilginci kendilerini ezenler gibi olmak isteyenler. Bu çok ilginç bir şey insan ezilir, fakat ezenlere hayran olmaz. Çünkü ezenlere hayran olmak, onursuzlaşmaktır. Sizi ezenin yerinde olmak. İşte bu mustazaflar bu türden olanlar. Çünkü Kur’an da 3 tip mustazaftan, ezilenden söz edilir.

1 – Övülen mustazaflar. Eziliyorlar, fakat kendilerini ezenlere hayran değiller. Yani ellerinde fırsat olsa onların yerinde olmak istemeyenler. Onların hayat tarzına imrenmeyenler. İman eden mustazaflar. Ezilmek istemiyorlar, ellerinden gelen her çabayı gösteriyorlar, fakat yinede eziliyorlar. İşte bunlar için bu bir sınav ve sabrettikleri oranda da ecirlerini alacaklar. Direnecekler tabii. Direniş – sabır, sabır –direniş olacak tabii.

2 – Bu tipler, yerilen mustazaflar. Bunlar kendilerini ezenlere alttan alta hayranlık duyuyorlar. Yani eğer eline imkan verin kendileri de başkalarını ezmeye başlayacak. Ezenlere hayran olanlar. Onları izleyenler, onlar gibi yaşamaya can atanlar. Ellerine fırsat geçtiğinde de onlar gibi yaşayanlar. Onursuzlar.

3 – Tip mustazaflar da yetimler, ihtiyarlar ve güçsüzler, zayıflar. Onlar savaşın mağdurları. Zaten o çerçevede geçer Kur’an da savaşın mağdurları olarak. Onlar nötr olarak ele alınmış. Ne övülmüş, ne yerilmiş. Fakat bunlara dokunulmaması istenmiştir. Hiçbir savaşta bunlara dokunulmaz.

İşte bu 3 tip mustazaftan 2. tip buradaki yerilen mustazaflar. Onların niteliğine onlar kendilerini ezenlere içten içe hayranlık duyuyorlar ve bakalım aralarında ne konuşma geçiyor.

inna künna leküm tebe’an fehel entüm muğnune ‘anna nasıyben minennar bizim, sizin peşinize takıldığımız kesin. Şu halde ateşin üzerimizde ki etkisini bir parça olsun hafifletemez misiniz. Görüyor musunuz ezen ezilen ilişkisinde ki çarpıklığa. Yani sapık ilişki biçimi bu. Ruhen, manen sapık ilişki biçimi. Nasıl bir ilişki? Yani bizi ezdiniz, fakat biz sizi yine de izledik, yine de arkanızdan geldik, yani günahlarınızı takip ettik. Sizin kadar işleyemedik, çünkü imkanımız yoktu ama elimizde ki imkan kadar size yaklaşmaya çalıştık. Siz viski ile günah işlemeye aklınızı örtmeye kalkıştınız, biz onu elde edemediğimiz için daha aşağısı rakıyla, onu da bulamazsak baly ile örtmeye çalıştık.

Siz büyük büyük zinalar yaptınız, gittiniz kendinize pahalı zinalar buldunuz. Ama biz sizin yaptığınızı yapamadık biz daha küçüğünü. Siz büyük kumarlar oynadınız, veya siz büyük zulümler yaptınız, biz sizin yaptığınız zulümleri yapma imkanına sahip değildik, elimizde güç yoktu. Ama elimizde gücümüzün yettiğine yaptık bizde. Ki böyle devam eder gider.

İşte bunlar, şimdi ateşimizi biraz hafifletebilir misiniz diyenler. Aslında gizli bir ironi taşıyor, yani sizin hiçbir şey olduğunuzu gördük, hiçbir şey. Kaldırın demiyoruz bakın, sizi izledik sonuçta geldiğimiz nokta ortada. Kaldırın demiyoruz, ama birazcık  hafifletebilir misiniz, onu bile yapamayacağınızı biliyoruz ama kendi güçsüzlüğünüzü ve azciyetinizi görün anlamı taşıyor gibi adeta bu.

48-) Kalelleziynestekberu inna küllün fiyha innAllâhe kad hakeme beynel ‘ıbad;

O büyüklük taslayanlar da der ki: “Gerçek şu ki hepimiz onun içindeyiz… Muhakkak ki Allâh, kulları arasında hüküm vermiştir!” (A. Hulusi)

48 – Büyüklük taslayanlar da şöyle demektedirler: evet, hepimiz onun içindeyiz, çünkü Allah, kulları Beyninde hükmünü verdi. (Elmalı)

Kalelleziynestekberu inna küllün fiyha innAllâhe kad hakeme beynel ‘ıbad büyüklenenler, o küstahça böbürlenenlerse işte hepiniz onun içindeyiz. Yani ateşin içindeyiz. Siz de, bizde buradayız diyecekler. Yani siz biz kalmadı ki, hepimiz şimdi o derin Allah’ı kaybetmenin derin ateşinde yanıyoruz. Yüreğimize köz düştü. Öyle bir yangın ki bu bin ateşten beter. Çünkü şu anda Allah’tan başka bizim elimizden kimse tutamaz. Biz ise bir ömrü O’na sırt döndüğümüz için şimdi O da bizi kendi halimize terk etti.

İşte bu kendi başımıza terk edilmişliğin derin yürek yangınını öyle hissediyoruz ki siz biz kalmadı. Acziyetimiz eşitlendi. Hepimiz onun içindeyiz. Kesin olan şu ki Allah kulları arasında hükmünü çoktan vermiştir. Diyecekler. Yani bir tür başlarından savacaklar ama orada söyledikleri doğru söz tabii ki. Allah kulları hakkında hükmünü verdi.

Bir anlamsız bu, orada yapılacak her tür itiraf anlamsız. Çünkü hiçbir yararı yok. Ahlaki bir yarar sağlamaz. Allah’ın insan için getirdiği tüm talimatlar insanın yararı için. Orada ise itirafla elde edeceği bir ahlaki yarar kalmamış olacak.

49-) Ve kalelleziyne fiyn nari lihazeneti cehennemed’u Rabbeküm yuhaffif ‘anna yevmen minel azâb;

Nâr’ın (ateşin – radyasyon okyanusunun) içinde olanlar, cehennem bekçilerine dedi ki: “Rabbinize yalvarın, azabı bir gün (olsun) bizden hafifletsin!” (A. Hulusi)  

49 – Ve hep o ateştekiler Cehennem bekçilerine derler: rabbinize duâ ediverin bir gün bizden azâbı biraz hafifletsin. (Elmalı)

Ve kalelleziyne fiyn nari lihazeneti cehennemed’u Rabbeküm yuhaffif ‘anna yevmen minel azâb ve ateşin içinde olanlar cehennemin bekçilerine dönüp şöyle yalvaracaklar. Yani onlardan bir şey çıkmadı, bari ey bekçiler siz bizim derdimize derman olun. Siz rabbinize yalvarın da azabı üzerimizden birtecik gün, sadece bir gün olsun hafifletsin.

Yani belki. Yevm Kur’an da bizim bildiğimiz manada sadece yeryüzünün kendi etrafında ki bir kez lik, bir seferlik dönüşüne denmez. Çünkü burası ahiret. Ahiretin zamanı farklı. Onun içinde andan uzun zamana kadar kullanılır. Bir anlığına kaldırsın diye de anlayabiliriz.

50-) Kalu evelem tekü te’tiyküm Rusulüküm Bil beyyinat* kalu bela* kalu fed’u* ve ma du’âul kâfiriyne illâ fiy dalâl;

(Bekçiler) dediler ki: “Rasûlleriniz size apaçık deliller olarak gelmedi mi?”… Dediler ki: “Evet”… (Bekçiler) dediler ki: “O hâlde kendiniz dua edin!”… Hakikat bilgisini inkâr edenlerin duası da asılsız yönelişten başka bir şey değildir. (A. Hulusi)

50 – Ya size, derler: beyyinelerle Resulleriniz geliyor değil mi idi ki? Evet, derler, öyle ise kendiniz duâ edin derler, kâfirlerin duâsı ise hep çıkmazdadır. (Elmalı)

Kalu evelem tekü te’tiyküm Rusulüküm Bil beyyinat bekçiler şöyle cevap verecekler; Elçileriniz size hakikatin apaçık belgeleriyle gelmemiş miydi. Yani size gönderilen Resuller size gerçeği söylemediler mi? Tabii ki bu soru istifham-ı inkari yani elbette söylediler. Elbette geldiler.

kalu bela berikiler elbette gelmiştiler diyecekler.

kalu fed’u* ve ma du’âul kâfiriyne illâ fiy dalâl berikiler ise diyecekler ki buna karşılık haydi o halde yalvarmaya devam edin, yakarmaya devam edin ama inkarı tabiat haline getirenlerin yalvarması aldanışlarını artırmaktan başka hiçbir şeye yaramaz. Yani kişinin duasına istikamet açısını, koordinatı, imanı, inancı verir değil mi. Yani duanız aslında imanınızdan fışkırır.

Unutmayınız iman etmemiş birinin duası ne olabilir ki? Nereye yönelecek? Dua imanın eseridir. Bu çok mühim onun içinde:

Kul ma ya’beü Bi küm Rabbiy levla du’âuküm. (Furkan/77)eğer rabbiniz sizin duanız olmasaydı, rabbinizin ne işine yarardınız ayeti bu hakikati veriyor. Onun için dua Muhhul ibadat, ibadetlerin iliği, ibadetlerin beyni diye adlandırılmış efendimiz tarafından. Dua ibadetlerin beyni, bu manada namaz da salât, yani dua manasına gelen bir kökten türetilir.

İmanı olmayanın duası elbet sapmasını artıracaktır. Çünkü istek ve arzuyu ya iman yönlendirir, ya küfür. Eğer imanınız yoksa istikametinizi nasıl tutturacaksınız? Dua bir taleptir, bir isteyiştir, bir mesaj vermedir. İstemek için mesaj vereceksiniz. Mesaj vereceğiniz zata nasıl yönelteceksiniz yüreğinizi, hangi açıdan yönelteceksiniz. Koordinatları nasıl bulacaksınız? İman verir o koordinatları. Eğer inanıyorsanız iman yüreğe koordinatları verir ve yürek duaya durur.

Aslında dil dua eden organ değildir, dua eden dil değildir. Dil iç dünyanızın talebini dile getiren sadece bir araçtır ve dua gerçekte dil üstü bir dille yapılır. O nedenle yüreğin duası en yüksek sesle yapılan duadır. Ve burada da böyle bir alt yapınız yok ki sizin, onun içinde duanızın istikameti yok, kıblesi yok. Yerine ulaşmak yerine sadece sapmanızı, aldanışınızı artıracaktır deniliyor.

Rabbim duası felahını artıranlardan kılsın, duası ziyanını artıranlardan kılmasın. Rabbim yüreklerimize vahyin koordinatlarıyla bir duruş versin inşallah.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. MÜ’MİN (51 – 85) (149)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

Allah’ın selamı, bereketi, atıfeti, hidayeti, rahmeti üzerinize olsun sevgili Kur’an dostları. Geçen dersimizde Mü’min suresinin 50. ayetine kadar işlemiştik. Geçen ders işlediğimiz ayetler kısaca şu ana fikir etrafında dönüyordu. “Allah asla engellenemez.” Allah’ın yardımı firavunun sarayında da olsa gelir sizi kuşatır.

İşte o ayetlerin ardından şimdi hitap doğrudan ilk muhatabına, yani Allah Resulüne yöneldi ve şöyle dedi;

BismillahirRahmanirRahıym

51-) İnna lenensuru RusüleNA velleziyne amenû fiyl hayatid dünya ve yevme yekumül eşhad;

Muhakkak ki biz Rasûllerimize ve iman edenlere, dünya hayatında da şahitlerin kıyam ettiği günde de yardım edeceğiz. (A. Hulusi)

51 – Elbette biz Resullerimizi ve iman edenleri Mansur kılacağız hem Dünya hayatta hem de şahitler dikileceği gün. (Elmalı)

İnna lenensuru RusüleNA velleziyne amenû fiyl hayatid dünya ve yevme yekumül eşhad şüphe yok ki biz resullerimize ve iman eden kimselere, hem bu dünya hayatında, hem de ahiretin şahitlerin dinleneceği yevme yekumül eşhad. Öyle çevirelim şahitlerin dinleneceği o günde hasımlarına karşı elbette yardım edeceğiz.

İlk muhataba bir teselli var, Resulallah’a; sana yardım edeceğiz. Çünkü sen o Resullerin altın zinciri içinde en büyük halkasın. Fakat ayette onu aşan bir müjde var. O müjde yalnızca resullere değil, Allah’ın yardım vaadi, Resullerin izini takip eden, onların bıraktığı risalet mirasına sadakat gösteren, ihanet etmeyen mü’minlere de yardım vaadi yapılmakta.

Bu elbette eğer Nebinin mirasına ihanet etmemişsek bizim de gönlümüzü teselli eden ilahi bir müjde. Herkes bu müjdenin muhatabı olmanın çabasının, Allah Resulünün bıraktığı mirasa sadakat göstermekten geçtiğini unutmamalı.

52-) Yevme lâ yenfe’uz zâlimiyne ma’ziretühüm ve lehümül la’netü ve lehüm sûüddar;

O süreçte mazeret beyanları zâlimlere fayda vermez… Hem o lânet (Allâh’ın Esmâ kuvvelerinden uzak düşmüşlük) onlarındır ve hem de vatanın kötüsü onlarındır! (A. Hulusi)

52 – O günkü zâlimlere özür dilemeleri fâyda vermez, onlara lânet vardır ve onlara yurdun kötüsü vardır. (Elmalı)

Yevme lâ yenfe’uz zâlimiyne ma’ziretühüm o gün zalimlere mazeretlerinin hiçbir yararı olmaz. Mazeret yararsız. Çünkü anlamsız. Allah; Akıl, fikir, iz’an verdi ve verdiği aklın kullanılmasını istedi. Ama verdiği akla ihanet etti insanoğlu. O aklı kullanmak yerine başkalarının peşine takıldı ve sonuçta aklını kullanmasının hiçbir anlam taşımadığı bir güne geldi. Yani hüküm gününe, yargı gününe. Ve orada meşru bir gerekçe göstermeden bir takım mazeretler ileri sürdü. Bu kendi aklına, kendi iz’anına, kendi iradesine ihanetin tescilinden başka hiçbir anlam taşımaz.

ve lehümül la’netü ve lehüm sûüddar onların payına düşen Allah’ın rahmetinden dışlanmak. Lanet bu. Bizim dilimizde kazandığı anlam biraz daha farklı. Fakat lanet Allah’ın insanı rahmetinden dışlaması.

Rahmetten dışlanmak lanet mi? Evet ya..! Ekstra bir şeye ihtiyaç yok ki. Allah rahmetini çekerse geriye lanetten başka ne kalır. Allah desteğini çekerse insan nasıl dik durabilir. Allah elini bırakırsa insanın, insan sürünmekten nasıl kurtulabilir ki. Lanet bu aslında. Ve en berbat yurda konmak olacaktır. Allah’ın rahmetinden dışlanmak ve berbat bir yurda konmak.

53-) Ve lekad ateyna Muselhüda ve evresna beniy israiylel Kitab;

Andolsun ki Musa’ya hüda (Hakikat bilgisi) verdik… İsrailoğullarını da BİLGİye mirasçı kıldık! (A. Hulusi)

53 – Şanım hakkı için biz Musâ’ya o hidayeti verdik ve Benî İsrail’e o kitabı miras kıldık. (Elmalı)

Ve lekad ateyna Muselhüda ve evresna beniy israiylel Kitab vaadimiz gereği vaktiyle biz Musa’ya hidayetimizi, yani vahyimizi, rehberliğimizi iletmiş ve İsrail oğullarını ilahi kelama varis kılmıştık. Neden bu ümmete gönderilmiş olan ilahi kelamda, hem de Mekke’de, Yahudilerin yaşamadığı bir yerleşim biriminde İsrail oğulları ile ilgili bir ayet geliyor. Yani Mekke’de Yahudi yok ama bu ümmete İsrail oğullarına verilen vahiy hatırlatılıyor. Aslında zımnen söylenen belli; İsrail oğulları mirasa ihanet ettiler. Hani bakara suresinde;

Yâ beniy isrâil’ezkürû ni’metiyelletiy en’amtü aleyküm ve enniy faddaltüküm alel alemiyn. (Bakara/47) Ey İsrail oğulları hatırlayın ki bir zamanda sizi vahiy emanetini taşımakla görevlendirip insanlığa anne toplum olarak seçmiştim. Evet, seçim bu. Aslında seçilmiş kavim olmak; sorumluluğun insanlığa kucak kucak vahyi taşıma sorumluluğunun sırtlarına verilmiş olmasıdır. Yoksa yattığınız yerden banko Allah’ın rahmetini hiç zahmetsizce kesenize indireceksiniz mesajı değil. Yani siz; ..nahnü ebnaullahi ve ehıbbauHU. (Maide/18) biz Allah’ın oğulları ve dostlarıyız cakasını satasınız diye değil. Yükünüz ağırlaştı. Bu yükü taşırsanız sorumluluğunuza müdrik olursanız Allah’a hesabınızı kolay verirsiniz. Onun için o hatırlatılıyor.

Meselülleziyne hummilutTevrate sümme lem yahmilûha kemeselilhımari yahmilu esfara. (Cuma/5) ayete bakın, kendilerine Tevrat’ı verip de Tevrat’ın gereğince amel etmeyen insanlar neye benzer biliyor musunuz. Sırtına kitap yüklenmiş eşeklere benzer diyor ayet. Yani burada aslında sevinmekten daha öte sorumluluğun ağırlığı altında titremek gerekmiyor mu. Sorumluluğunu bilenler sevinsinler. Yerine getirenler sevinsinler. Onun içinde kitap taşıyan merkep olmak sadece İsrail oğullarına, yani Tevrat’ın kendilerine emanet ettiği ümmete has bir şey değil. Kur’an ın kendilerine emanet edildiği ümmette eğer onların Tevrat’a yaptığı muameleyi Kur’an a yaparlarsa onlarda kitap taşıyan merkep gibi olacaklardır. Allah böyle olmaktan korusun.

[Atlanan ayet;

54-) Hüden ve zikra li üliyl elbab;

Derin düşünen akıl sahiplerine Hakikate erdirici ve hatırlatma olmak üzere! (A. Hulusi)

54 - Ki aklı selîm sahiplerine bir irşat ve bir ihtar olmak için. (Elmalı)

Hüden ve zikra li üliyl elbab “Aklı başında, selim, halis akıl sahibi olanlara bir irşat ve hatırlatmak için. Yani Allah'ın peygamberlerine ve müminlere dünya ve ahiret yardımının muhakkak olduğunu ve Firavun gibi zalimlere karşı mücadelenin gerekliliğini hatırlatmak için.” (Elmalı)

üliyl elbab Kur’an-ı Kerim’de 16 ayette geçen “ulü’l-elbâb” ifadesini “saf akıl sahipleri” olarak dilimize çeviriyoruz. (Bkz: Ragıp el-İsfahani, el-Müfredat, l-b-b mad., s: 733) Bununla, fıtratı bozulmamış, kendisi için gerçek ortaya çıktığında bunu kavrayan, kabul eden, kişisel zaaf ve beklentiler sebebiyle görmezlikten gelmeyen kişiler kastedilmektedir.

Bu tabir, sağlam duruş sergileyen kişiler için de kullanılır. Çünkü bu tür insanlar, herhangi bir konuda donanımlı olsun veya olmasın, doğrulara açıktırlar ve gerçek ortaya çıktığında herhangi bir tarafa çekmeden gerçeği kabul edip hareketlerini ona göre düzenlerler. Önyargı ve saplantıları olmadığı için sürekli gelişim halindedirler. (Süleymaniye vakfı)]

55-) Fasbir inne va’dAllâhi hakkun vestağfir lizenbike ve sebbih Bi Hamdi Rabbike Bil ‘aşiyyi vel ibkâr;

Sabret! Muhakkak ki Allâh’ın vaadi haktır! Yanlışların için istiğfar et! Akşam ve sabah Rabbinin hamdi olarak tespih et! (A. Hulusi)

55 – O halde sabret, çünkü Allahın vaadi haktır hem günahına istiğfar ve akşam, sabah rabbine hamdıyla tesbih et. (Elmalı)

Fasbir inne va’dAllâhi hakkun şu halde dirençli olun. Doğrudan ilk muhataba, dolaylı olarak tüm muhataplara ve modern muhatap olarak bizlere de. Eğer risalet mirasına ihanet etmemiş, o mirasın sorumluluğuna uygun davranmış biri iseniz bu hitabın muhatabı olarak kendinizi de düşünebilirsiniz. Diren, sabret Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir. Sabır, dirençtir dostlar. Arkadan gelen cümle de bunun delilidir.

vestağfir lizenbike ve sebbih Bi Hamdi Rabbike Bil ‘aşiyyi vel ibkâr evet,günahın için Ondan af dile ve akşam sabah hamd ile rabbinin yüceliğini dile getir.

Sabır direniştir demiştik, ele geçirilen mevziyi savunmaktır sabır. Geri adım atmamaktır. Rüzgar ne kadar sert eserse ezsin mevziinizi terk etmemektir sabır. Onun içindir ki ‘asr suresinde;

ve tevâsav Bil Hakkı ve tevâsav Bis Sabr. (‘Asr/3) bakınız surenin bu ayetleri ile mü’min suresinin 55. ayetini karşılaştırın; Fasbir inne va’dAllâhi hakkun Allah’ın vaadi gerçekleşecektir. Hem Haktır, hakikattir manasına hem de gerçekleşecektir manasına gelir. Haktır, ama ve tevâsav Bil Hakk hakkı tavsiye etmekte bize düşen bir ödevdir. Allah’ın vaadi gerçekleşecektir, Allah bu vaadini hakkı tavsiye edenler eliyle gerçekleştirecektir.

Peki hakkı tavsiye ettiniz, arkadan gelen sabrı tavsiye etmekte ne oluyor? Hakkı tavsiye etmek adamın başına iş açar mı? Elbette, Hakkı tavsiye etmek başa iş almaktır. İş başa düşerse başta işe düşmeli. Onun için hakkı tavsiye etmenin bir bedeli vardır. Hakkı savunanlar buna sevinirler, batılı savunanlarsa buna fitil olurlar. Elbette bu onların hoşuna gitmez. Güzelin varlığı çirkini rahatsız eder. İyinin varlığı kötüyü rahatsız eder. Çünkü kötü iyiyi gördüğünde kötülüğünü hatırlar. Batıl hakkı gördüğünde batıllığını hatırlar. Küfür imanı gördüğünde çirkinliğini hatırlar. Onun içinde iman ortalarda görünmesin ister, hatta ister ki iman hiç olmasın.

Bunu yapamaz, bunu beceremez. O halde en asgariden iman ortalarda gözükmesin, yani kamusal alana çıkmasın ister. Onun içinde rahatsız olur, sıkıntılanır ve hatta savaş açar doğruya, hakka, imana karşı.

İşte böyle bir durumda ve tevâsav Bis Sabr. (‘Asr/3)hakkı tavsiye başına iş açacaktır, iş açarsa sabrı tavsiye et. Dirensin, diren, yani hakkı tavsiye etmenin bedelini ödemek gerektiğinde öde.

vestağfir lizenbike ve sebbih Bi Hamdi Rabbike Bil ‘aşiyyi vel ibkâr günahın için ondan af dile ve akşam sabah hamd ile rabbinin yüceliğini dillendir. Rabbin zaten yüce, rabbini yücelt diye çevirmeyi doğru bulmadım. Zaten yüce, sen yüceltemezsin ki. Yüce olan rabbinin yüceliğini bil ve dille getir. Dile getir ki bu senin hamdin olsun, tespihin olsun. Şu kainatta her varlık kendi dinlince onun yüceliğini dillendirmekte. O halde ey insan oğlu bu evrensel koroya sen de katıl ve sen de kendi dilince bu ilahiyi söyle.

Dikkat buyurmuşsunuzdur vestağfir lizenbik peygambere istiğfar emri. Allah’tan af dile. Çok ilginç Hz. Peygambere istiğfar ve tespih emri genellikle Kur’an da zafer vaad edilen bağlamlarda gelir. Gerçekten ilginçtir. Yani zafer vaad edilen bağlamlar da efendimize Allah’tan günahına af dile emri geliyor. Mesela Nasr suresi, ki başka surelerde de var.

İzâ câe nasrullahi velfeth. (Nasr/1) Allah’ın zaferi ve nusreti, yardımı fetih geldiği zaman. Ve raeytenNâse yedhulûne fiy diynillâhi efvâcâ.(Nasr/2) bir ömür hasretlisi olduğun insanların hakikatin kucağına fevç fevç kendilerini kaldırıp attıkları, kitle halinde hakikate teslim olduklarını gördüğün zaman, Fesebbıh BiHamdi Rabbik.. (Nasr/3)rabbinin yüceliğini dillendir, hem de hamd ile dillendir. Sonsuzca hamd olsun ya rabbi sana de. vestağfirH ve O’na af dile, günahlarına O’ndan bağışlanma iste. inneHÛ kâne Tevvâbâ. (Nasr/3) O tevbeleri kabul eden tek kapıdır.

İşte bu. Bu sure bir görüşe göre Mekke nin fethi sırasında yolda nazil oldu. Yolda nazil olmamış olsa, bir miktar, ikinci görüşe göre önce nazil olmuş olsa dahi Resulallah yolda iken dudaklarında bu ayetleri okuyordu. Hem de başı devesinin yelesine değecek kadar iki büklüm, gözlerinde yaş. Neydi?, nedir. Burada da öyle Allah’ın vaadinin gerçekleşeceğini söyleyen bir bağlamda, günahın için O’ndan af dile.

Peki, ortada görünen bizim günah olarak bildiğimiz bir şey mi var. Bildiğimiz bir şey de yok. Peki nedir? Adeta rabbimiz Allah resulü olan efendimizle olan ilişkisinde en ufak bir gönül ibresinin oynamasını daha baştan engelliyor. Yani bu büyük fetihte gönlüne en ufak bir şey gelmesin. Gönül ibresinde ki küçük bir oynamaya dahi rabbimiz izin vermiyor. Tıpkı hasenatül ebrar, seyyiatül mukarrabin sözünde olduğu gibi. İyilerin iyiliği, Allah’a çok yakın olanların günahı gibidir. Yani onların iyiliğine bir varın siz düşünün sözünde olduğu gibi.

Efendimizde bunu beyan sadedinde diyordu ya; Bazen gönlümün ibresi çok hafif oynar. Hadisin metninde le yuğan sözcüğü kullanılıyor. Yani içinde çok küçük bir efilti olur, yani Allah’tan birkaç nefeslik bir gaflet. Ben 100 defa buna istiğfar ederim. İşte böyle. Muhabbetiniz ne kadar artarsa, gafletinizin size olan bedeli de o kadar büyür. Yani Allah ile ilişkiniz rafineleştikçe, yüceldikçe, yükseldikçe O’ndan gafil aldığınız her nefesi günah gibi hissetmeye başlarsınız. Bu da tabii ilişkinin niteliğine bağlı.

Razi; vestağfir lizenbik ifadesini bu ayette ki ümmetinin günahına, yani vestağfir lizembi ümmetin şeklinde anlar. Ümmetinin günahına istiğfar et, af dile. Fakat bu bir parça zorlama gibi anlaşılabilir. Klasik kelamın ismet teorisine metni uydurmaya çalışmak gibi de anlaşılabilir. Ama biraz önce yaptığımız yorum en doğru olanı olsa gerek.

56-) İnnelleziyne yücadilune fiy âyâtillâhi Bi ğayri sültanin etahüm, in fiy sudurihim illâ kibrun mahüm Bi baliğiyh* feste’ız Billâh* inneHU HUves Semiy’ul Basıyr;

Kendilerine gelmiş bir reddedilemez delil olmaksızın Allâh’ın işaretleri hakkında mücadele edenler var ya, onların içlerinde, asla ulaşamayacakları bir kibirden başka bir şey yoktur (Kibriyâ’nın farkındalığına asla ulaşamayacaklardır)! O hâlde sen, Esmâ’sıyla hakikatin olan Allâh’a sığın… Muhakkak ki O, “HÛ”; Semi’dir, Basıyr’dir. (A. Hulusi)

56 – Kendilerine gelmiş katî bir bürhan olmaksızın Allahın âyetlerinde mücadele edenler muhakkak ki onların sînelerinde ancak yetişemeyecekleri bir kibir vardır sen hemen Allaha sığın, çünkü o, semî odur, basîr O. (Elmalı)

İnnelleziyne yücadilune fiy âyâtillâhi Bi ğayri sültanin etahüm Allah’ın ayetleri hakkında kendilerine ulaşmış hiçbir belge ve bilgi olmaksızın, dahası; Sultan; yetki manasına da gelir. Hiçbir yetki olmadan tartışanlara gelince. in fiy sudurihim illâ kibrun mahüm Bi baliğiyh İbare ilginç onların içinde hiçbir zaman erişip tatmin olamayacakları bir büyüklenme tutkusu vardır, başka değil.

Gerçekten ibare ilginç. Tanıdık geliyor değil mi? Onların içinde hiçbir zaman erişip tatmin olamayacakları bir büyüklenme tutkusu vardır. Ayetin tasvir ettiği tipe bakınız. Bu tutku insanoğlunun başına tarih boyunca çok iş açtı. Öyle bir tutku ki büyükleniyor. Kibir nedir?Büyük olmadığı halde kendini büyük satmak. Büyük değil. Yani öyle değil, gösterdiği gibi değil. Ama büyük görünüyor.

Peki bu arada ki boşluğu nasıl dolduracak? Yani yalan söylüyor, sadece söylemiyor, yalan görünüyor. Varlığını yalana dönüştürüyor. Yalanı tüm hücrelerine yediriyor. Kibir bu. Yalanın tüm varlık tarafından, insanın tüm bedeni, tüm varlığı, hücreleri tarafından söylenmesi. İşte tekebbüre dönüşüyor bu durum. Bu durum insanın başına tarihte çok iş açtı. Fakat bu insan soyu tarihinde hiç günümüzde ki kadar bu tutkunun esiri olmamıştır.

Farkında mısınız. Modern insanı tarif ediyor bu ayet, bu ibare, bu cümle. Hiçbir zaman erişemeyeceği kadar büyüklenme tutkusu. O kadar büyük bir kibir ki ne kadar çabalarsa çabalasın o büyüklüğün ayak topuğuna erişemeyecek. Ama erişemeyeceğini bile bile büyükleniyor, küstahlaşıyor, caka satıyor, kurum satıyor.

Tatminsizlik çağının tatminsiz bireyini tarif ediyor bu ifade. Helak süreci işte bu bireylerin eliyle geliyor.

Elhakümüt tekâsür. Hattâ zürtümülmekabir. (Tekâsür/1-2) ayetleri hatırlayın. Ölünceye, kabre girinceye kadar çoğaltma tutkusu, yığma tutkusu, daha büyük, daha çok, daha iyi, daha rahat, daha büyük. Yani daha, daha, daha..! diye daha fazlasını isteme tutkusu sizi helake sürükledi, helak etti. Tekasür suresinin mesajı gerçekten bu günün insanına birebir hitap ediyor.

Mağrurların mağdur ürettiği bir çağ bu çağ. Onun için tekebbür insanlık tarihinde hiç bu kadar yaygınlaşmamış kitleselleşmemişti. Kibir medeniyete dönüşünce adına modernizm diyebilirsiniz. Tekebbürün uygarlığa dönüşmüş biçimi. Büyük olmadığı halde büyük görünmek.

Ya eyyühel’İnsanu ma ğarreke BiRabbikelkeriym. (İnfitar/6) Allah’ın sorduğu soru bu. Ey insanoğlu keriym olan rabbine karşı seni böyle müstağni kılan, böyle gururlu kılan nedir, söyler misin. Neyine gururlanıyorsun, neyine kanıyor, neyine aldanıyorsun. Yani Allah’a sırt dönüp de neye yüz döneceksin. Sırtını döndüğün Allah’a karşı, rağmen nasıl yaşayacaksın. Nasıl huzur bulacaksın. Mutluluğa nasıl ereceksin. Onurunu nasıl koruyacaksın. İnsan onurunu nasıl koruyacaksın. Hala insan olarak nasıl kalacaksın. Çünkü sırtını Allah’a dönen, kula kul olur, eşyaya kul olur, paraya kul olur, şöhrete kul olur. Daha adi şeylere kul olur. Kula kul olanın ise onuru olmaz. İşte ayet bu ve daha söylenecek belki çok söz var, fakat sözün bittiği yerdeyiz.

Bu çağa ve bu çağın Allah’a sırt dönmüş bireyine bakınız asla ulaşamayacağı bir büyüklenme tutkusuyla bu ayet neyi kastediyor onu anlayınız. Rabbine kulluk etmeye tenezzül etmeyen insanın ne bayağı şeylere tenezzül ettiğini görerek üzülün o insanın cenazesini kılın. Ama eğer tekrar dirilsin istiyorsanız o insanı vahiyle baş başa bırakmaktan başka çareniz de yok.

feste’ız Billâh artık sen sadece Allah’a sığın. inneHU HUves Semiy’ul Basıyr çünkü O, evet O’dur her şeyi işiten, her şeyi görüp gözeten.

57-) Le halkus Semavati vel Ardı ekberu min halkın Nasi ve lâkinne ekserenNasi lâ ya’lemun;

Semâların ve Dünya’nın yaratılışı, insanların yaratılışından elbette fevkalâde büyük! Ne var ki insanların çoğunluğu bilmezler. (A. Hulusi)

57 – Elbette Göklerin ve Yerin halkı o nâsın halkından daha büyüktür ve lâkin nâsın ekserîsi bilmezler. (Elmalı)

Le halkus Semavati vel Ardı ekberu min halkın Nasi ve lâkinne ekserenNasi lâ ya’lemun göklerin ve yerin yaratılması elbette insan türünün yaratılmasından daha kapsamlı bir hadisedir. Fakat insanların çoğu bunu dahi anlamazlar. Bunun hikmetini, anlamını dahi bilmezler.

İnsanı tanrılaştıran hümaniter modern düşünceye ret aslında bu ayet. Bir önceki ayetle irtibatlı. Kapsamlı diye çevirdim Ekber sözcüğünü. Bu kapsam nicelik olarak tır. Nitelik olarak değil. Göklerin ve yerin kapsamı nicelik olarak insanın kapsamından çok fazla, İnsan bu evren içerisinde bir okyanusta ki damla kadar bile değil. Mini minnacık bir şey. Onun içinde bu ayette ki bu nicelik olarak kapsam ifadesini, Kur’an da ki mesela;

Ve lekad kerremna beniy Adem.. (İsra/70) Biz ademoğlunu onurlu kıldık, yüce kıldık, ikram edilmiş kıldık. Ya da yine Kur’an da bir çok yerlerde gelir.

Lekad halaknel’İnsane fiy ahseni takviym. (Tıyn/4) insanı biz ahseni takvim üzere, en güzel surette yarattık. Gibi ayetlerle çeliştiğini sanmamak lazım. Çünkü nicelik olarak insanın kainata nispeti bir çöldeki bir tanecik kuma nispetinden daha küçüktür.

58-) Ve ma yestevil a’ma vel basıyru velleziyne amenû ve amilus salihati ve lelmüsiy’* kaliylen ma tetezekkerun;

Kör ile gören, iman edip imanın gereğini uygulayan ile inkâr ile kötülük yapan bir olmaz! Ne kadar da az hatırlayıp düşünüyorsunuz! (A. Hulusi)

58 – Kör ise görenle müsavî olmaz, iman edip iyi iyi işler yapan kimselerle ne de kötülük yapan, siz pek az düşünüyorsunuz. (Elmalı)

Ve ma yestevil a’ma vel basıyru velleziyne amenû ve amilus salihati ve lelmüsiy’ görmeyenle gören asla bir olmaz. Ama daha da önemlisi iman edip salih amel işleyen dürüst ve erdemli davrananla, kötüler bir olmaz. Yani görmeyenle görenin bir olmadığını akıl ediyorsunuz. Fakat mana aleminde iman edenle imansızın, iyilik yapanla kötülük yapanın bir olacağını nasıl düşünüyorsunuz. Görmeyen birine renkleri sorsanız hiçbir anlam ifade etmez.

Anadan doğma görmeyen biri için mavi, kırmızı, yeşil, sarı bir şey ifade etmez. Onu biliyorsunuz ve farkı biliyorsunuz. Ama siz kalp gözü kör olmuş olan, kalben ölmüş olan, kokuşmuş olan biriyle, kalben diri olan birinin nasıl aynı akıbete uğrayacağını düşünüyorsunuz. Yani testiyi kıranla suyu getiren bir olsun istiyorsunuz öyle mi? Adil olanla zalim olanı Allah bir tutarsa, iyi olanla kötü olanı bir tutarsa aslında iyi olana zulüm olmaz mı bu. Dolayısıyla bu sizin bile mantığınızın almayacağı bir şey. Allah için bunu nasıl düşünebilirsiniz.

Kur’an ın özürlü tanımı manevidir. Onun için vahyi, okuyan özürlü kardeşlerim asla alınmasın ve üzülmesinler. Kur’an hiçbir yerinde kör derken baş gözü görmeyeni kast etmez. Aksine onları tenzih eder, temize çıkarır. Çünkü asıl kör Kur’an a göre yüreği kör olmuş olanlar.

lâ ta’mel ebsaru ve lâkin ta’mel kulubülletiy fiyssudur. (Hac/46) Gözler değil asıl kör olanlar. Asıl kör olanlar göğüslerdeki kalplerdir. Diyor. Onun için Kur’an kendine has bir özürlü tanımı getirir. Bu özürlü tanımında asıl özürlü, işte elinde, ayağında, gözünde, kulağında engel bulunan değil, asıl özürlü yüreğinde engel bulunandır. Hakka ulaşmaya yüreğinde engel bulunandır özürlü.

kaliylen ma tetezekkerun ne kadar da az öğüt alıyorsunuz.

59-) İnnesSaate le atiyetün lâ raybe fiyha ve lâkinne ekserenNasi lâ yu’minun;

Kesinlikle o Saat elbette gelecektir; onda kuşku yoktur… Ne var ki insanların çoğunluğu iman etmezler! (A. Hulusi)

59 – Her halde o saat muhakkak gelecek, onda şüphe yok ve lâkin nâsın ekserîsi inanmazlar. (Elmalı)

İnnesSaate le atiyetün son saat mutlaka gelecektir. lâ raybe fiyha bundan hiç şüphe yok, kimse kuşku duymasın ki son saat mutlaka gelecektir. ve lâkinne ekserenNasi lâ yu’minun ama insanların çoğu buna dahi inanmaz. Hesap günü aklen ve ahlaken zorunludur. Hem aklen zorunludur, hem ahlaken. Bir hesap günü yoksa iyi ve kötünün bir anlamı kalır mı? İyi olmak ya da kötü olmanın bir anlamı kalır mı? böyleyse aklın anlamı yoktur. Çünkü akıl iyi ve kötüyü birbirinden ayırt etsin, zararlıyı ve yararlıyı birbirinden ayırt etsin. Kötü ve çirkini birbirinden ayırt etsin, hakk ve batılı birbirinden ayırt etsin diye verilmiştir. Eğer bunların arasında bir fark yoksa, akılın bir anlamı yoktur, aklın işlevi yoktur, akıl işe yaramayacaktır. Eğer akıl anlamını yitirirse insan olmanın bir anlamı yoktur. O zaman insanı insan eden ayırıcı vasfın bir anlamı yok. Diğer canlı varlıklarla insanı eşitleyebilirsiniz.

Zaten küresel değersizleştirmeyi savunup insanı yer yüzünde sadece istatistik değer olarak gören modern cinnet. Aç bıraktığı milyonları seyrederken bu bakış açısıyla seyrediyor. Evet, küresel değersizleştirme, yani insanı kutsalla irtibatından soyutlayıp, insanı hayvanlığına indirgeme. Canlı türlerinden bir türe indirgeyip insanı alemi lahuti ile, kutsal alemle olan bağlantısını yok sayma. O zaman insan kasap çengelinde ki etten farkı olmayacak. Yani insanı parçalara ayıran bir cani, eti doğradım diyebilir. Eğer insanı insanlığından soyutlarsanız, değerinden arındırırsanız o zaman insana hürmet, insanın onuru, insanın izzeti nasıl sağlanacak, nasıl korunacak.

60-) Ve kale Rabbükümüd’uniy estecib leküm* innelleziyne yestekbirune an ‘ıbadetiy seyedhulune cehenneme dahıriyn;

Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin, size icabet edeyim! Muhakkak ki kibirleri yüzünden ibadet etmeyenler, boyunları bükük olarak cehenneme gireceklerdir.” (A. Hulusi)

60 – Halbuki rabbiniz buyurdu: yalvarın ki bana size karşılık vereyim, çünkü benim ibadetimden kibirlenenler yarın hor hakîr olarak Cehenneme girecekler. (Elmalı)

Ve kale Rabbükümüd’uniy estecib leküm ve rabbimiz şöyle buyurur; Bana dua edin ki ben duanıza icabet edeyim. Literal manada verelim; Beni davet edin ki ben davetinize geleyim. Daha farklı bir anlam verelim; Benden beni isteyin ki, bana ulaşabilesiniz. Dua ibadetin iliği. Muhhul ibadat diyordu peygamberimiz. Dua haddini bilmenin esas duruşu.

Kul ma ya’beü Bi küm Rabbiy levla du’âuküm.. (Furkan/77) eğer duanız olmasaydı rabbinizin ne işine yarardınız diyor ya Kur’an, Neye yarardınız. Dolayısıyla dua insanın Allah karşısında ki klas duruşudur. Ve izâ seeleke ‘ıbadiy ‘anniy feinniy kariyb (Bakara/186) Kullarım sana beni soracak olurlarsa ben uzak değilim, çok yakınım. O kadar yakın ki; ve nahnu akrebu ileyhi min hablil veriyd. (Kaf/16) kuluna şah damarından daha yakın olan bir Allah.

Müşriklerin problemi Allah’ı inkar değil, uzak bir Allah tasavvuruydu. Evet. Çok yakınım uciybu da’veteddâ’ı izâ de’âni (Bakara/186) beni davet edenin davetine, davet ettiği zaman icabet ederim, duasına yetişirim. Ama dilekçe yazmanın dahi bir usulü ve üslubu varsa, her dilekçe katta kabul edilmiyorsa, duanın bir usulü ve üslubu olmasın mı.

Dua aslında insanın akıl modundan yürek moduna geçmesidir. Dua, mod değiştirmektir. Onun için duanın en gür sesi dışarıdan duyulmayan sestir. Duanın en gür sesi yüreğin koy verdiği sesiz çığlıktır. Kibir küfrün, dua imanın alametidir. Bu ayetler de bunu öğretiyor bize.

innelleziyne yestekbirune an ‘ıbadetiy seyedhulune cehenneme dahıriyn işte burada öğretiyor. Biraz önce söylediğim cümle bu. Bana kulluk yapmayı kendisine yediremeyenler, yani bana kulluk yapmaya tenezzül etmeyenler, rezil rüsva olarak cehennemi boylayacaklar.

Bir önceki cümlede ki duanın yerini burada ibadet aldı dikkat buyurunuz. Aynı ayette girişte ki cümlede duadan söz ediliyordu. Ama şimdi duadan yüz çeviren değil, duaya tenezzül etmeyen değil, ibadete tenezzül. Adeta dua ve ibadet birbirinin yerine kullanıyorlar burada.

[Ek bilgi 1; DUANIN ŞARTLARI ŞUNLARDIR:

1- Duanın kabul olması için yenilen, içilen ve giyilen şeylerin helâl olması gerekir.

2- Duâ namazdan sonra yapılmalıdır. Namaz kılmayanların duası kabul olmaz.

3- Duâ eşref saatte yapılmalıdır.

4- Duâ akşam ile yatsı arasında veya gecenin yarısından sonra yapılmalıdır. Şu vakitlerde yapılan dualar da kabule şayandır:

1- Sahur vaktinde yapılan duâ.

2- Cuma günü ve gecesi yapılan duâ.

3- Arefe günü ve gecesi yapılan duâ.

4- Beytullah görüldüğü vakit yapılan duâ.

5- Bayram günlerinde ve gecelerinde yapılan duâ.

6- Kandil gecelerinde yapılan duâ.

7- Ramazanda ve özellikle son on gününde yapılan duâ.

8- İtikafta iken yapılan duâ.

9- Receb ayının ilk cuma gecesi yapılan duâ.

10- Peygamberlerin ve velîlerin türbelerinde yapılan duâ.

11- Yolculuk esnasında yapılan duâ.

12- Hastanın duası.

13- Anne-babanın. çocuklarına yaptığı duâ.

14- Velîlerin duası. İşte bu dualar kabule şayandır. Duâ ederken diz çöküp elleri yüzün hizasına kadar kaldırıp başı öne eğerek tevazu ile kalbi, dili ve düşünceyi birleştirip aynı noktaya yönelterek Rabbine yalvarmak gerekir. Bunlar da duânın âdâbındandır. (Ebü'l-Leys Semerkandi – Tefsir-ül Kur’an)]

[Ek bilgi 2 ; DUA

"DUA MÜMİNİN SİLAHIDIR" diyor Rasûlullâh Muhammed Mustafa AleyhisSelâm... Ve gene, şöyle başka bir açıklama getiriyor "DUA" konusuna:

"DUA İBADETİN ÖZÜDÜR."

Bu hadîs-î şerîf'in hemen arkasından şu âyeti kerîmeyi hatırlayalım:

"BEN CİNNİ VE İNSİ YALNIZCA (ESMÂ ÖZELLİKLERİMİ AÇIĞA ÇIKARMAK SURETİYLE) KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM!" (51.Zâriyat: 56)

En basit anlamıyla kulluk, dua ve zikirdir!

En geniş anlamıyla kulluk, birimin var oluş gayesinin gereğini yerine getirmesidir.

- Peki, biz dua ettiğimiz zaman, kabul olur mu?

"Eğer kulum, bana ellerini kaldırır da dua ederse, ben o elleri boş olarak geri çevirmekten hayâ ederim." Evet, bu bir hadîs-î kudsî.

Bu konudaki bir başka hadîs-î kudsî de şöyle:

"Ey Âdemoğlu, dua senden, icabet benden; istiğfar senden, bağışlamak benden; tövbe senden, kabul etmek benden; şükür senden, fazlasıyla vermek benden; sabır senden, yardım benden... Ne istedin ki benden sana vermedim..."

İşte yukarıdaki hadîs-î kudsî'yi destekleyen bir âyeti kerîme:

"BANA DUA EDİN, SİZE İCABET EDEYİM!" (40.Mu'min: 60)

Bu konuya açıklık getiren diğer bir hadîs-î kudsî ise şöyle:

"Ben, kulumun zannı üzereyim. Artık dilediği gibi düşünsün!.." Yani siz dua ederken, o duanızın kesinlikle kabul göreceğini düşünürseniz, biliniz ki mutlaka isteğiniz meydana gelecektir!

Nitekim, bu açıdan olaya bakıldığı içindir ki, önde gelen evliyaullâhtan İmamı Rabbanî Ahmed Faruk Serhendî şöyle demiştir:

"Bir şeyi istemek, ona nail olmak demektir. Zira Allâhû Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez."…

(Ahmed Hulusi – Dua ve zikir.)

61-) Allâhulleziy ce'ale lekümül leyle li teskünu fiyhi vennehare mubsıra* innAllâhe lezûfadlin alenNasi ve lâkinne ekserenNasi lâ yeşkürun;

Allâh ki, sizin için, geceyi onda sükûn bulasınız; gündüzü de görüp değerlendiresiniz diye yarattı! Muhakkak ki Allâh insanlara lütuf sahibidir... Ne var ki insanların çoğunluğu şükretmezler! (A. Hulusi)

61 - Allah o ki sizin için geceyi yaptı, içinde dinlenesiniz diye, gündüzü de göz açıcı, hakikat Allah, insanlara karşı bir Fadıl sahibi ve lâkin insanların ekserîsi şükretmezler. (Elmalı)

Allâhulleziy ce'ale lekümül leyle li teskünu fiyhi vennehare mubsıran geceyi sükûnet bulasınız diye, gündüzü de işleriniz göresiniz diye yaratan Allah’tır.

Yukarıyla irtibatı elbette var. Biraz önce insanın Allah ile irtibatından bahsediyordu ayetler. Şimdi insanın tabiatla irtibatından bahsediyor. Yani insan çevresinde ki varlığın Allah ile ilişkisini görmezse, kendisinin Allah ile ilişkisini kuramaz. Bu varlığı okuma meselesi. Onun için varlık bir kitaptır, açık bir kitap. Onu okuyamıyorsanız rabbinizle ilişkinizi doğru biçimde kuramazsınız.

Yeni pasaja girdik aslında bu ayetle 61 – 69 ayetler bir pasaj. Sıralama ilginç bu pasajda. Önce zaman, 61. ayet işte burada. Sonra mekandan söz edilecek 64. ayet. Sonra ise insandan söz edilecek. Zımnen gece gündüz metaforu iman küfür zıtlığının varlığına da ibret olarak sunuluyor. Kur’an ın hemen her tarafında gece gündüz örneği verildiği zaman ya açık olarak ya da zımnen iman ve küfrün hayatta ki varlığının hikmeti nedir sorusuna verilmiş ilahi bir cevap.

Eğer gece olmasaydı gündüzün değerini bilmezdiniz. Küfür olmasaydı imanın değerini, çirkin olmasaydı güzelin değerini, batıl olmasaydı hakkın değerini, cehennem olmasaydı cennetin değerini bilmezdiniz.

innAllâhe lezûfadlin alenNasi ve lâkinne ekserenNasi lâ yeşkürun çünkü Allah insanlara karşı sınırsız lütuf sahibidir, kerem sahibidir. Ama insanların çoğu yinede şükretmemektedirler.

62-) Zâlikümullâhu Rabbüküm Haliku külli şey'* lâ ilâhe illâ HU* feenna tü'fekûn;

İşte budur Rabbiniz Allâh, her şeyin Hâlık'ı! Tanrı yoktur; sadece "HÛ"! Nasıl (Hak'tan) döndürülüyorsunuz! (A. Hulusi)

62 - İşte o Allah dır rabbiniz her şeyi yaradan, başka tanrı yok ancak o, o halde nasıl çevrilir siniz? (Elmalı)

Zâlikümullâhu Rabbüküm rabbiniz olan Allah var ya, işte o budur. İbare ilginç, yani ey rabbim sen kimsin diye soruyorsanız rabbinizi rabbinizden tanıyın. Kendi kelamından tanıyın, işte o budur. Özellikle rab sıfatı burada açıklanıyor dikkat buyurunuz lütfen. Haliku külli şey'* lâ ilâhe illâ HU her şeyi yaratan, kendisinden başka tapılmaya layık hiçbir varlık bulunmayan O dur. feenna tü'fekûn ilginç bitti, böyle bitmeliydi. O halde nasıl oluyor da böylesine savruluyorsunuz.

Tü’fekûn u savruluş olarak çevirdim. Bu bağlamda ki en doğru karşılığı olduğunu düşünüyorum. Bir sonraki ayette de zaten biraz daha açılacak. İsterseniz onu da okuyalım;

63-) Kezâlike yü'fekülleziyne kânu Bi âyâtillâhi yechadun;

Allâh'ın işaretlerini bilerek inkâr edenler işte böylece döndürülür! (A. Hulusi)

63 - İşte Allahın âyetlerine cehudluk (ayetleri inkar) edenler öyle çevriliyorlar. (Elmalı)

Kezâlike yü'fekülleziyne kânu Bi âyâtillâhi yechadun işte Allah’ın ayetlerini bile bile, göre göre inkar eden kimseler de vaktiyle daha önce böyle savrulmuştular. Durum bu.

Evet değerli dostlar, bu savruluş zihni bir savruluş. ‘efeke aslında iftira etti, yalan söyledi manasına gelir, yoldan çıktı manasına gelir. Fakat zihni bir savruluşu ifade eder. Yani yoldan çıkma da zaten budur. Zihni bir savruluş. Kendi kendine yalan söyleme halidir bu. Yalanı kime söyledi? Elbette kendisine. Allah’a inkarını yükseltirken, yani göz göre göre hakikati inkar ederken kime yalan söyleyecek. Kendi varlığının zerreleri hakikati haykırıyor aslında.

İşte bu zihni bir savruluş. Savrulan zihindir çünkü. İlk sebeple son gaye arasında bağ kuramayan zihin. Parmakla parmağın gösterdiği yer arasında bağ kuramayan zihin. Parmak bir yeri gösterirken parmağa bakıp gösterilen yere bakamayan zihin. Cama bakıp camdan bakamayan zihin. Bir türlü gösterileni göremeyen zihin. Onun içinde savrulur durur. Çünkü çivisi yok. Çünkü koordinatları yok. Çünkü haritası yok, çünkü yolu yok, yolsuz. Yolunu kaybetmiş bir akıl savrulmayıp ta ne yapacak.

Onun için böyle bir aklın sahibi yürür fakat yol almaz. Dolaşmak ayrı şey, yol almak ayrı şey. Yol almak, yolu olmak demektir. Yol almak maksadı bilmek demektir. Yol almak bilinçli bir biçimde bir yere doğru ulaşmaya çalışmaktır. Oysaki dolaşmak; yılkı atının yaptığı gibi hedefi olmayanın yürümesi yol almak değildir. Hedefi olmak içinde mutlaka bir yol haritası, bir yolu olmak gerekir.

64-) Allâhulleziy ce'ale lekümül'Arda karâren vesSemae binaen ve savvereküm feahsene suvereküm ve razekaküm minat tayyibat* zâlikümullâhu Rabbüküm* fetebarekâllahu Rabbül 'alemiyn;

Allâh ki, arzı sizin için bir yaşama yeri, semâyı da bina (içindekilerle arzı - bedeni mamûr eden) olarak oluşturdu. Sizi tasvir etti (özelliklendirdi) de sizin (mânâ) sûretlerinizi (özelliklerinizi) en güzel etti ve sizi tayyibattan (ilim ve marifetlerden) yaşam gıdalarıyla besledi! İşte Rabbiniz Allâh! Âlemlerin (insanların) Rabbi Allâh ne yücedir! (A. Hulusi)

64 - Allah o ki sizin için Arzı bir makarr (karargah) yaptı, Semayı bir bina, ve size suret verdi, sonra da suretlerinizi güzellendirdi, hoş nimetlerden sizi merzuk da buyurdu, işte o Allah dır rabbiniz, ne yücedir o Allah, rabbülâlemîn. (Elmalı)

Allâhulleziy ce'ale lekümül'Arda karâren vesSemae binaen yer yüzünü sizin için bir yerleşim alanı yapan ve gök kubbeyi tepenize inşa eden ve savvereküm feahsene suvereküm size şekil verip, üstelik şeklinizi de en güzel surette yapan ve razekaküm minat tayyibat sizi temiz ve güzel nimetlerle rızıklandıran yine Allah’tır.

Zamandan sonra mekana tekabül eder demiştim. Bakınız mekan geldi. Mekana ve insana geldi söz aslında. Rububiyet işte bu. Allah’ın rabliği yarattığının muhtaç olduğu her şeyi de yaratmak demektir rab olmak. Sadece yaratıp bırakmak değil, yarattığını yaşatmak, yaşaması için ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratmak, onu terbiye etmek, onun potansiyelini kinetize etmesi için aşama aşama bir noktadan alıp bir başka noktaya iletmek. Bütün bunlar Rab sıfatının çerçevesi içine girer.

zâlikümullâhu Rabbüküm Rabbiniz olan Allah işte budur, böyledir. fetebarekâllahu Rabbül 'alemiyn nitekim alemlerin rabbi olan Allah ne yüce bir bereket kaynağıdır.

Neden böyle bitti ayet? İnsandan, insanın yaratılışından, insanın suretinden, siyetinden bahseden bir ayet neden bereketle biter? Allah’ın yaratışında ki bereket şudur; İnsanoğlunda potansiyel sınırlı değildir. Eğer kendi potansiyelini gerçekleştirecek gayreti gösterirse Allah ona ilave potansiyel ekler. Yani onu büyütür, büyütür..!

Bu niye böyle geldi? Unutmayın biraz önce tekebbür gelmişti, kibir gelmişti. Yani eğer büyük olmak istiyorsan Allah’a kul ol. Büyüklenmekle büyük olmak ayrı şey. Yani büyük yapması için Allah’ın kapısına başvur. Allah’a sırt dönerek büyük olunmaz, sadece büyüklenilir. Bu da tekebbürdür. Seni küçüklüğe götürür. Çünkü seni büyütecek olan Allah’tır. Bu, bu demektir.

[Ek bilgi; BEYİN KAPASİTE ARTIRIMI

Ahmed Hulûsi, 1986'da yayımlanan "İNSAN VE SIRLARI" kitabının, "Dünyadaki En Önemli Çalışma Zikir" adlı bölümünde bu konuyla ilgili şunları söylüyor:

"Yaklaşık 14 milyar hücreden oluşan insan beyninin ancak cüzi bir kısmı doğum sırasında aldığı ışınlarla faaliyete girer; bundan sonra da yeni tesirlerle yeni açılımlara kavuşması imkânsızdır.

Beyin, doğum anından sonra dışarıdan gelen ışın etkileriyle yeni hücre gruplarını devreye sokamaz. Ancak beyindeki devreye girmemiş kapasite ilelebet âtıl durmak için var edilmiş demek değildir bu..."

"Allâh ismini dilinizle söylediğinizi kabul edelim... 'Allâh' kelimesinin beyinde hatırlanması demek, bu kelimenin mânâsını oluşturan hücre grupları arasında bir biyoelektriğin akışı demektir... Esasen beyindeki tüm fonksiyonlar, beyin hücreleri arasındaki biyoelektrik faaliyetten başka bir şey değildir!.. Her mânâya göre beyindeki değişik hücre grupları arasında bir biyoelektrik akışı söz konusudur. Bu akış neticesinde devreye giren hücre grubuna göre ortaya sayısız mânâlar çıkmaktadır."

Belleğin işlevi, John Horgan, "Dağınık İşlevler" makalesinde aynı konuyu şöyle açıklıyor: "Bu deney beynin bir bölgesinin sözcük türetmeyi gerektiren kısa süreli bellek görevi gördüğünü, ama iş otomatikleştikten sonra beynin başka bir bölümünün bu görevi devraldığını gösteriyor. Diğer bir deyişle, bellek yalnızca içeriğine göre değil, aynı zamanda işlevine göre de bölümlere ayrılıyor."

Ahmed Hulûsi'nin, yine "İNSAN VE SIRLARI" adlı kitabındaki yanıtı ise şöyle: "Zikir yaptığınız zaman yani Allâh'a ait olarak bilinen bir mânâyı tekrar ettiğiniz zaman beyinde ilgili hücre grubunda bir biyoelektrik akım meydana geliyor ve bu, bir tür enerji şeklinde, manyetik bedene yükleniyor! Aynı zamanda siz bu mânâyı tekrara devam ederseniz yani bu kelimeyi tekrara devam ederseniz, bu defa tekrarlanan kelimenin tekrarından oluşan biyoelektrik, daha da güçlenerek yeni hücre birimlerini devreye sokuyor ve bir kapasite genişlemesi söz konusu oluyor."

Sonuç olarak, zikrin bilimsel açıklamasının elimizdeki iki yorumu var. İlki, 1986 yılında, tam yirmi üç yıl önce Ahmed Hulûsi, diğeri ise bu açıklamadan tam sekiz yıl sonra 1994 yılında, dünyaca ünlü bir bilim dergisinin Türkçe sayısında, John Horgan adlı bir Batılı tarafından yapılmış. Batılının dediklerine dört elle sarılmadan önce, Ahmed Hulûsi'yi bir kez daha okumakta yarar var. (Ahmed Hulusi – Dua ve zikir.]

65-) “HU”vel Hayyü lâ ilâhe illâ HUve fed’uhu muhlisıyne lehüd diyn* elHamdu Lillâhi Rabbil ‘alemiyn;

“HÛ”dur El Hayy! Tanrı yoktur; sadece “HÛ”! Dini O’na has kılarak, O’na yönelin artık! Hamd, âlemlerin (insanların) Rabbi Allâh’a aittir. (A. Hulusi)

65 – Hayy ancak o, ondan başka tapılacak yok, onun için dîni halîs kılarak ona, hep ona yalvarın, hamd, Allâhın, o Rabbülâlemîn in. (Elmalı)

“HU”vel Hayyü lâ ilâhe illâ HUve mutlak diri O ve kendisinden başka ibadete layık olan hiçbir ilah yoktur. fed’uhu muhlisıyne lehüd diyn artık siz de ona adanmış samimi ve saf bir inançla sadece O’na yalvarın. Evet, O’na adanmış bir iman. Muhlisiyne lehüd diyn. Saf ve arı duru bir iman ona adanmış. Lehüd diyn.

Evet, Peki O’ndan başkasına adanmış olabilir mi iman? Zaten O’na iman denilmiyor ve o imanı Allah kabul etmiyor. O İslam’ı, o teslimiyeti Allah kabul etmiyor. Zaten burada da vurgulanan o.

Ve men yebteğı ğayrel İslâmi diynen felen yukbele minhu, ve huve fiyl ahireti minel hasiriyn. (A. İmran/85) Kim İslam’dan başka bir dine sarılırsa ondan o kabul edilmeyecektir. Asla Allah onu din olarak kabul etmeyecektir. Yani teslimiyet yolunun dışında bir yol Allah tarafından din olarak kabul edilmeyecektir. Tüm örnek ve ibretler bu hakikate sözü getirmek içindi dostlar. İşte bu hakikate nihayet sözü getirdi ve Allah’a adanmış bir imanın makbul tek iman olduğunu söyledi.

elHamdu Lillâhi Rabbil ‘alemiyn öyle bir imana sahipseniz eğer Hamd tümüyle Alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur diye. Dönün bir ömrü hamd ile geçirin. Yani hamd edin artık. Böyle bir imanın tek teşekkürü böyle olur.

66-) Kul inniy nühiytü en a’budelleziyne ted’une min dûnillâhi lemma caeniyel beyyinatü min Rabbiy ve ümirtü en üslime liRabbil ‘alemiyn;

De ki: “Rabbimden bana deliller geldiğinde, Allâh dûnunda sizin yöneldiklerinize tapınmaktan yasaklandım ve Rabb-ül âlemîn’e teslim olmakla hükmolundum.” (A. Hulusi)

66 – De ki: bana rabbimden beyyineler geldiği vakit ben o sizin Allah dan başka yalvardıklarınıza ibâdet etmekten katiyen nehy edildim de emr olundum ki Müslim olayım o rabbülâlemîn e. (Elmalı)

Kul inniy nühiytü en a’budelleziyne ted’une min dûnillâhi lemma caeniyel beyyinatü min Rabbiy biraz uzun bir metin okudum, ancak buraya kadar okumam gerekiyordu, De ki elbet ben, hele de rabbimden bana hakikatin apaçık delilleri, beyyinat, ulaşmışken Allah’tan başka yalvarıp yakardıklarınıza kulluk etmekten şiddetle nehy olunmuşum.

Kişiyi kafir yapan şey kendisine ulaşan açık davete ısrarla karşı durmasıdır. Davet ulaşacak ve ısrarla o daveti reddedecek. İşte kişiyi kafir yapan şey budur.

ve ümirtü en üslime liRabbil ‘alemiyn ve ben kendimi alemlerin rabbine teslim etmekle emr olundum. Burada görüyorsunuz değil mi Kur’an dostları, en üslime; fiil, meçhul fiil olarak gelmiş, edilgen fiil. İslam bir eylemdir, bir isim değildir. Kuru bir ad değildir, bir eylemdir. Teslimiyet eylemi İslam’ın ta kendisidir. Müslüman’ın esas duruşu teslimiyettir.

67-) “HU”velleziy halekaküm min türabin sümme min nutfetin sümme min ‘alekatin sümme yuhricüküm tıflen sümme liteblüğu eşüddeküm sümme litekûnu şüyuha* ve minküm men yüteveffa min kablü ve liteblüğu ecelen müsemmen ve lealleküm ta’kılun;

“HÛ”, odur ki; sizi bir topraktan, sonra bir spermden, sonra bir alakadan (embriyo) yarattı… Sonra sizi bir çocuk olarak çıkardı; sonra olgunluğa ulaşmanız, sonra yaşlılığı yaşamanız için ömür verdi… Sizden kimi de daha önce vefat ettiriliyor… (Bunların oluşu) takdir edilen süreye ulaşmanız ve aklınızı kullanmanız içindir. (A. Hulusi)

67 – O odur ki sizi bir topraktan yarattı, sonra bir nufteden, sonra bir alakadan, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyor, sonra kuvvetiniz çağına iresiniz diye büyütüyor, sonra da ihtiyar olasınız diye, içinizden kimi de daha evvel vefat ettirilir, hem de müsemmâ bir ecele iresiniz diye, bir de gerek ki akıl edesiniz. (Elmalı)

“HU”velleziy halekaküm min türabin sümme min nutfetin sümme min ‘alekah sizi önce toprak türünden, toprak türünden diye çevirişim Türabin sözcüğünün belirsizliğinden dolayı. Tenvin, ona tür anlamı da katar. Cins, nev anlamı. Toprak türünden. Sonra bir damlacık hayat suyundan, sonra da döllenmiş yumurta hücresinden yaratan O dur.

İnsanın topraktan yaratılışına ilişkin birçok ayet yer alır Kur’an da, farklı farklı ifadelerle de gelir. Min Türabin, min dıynin (23/12), çamurdan. Min hamein nesnun (15/33) konsantre çamurdan. min tıynin lazib (37/11) süzülmüş çamurdan. min salsalin kelfahhar. (55/14) kurutulmuş, pişirilmiş çamurdan. Yani hepsi de aynı noktaya varır. Neden toprak, hem elementer kökenine işaret eder bu? çünkü insan elementer olarak topraktan gelmiştir. Onun içindir ki toprakta ne kadar element varsa aynı sayıda element insanda da vardır. Bu ilginçtir. Sanırım 155 – 155 yanlış hatırlamıyorsam.

İkincisi insanın biyolojik büyüme süreci de topraktandır. İster karbon hidrat, ister mineral ister vitamin, ister protein. Protein dolaylı, hayvani ama hayvanların hepsi de yine topraktan. Dolayısıyla neden besleniyor olursanız olun topraktan beslenirsiniz.

Üçüncüsü de embriyolojik süreç, anne karnında ki büyüme süreci. Yine topraktan.

sümme yuhricüküm tıfle ama şunu söyleyeyim ki bu gibi insanın elementer kökenini hatırlatan ayetler genel olarak geldiklerinde bir şeye işaret ederler. Basit bir unsurdan, ne kadar muhteşem ve karmaşık bir şah eserin elde edildiğine dikkat çekmek ve Allah’ın büyüklüğüne, yaratışında ki ihtişama dikkat çekmek ve insana da haddini bil, seni böylesine basit bir unsurdan alıp ta böyle şah eser yapan Allah’a karşı küstahlaşma mesajıdır bu.

sümme yuhricüküm tıflen sonra bebek olarak meydana gelmenizi dilemiştir. sümme liteblüğu eşüddeküm sümme litekûnu şüyuhan sonra olgunluk çağına erişmenizle ardından da yaşlanmanız için yasa koyuştur. ve minküm men yüteveffa min kablü ve liteblüğu ecelen müsemmen ve lealleküm ta’kılun ne ki, kiminize ölüm erken tattırılır, kiminize de sonu yasa ile belirlenmiş ecelen müsemma. Buna daima verdiğim karşılık budur; Sonu yasa ile belirlenmiş bir süreye ulaşmanız için zaman tanınır ki, belki aklınızı başınıza alırsınız diye.

Zuhruf/42. ayeti Kur’an da ölümle ilgili geçen tüm ayetlerin kendi ışığında anlaşılması zorunlu olan bir ayettir. Unutmayalım o ayet; ölüm, mevt ve Allah’ın ruhu alması teveffiyi ikili bir şekilde dile getirir. Yani ölüm kendi gelir, Allah ruhu alır. Ölüm kendi gelir. Nasıl gelir? Allah ölümün yasalarını koymuştur. O yasalara göre gelir. Fakat o gelince Allah’ın bir emaneti vardır, o emanetini alır. İşte teveffi çekip almak kökünden. Onun için Allah’a nispet edilmiştir. Zuhruf/42. de. Şimdilik bu kadar giriyorum sadece. Ki ilgili ayet tefsir edilirken açıklanmıştı.

Esasen müsemma; insanı hayata bağlayan yasalar anlamına gelir ki bu ecelin müsemma. İsimlendirilmiş ecel. Ya da standartlaştırılmış ecel. Adı konulmuş ecel manası da verebiliriz. İnsanı hayata bağlayan yasalara tekabül eder.

Hücrenin yaşlanması hücrenin kaderidir. Allah bu kaderi koymuştur hücreye. Onun için hücre kendini her yenileyişte bir unsurunu kaybeder. Yani her kendini yenileyişte ömründen bir şey düşer. Hücrenin içinde  histam denilen bir sistem var. Adeta hücrenin kendi tarihi, kendi kaderi. Hücre mutlaka ölümlüdür. Kaderi böyledir. O nedenle insana dıştan hiçbir hastalık arız olmasa hücre kendi kendini yok eder. yani mutlaka ölüme planlanmıştır. Onun için ecelin müsemmayı hücrenin içine yerleştirilmiş, hücrenin ana belleğine hafızasına yerleştirilmiş, yazılmış olan ölüme ayarlı süreci de diyebiliriz.

Her yenileyişte ömrü azalıyor, sonunda dışardan hiçbir şey arız olmasa dahi ölüm mukadder oluyor. Bir daha üreyemiyor, çoğalamıyor, ölüyor. İşte ölümün ve hayatın yasasını Allah böyle koyar. Ki devamı da bunu getiriyor zaten.

68-) “HU”velleziy yuhyiy ve yümiyt* feizâ kadâ emran feinnema yekulü lehu kün feyekûn;

“HÛ” odur ki; diriltir ve öldürür! Hüküm verdiğinde yalnızca “Ol” der (olmasını irade eder); o, olur! (A. Hulusi)

68 – O odur ki hem diriltir, hem öldürür, hasılı o bir emri istediği vakit ona sâde «ol!» der oluverir. (Elmalı)

“HU”velleziy yuhyiy ve yümiyt hayatı ve ölümü yaratan O dur. Hayatın ve ölümün yasasını koyan O dur. feizâ kadâ emran feinnema yekulü lehu kün feyekûn ve O bir işin olmasını hükmettiğinde ona sadece “ol” demesi yeter. O da hemen oluverir. Allah’ın yaratmada ki üstün gücüne dikkatimizi çekiyor bu ifade.

69-) Elem tera ilelleziyne yücadilune fiy âyâtillâh* enna yusrefun;

Allâh’ın işaretlerinde mücadele eden kimseleri görmedin mi? Nasıl da (Hak’tan) döndürülüyorlar? (A. Hulusi)

69 – Bakmaz mısın şimdi o Allahın âyetlerinde mücadeleye kalkanlara nereden döndürülüyorlar? (Elmalı)

Elem tera ilelleziyne yücadilune fiy âyâtillâh* enna yusrefun baksana Allah’ın ayetleri hakkında ileri geri konuşup polemik yapan şu tiplere. Tasavvurları kendilerini hakikaten nasıl da uzaklaştırıyor. Yani tabii ki gerçekten uzaklaştırıyor. Vahiyden uzaklaştırıyor, Allah’tan uzaklaştırıyor. Hepsinden öte kendisinden uzaklaştırıyor, kendi uzağına düşüyor, kendini bilemiyor. Kendini bilemeyince rabbini bilemiyor kendi ile kavgalı hale geliyor. Onun için tasavvurları kendilerini hakikatten uzaklaştırıyor böylelerini.

70-) Elleziyne kezzebu Bil Kitabi ve Bima erselna Bihi RusüleNA* fesevfe ya’lemun;

Onlar ki hakikatlerinin BİLGİsini ve Rasûllerimiz olarak irsâl ettiklerimizi yalanladılar! Yakında bilecekler! (A. Hulusi)

70 – Kitaba ve Resullerimizi gönderdiğimiz şeylere yalan diyenler artık ileride bilecekler. (Elmalı)

Elleziyne kezzebu Bil Kitabi ve Bima erselna Bihi RusüleNA onlar bu ilahi kelamı ve elçilerimize daha önce gönderdiğimiz mesajları yalanlayan tipler. fesevfe ya’lemun fakat bir gün gelecek, zamanı gelince ne dehşet bir suç işlediklerinin veya ne büyük bir fırsatı teptiklerini öğrenecekler, bilecekler.

71-) İzil ağlâlü fiy a’nakıhim vesselasil* yüshabun;

O vakit onların boyunlarında (beşeriyetlerinden kalma) bağlar (şartlanmaları ve değer yargıları) ve zincirler (zincirleme bağlılıklarla), sürüklenirler! (A. Hulusi)

71 – O vakit ki tomruklar boyunlarında ve zincirler sürüklenecekler. (Elmalı)

İzil ağlâlü fiy a’nakıhim vesselasil* yüshabun işte o zaman var ya, o zaman kendi boyunlarına geçirdikleri tasmalar ve ellerine taktıkları kelepçelerle yürek dağlayan bir umutsuzluğun gayyasına yuvarlanacaklar, sürüklenecekler.

72-) Fiyl hamiymi sümme fiyn nari yüscerun;

Hamim’de (kaynar suyun – yakan fikirlerin içinde)… Sonra Nâr’da (ateşte – radyasyon okyanusunda) yakılırlar! (A. Hulusi)

72 – Hamîmde, sonra ateşte kaynatılacaklar. (Elmalı)

Fiyl hamiym onu da okuyayım da beraber olsun. Çünkü mutlaka birlikte vermek lazım müteakip ayetin ilk kelimesi. Fiyl hamiym burada ki hamiym; yürek dağlayıcı bir yangın. Aslında yürek yangını, iç yangını. Hani bir insan kendini hayata bağlayan her şeyini bir anda kaybeder ya. Mesela Allah korusun tüm çocuklarını ve eşini aynı anda, aynı kazada gözünün önünde kaybeden bir insanı düşünün. Hiçbir şeyi kalmamış. Bu insanın içinde ki yangını düşünün. Bu insanın parmağına kibrit yaksanız hisseder mi? Öyle bir iç yangını ki ölüm daha güzeldi dedirtecek böylesine ağır acılar var. Şimdi bu insan aslında zaten ölümlü şeyleri kaybetti. Yani bir gün kaybedilecek şeyler bunlar, bunu biliyor ve hatta eğer ahirete inanıyorsanız bir gün geri kavuşacağı şey.

Ya bir de hiçbir şeyin kendisine yarar sağlamadığı o büyük güne geldi ve o gün; sen Allah’ı kaybettin dediler. Rabbine dünyada olan biganeliği, küstahlığı yüzünden Allah’ın üstünü çizdiği birini düşünün. Böyle birinin o anda içine düşen yürek yangınını hangi metreyle, hangi ateş metre ile, hangi birimle ölçersiniz. Evet, işte bu yangının bir tür tarifi ve tavsifi.

sümme fiyn nari yüscerun sonunda ateşi azdıran bir yakıta dönecekler. İlginç, yüscerun. Ateşin nesnesi demektir. Yani ateşin alevini çok kışkırtan yakıt. Vahiy insanı hayatın öznesi yapar. Bunun zınnında şöyle bir nükte var. Vahiy insanı hayatın öznesi yapar. İnsan hayatın nesnesi olursa eğer, yani hayat atının üstünde bir süvari değil, hayatın altında bir at olursa, hayat insanı eline geçirir ona hükmetmeye başlarsa, ipini insan hayata verirse o zaman nesneleşir ve nesne muamelesi görür. Ahirette de böyle bir insan ateşin nesnesi muamelesi görecektir. Yani madem yer yüzünde özne olman gerekirken, vahiy ile inşa olmuş bir özne olmak yerine, malın servetin, paranın, şöhretin nesnesi oldu, hadi şimdi de ateşin nesnesi ol denilecek nüktesi var burada.

73-) Sümme kıyle lehüm eyne ma küntüm tüşrikûn;

Sonra onlara denildi ki: “Nerede şirk koştuğunuz şeyler…” (A. Hulusi)

73 – Sonra denecek onlara: nerede o şirk koştuklarınız? (Elmalı)

Sümme kıyle lehüm eyne ma küntüm tüşrikûn devam edelim;

74-) Min dûnillâh* kalu dallu anna bel lem nekün ned’u min kablü şey’a* kezâlike yudıllullahul kâfiriyn;

“Allâh dûnunda!” Dediler ki: “Bizden kayboldular… Hayır, zaten biz daha önce, olmayan şeye yönelmişiz!”… Allâh, hakikat bilgisini inkâr edenleri böylece saptırır. (A. Hulusi)

74 – Allahın berisinden? Diyecekler ki onlar bizden gaip oldular daha doğrusu biz bundan evvel bir şey’e ibâdet eder değilmişiz, işte Allah kâfirleri böyle şaşkın eder. (Elmalı)

Sümme kıyle lehüm eyne ma küntüm tüşrikûne, Min dûnillâh ve onlara sorulacak hani nerede Allah’ı bırakıp ta ilahlık yakıştırdığınız o varlıklar? kalu dallu anna bel lem nekün ned’u min kablü şey’a onlar şöyle cevap verecekler; Şimdi onlar bizi terk edip gittiler, bizi terk ettiler. İşin doğrusu daha önceden biz sanki hiçbir şeye yalvarmamışız. Yani aslında doğrusunu söylemek gerekirse yalvarıyoruz zannettiğimiz şeyler meğer yokmuş gerçekte.

kezâlike yudıllullahul kâfiriyn işte Allah inkar edenleri böyle şaşırtır. Hakikati inkar edenleri böyle şaşırtır.

75-) Zâliküm Bima küntüm tefrehune fiyl Ardı Bi ğayril hakkı ve Bima küntüm temrehun;

Bu, yeryüzünde haksız olarak sevinip şımarmanız ve kasılıp böbürlenmeniz yüzündendir. (A. Hulusi)

75 – Bu şundan: çünkü yer yüzünde haksızlıkla seviniyordunuz ve çünkü güveniyordunuz. (Elmalı)

Zâliküm Bima küntüm tefrehune fiyl Ardı Bi ğayril hakkı ve Bima küntüm temrehun bunun nedeni yer yüzünde hak etmediğiniz halde azıp şımarmanız, sevince gark olmanız ve kasıntılık yapmanızdır. Tekebbür, küstahça tekebbür sergilemenizdir.

Burada tefrehun diyor, sevinmek manasına gelir. Hak etmediği halde sevinmek, şımarmak. İlginç, elindeki nimeti hak etmemek. Allah nimet vermiş, fakat nimeti belaya dönüştürmüş. Şımarmak ve kasıntılık yapmak, istikbar ve tekebbür. Haddini aşmak yani Allah’ın sınav aracı olarak verdiği nimeti, Allah’a sırt dönmek için kullanmak. Allah’a ihtiyacının olmadığını söylemek Allah’ın nimetini kullanarak. Dehşet yanlışa bakınız.

76-) Üdhulu ebvabe cehenneme halidiyne fiyha* febi’se mesvel mütekebbiriyn;

Orada sonsuza dek kalmak üzere cehennem kapılarından girin… Benlik – kibir sahiplerinin yaşam ortamı ne kötüdür! (A. Hulusi)

76 – Girin Cehennemin kapılarına içlerinde muhalled kalmak üzere, bak ne çirkin mevkii o kibirlenenlerin. (Elmalı)

Üdhulu ebvabe cehenneme halidiyne fiyha haydi içinde yerleşip kalmak üzere cehennemin kapılarından girin. febi’se mesvel mütekebbiriyn doğrusu küstahça böbürlenenler için orası dehşet bir mekandır.

77-) Fasbir inne va’dAllâhi Hakk* feimma nüriyenneke ba’delleziy ne’ıdühüm ev neteveffeyenneke feileyNA yurce’un;

Sabret! Muhakkak ki Allâh’ın vaadi Hak’tır! Onlara vadettiğimizin bazısını sana göstersek de yahut (görmeden) seni vefat ettirirsek de (fark etmez); (nasıl olsa) onlar bize rücu ettirilecekler. (A. Hulusi)

77 – Onun için sabret: Allahın vaadi haktır: muhakkak olacaktır. Artık onlara ettiğimiz vaadin bazısını sana göstersek de yahut seni kendimize alsak da onlar mutlak döndürülüp bize getirilecekler. (Elmalı)

Fasbir inne va’dAllâhi Hakk Şu halde dirençli ol sana yönelik saldırılara göğüs ger. Yani davet için yaptığın tüm çağrılar karşılığını bulmazda, sen Allah’a davet ettiğin halde onlar senin üstüne yürürler davetin bedelini ödemek durumunda kalırsan bulunduğun mevziiyi asla terk etme ve bir adım geri atma. Neden? inne va’dAllâhi Hakkun çünkü Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir.

feimma nüriyenneke ba’delleziy ne’ıdühüm ev neteveffeyenneke feileyNA yurce’un imdi, onlara yönelttiğimiz tehditlerin bir kısmının gerçekleştiğini ister sana gösterelim, isterse senin için ölümü takdir edelim. Er geç onlar bize döndürüleceklerdir. Bu mucizevi bir haber. Bu ayetlerin peygamberliğin 4 ya da 5. yılda indiğini düşünürseniz ondan sonra yaklaşık 20 yıllık süreçte yer yüzünün tanıdığı ve gördüğü en büyük iman inkılabı, en büyük iman hamlesinin nasıl gerçekleştiğini anlarsınız.

Ukbe Bin Ebi Muayd ın öldürmeye teşebbüs ettiği günler Resulallah’a düşünün. Geliyor bir müşrik reisi Ukbe bin ebi Muayd, Resulallah Kâbe’nin etrafında namaz kılarken boynunda ki atkıyla onu boğmaya çalışıyor. Bir önceki derste ayeti tefsir ederken bu olayı da nüzul olarak söylemiştim. Dolayısıyla böyle bir zamanda rabbimizin vaadine bakınız, çok değil Resulallah’a gösterdi rabbimiz Bedir’i, Hayber’i, Mekke’nin fethini, Taif’i gördü Resulallah. Bir kısmını ise göstermedi. Ayette buyurduğu gibi İmparatorluklar İslam’ın önünde dize geldiler.

İmparatorları imana davet etti Resulallah. Düşünün, vefatından 15 yıl sonra 3 kıtaya İslam’ın aziyz sesi ulaştı. Çağının iki süper gücünden birinin sarayı imana teslim oldu, Kisra’nın sarayı. İşte böylesine bir mucizevi bir haber.

78-) Ve lekad erselna Rusülen min kablike minhüm men kasasnâ aleyke ve minhüm men lem naksus aleyk* ve ma kâne li Rasûlin en ye’tiye Bi ayetin illâ Biiznillâh* feizâ cae emrullahi kudiye Bil Hakkı ve hasire hünalikel mubtılun;

Andolsun ki senden önce de Rasûller irsâl ettik… Onlardan kiminin hikâyelerini anlattık ve onlardan kimini de sana anlatmadık… Bir Rasûl için, Allâh izni dışında, mucize getirmesi mümkün değildir! Allâh hükmü geldiğinde, Hak olarak hükmedilir ve bâtıl peşinde koşanlar orada hüsrana uğrar! (A. Hulusi)

78 – Celâlim hakkı için biz senin önünden nice Resuller göndermişiz, onlardan kimini sana ayıtmışız, kimini de ayıtmamışızdır, hiç bir Resul için Allahın izni olmaksızın bir âyet (bir mucize) getirmek olamaz, Allahın emri gelince de hak yerine getirilir ve işte hüsrana burada düştü mubtıller. (Elmalı)

Ve lekad erselna Rusülen min kablik doğrusu biz senden önce de sayısız elçiler göndermiştik. minhüm men kasasnâ aleyke ve minhüm men lem naksus aleyk onların kimisinden sana söz ettik, kimisinden sana hiç söz etmedik.

Çok üzerinde durulması gereken bir ibare gerçekten. Serdedilenler belli. Peki söz edilmeyenler olduğuna göre söz edilenler neye göre seçildiler. Söz edilmeyen bir çokları var. Peki söz edilenlerden niçin söz edildi. Sormamızı istediği soru bu aslında ayetin. Kur’an da anlatılanlar tombaladan mı çekildiler (Haşa), Yani rast gele mi oldu, yoksa bire amacı mı vardı.

Evet kesinlikle. Allah amaçsız iş yapmaz. Amaçlılığın yasası yer çekimi yasasından daha önce vardı. mâ halakte hazâ batılâ. (A. İmran/191) Rabbin bunları boşuna yaratmadın, amaçsız yaratmadın.

Peki neden? Amaç neydi. Mesela Adem. Nasıl tevbe edilip adam olunurun örneğidir. Mesela Nuh nasıl davette sabredilirin örneğidir. Mesela İbrahim nasıl Allah’a teslim olunur ve pazarlıksız iman edilirin örneğidir. Mesela Yusuf, bir adamdan ne çıkar sorusunun cevabıdır. Gömleğiniz nereden yırtılırsa Allah nasıl muamele ederin cevabıdır. Mesela Musa Firavunun kucağında Allah dostu olur mu sorusunun cevabıdır. Mesela Zekeriya ve Yahya Allah’a nasıl kurban olunurun cevabıdır. Mesela Davud ve Süleyman nasıl servetin ve iktidarın, gücün ahlaksızlığına ve ayartısına kapılmadan sultan olunurun cevabıdır.

Evet, Yani Kur’an da ki her bir peygamber kıssası bir sorunun, belki bin sorunun cevabıdır. Mesela Meryem Allah’a adanırsa Allah o birine ne yaparın cevabıdır. Meryem’in annesi Hane, İmran ın kadını, A. İmran suresinin adının adandığı, ailenin reisesi o hanım. Allah’a nasıl adak yapılır, adanır. Mesela İsa adayan bir büyük annenin, adanan bir anne Meryem’in çocuğu ne olur. Bütün hepsi bir mesajdır. Yani liderlik problemi nasıl çözülür bir başka açıdan.

ve ma kâne li Rasûlin en ye’tiye Bi ayetin illâ Biiznillâh ama şu kesin ki hiçbir elçi Allah’ın izni olmadan mucizevi bir mesaj getiremez. Mucize getiremez. Buradaki ayeti öyle de anlayabiliriz. Mucize istemek ve mucizeleri görememek. İlginç bir akılla karşı karşıyayız. Mucizeleri göremeyenler mucize istiyorlar. Hayatın kendisi sınırsız bir mucize dolabıdır. Ama bunu hayatın anlam ve amacını kavrayanlar anlar ve görür.

Ya kavrayamayanlar? Devam edelim isterseniz; feizâ cae emrullahi kudiye Bil Hakkı ve hasire hünalikel mubtılun nitekim Allah’ın emri geldiği zaman Hakk tecelli etmiş olacak, işte o anda da orada hayatı anlam ve amacından yoksun bırakanlar, el mubtılun un karşılığı bu. Hayatı anlam ve amacından yoksun bırakanlar hüsrana uğramış olacaklar.

Şimdi yukarıdaki anlaşıldı mı açıklama. Sınırsız mucizelerin içinde yaşayıp ta bir tanesini göremeyenler, yani mubtıulun, hayatın anlam ve amacını görmeyenler, onu yoksun bırakanlar. Eğer anlam ve amaçtan yoksun bırakmasalar dı hayatlarını, hayvanların varlığının dahi mucize olduğunu görürlerdi. Yani etraflarında sırtlarını dayadıkları ağacın içinde sürekli bir mucizenin gerçekleştiğini görürlerdi. Kendi bedenlerinde sınırsız bir mucizenin gerçekleştiğini görürlerdi. Fakat bakma meselesi. Görene, her şey görene. Köre ne? Görmek için Allah’ın bak dediği yerden bakmak lazım.

79-) Allâhulleziy ce’ale lekümül en’ame literkebu minha ve minha te’külun;

Allâh ki, onlardan bazısını binesiniz ve bazısından da yiyesiniz diye en’amı sizin için oluşturdu. (A. Hulusi)

79 – Allah odur ki sizin için (enamı) o yumuşak başlı hayvanları yarattı, onlardan binit edinesiniz diye, hem onlardan yersiniz. (Elmalı)

Allâhulleziy ce’ale lekümül en’ame literkebu minha ve minha te’külun bir kısmına binmeniz, bir kısmıyla da beslenmeniz için evcil hayvanları emrinize amade kılan Allah’tır.

80-) Ve leküm fiyha menafi’u ve liteblüğu aleyha haceten fiy suduriküm ve ‘aleyha ve ‘alel fülki tuhmelun;

Sizin için onlarda (daha başka) faydalar vardır… Hedeflediğiniz yere onların üzerinde ulaşmanız için… Onların üzerinde ve gemilerin üzerinde yüklenilip taşınıyorsunuz. (A. Hulusi)

80 – Size onlarda daha bir çok menfaatler var, hem onların üzerinde sînelerinizdeki bir hâcete iresiniz diye, hem onlar üzerinde hem gemiler üzerinde taşınırsınız. (Elmalı)

Ve leküm fiyha menafi’u ve liteblüğu aleyha haceten fiy suduriküm onlardan daha başka alanlarda da yararlanırsınız. Onlar aracılığıyla yürekten özlemini çektiğiniz bir şeye ulaşır, sevdiklerinize taşınır, bir ihtiyaca ulaşırsınız. ve ‘aleyha ve ‘alel fülki tuhmelun hem onlarla hem de gemilerle hayatın yükünü taşırsınız.

81-) Ve yüriyküm âyâtiHİ, feeyye âyâtillâhi tünkirun;

(Allâh) size işaretlerini gösteriyor… Allâh’ın işaretlerinin hangisini inkâr ediyorsunuz! (A. Hulusi)

81 – Ve size âyetlerini gösterir, şimdi Allahın âyetlerinin hangisini inkâr edersiniz? (Elmalı)

Ve yüriyküm âyâtiHİ, feeyye âyâtillâhi tünkirun İşte O size varlık ayetlerini böyle gösteriyor. O halde Allah’ın ayetlerinden hangisini inkar edebilirsiniz ki. Yani biraz önce söyledik ya hayvanlar dahi Allah’ın ayeti ise gerisini varın siz düşünün Burada zımnen söylenen gerçek bu. Etrafınız mucize dolu, siz garip garip işler istiyorsunuz. Dolayısıyla kendisinin burnunun ucundaki mucizeleri görmeyen, oradan gelen mucizeyi nasıl görecek. Zaten göremediler de.

82-) Efelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kablihim* kânu eksere minhüm ve eşedde kuvveten ve asâren fiyl Ardı fema ağnâ anhüm ma kânu yeksibun;

Arzda seyretmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl oldu nazar edip görsünler! Onlar (öncekiler), bunlardan hem kalabalık, hem de kuvvetçe ve yeryüzünde daha çok eser üretmişlerdi. Kazandıkları, onları kurtarmadı! (A. Hulusi)

82 – Daha Yer yüzünde gezip de bir bakmazlar mı? Kendilerinden evvelkilerin âkıbeti nasıl olmuş? Onlar kendilerinden hem daha çok hem kuvvetçe ve Arzda âsarca daha çetin idiler, öyle iken o kesp ettikleri şeyler kendilerini kurtarmadı. (Elmalı)

Efelem yesiyru fiyl Ardı feyenzuru keyfe kâne akıbetülleziyne min kablihim şimdi bunlar yer yüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmezler mi? Ben bunlar diye çevirdim, onlar da diyebilirsiniz. Ama yer yüzünde dolaşıp ta ibret almayan herkes bu ayetin muhatabı.

Hayatı anlam ve amacından soyutlayan her uygarlık kendi sonunu getirir. dolayısıyla burada söylediği geçmiş uygarlıkların kalıntılarına bakın, onları o hale getiren, bir zamanlar yer yüzünde güç kuvvet yetmez uygarlıkları böylesine toz duman eden, tarih eden, onların; hayatın amaç ve anlamını yok etmiş olmaları.

kânu eksere minhüm ve eşedde kuvveten ve asâren fiyl Ard onlar, berikilerden daha kalabalık, daha güçlü ve yer yüzünde daha derin izler bırakmıştılar. fema ağnâ anhüm ma kânu yeksibun fakat birikimleri onlara hiçbir yarar sağlamadı.

Evet hiçbir yarar sağlamadı, parçalar hakkında bilgi edindiler onlar, Fakat onu bütün içinde değerlendiremediler. Parçayı bütünün amacına aykırı kullandılar, sonuçta parça başlarına bela oldu. İsterseniz devam edelim de ayet söylesin;

83-) Felemma caethüm Rusulühüm Bil beyyinati ferihu Bima ‘ındehüm minel ‘ılmi ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun;

Rasûlleri onlara apaçık deliller olarak geldiklerinde, onlar kendi bildiklerine dayanarak sevinip şımardılar! Alay etmekte oldukları şey onları kuşatmıştır! (A. Hulusi)

83 – Çünkü onlara Peygamberleri beyyinelerle geldikleri vakit kendilerinde bulunan ilme güvendiler de o istihza ettikleri şey kendilerini kuşatıverdi. (Elmalı)

Felemma caethüm Rusulühüm Bil beyyinati ferihu Bima ‘ındehüm minel ‘ılm çünkü onlara elçileri hakikatin apaçık delillerini getirmişlerdi, ama elde tuttukları bir parça bilgiye küstahça şımardılar.

Çok ilginç Bima ‘ındehüm minel ‘ılm yani bilgiden ellerine geçirdikleri bir parça yüzünden küstahça böbürlendiler. Bir parça bilgi diyor değil mi. Parçanın bilgisi yani. Zincirin halkasını fark edip zincirden kopardılar, o halka boyunlarına geçen bir tasmaya dönüştü. Oysa ki halkayı yerinden koparmasalardı o zincir onları Allah’a ulaştıracaktı. Allah’ın ipine tutunmuş olacaklardı.

ve haka Bihim ma kânu Bihi yestehziun sonunda alay ede geldikleri gerçek kendilerini çepeçevre kuşattı.

84-) Felemma raev be’sena kalu amenna Billâhi vahdeHU ve keferna Bima künna Bihi müşrikiyn;

Hışmımızı gördüklerinde: “Esmâ’sıyla hakikatimiz olan Allâh’a ve O’nun Tek olduğuna iman ettik; O’na ortak koştuğumuz şeyleri inkâr ettik” dediler. (A. Hulusi)

84 – O vakit hışmımızı gördüklerinde Allahın birliğine inandık ve ona şirk koştuğumuz şeylere küfrettik dediler. (Elmalı)

Felemma raev be’sena kalu amenna Billâhi vahdeHU ve keferna Bima künna Bihi müşrikiyn ve kahredici cezamızı gördükleri zaman tek olan Allah’a iman ettik ve O’na ortak koştuğumuz şeylere olan inancımızı reddettik dediler.

85-) Felem yekü yenfe’uhüm iymanühüm lemma raev be’sena* sünnetAllâhiletiy kad halet fiy ‘ıbadihi ve hasire hünalikel kâfirun;

Fakat hışmımızı gördükten sonra onların iman etmeleri kendilerine fayda vermedi! Bu, geçmişten beri uygulanan kulları hakkındaki Sünnetullâh’tır! Hakikat bilgisini inkâr edenler (hakikatlerinden, Sünnetullâh’tan perdeliler) işte bundan dolayı hüsrana uğradı! (A. Hulusi)

85 – Dediler amma hışmımızı gördükleri vakit ki imanları kendilerine fayda verecek değildi. Allahın kullarında geçe gelen sünneti, ve işte hüsrâna bu noktada düştü kâfirler.(Elmalı)

Felem yekü yenfe’uhüm iymanühüm lemma raev be’sena fakat kahredici cezamızı gördükten sonra iman etmeleri onlara hiçbir yarar sağlamadı. Özgür iradeyle seçilmiş ve tercih edilmiş bir iman değildi çünkü. Dayatılmış bir imanın sahibine hiçbir yararı yoktu. Ense köküne dayadığınız bir silahla iman ettirseniz neye yarardı. Allah’ın verdiği iradeye ihanet etmemişler miydi bunlar. Yararsızdı onun içinde hiçbir işe yaramadı, çünkü irade dışı idi.

sünnetAllâhiletiy kad halet fiy ‘ıbadih kulları hakkında geçmişten bu güne gelen Allah’ın uygulaması adeti, sünneti budur. Sünnetullah; ilahi uygulama, adetullah yani. İnsanın kaderi seçmektir, Sünnetullah budur. Seçer ve sorumlu tutulur. Seçtiğinden sorumlu olur. İşte bu Sünnetullah.

ve hasire hünalikel kâfirun nitekim inkarı tabiat edinen, inkarı ahlak edinenler, inkarı huy edinenler orada ve o anda. Hünalike nem zamana hem mekana delalet eder. Orada ve o anda hüsrana uğradılar.

Rabbim iman eden, dini Allah’a has kılan, imanında pazarlık yapmayan, koordinatlarını ve istikametini vahyin belirlediği bir imana sahip olan ve bu imanı Allah’a kavuşuncaya kadar sağlıklı ve sahih bir çizgide koruyanlardan kılsın.

“Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn”

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. FUSSİLET (01 – 25) (150)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

El Hamdu Lillahi Rabbil’Alemiyn Vesselatü Vesselâmü alâ Resulüna Muhammedin ve alâ alihi ve ashabihi ecmaiyn.

Rabbişrah liy sadriy;

Ve yessirliy emriy;

Vahlül ukdeten min lisaniy;

Yefkahu kavliy; (Tâhâ 25-26-27-28)

Rabbim, göğsüme genişlik ver, kolaylaştır işimi, düğümü çöz dilimden, ki anlasınlar beni, amin.

Değerli Kur’an dostları bu dua ile yeni bir dersimize, yeni bir sure ile daha giriyoruz. Bugün tefsirini yapacağımız surenin ismi Fussilet. Fussilet suresinin tefsirine geçmeden sure hakkında kısaca genel bilgiler vermek istiyorum.

Eldeki Mushafta 41. sırada bulunan Fussilet suresi adını 3. ayetinden alır. Ayrıntılı olarak açıklandı manasına gelen Fussilet, bu surede belirgin bir kelime olarak kullanıldığı için sureye bu isim verilmiş. Sure Buhari ve Tirmizi’de ki bir rivayette ha, mim üs secde, Hamim es secde ismi ile anılır. Ki surenin akvât ve mesabiyh 10. ve 12. ayetlerde geçen ilgili kelimelerden aldığı iki ismi daha var.

Surenin iniş sırası Ha, mim ailesinin 2. suresi olarak indirilir sure. Tüm sureler gibi ki bu Ha, mim ailesinin diğer üyeleri gibi bu sure de Mekki. Mü’min suresi ile eş ya da art zamanlı diyebiliriz. Ki eğer mü’min suresi ile eş ya da daha kuvvetle muhtemeldir ki art zamanlı olarak indirilmişse hicretin öncesinde, nübüvvetin, peygamberliğin 9. yılı gibi tarihlemek mümkün.

Fussilet suresi iniş sıralamasında 61. sıraya denk düşer. Kûfe okuluna göre surenin ayet sayısı 54. diğer okullara göre 53 ya da 52 olarak ta taksimat yapılmış.

Surenin ana teması iman ve inkarın tabiatı. İndiği dönemle uyumlu bir tema arz eder sure. Ön yargı aklın kör kuyusudur. Gözü görmez, kulağı işitmez eder. 4 ve 5. ayetlerden biz bunu öğreniriz.

İnsan kozmik koroya gönüllü katılmalıdır. Gökler ve yer ilahi irade ile bu koroya katılmışlar ve o ilahiyi söylemektedirler. İnsandan da göklerin ve yerin katıldığı bu koroya iradeli bir biçimde, kendi tercihi ve arzusuyla katılması istenir. 11. ve 12. ayetler bunu ifade eder.

İrade şeytani benliğin güdümüne girerse, bilinç; bilinç altı tarafından, iç güdü tarafından yönetilir ve yönlendirilirse bilinç altı bilinci esir alır. Bilinç altının bilinci esir alması, şeytanın insanı esir almasına, günahın sevabı esir almasına, nefsin ruhu esir almasına benzer. Dolayısıyla bu gerçeği 25. ayetin söylediklerinden çıkarırız. Böyle biri gerçeği aramaz. Onu gürültüye getirir. Gerçeği ne kadar gürültüye getirirse, kendisinin hayatını üzerine oturttuğu yalan da o kadar değer bulacağını düşünür. Bu hakikati de 26. ayet söyler. Bunlar Yaptıklarının en kötüsüyle cezalandırılacaklardır der 27. ayet.

Bu küfre dönüşmüş ön yargının çelik duvarını delecek tavsiye gelir arkasından Ve lâ testevil hasenetü ve les seyyieh (34) kötülükle iyilik asla bir olmaz. idfa’ Billetiy hiye Ahsen sen tezini güzel savun. Muhatabınla güzel mücadele et. feizelleziy beyneke ve beynehu adâvetün keennehu veliyyün hamiym (34) muhatabınla senin aranda bir düşmanlık olabilir. Böyle ise dahi eğer tezini güzel savunursan bu düşmanlık sımsıcak bir dostluğa dönüşecektir der 34. ayet. Ve sure gerçeğe karşı direnenlerin bir gün hakikati içlerinde ve dışlarında. İç dünyalarında ve dış dünyalarında göreceklerini beyanla hitama erer. ki bu ayet;

Senüriyhim âyâtina fiyl afakı ve fiy enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm enneHUl Hakk (53) Biz onlara ayetlerimizi iç dünyalarında ve dış dünyalarında göstereceğiz. Onları gösterdiğimiz zaman, onlar da bu ayetlerin som bir gerçek, hakikatin ta kendisi olduğunu ayan açık, ayan beyan bilecekler, ortaya çıkmış olacak buyurur. Surenin konusu kısaca böyle. Bu özetten sonra surenin tefsirine geçebiliriz.

BismillahirRahmanirRahıym

1-) Haa, Miiiym;

Ha, Miim. (A.Hulusi)

01 – Hâ Mîm. (Elmalı)

 Haa, Miiiym mukaddaat harfleri. Daha önce de defaatle geldiği için uzun izahat vermeye gerek duymuyorum. Başında geldiği surelerin hemen tamamında yüce manaların sıradan harflerden oluşmuş kelimelerin kalplerine indiğini işaret eder. 1 – 5 arasında harflerden oluşur. Kur’an ın tamamında ki 29 surenin başında gelir. Mesela Kâf gibi tek harften, ha, miym gibi, bu surede olduğu gibi 2 harften. Elif ram lâ gibi üç harften, Elif, lâm, mim ra gibi dört haften Kâf ha ya ayn sad gibi 5 harften oluşan kombinezonlardır.

Neden 5 harfe 1 ile 5 harften oluşur diye sorulacak olursa cevabı açık. Çünkü arap dilinde bir kelime en az bir harfli, en çok 5 harfli olabilir. Buradan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki bu harfler genellikle sureler vahye atıf yaptığı zaman gelirler. Vahye atıf yapan surelerin başında gelirler.

Bu da bize şunu söyler; İşte bu ulvi manalar bu sıradan harflerle oluşmuş kelimelerin kalbine Allah tarafından indirildi. Siz kelimelerden müteşekkil ayaklarına değil, siz vahyin göğe değen manalarına, başına bakın. Dolayısıyla onun size taşıdığı manalar üzerinde durun ve anlayın, anlamaya çalışın. Yani vahyin kabuğunda kalmayın özüne geçin, anlamaya çalışın, anlayın. Çünkü asıl olan Allah’ın size gönderdiği o manalardır. O manalar anlaşıldığı zaman işlevi ifa edilmiş olur mesajını alırız.

2-) Tenziylün miner Rahmânir Rahıym;

Rahmân ve Rahıym’den tenzîldir (tafsile indirme)! (A.Hulusi)

02 – O rahmânı rahîmden indirilme. (Elmalı)

Muhteşem bir indiriliş miner Rahmânir Rahıym rahman, rahiymden. Muhteşem bir indiriliş diye mana verdim Tenziylün’e. Belirsizlik, tazim için gelmiş. Muhteşem anlamını buradan çıkarıyoruz. Öyle muhteşem ki vahiy, indiği geceye 30.000 kat günün değerini vermiş. İndiği geceyi 30.000 kat daha değerli kılmış. Yani bir ömre bedel kılmış.

İnnâ enzelnaHU fiy LeyletilKadr. (Kadr/1)

Ve mâ edrake mâ LeyletülKadr. (2)

LeyletülKadri hayrün min elfi şehr. (3) Kadir gecesi, kader gecesi, takdir gecesi, kıymet gecesi, kıymetine yeter olmayan o mübarek gece 1000 aydan daha hayırlıdır derken Kur’an, o gece de Kur’an ın inmeye başladığını ifade ediyor. İnmeye başladığı geceyi 1000 aydan, yani 83 yıllık bir ömürden daha değerli kılan Kur’an, muhatabına zımnen şöyle diyor. Ya sana, ya senin aklına, ya senin yüreğine, ya senin hayatına inerse bu vahiy, seni ne kadar değerli kılar hiç düşündün mü? Sana ne kadar değer yükler, senin değerini ne kadar artırır hiç düşündün mü. İşte biz Muhteşemlikten, ihtişamdan bunu çıkarıyoruz. Muhteşem bir indiriliş.

Rahman, rahıymden. Bu da yoğun bir anlam dolu olan iki esma. Özü merhamet, işi merhametli olanın, insanlığın önüne açtığı bir gök sofrasıdır vahiy. Yani vahye atıf yapan bir sure, daha ilk ayetinde neden Allah’ın bu iki ismine vurgu yapıyor? Rahman ve Rahıym. Başka esması değil. Çünkü vahiy O’nun rahmetini bir tecellisi. O’nun rahmetinin bir eseri, O’nun rahmetinin bir göstergesidir. O’nun insanlığa olan merhametinin sonucunda vahiy inmiştir.

Vahiy insanlığın önüne Allah’ın açtığı bir gök sofrasıdır demiştim. Hakka ki öyledir. Bu sofra insanlığın mutluluğunun reçetesini içerir. Bu sofradan yiyen mutluluğun yolunu bulur. O nedenle Rahman, Rahıym den inmiş bir sofradır. O’ndan inmiş muhteşem bir kelamdır ve sevginin ifadesidir. Allah’ın insana olan sevgisinin.

Vahye sırt dönmek bu durumda Allah’ın sevgisine sırt dönmektir. Vahye hayır demek, Allah’ın sevgisine hayır demektir. Sevgiye hayır diyen nasıl iflah olur.

3-) Kitabun fussılet ayatuhu Kur’ânen ‘Arabiyyen likavmin ya’lemun;

Anlayabilen bir toplum için, Arapça bir Kur’ân olarak işaretleri tafsil edilmiş Bilgidir! (A.Hulusi)

03 – Öz Arapça bir Kur’an olmak üzere âyetleri ayırt edilmiş bir kitab, bilecek bir kavim için. (Elmalı)

Kitabun fussılet ayatuhu Kur’ânen ‘Arabiyyen likavmin ya’lemun öyle bir kitap ki O’nun ayetleri kavrayabilen bir topluluk için Arapça bir hitap olarak, ayrıntılı ve apaçık kılınmıştır. Ya da; Ayrıntılı bir biçimde açıklanmıştır. Kur’an ın Arapça oluşuna vurgu yapan tüm ayetler, vahyin amacının insan tarafından anlaşılma olduğunu ima eder. yani Kur’an ın Arapça oluşu bir insan diline atıftır. Yani insan oğlunun konuştuğu bir dille indirilmiştir. Zaten Kur’an bir başka ayetinde; “Biz her peygamberi kendi lisanı ile gönderdik” derken (İbrahim/4) bunun ilahi bir ilke olduğunu da dile getiriyordu.

Fakat Arapça oluşuna atıf yapan ayetlerin farklı bir vurgusu vardı ki o da bu kitap yer yüzünde var olan insanların bir bölümünün dili ile indi. Yani yer ehlinin dili ile indi. Gök ehlinin değil. Dolayısıyla bu kitabın iniş amacı sizin anlamanızdır. Onu anlayıp uygulamanızdır. Eğer anlamayacaksanız, anlaşılamayacaksa nasıl yaşayacaksınız. Dolayısıyla Kur’an da Arapçalığına, Kur’an ın, vahyin Arapça oluşuna atıf yapan her ayet zımnen; Ey muhatap anlamıyorum özrün geçersizdir. Çünkü bu kitap meleklerin dili ile değil, insanların dili ile indirildi anlamını verir.

4-) Beşiyran ve neziyra* fea’reda ekseruhüm fehüm lâ yesme’un;

Müjdeleyici ve uyarıcı olarak… (Ne var ki) onların çoğunluğu (bu gerçeklerden) yüz çevirmiştir! Onlar işitmezler! (A.Hulusi)

04 – Hem müjdeci olarak hem gocundurucu onun için çokları başını çevirmiştir de onlar işitmezler. (Elmalı)

Beşiyran ve neziyra bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak. fea’reda ekseruhüm fehüm lâ yesme’un ama uyarılanlar var ya uyarılanlar, onların çoğu yüz çevirmiştir. Artık onlar işitmezler. İşitmedikleri için yüz çevirmemişlerdir. Yüz çevirdikleri için işitmezler. Buradan o çıkıyor. Yani işitmedikleri için dinlemiyor değiller, dinlememek istiyorlar, duymamak istiyorlar. Hakikatin bizzat kendisinden kaçıyorlar. Anlayıp dinledikleri bir şeyi inkar etmiyorlar. Anlayıp dinlemedikleri bir şeyi inkar ediyorlar. Onun için küfürleri küfri inadi oluyor.

Sözün kulağa ulaşması için sesin işlevi ne ise, Hakikatin kalbe ulaşması içinde bilginin işlevi o. Yani burada ses dinlemiyorlar, sese kulak vermiyorlar. Dolayısıyla bilgiye de değer vermiyorlar. Onun için sonuçta işitmiyorlar, yani anlamıyorlar.

5-) Ve kalu kulubüna fiy ekinnetin mimma ted’una ileyhi ve fiy azânina vakrun ve min beynina ve beynike hıcabün fa’mel innena amilun;

Dediler ki: “Bizi kendisine çağırdığın şeye karşı bilinçlerimiz koza içindedir, kulaklarımızda bir ağır işitme var; bizimle senin aranda da bir perde mevcut! Artık yap elinden geleni; muhakkak ki biz de yapmaktayız.” (A.Hulusi)

05 – Ve şöyle demektedirler: kalplerimiz senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde, kulaklarımızda da bir ağırlık var, ve seninle bizim aramızdan bir ger ki çekilmiştir, haydi yap yapacağını, çünkü biz yapıyoruz. (Elmalı)

Ve kalu kulubüna fiy ekinnetin mimma ted’una ileyh bir de derler ki kalplerimiz bizi çağırdığın şeye kapalıdır. Arap der Tahir Bin Aşur üstad, kalp kullandığı zaman bunu akıl anlamında kullanır. El Hakk doğrudur. Burada ki kalbi de biz akıl olarak anlarsak eğer akıllarımız bizi çağırdığın şeye karşı kapalıdır diyorlar. Aklın örtülü olma hali. Yani bir tür uyuşturulmuş olmak. Bir tür içmeden sarhoş olmak, aklın örtülmesi. Aslında küfür aklın örtülmesidir. Aklın üzerine örtülen örtüdür küfür ve Kur’an küfür perdesini yırtmak ister.ç Aklın üstünde ki o perdeyi, o tozlu perdeyi kaldırıp aklı özgür bırakmak ister. Aklı kışkırtır. Aklı cazibe merkezi yapar. Aklı aktif ve aktüel hale getirir. Aklı pasif olmaktan kurtarır, aklı işlevsel yapar.

Kur’an ın insana verdiği en büyük değer de buradan gelir. Onun akıllı bir varlık olmasından. İnsana muhatap olmasının nedeni de budur. Eğer Kur’an muhatabında bir akliyet bulmuyorsa onu ölü kabul eder. Onu yaşayan bir ölü kabul eder. O artık dik sürünen biridir.

ve fiy azânina vakrun kulaklarımız da kurşun vardır. Lafzen ağırlık. Kulağına kurşun akmış deyiminden yola çıkarak Türkçede ki kulaklarımızda kurşun vardır derler. Kurşun akıtılmıştır derler. Yani vahyin sesi geçmiyor. ve min beynina ve beynike hıcabün ve bizimle senin aranda aşılmaz bir engel, bir duvar vardır derler. fa’mel innena amilun şu halde sen elinden geleni yap, biz de elimizden ne geliyorsa onu ardımıza koymayacağız haberin olsun derler.

Evet, küfür önyargıdır demiştik girişte. İşte bu ayetten yola çıkarak bunu söylemiştik. Önyargıya dayalı küfür en zararlı akıl örtülüşüdür. İman ise ön bilgidir. Asıl olan inkar değildir. Bir şeyi inkarın değeri yoktur.Zaten olmayan bir şeyin inkarı söz konusu olmaz. Olmayanın adı dahi olmaz. Yokun adı yoktur. Adı olmayanın inkarı olmaz. Dolayısıyla var olanı inkar ise işte hakiki küfür odur ve burada önyargının nasıl ağır bir perde, nasıl aklın üstüne örtülen ağır bir örtü olduğunu ifade ediyor, ön yargılı muhataplar dinlemiyorlar. Ses geliyor, kulakları işitiyor, gözleri görüyor fakat anlamak istemiyorlar.

Mü’min ise dinlemeyi bilen kimseye verilen addır. Onun için Kur’an mü’mini tarif ederken Elleziyne yestemi’unel kavle feyettebi’une ahseneh. (Zümer/18) onlar ki sözün tamamını dinlerler, ama en güzeline uyarlar diyor. Yani biz söz uygarlığının çocukları olan mü’minler, Allah söze değer verdiği için söze değer veririz. Söz değerli olmasaydı Allah konuşmazdı deriz. Onun için söyleyecek sözü olan herkese kulak veriniz. Çünkü bize bu ahlakı sevgili peygamber bıraktı. O söyleyecek sözü olan herkesi sabırla dinlediği için ona düşmanları üzünün, kulak dediler, böyle lakap taktılar. Ama o bize dinlemenin bir erdem, dinlemenin bir güzellik, dinlemenin aynı zamanda bir sorumluluk olduğunu öğretmişti.

Kafirse dinlememeyi tercih ediyor. Dinlemediği için küfründe inat ediyor. İşte imanla küfrün temel farkı bu. Biri dinlemediği şeyi inkar ediyor, diğeri ise inkar etse dahi eğer söyleyecek sözü varsa ve sözü üslubunca, edebince söylüyorsa inkar edeceği şeyleri dahi dinliyor ki içinde acaba iyi bir şeyler duyabilir mi. Yani sözü olan herkese kulak veriyordu.

[Ek bilgi; KİLİTLENMİŞLİK

.. Kişinin eline aldığını veya karşısındakini "OKU"yabilmesi için ilk şart, geçmiş tüm veri birikimini bir yana koyarak, onlara dayalı değerlendirmelerini devreye sokmayarak, tamamen objektif, yorumsuz olmasıdır.

İkinci iş, elindeki metinde veya karşısında anlatanda, işaret yollu, misal veya mecaz yollu dillendirmelere dikkat etmesi şarttır!

Üçüncü önemli şart; Kesinlikle, "ben bunu zaten biliyorum, duymuştum-okumuştum" önyargısından uzak durup, asla peşin hükümlü olarak konu hakkında hüküm vermemektir! Ola ki, o anda sizde o konuda yeterli açıklık oluşmadı.

Bu defa o konuyu sakın inkâr veya reddetmeyin. Hüküm vermeden, değerlendirme işini zamana bırakın... Zira, ya o konuda yeterli veritabanınız olmadığı için o konuyu anlayamamışsınızdır; ya da daha önceden o konuda vermiş olduğunuz bir hükümle beyninizi kilitlemişsinizdir!

Bu durumda yapılacak en iyi iş, kendinizi o konuya sürekli açık tutmak olacaktır. (A. Hulusi – kilitlenmişlik)…]

6-) Kul innema ene beşerun mislüküm yuha ileyye ennema ilâhuküm ilâhün Vahidun festekıymu ileyhi vestağfiruHu, ve veylün lil müşrikiyn;

(Resûlüm) de ki: “Ben sizin benzeriniz beşerim; ne var ki bana şu gerçek vahyolunmuş bulunuyor: Tanrınız olarak düşündüğünüz Ulûhiyet sahibi TEK’tir! O hâlde O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin… Yazıklar olsun şirk koşanlara!” (A.Hulusi)

06 – De ki: ben sırf sizin gibi bir beşerim ancak bana şöyle vahiy veriliyor: hepinizin tanrısı bir tanrıdır, onun için hep ona doğrulun ve onun mağrifetini isteyin ve vay haline o müşriklerin. (Elmalı)

Kul innema ene beşerun mislüküm ey peygamber de ki; ben de sizin gibi ölümlü bir beşerim. Bu bağlamda bu ifadenin gelmiş olmasının anlamı açık. Kalbinize zorla sokamam deniliyor diyor, demesi isteniyor zımnen. Yani yüreğinizi açıp ta içine koyamam ki, ben de ölümlü bir insanım, sizin gibi bir insanım gönüllere hükmedemem ki siz ısrarla dinlememek istiyorsanız, görmemek istiyorsanız, hakkı reddediyorsanız ben size ille de zorla hakkı dayatamam ki. Zaten hakikat zorlanarak muhatabına dayatılmaz. Çünkü hakikat ekstra bir güç istemez, gücünü kendisinden alır. Gücünü Hakk oluşundan alır. Onun Hakk oluşu muhatabında onun yankı bulmasını sağlayamıyorsa hangi güç sağlayabilir ki. Ya da güçle sağlasanız dahi bunun ne önemi olur ki. Onun için hakikatin gücü kendi özünden kaynaklanır. Ona ekstra bir güç, ilave bir güç transferi gereksizdir.

yuha ileyye ennema ilâhuküm ilâhün Vahid bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahy olunuyor. festekıymu ileyhi vestağfiruH öyleyse O’na yönelin ve O’ndan af dileyin. ve veylün lil müşrikiyn yazıklar olsun Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıranlara.

7-) Elleziyne lâ yü’tunez Zekâte ve hüm Bil ahireti hüm kâfirun;

Onlar (o şirk koşanlar) ki Allâh için karşılıksız bağışlamazlar; onlar sonsuz gelecek yaşamlarını da inkâr ederler. (A.Hulusi)

07 – Ki zekâtı vermezler ve Âhirete onlar kâfirdirler. (Elmalı)

Elleziyne lâ yü’tunez Zekâh. Onlar ki arınmak için ödenmesi gereken bedeli ödemeye yanaşmazlar. Yani kısaltarak söyleyelim arınmak için bedel ödemezler. Bu tam da lafzi karşılığı. Özellikle zekât kelimesinin etimolojik yani kök anlamından yola çıkarak verdiğimiz lafzi karşılık.

Zımnen bedel ödemedikleri halde bedel ödemişlerin arınmışlığına konmak isterler. Biz bunu anlıyoruz. Bedel ödemeye yanaşmıyor, fakat bedel ödemişlerin arınmışlığına konmaya çalışıyor. Bedel ödemişlerle aynı muamele görmek istiyor. Ama bedeli ödemeye yanaşmıyor.

Bu ayette geçen Zekât kelimesinin anlamı üzerinde ihtilaf edilmiş. Farz zekâttır diyenler var otoritelerimizden. Ama İbn. Abbas, Mücahid ve 2. kuşağa mensup bir çok otorite kalbi şirkten temizleyip arındırmak. Lâ ilâhe İllalah’ı yüreğe yedirmektir diyorlar. Allah’tan başka tapılmaya layık varlık yoktur tevhid ilkesini yüreğe iyice yedirmektir ve insanın kendi iç dünyasını tüm şirkten arındırmasıdır anlamını vermişler.

Hatta bir 3. grup burada ki zekâtın, mali bir tasadduk, sadaka. Başkalarına karşılıksız yardım olup, Zekât gibi farz olmayan sadaka, tasadduk olduğu görüşünü de dillendirmişler. Ama biz daha çok İbn Abbas ve onu takip edenlerin de ifade buyurduğu gibi bunun akideden başlayıp amele kadar. İbadetten başlayıp mala kadar, hayatın her bir alanında ödenmesi gereken bedeli ödemek anlamına geldiği kanaatindeyiz. Dolayısıyla insan bazen mal sahibi olur malından bedel ödemesi gerekir. Bazen ilim sahibi olur ilminden bedel ödemesi gerekir. Bazen makam sahibi olur makamından bedel ödemesi gerekir. Bazen şöhret sahibi olur şöhretinden bedel ödemesi gerekir. Yani neye sahipse bedeli ondan ödeyecektir.

Dolayısıyla biz bunu sadece bir alana, mali alana hasretmek yerine insan inancı uğruna bedel ödemesi gerektiğinde o bedeli ödemeyi göze almak zorundadır. Arınmak için bu esas olandır. Bunun mali olanına Zekât diyoruz biz işte. Ama kalbi olanına mücahede diyoruz, ruh teskiyesi, nefis terbiyesi diyoruz ve iç teksiye diyoruz, arınma diyoruz. Yani farklı farklı isimler versek de neticede arınmanın her türü zekât kavramına girer.

ve hüm Bil ahireti hüm kâfirun işte onlar evet, onlardır ahireti inkar edenler. Ahiret, yani hesap günü, yani yargı. Suçlular adil yargı istemezler. Onlar suçludurlar, ödemeleri gereken bedeli ödemeyip bedeli ödemişlerle bir tutulmak isterler. İşte bu suçtur. Hatta hem suçlu hem güçlü olmaktır. Dolayısıyla suçlular adil yargı istemezler, yargılanmak istemezler. Onun için ahireti istemezler. Ahiretten nefret ederler. Onun için ahirete iman etmezler. Çünkü suçludurlar. Suçlunun ahirete imanı bir gün yaptıklarından hesap vereceğine imandır. Onlar hesap vermek istemezler.

8-) İnnelleziyne amenû ve amilus salihati lehüm ecrun ğayru memnun;

İman edip imanın gereğini uygulayanlara gelince, onlar için arkası kesilmeyen bir bedel vardır. (A.Hulusi)

08 – Şüphesiz iman edip iyi iyi işler yapanlar onlar için minnetsiz bir ecir var. (Elmalı)

İnnelleziyne amenû ve amilus salihati lehüm ecrun ğayru memnun ama iman eden, dürüst ve erdemli davrananlara gelince, onları kesintisiz bir ödül beklemektedir.

Kesintisiz bir ödül; ve lâ yünebbiuke mislü Habiyr. (Fatır/14) sana her şeyden haberdar olanın verdiği haber gibisini kim verebilir ki diyordu ya Kur’an Fatır suresinin 14. ayetinde. Sana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olanın verdiği haber gibisini veren bulunmaz. İşte bu ayette bize hiç kimsenin haber veremeyeceği ahiretten muhteşem bir ödül haberi veriyor.

9-) Kul einneküm letekfürune Billeziy halekal Arda fiy yevmeyni ve tec’alune leHU endada* zâlike Rabbül ‘alemiyn;

De ki: “Siz, arzı iki süreçte (yeryüzü itibarıyla; maddeye – kitleye dönüşmesi süreci ve canlı varlıkların oluşumu süreci; beden itibarıyla; sperm – yumurta bileşiminden 120. gün olayına kadar birinci evre ve ondan sonraki doğuma kadar olan ikinci evre. Allâhu âlem. A.H.) yaratmış olanı gerçekten inkâr mı ediyorsunuz; O’na denk tanrılar mı oluşturuyorsunuz (hayalinizde var sanıyorsunuz)! İşte O, Rabb-ül (bir şeyin var olmasının dilenişi aşamasından, yaratılmasından, varlığının dilendiği kadarıyla sürmesi aşamalarınca, gereken her özelliği, şartlarına göre, Allâh isimlerinin işaret ettiği özelliklerle meydana getiren) âlemîn’dir!” (A.Hulusi)

09 – De ki: siz gerçekten küfredip duracak mısınız o halika kî Arzı iki günde yarattı, bir de ona menendler koşuyorsunuz? o bütün âlemlerin rabbi. (Elmalı)

 Kul einneküm letekfürune Billeziy halekal Arda fiy yevmeyni ve tec’alune leHU endada* zâlike Rabbül ‘alemiyn De ki; şimdi siz arzı iki evrede, iki aşamada yaratan Allah’ı inkar edip O’na, ki işte O Alemlerin rabbidir, ortaklar ve eşler mi koşuyorsunuz.

Bu ayette geçen yevm, bizim bildiğimiz manada bir gün olarak nitelendirilemez. Aslında yevm gün manasına gelir. Ama gün yer yüzünün kendi etrafında bir kez dönüşünü ifade eder, ki 24 saattir. Oysa ki bu ayette yeryüzünün yaratılışı anlatılıyor. Daha henüz yaratılmamış, yaratılma aşamasında olan yer yüzünden bahsederken günden söz etmek olmayacağı için bunu aşama olarak, bunu evre olarak, yaratılış evreleri olarak anlamak çok daha doğru olacaktır.

 10-) Ve ce’ale fiyha revasiye min fevkıha ve bareke fiyha ve kaddere fiyha akvâteha fiy erbe’ati eyyam* sevaen lissailiyn;

Orada (arzda = bedende) fevkinde sâbit dağlar (benlikler) oluşturdu, orada bereketler vücuda getirdi ve orada (istidatları itibarıyla) isteyenler için eşit olmak üzere varlıklarının devamı için gereken azıklarını dört süreçte ölçülendirdi. (A.Hulusi)

10 – Hem ona üstünden ağır baskılar yaptı ve onda bereketler husule getirdi, ve onda azıklarını takdir buyurdu, araştıranlar için bir düzeye dört gün içinde. (Elmalı)

Ve ce’ale fiyha revasiye min fevkıha ve o arz üzerine sarsılmaz dağlar yerleştirdi. ve bareke fiyha ve ona bereket bahşetti, bolluk bahşetti. ve kaddere fiyha akvâteha fiy erbe’ati eyyam* sevaen lissailiyn ve oranın besinlerini ora sahiplerinden talep eden kimseler arasında eşit bir biçimde takdir etti, paylaştırdı, verdi. Bütün bunlar 4 evrede gerçekleşti. fiy erbe’ati eyyam cümlei muteriza olarak, tırnak içi bir cümle olarak metnin içine yerleştirilmiş. Bütün bunlar 4 evrede gerçekleştirildi. Bu 4 evre hemen yukarıdaki ayette ifade buyrulan 2 evreyi de kapsar. Bu ikisi 4 evre eder. daha sonra 12. ayette gelecek iki evre ile birlikte 6 evre eder ki, yererin ve göklerin yaratılışla 6 evreden söz eden bir çok ayet mevcuttur Kur’an da.

Eşit diye çevirdim ama bu eşitlik bizim beşeri eşitlik tanımımızla alakası olmayan bir eşitlik. Beşeri ihtiyaç ve eşitlik kavramı tamamen sübjektif bir kavram. İlahi adalete dayalı eşitlik, farklı bir eşitliktir ve ona gerçekten akıl sır ermez. Bu anlamda Allah’ın kendi hesabıyla, o ilahi matematiği ile yaptığı ilahi hesap, bizim bilmediğimiz, asla bilemeyeceğimiz, belki sonsuz değişken, Üç. bin, beş bin, yüz bin, beş yüz bin, bir milyon değişkenin bir araya gelerek hepsiyle çapraz ve paralel hesaplamalar sonucunda kim için ne hayırlıdır. Kim için hangisi hayırlıdır, vermek mi vermemek mi, varsıllık mı yoksulluk mu bütün bunları ilahi hesap ile hesaplayıp herkese o ilahi adaleti ile pay etmesi kastediliyor. Yoksa her eşitliğin adalet olmadığını biz de şu insan aklımızla biliyoruz.

Bazı eşitlik hatta zulümdür. Eğer çok çalışanla hiç çalışmayana aynısını veriyorsanız o zaman bu eşitlik adalet sayılamaz. Dolayısıyla rabbimizin burada ki sevaen ile kastı ilahi adalette ki o paylaştırma sistemidir.

 11-) Sümmesteva ilesSemai ve hiye duhanün fekale leha ve lil Ardı’tiya tav’an ev kerha* kaleta eteyna tai’ıyn;

Sonra duhan (şekillenmemiş fıtrî benlik) hâlindeki semâya (bir kısım Esmâ mânâlarını açığa çıkarmak suretiyle) yerleşerek, ona (şuura) ve arza (bedene) dedi ki: “İsteyerek yahut zorunlu olarak gelin (Esmâ’mın gereğini açığa çıkarın) ikiniz!” İkisi dediler ki: “İsteyerek, itaat ediciler olarak geldik!”(Esmâ özellikleriyle oluşmuş bulunan beyinde semâ = düşünsel boyut ve arz = bedensel organlar boyutu, ikisi de Esmâ özellikleri açığa çıkışına itaat edici oldu.) (A.Hulusi)

11 – Sonra Semaya doğruldu da o bir dumanken ona ve Arza gelin, ikiniz de ister istemez, dedi: geldik isteye isteye dediler. (Elmalı)

Sümmesteva ilesSemai ve hiye duhanün dahası o duman halinde olan göğü şekillendirdi, göğe yöneldi diye de çevirebiliriz. Göğü hüküm ferma oldu, hükümranlığını göğe de geçirdi. Böyle ifade buyrulmasının sebebi, özellikle vahyin ilk inkarcı muhataplarının nazarında göğün; Allah’ın kudretine boyun eğmeyecek kadar büyük olduğu, tıpkı cinlerin Allah’ın hükümranlığı dışında, onun sözünün geçmediği bir alan tasavvuru olduğu için, işte cahiliye müşriklerinin bu tasavvurunu reddetmek için böyle geldi ibare. Yani sizin sandığınız gibi gök Allah’ın müdahil olmadığı bir alan ya da olamayacağı bir alan değil, Allah ona da boyun eğdirdi. Yani şu gördüğünüz bütün varlıklara boyun eğdirdi, bunun içine gök ve yer de dahildir, cinler ve melekler de, hatta şeytan da dahildir.

 ve hiye duhanün gaz bulutu diye de çevirebiliriz. Bugünkü bilgilerimiz bunun evreni oluşturan hidrojen gazı olduğunu söylüyor. Belki daha gelecekte aha farklı bulgular ortaya çıkacak. Biz bu duhanın da daha farklı bir şey olduğunu da öğrenmiş olacağız. Ama yer yüzünün kozmolojisinde bizim ancak yeni öğrendiğimiz bu hakikati Kur’an ın bundan 1.400 sene önce söylemiş olması da gerçekten dikkat çekici bir unsur.

fekale leha ve lil Ardı’tiya tav’an ev kerhen ona ve arza her ikiniz isteyerek ya da istemeyerek varlık sahnesine gelin, varlık sahnesine çıkın dedi. kaleta eteyna tai’ıyn ikisi birden; Bizler boyun eğerek geldik dediler. kaleta eteyna tai’ıyn boyun eğerek, yani gönüllü olarak geldik dediler.

Evrende ki muhteşem uyuma bir atıf bu ayet. Yani evrende ki şu gördüğünüz uyum, zaten adına onun için kozmos diyoruz. Yoksa kaos derdik. Onun için kozmos, bunlar birbirinin zıddı kelimeler. Dolayısıyla bu uyum tesadüf değil. Anlamlılık ve amaçlılık yasasına dikkat çekiyor bu ayet. Şu gördüğünüz evren asla anlamsız ve amaçsız değil. Şu gördüğünüz bilinçsiz evren, yani iradesi olmayan evren anlamsız ve amaçsız değilse, ya Allah’ın şaheseri olan insan, bilinçli ve iradeli olan insan nasıl anlamsız ve amaçsız olur. Burada sordurmak istediği soru bu, bu ayetin, sormamızı istedi soru.  

Ey insan uyumu bozma diyor zımnen. Şu evrensel uyumu bozma. Kozmik bir ilahi söyleniyor kozmik bir koro var. İradesiz varlıklar Allah’a teslim olmuşlar, onların teslimiyeti itaat olarak adlandırılıyor, fakat kulluk olarak değil. Sadece iradeli varlıkların Allah’a teslimiyeti kulluk, ubudiyet olarak adlandırılıyor.

Evet, ben insanları ve cinleri, bir başka ifade ile görünen ve görünmeyen tüm varlıkları Sadece bana kulluk etsinler diye yarattım; Ve ma halaktül cinne vel inse illâ liya’budun (Zariyat/56) ayetini hatırlayalım zariyat suresinde ki. Bu ayette özellikle iki varlığın geçmesi, ikisinin ortak noktasına delalet eder, o da iradedir. Ben iradeli varlıkları iradesiz varlıklar gibi zorla boyun eğdirmek içim yaratmadım, iradeleriyle gönüllü olarak boyun eğsinler, yani kulluk etsinler. Diye yarattım buyurmuştu. Onun için içinde irade olmayan şey ibadet olamaz. Bir davranışı ibadet yapan şey iradedir. İşte iradeli varlığın teslimiyetine rabbimiz ibadet diyor. Bu farkı da vurgulamış olduk.

 Ey insan diyor zımnen demiştim kozmik koroyu bozma, koroya iradenle katıl, çatlak ses çıkarma. Çıkarma ki yarın hesabını zor verirsin. Eğer bu kozmik koroda üstelik şah eser olduğun halde çatlak ses çıkarırsan sadece kendi sorumluluğunu bilmemiş olmakla kalmazsın. Aynı zamanda diğer varlıkların hakkına da geçmiş olursun. Zımnen biz bunu da anlayabiliriz.

12-) Fekadâhünne seb’a Semavatin fiy yevmeyni ve evha fiy külli Semain emreha* ve zeyyennes Semaed dünya Bi mesabiyha ve hıfza* zâlike takdiyrul ‘Aziyzil ‘Aliym;

Böylece onları iki süreçte yedi semâ (yedi Bilinç {Nefs} mertebesi) olarak hükmetti ve her semâda onun işlevini vahyetti! Dünya semâsını (en yakın semâyı) (Bi-)mesabîh (aydınlatıcılar – fikirler) ile süsledik ve hıfzettik Aziyz, Aliym’in takdiridir bu! (A.Hulusi)

12 – Bu suretle onları iki günde yedi Sema olmak üzere yerine koydu, ve her Semada ona ait emrine vahiy verdi, ve Dünya Semayı kandillerle donattık ve hıfzettik, işte bu hep o azîz alîmin takdiridir. (Elmalı)

Fekadâhünne seb’a Semavatin fiy yevmeyni ve evha fiy külli Semain emreha üstelik onları iki aşama da yedi gök olarak var etti. Her bir göğe kendi görevini yükledi. Göklere görev yükleyen Allah, insan gibi bir şah eseri yaratır da ona görevini vahy etmişse bunda şaşılacak ne var. Zımnen bu soruyu sormamız isteniyor. Bunun neresine şaşmalı.

Seb’a Semavat yedi gök. Bilinen ve bilinmeyen birbirinden farklı tüm kozmik sistemlere işaret eder. Yedi, çeşitliliğe delalet eder Arapça da. Dolayısıyla burada da çok çeşitli, bir birinden farklı kozmik sistemler anlamına alabiliriz.

ve zeyyennes Semaed dünya Bi mesabiyha ve hıfzan ve biz en yakın göğü ışıklarla süsledik ve bir güvenlik sistemi oluşturduk. Hıfzan ve muhafaza olarak, koruma olarak, yani ve ona koruma olarak bir güvenlik kuşağı oluşturduk açılımı bu. Bu tek kelimelik ifadenin.

Gök yüzünün çıplak gözle görüntüsünün tasviri veriliyor burada ve zeyyennes Semaed dünya hem dünya seması anlamına çevirebiliriz algılayabiliriz, hem de en aşağı sema, en alçak sema biçiminde de, gök biçiminde de anlayabiliriz. Bir ihtimal dünya gezegenimizi diğer gezegenlerin arasında en güvenilir olan noktaya yerleştirdik şeklinde de o hıfzan’ı anlamak mümkin. Çünkü gerçekten de kozmologların da açıkça ifade ettikleri gibi Dünya güneşin gezegenleri arasında öyle bir yere yerleştirilmiş ki oradan daha güvenli bir yer yok. Hem güneş ısısını alma açısından, hem de gökten maruz kalacağı gök taşları ve kuyruklu yıldızlara çarpışma ihtimali açısından en güvenli güneş gezegeni dünya olarak ifade ediliyor.

zâlike takdiyrul ‘Aziyzil ‘Aliym işte bu her şeyi bilen yüceler yücesi Allah’ın takdiridir.

13-) Fein a’redu fekul enzertüküm sa’ıkaten misle sa’ıkati ‘Adin ve Semud;

Eğer yüz çevirirlerse, de ki: “Sizi, Ad ve Semud’un yıldırımı benzeri bir yıldırım ile uyarıyorum!” (A.Hulusi)

13 – Bunun üzerine yine başlarını çevirirlerse o vakit de ki: size Ad ve Semûd saikası gibi bir saika haber veriyorum. (Elmalı)

Fein a’redu fekul enzertüküm sa’ıkaten misle sa’ıkati ‘Adin ve Semud bu kadar ihsanımıza, lûtfumuza, in’amımıza rağmen yüz çevirirlerse eğer de ki, sizi Ad ve Semud u çarpan yıldırıma benzer bir yıldırımla uyarıyorum.

Evet, gerçekten ilginç. Bu ayetin sebebi nüzulü bahsinde ilginç bir olay anlatılır. Ki bu olayı en ayrıntılı olarak Esira da buluyoruz İbn. Hişam’ın. Ama ondan farklı olarak başka kaynaklarda da yer almış, özellikle İbn. Kesir tefsirinde yer vermiş, Utbe bin Rebia, Ebu Süfyan’ın kayın pederi, Resulallah ile birkaç kuşak dede sonrasında akrabalığı oluştuğunu gördüğümüz biri. Bir müşrik reisi. Utbe Bin Rebia.

Bir gün arkadaşlarıyla beraber otururken de ki ben gidip Muhammed ile konuşmak istiyorum. Şöyle içimi dökeyim, derdini dinleyeyim, bir konuşmayı deneyeyim. Şimdiye kadar hiç biriniz bunu yapmadınız, bunu ben yapmak istiyorum ne dersiniz der. Onlar buyur git derler ve Resulallah’ın yanına varır. Der ki; Ya Muhammed, ya da rivayette ki ifadesiyle

- Ey yeğenim, bak seni çok severim bilirsin. Senin başına bir şey gelmesini istemem. Sen bu iş ile bizi böldün, kavmine ve kabilene kötülük ediyorsun. Onların taptığı putları küçümsüyorsun. Dolayısıyla onları küçümsüyorsun. Yeğenim semin derdin ne. Eğer zenginlik istiyorsan aramızda para toplayalım seni zengin edelim. Makam istiyorsan buyur elimden geleni yapıp seni Mekke’ye reis seçtireceğim. Eğer başka bir şey istiyorsan onu söyle onu yapalım, yerine getirelim. Yeter ki sen bu işten vazgeç. Yeter ki kavminle, kabilenle böyle zıtlaşmayı bırak.

Resulallah sonuna kadar dinler. Sözü bitince

- Bitti mi? der. “Bitti” der Utbe. “O zaman şimdi de sen dinle” der. Döner

- BismillahirRahmanirRahıym Haa, Miiiym Tenziylün miner Rahmânir Rahıym Kitabun fussılet ayatuhu Kur’ânen ‘Arabiyyen likavmin ya’lemun

Diye bu surenin ilk ayetlerini, ilk pasajlarını tane tane yüreğe işleyen bir tını ile okur. Ta ki bu ayete gelir, bu ayete gelince, yani ayette ifade buyrulduğu gibi bu kadar ihsanımıza rağmen yüz çevirirlerse de ki sizi Ad ve Semud’u  çarpan yıldırıma benzer bir yıldırımla uyarıyorum ayetine gelince Utbe’nin rengi atar. İnsiyaki bir davranışla, kendiliğinden bir davranışla hemen elini Resulallah’ın ağzına kapatır; “Aman sus” der ve orayı terk eder.

Utbe’nin renginin atmış bir halde kendilerine doğru geldiğini gören arkadaşları ne oldu diye sorarlar. Der ki;

- Ben ondan öyle bir söz işittim ki o ne şiire benzer, ne kehanete. Ben öylesini hiç duymadım. Bu söz eğer yanılmıyorsam muhatabının üstünde az ya da çok mutlaka etki yapar ve bu etkiyle eğer o Araplara boyun eğdirirse bırakın onun yakasını. Onun şerefi sizin şerefinizdir. O sizin çocuğunuzdur. Dolayısıyla o eğer Araplara boyun eğdirirse bundan siz kazançlı çıkarsınız, dokunmayın der. Ama yok yapamaz Araplar ona hücum ederse o zaman da siz kendi kardeşinizin oğlunu öldürmek onun kanlarına elinizi bulamaktan kurtulmuş olursunuz. O zaman da istediğiniz olmuş olur der. Ama onu kendi haline bırakın, çünkü ben bu sözleri başka kimseden duymadım. Der.

Ona; Ne o senide mi etkiledi diye sorarlar. Yani etkilenmişsin. Yok der. Fakat okuduğu şeyler içerisinde öyle bir şey söyledi ki korktum der. Başımıza bir bela gelmesinden korktum. Çünkü bu güne kadar ne demişse o oldu. İşte böyle bir olay aktarılır bu ayetler çerçevesinde.

14-) İz caethümur Rusulü min beyni eydiyhim ve min halfihim ella ta’budu illAllâh* kalu lev şâe Rabbuna leenzele Melaiketen feinna Bima ursiltüm Bihi kâfirun;

Hani onlara Rasûlleri önlerinden (bildiklerine dayanarak) ve arkalarından (bilmediklerini bildirerek) gelip: “Başkasına tapınmayın; sadece Allâh’a kulluk, ibadet edin!” (dedi)… Onlar da dediler ki: “Eğer Rabbimiz dileseydi elbette melekler inzâl ederdi… Zaten biz, kendisi ile irsâl olunduğunuz şeyi (hakikat bilgisini) inkâr edenleriz.” (A.Hulusi)

14 – Onlara Allah dan başkasına tapmayın diye Resuller önlerinden ve arkalarından geldiği vakit, «rabbimiz: dilese idi Melâike gönderirdi, onun için biz sizin gönderildiğiniz şeylere inanmayız» dediler. (Elmalı)

İz caethümur Rusulü min beyni eydiyhim ve min halfihim ella ta’budu illAllâh hani elçiler onlara önlerinden ve arkalarından gelerek Allah’tan başkasına kulluk etmeyin demişlerdi.

Önlerinden ve arkalarından gelmek, ikna için her yolu denemek anlamına gelebilir. Ya da İlerisini gerisini, geçmişini geleceğini. Helak olmuş kavimleri ve kendilerini bekleyen akıbeti bir bir anlattılar anlamına da gelebilir.

kalu lev şâe Rabbuna leenzele Melaikeh Onlar; Rabbimiz böyle bir şey isteseydi kesin melekler indirirdi dediler. Evet, eğer rabbimiz vahyini bildirmek isteseydi, melekleri indirerek bunu yapardı dediler. feinna Bima ursiltüm Bihi kâfirun şu halde biz sizinle gönderildiğini iddia ettiğiniz şeyleri ısrarla reddediyoruz dediler.

6. ayetle birlikte anlamak gerekiyor bu ayeti. Ben de sizin gibi bir beşerim deniliyordu o ayette. Hayata müdahil olmayan bir peygamber tasavvuru var müşriklerin Onun içinde melek indirilmeli değil miydi diyorlar, melek bekliyorlar. Olağan dışı varlıklar bekliyorlar. Çünkü hayat standartlarının bozulmasını, keyiflerine keder gelmesini istemiyorlar. Eğer ilahi vahyi bir insan getirirse o insan bu vahyi aynı zamanda pratiğe dönüştürecek. Bu pratikte onları bağlayacaktır. Onlar kendi hayat tarzlarından asla vazgeçmek ve fedakarlık yapmak istemiyorlar. Onun içinde gelen vahyin pratiğe dönüşmesini arzu etmiyorlar. Yani bir insan peygamber arzu etmemelerinin temelinde böyle bir mantık yatıyor.

15-) Feemma ‘Adün festekberu fiyl Ardı Bi ğayril Hakkı ve kalu men eşeddü minna kuvveten, evelem yerav ennAllâhelleziy halekahüm huve eşeddü minhüm kuvveten, ve kânu Bi âyâtiNA yechadun;

Ad’a (Hud’un kavmine) gelince, Hak’sız olarak arzda benlik tasladılar ve dediler ki: “Kuvvetçe bizden daha güçlü kimdir?”… Görmediler mi ki kendilerini yaratmış olan Allâh, kuvvetçe onlardan daha şiddetlidir! Bilerek (kasten) işaretlerimizi inkâr ediyorlardı! (Esmâ kuvvelerimizi vehmettikleri benliklerine ait sanıyorlardı.) (A.Hulusi)

15 – Sonra Âd, Arzda bigayri Hakk kibirlenmek istediler ve bizden daha kuvvetli kim var? dediler, ya kendilerini yaratmış olan Allahın onlardan daha kuvvetli olduğunu bir düşünmediler de mi? Fakat âyetlerimizi inkâr ediyorlardı. (Elmalı)

Feemma ‘Adün Ad kavmine gelince festekberu fiyl Ardı Bi ğayril Hakk nitekim onlar da haksız yere büyüklendiler. Büyük olmadıkları halde büyük görünmek, büyüklenmek işte. Haddini bilmemektir bu. Büyük değilsiniz ama büyük görünmeye çalışıyorsunuz. Haddini bilmeyenler, kendini bilmeyenler böyle yapar. Bu kendini kaybetmektir, dengesini yitirmektir. Onun için Ad kavmi de dengesini yitirdi. Büyük değildi ama, Allah’ın büyüklüğünü göz ardı ettikleri için kendilerine tanrılık izafe ettiler. Medeniyetlerini, uygarlıklarını tanrılaştırdılar. Her şeye güçlerinin yeteceğini düşündüler. Büyüklük tutkusuna düştüler, kapıldılar. Ve ne oldu?

ve kalu men eşeddü minna kuvveten ve ne dediler? Bizden daha güçlü kim var ki dediler. Evet, büyüklük tuzağına düşen herkesin yaptığı şey bu. Bizden daha güçlü kim var ki..!

Süper güçlülük iddiasında bulunuyor Ad kavmi. Güç ahlakı yok. Ahlaksız güç var. Onun içinde Allahuekber’i bilmiyorlar. Allahuekber’i kavrayamıyorlar. Güç ahlakından mahrum oldukları için güçlüyü haklı sanıyorlar. İşte bu ayet güç ahlakının, ahlaksız gücü daima alt ettiğini, tarihte ahlaksız gücün ilelebet yaşamadığını ve yerini mutlaka güç ahlakına bıraktığını ifade eden ayetlerden biri.

evelem yerav ennAllâhelleziy halekahüm huve eşeddü minhüm kuvveten öyle mi, ne yani onları yaratan Allah’ın kendilerinden daha güçlü olduğunu da mı düşünemediler. Kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu akıllarına getirmediler mi? ve kânu Bi âyâtiNA yechadun bir de kalkmışlar ayetlerimizi bile bile inkar ediyorlar.

16-) Feerselna aleyhim riyhan sarsaren fiy eyyamin nehısatin li nüziykahüm azâbel hızyi fiyl hayatid dünya* ve leazâbül ahireti ahza ve hüm lâ yunsarun;

Bu yüzden, dünya hayatında onlara rezillik – zillet azabını tattıralım diye, o bahtsız günler içinde, onların üzerine dondurucu bir rüzgâr irsâl ettik! Sonsuz gelecek yaşamının azabı elbette daha rezil – rüsva edicidir… Onlar yardımcı da bulamazlar! (A.Hulusi)

16 – Biz de kendilerine Dünya hayatta zillet azâbını tattırmak için nuhusetli günlerde üzerlerine bir sarar rüzgârı salıverdik ve elbette Âhıret azâbı daha zilletlidir, hem de onlar kurtarılamayacaklardır. (Elmalı)

Feerselna aleyhim riyhan sarsaren fiy eyyamin nehısatin li nüziykahüm azâbel hızyi fiyl hayatid dünya nihayet bu dünya hayatında alçaklığın azabını kendilerine tattırmak için kara günler boyunca üzerlerine iliklere işleyen bir rüzgar gönderdik.

Evet sarsaren diyor. Homurdayan bir rüzgar anlamına da almış dil alimleri, ama iliklere işleyen bir soğuk rüzgar veyahut ta yüreği üşüten bir belanın soğuğu, bu anlama da gelebilir. Ama bir bela tasvir ediliyor burada. Ahkaf, Ad kavminin yaşadığı yer. Kum tepeleri Hadramevd; ölü yeşil, adı üstünde. Hadramevd, ölü yeşil.

Bu yüzyılın 2. yarısında kazılar yapıldı bu yerde. Bu medeniyetin kalıntıları bulundu. 12 m. Kum dağlarının altından çıkartıldı bu kalıntılar. Koca bir medeniyetin nasıl büyük bir bela ile kütür kütür gittiğinin canlı şahidi olarak gidip görenler bu kalıntılarda bu belayı bin yıllar sonrasına kalmış bir öğürt, bir uyarı olarak hala seyrediyorlar.

ve leazâbül ahireti ahza ve hüm lâ yunsarun ama ahiretin azabı kesinlikle daha alçaltıcıdır ve onlar yardım da göremeyecekler.

17-) Ve emma Semudü fehedeynahüm festehabbül ‘ama alelhüda feehazethüm sa’ıkatül azâbilhuni Bima kânu yeksibun;

Semud’a (Sâlih’in halkına) gelince, biz onlara hidâyet ettik de onlar âmâlığı (körlüğü) sevip, hüdaya (hakikate) tercih ettiler… Bu hâlleri yüzünden kazandıkları ile horlayıcı – alçaltıcı azabın yıldırımı kendilerini yakaladı. (A.Hulusi)

17 – Semûd’e gelince; biz onlara yolu gösterdik de onlar hidayete karşı körlüğü sevmek istediler, derken ve kendilerini kesibleri sebebiyle o hor azâb saikası alıverdi. (Elmalı)

Ve emma Semud Semud kavmine gelince. Semud kavmi de Ad kavminin tam zıddına, yeni Ad derlerdi Semud a. Ad a da eski Semud denilebilir. Yani Ad-ı Seni diye de bilinir, 2. Ad. Ad kavminin kalıntılarından, ya da belayı görenlerden. Ya da belanın kendisine erişmediği kimselerden bu bela üzerine kuzeye göç edip vadil kura da kendilerine yepyeni bir  mekan tutan insanlar yine orada bir uygarlık oluştururlar. Önceleri sahih akideye sahipken sonradan bozulurlar ve yine tarihin yasası onlar içinde işler. İşte Semud kavmi bu.

fehedeynahüm festehabbül ‘ama alelhüda çok ilginç bir ifade. Nitekim biz onlara da yol göstermiştik. Ama onlar doğru yolu görmektense körlüğü tercih ettiler. Doğru yol dururken, yani görmek dururken körlüğü tercih etmek. Görmek için göz yetmez sevgili Kur’an dostları görmek için ışıkta yetmez. Göz de ışık ta şart.

Fakat görmek için bambaşka bir şey daha gerektir, görme iradesi. Görmeyi isteyeceksiniz. Görmek istemeyene kimse Hakkı gösteremez. Duymak istemeyene kimde hakkı duyuramaz. Her şey görene. Köre ne? Demişler ya. Aslında körlük gözle, gözün yapısıyla fiziki olarak ilgili bir şey değildir. Görmek insanın tasavvuru ile ilgili bir şeydir. O hakikati görmek istiyor musunuz, istemiyor musunuz İradesi ile ilgili bir şeydir. Görmek istemediği bir hakikati birine kimse gösteremez. İşte burada olduğu gibi.

Körlüğü görmeye tercih etmek nasıl bir şey? Görmemeyi görmeye tercih etmek, körlüğü görmeye tercih etmek. İşte bunlar için Kur’an kör kelimesini kullanıyor. Gözü görmeyen görme özürlü olanlar Kur’an a göre kör falan değil. Asıl hakikati görme iradesi sergilemeyenler kör. Körlük; zihni, akli bir olaydır, bedeni bir olay değildir.

feehazethüm sa’ıkatül azâbilhuni Bima kânu yeksibun sonuçta yapa geldikleri şeylere karşılık onları onur kırıcı bir azab yıldırımı çarptı. Evet, Azab yıldırımı, ya da Allah’ın gazabı çarptı.

18-) Ve necceynelleziyne amenû ve kânu yettekun;

İman edip korunanları kurtardık. (A.Hulusi)

18 – İman edip de korunur olanları ise kurtardık. (Elmalı)

Ve necceynelleziyne amenû ve kânu yettekun Ama biz iman eden ve sorumluluk bilinciyle davrananları kurtardık. Yani bir bela, bir gazap, bir azab inkardan dolayı geliyorsa sadece inkar edenleri pençesine alır. Rabbimiz bir biçimde kendisine güvenenlerin güvenini zedelemez. Onlara yardımını ulaştırır.

19-) Ve yevme yuhşeru a’daullahi ilen nari fehüm yuze’un;

O süreç geldiğinde Allâh düşmanları hep beraber toplanırlar ve Nâr’a sevk olurlar. (A.Hulusi)

19 – Allah düşmanlarının toplanıp ateşe sevk olunacakları gün ise onlar baştan âhire hep tevkif olunurlar. (Elmalı)

Ve yevme yuhşeru a’daullahi ilen nari fehüm yuze’un ve Allah düşmanlarının ateşe doğru sevk edildikleri o gün baştan sona zapturapt altına alınırlar. Ya da tutuklanırlar. Yani zincire vurulurlar diye de çevirebiliriz.

a’daullah Allah düşmanları, Allah’a savaş açanlar tabii ki. Yoksa Allah’ı tanımayanlar değil. Yani her Müslüman olmayan Allah düşmanı değildir. Allah düşmanı, Allah’ı bile bile Allah’a savaş açanlardır. Zaten hiç tanımayan ona savaşta açmaz. Bile bile Allah’a karşı savaş açanlar. Allah’ın ayetlerine karşı savaş açanlar tersi evliyaullah, Allah dostları. Onlar da Allah’a kayıtsız şartsız teslim olanlardır.

20-) Hattâ izâ ma câûha şehide aleyhim sem’uhüm ve ebsaruhüm ve cüludühüm Bima kânu ya’melun;

(Allâh’ın düşmanları bilinçler) oraya geldiklerinde, onların sem’leri (işitme hassaları), basarları (görme hassaları) ve derileri (altındaki tüm bedenleri), tüm yaptıklarıyla onların aleyhine olarak şahitlik etti. (A.Hulusi)

20 – Hattâ ona vardıklarında aleyhlerine kulakları ve gözleri ve derileri şahadet eder: neler yapıyor idiyseler. (Elmalı)

Hattâ izâ ma câûha şehide aleyhim sem’uhüm ve ebsaruhüm ve cüludühüm Bima kânu ya’melun hatta, burada ki hatta edatı, bizde ki hatta, bizim dilimize geçmiş aynı anlamı verir. Hatta ateşe vardıklarında, ateşe ulaştıklarında kulakları gözleri ve derileri yapa geldikleri şeyler sebebiyle onlara karşı şahitlik yapar.

Kulak, göz ve deri anılıyor. 5 duyudan koklama ve tatma duyuları anılmıyor. Çünkü bu duyular günah için en az kullanılan duyulardır koklama ve tatma. Kulak, göz ve deri, 5. ayetin ışığında anlamak lazım bu ifadeyi. Deri bildiğiniz gibi sinir uçları mesela ateşi ya da soğuğu haber veren birer elçidir deride. Tıpkı tehlikeye karşı uyaran peygamberler gibi insanı; Bak ortam sıcaklaştı, bir ateş var. Ya da ortam soğudu sırtını kalınlaştır, üşütebilirsin diye uyarır. Yani deride ki sinir uçları beyne haber verir tıpkı bir elçi gibi, bir resul gibi. Bu haberi alan beyin komut verir ve artık insan tedbirini alır. O ateşten kaçar, yanmasın diye. Onun için en ağır acıyı yaşatan derinin yanmasıdır. Yoksa ette deri kadar sinir hücresi olmadığı için o kadar acımaz.

İşte buradan yola çıkarak bir başka gerçeği söylüyor, intikal etmemizi istiyor, zihni bir intikal yapmamızı istiyor Kur’an. Duyular sahibine gerçeği ilettiği halde sahibi bu araçları amaç dışı kullanmışsa bu o organa işaret anlamına gelir. Emanete ihanettir bu. Dolayısıyla yer yüzünde duyular haber veriyor, sahibi buna aldırmıyorsa yanmayı hak etmiş demektir. Ve o deri beni de yaktın kendini de yaktın diye sahibini şikayet etme hakkına sahiptir.

Emanete ihanet dedim duyuların dili çözülünce, dillerin duyulacağı bir şey kalmaz. Duyuların dili çözülünce diller bir şeyi duyuramaz. Kulak iletti, göz gördü, deri algıladı. Fakat bunların sahibi onları dinlemedi. Şimdi kendilerini dinlemeyenden şikayetçiler. Hayat şahadettir, onlar da şahadet ediyorlar. Şahittirler yani. Dolayısıyla tanıklık yapıyorlar. Onun için biz bu aleme sahip olmak için değil, şahit olmak için geldik. Elimiz bile bizden bağımsız şahitlik yapıyor. Elimiz bile, gözümüz kulağımız, dilimiz dudağımız bile şahitlik yapıyor.

Burada aslında ince bir nükte var. düşüncemizi soyutlama yeteneği ile donatıyor bu ayet. Aklımızı soyutlama yeteneği ile. Soyutlama yeteneği kazanmak düşüncenin en rafine halidir. Ne kadar bu yeteneği kullanırsa o o kadar akıllı sayılır. Onun için düşüncenin kalitesi soyutlama yeteneği ile ölçülür. Elinizi soyutlayın ve elinizle konuşun, diyalog kurun. Ey elim deyin benden memnun musun. Elinizi Müslüman etmekten, özünüzü Müslüman etmekten, dilinizi, dudağınızı, kulağınızı Müslüman etmekten söz edin. Soyutlamak aynı zamanda süpürücülük illetinden kurtulmanın da yoludur. Güzel bir alim, güzel bir öncü güzel bir insan. Fakat kötü bir cümle, kötü bir davranış, kötü bir hal.

Soyutlamayı beceren bir beyin nasıl yaklaşır? At çöpe diyen soyutlamayı beceremeyen kısır düşünceli insandır. Soyutlamayı beceren güzel bir insan ama dili ona ihanet ediyor der. Güzel bir insan ama eylemi ona ihanet ediyor. Güzel bir insan ama şu hali ona ihanet ediyor. Yani soyutlamayı bilen böylesine temyiz kabiliyetine sahip olur. İşte bu ayette bize soyutlamayı öğretiyor.

Derinizi soyutlayın ve onun işlevini yeniden düşünün. Derinizi soyutlayın ki ahirette sizin aleyhinize şahitlik yapmasın. Soyutlamayı bilen yüce akıllar burada organlarıyla diyaloga girerler. İş işten geçmeden onları konuştururlar ve onların konuştuğunu dinlerler. Gözüm sen benden şikayetçi misin dediklerinde gözün şikayetini dinler ve tedavi ederler. Tevbe istiğfar budur işte. Gözün şikayetini dinlemek ve tedavisine yönelmek. Kulağın şikayetini dinlemek ve tedavisine yönelmek. Yüreğin şikayetini dinlemek ve tedavisine yönelmek. Bunu burada yapanlar ötede bu organların aleyhte şahitliği ile karşılaşmayacaklar.

[Ek bilgi; TAVSİYE;

Herhangi bir yerde Allah’a karşı bir günah işlediğinde o yeri terk etmezden önce bir ibadet yapman gerekir. Böyle yapınca o mekan aleyhine şahitlik edeceği kadar lehinde de şahitlik eder. İbadeti yaptıktan sonra oradan ayrılabilirsin.

Aynı şey giydiğin elbise için de geçerlidir. Allah’a giymiş olduğun bir elbise içindeyken asi olunca söylediğim üzere elbisenin içindeyken bir ibadet yapmalısın.

Kestiğin tırnakların, kılların, traş ettiğin saçın, sakalın, bıyığın, yıkanırken üzerinden ayrılan kirlerin vs. Bunlardan herhangi biri bedeninden ayrılırken taharetle ve Allah’ı zikretme halinde bulunmalısın. Onlar seni nasıl terk ettiklerini sana soracaklardır. Bu durumlar da yapabileceğin en kolay ibadet emri hakkında Allah’ın tövbeni kabul etmesi için dua etmendir.

Bu durumda O’nun emrine bağlanırken zorunlu bir işi yerine getirmiş de olursun. O emir;

Rabbiniz size; “Bana dua edin size icabet edeyim.” (Mü’min/60) ayetinde ifade edilir.

Demek ki Allah sana kendisine dua etmeni emretmiştir. Ayetin devamında da şöyle der.

“Bana ibadete karşı büyüklenenleri cehenneme sokacağım.”

Burada ibadet ile kastedilen duadır ve benim karşımda zelil olup bana muhtaç olmaktan sarfı nazar edenler demektir. Dua ibadet diye isimlendirilmiş, ibadet de zillet, eziklik ve yoksulluk anlamına gelir. Onlar cehenneme zelil ve hor bir şekilde gireceklerken emredileni yapanları ise Allah izzetli bir halde cennete girmekle ödüllendirir. (İbn. Arabi Fütûhat-ı Mekkiye cilt/18-s;181)]

21-) Ve kalu li cüludihim lime şehidtüm aleyna* kalu entakanAllâhulleziy entaka külle şey’in ve HUve halekaküm evvele merretin ve ileyHİ turce’un;

Bedenlerine dediler ki: “Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?”… Dediler ki: “Her şeyi konuşturan Allâh bizleri konuşturdu… Sizi başlangıçta O yarattı… Şimdi de O’na rücu ettiriliyorsunuz.” (A.Hulusi)

21 – Derilerine niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz? derler, bizi, derler: her şey’i söyleten Allah söyletti, sizi de ilk defa o yarattı yine ona götürülüyorsunuz. (Elmalı)

Ve kalu li cüludihim lime şehidtüm aleyna derilerine niçin aleyhimize şahitlik ettiniz diye sorarlar. Yaşamak tanık tutmaktır aslında. Ama bunu bilmiyor beyimiz. Niçin aleyhimizde konuşuyorsun, yani hem kendini hem beni yakıyorsun diyor. Yani derinin kendine dediğini, kendisi deriye söylüyor. Duyularla sahibi arasında karşılıklı suçlama yani. Kendini de yaktın beni de yaktın der gibi adeta.

Hadiste İbn. Kesir de yer almış şöyle bir ifade var. “Kör olası ben seni savunuyorum, senin yaptığına bak” diyecek buyuruyor efendimiz. Yani duyunun sahibi, o derinin sahibi ben seni savunmaya çalışıyorum, aslında savunmuyor, deri onu savunuyordu. Fakat o onun savunmasını bile boşa çıkardı. Şimdi hak etti.

[Ek bilgi; DERİNİN YANMASI

RUH", yani "holografik ışınsal beden" Güneş'in içine gittiği zaman, oradaki yüksek radyasyonun etkisiyle deforme olur, eğrilir, büzülür, yanar(!), fakat yok olmaz!.. Bunun misali, rüyada, bedeninin ezilip-büzülmesi, kırılması, yaralanması, parçalanması ertesinde yeniden yaşamına aynen devam etmesidir.

İşte "cehennem" denen Güneş'in içindeki yaşantıda da, dalga beden tahrip olur, ezilir, uzar, genişler, yassılaşır, yıpranır, yanar ve akabinde eski hâline döner... Ve bu durum tekrar tekrar sürer gider. (A. HULUSİ – Yaşam sistemi)]

kalu entakanAllâhulleziy entaka külle şey’i onlarda her şeye kendi dilince konuşma yeteneği veren Allah, bize de verdi. Diyecek deriler. Her şey kendini kendince ifade eder, kendisi hakkında bilgi verir. Allah her şeye dil verdi diyor ya ayet, işte bu. Gülün yaydığı koku bilgidir. Gülün göze verdiği renk bilgidir. Şekli bilgidir, katılık, sıvılık, gazlık, ışıma bilgidir. Gülün açması ve kokması, yani konuşmasıdır.

ve in min şey’in illâ yüsebbihu Bi hamdiHİ ve lâkin lâ tefkahune tesbiyhahüm. (İsra/44)bu varlık içinde hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile anmamış, tespih etmemiş olsun. Fakat sizler onun tespihini anlamıyorsunuz. Yani varlık dile gelmiş, kendi dili ile konuşuyor. Var olmak konuşmaktır diyebiliriz. Deriniz bu dünyada konuşuyor, sıcaklığı ve soğukluğu haber veriyor. Tutanı ve iteni haber veriyor. Her şeyin dilinin çözüldüğü ahirette konuşması neden garip olsun ki. Orada da konuşuyor.

ve HUve halekaküm evvele merretin ve ileyHİ turce’un sizi yoktan var eden O’dur, dönüşünüz de yine O’nadır.

22-) Ve ma küntüm testetirune en yeşhede aleyküm sem’uküm ve lâ ebsaruküm ve lâ cüludüküm ve lâkin zanentüm ennAllâhe lâ ya’lemu kesiyren mimma ta’melun;

Sem’inizin (işitme azanızın), basarlarınızın (görme azalarınızın) ve bedenlerinizin aleyhinize şahitlik yapmasını ummadığınızdan (keyfinize göre yaşadınız)… Yaptıklarınızın birçoğunu Allâh’ın bilmediğini zannediyordunuz! (A.Hulusi)

22 – Evvel kulaklarınız ve gözleriniz ve derileriniz aleyhinize şahadet eder diye sakınmaz idiniz ve lâkin zannetmiş idiniz ki Allah yaptıklarınızdan bir çoğunu bilmez. (Elmalı)

Ve ma küntüm testetirune en yeşhede aleyküm sem’uküm ve lâ ebsaruküm ve lâ cüludüküm bir zamanlar siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin size karşı şahitlik yapmasından sakınmazdınız. Kelime anlamıyla alırsak testetirune; Üstünü örtmezdiniz. Yani saklamazdınız. Bu duyuların sahibine dünyada algıladıklarını aynen bildirme niteliklerini ifade edebilir. Yani dünyada algıladıklarını duyularını sahibine aynen iletir. Me küntüm testetirun, gizlemezdiniz, saklamazdınız. İnce bir istihza var gibi burada. Şimdi burada neden gizlemeye çalışıyorsunuz, dünyada gizleseydiniz ya. Yani elinizden günahı gizleseydiniz ya, gözünüzden günahı gizleseydiniz ya Ondan gizleyemediğini Allah’tan mı gizlemeye çalışıyorsunuz. Bu ne çelişki. Duyularınız dünya hayatında gerçeği söyledi fakat siz bunu ciddiye almadınız. Neden? Nedeni hemen arkasında;

ve lâkin zanentüm ennAllâhe lâ ya’lemu kesiyren mimma ta’melun Üstelik Allah’ın yaptıklarının hakkında fazla bir şey bilmediği zannına kapılırdınız. Ebet, dünyada böyleydiniz. Allah tasavvurunuz yamuktu. Gören, aktif, müdahil bir Allah’a inanmıyordunuz. İnanıyorsanız bile görmeyen bir Allah’a, pasif bir Allah’a, uzak bir Allah’a inandınız.

23-) Ve zâliküm zannükümülleziy zanentüm Bi Rabbiküm erdaküm feasbahtüm minel hasiriyn;

İşte Rabbiniz hakkında beslediğiniz bu yanlış zan sizi uçuruma mahvetti de hüsrana uğrayanlardan oldunuz. (A.Hulusi)

23 – İşte rabbinize beslediğiniz o zannınız sizi helâke sürükledi de hüsrana düşenlerden oldunuz. (Elmalı)

Ve zâliküm zannükümülleziy zanentüm Bi Rabbiküm erdaküm feasbahtüm minel hasiriyn bakın işte rabbiniz hakkında ki bu zannınız sizi helake sürükledi de böylece hüsrana uğrayanlardan olup çıktınız.

Allah’a suizan; suizanların en tehlikelisi İşte burada dile getirilen o en tehlikeli suizan. Görmeyen, duymayan bilmeyen bir Allah zannetmek. Oysa ki elinizden bile gizleyemediğiniz şeyleri Allah’tan nasıl gizlediğinizi zannettiniz. Bu ne çelişki. İnsan kul olduğu Allah’ı aciz tasavvur eder mi. Böyle aciz tasavvur edilen bir şeye kul olunur mu. Böyle aciz tasavvur edilen bir şey Allah olur mu? Tanrı olur mu? Hem böyle aciz tasavvur et, hem de onu tanrı et. Bu çelişki değil mi? Aslında büyün bu sorular ve daha bir çok soruyu zımnen sormamızı istiyor.

24-) Fein yasbiru fen naru mesven lehüm* ve in yesta’tibu fema hüm minel mu’tebiyn;

Sabırla katlansalar bile (bir gün geçer diye), Nâr onların yaşam ortamıdır! Eğer (mazeret ile Rablerini) razı etmek isteseler, onlar mazeretleri kabul edilip razı olunanlardan olmazlar! (A.Hulusi)

24 – Artık sabredebilirlerse ateş kendilerine bir ikametgâhtır, yok eğer hoşnutluğa dönmek isterlerse hoşnut edileceklerden değildirler. (Elmalı)

Fein yasbiru fen naru mesven lehüm eğer dayanabilirler ise ateş onlar için bir tür mesken olacaktır. Mesven de ki belirsizlik tür olarak, nev olarak yansıttık çeviriye ve in yesta’tibu fema hüm minel mu’tebiyn geri dönüp af için baş vurmak isteyecekler, asla başvuruları kabul edilmeyecektir. Yani geri dönmek isteyecekler, biz yanılmıştık itirafında bulunacaklar. Gerçeği görecekler, fakat gerçeği görmelerinin hiçbir pratik yararı olmayacak. Olmayacak çünkü gerçeği görmelerinin kendilerine bir kazanımı olmayacak. Dolayısıyla pratik yararının olmadığı bir anda gerçeği görmek meziyet değildir.

25-) Ve kayyadnâ lehüm kurenae fezeyyenu lehüm ma beyne eydiyhim ve ma halfehüm ve hakka aleyhimül kavlü fiy ümemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins* innehüm kânu hasiriyn;

Onlar için karînler (şeytanî fikirliler {cin veya ins}) hazırladık ki; (bu yakın arkadaşlar) yapmakta olduklarını ve yapmayı hayal ettikleri arzularını onlara süslü gösterdiler! Cin ve insten, onlardan önce gelip – geçmiş ümmetler hakkındaki hükmü, bunlar aleyhine de hak oldu… Muhakkak ki onlar hüsrana uğrayanlardı! (A.Hulusi)

25 – Hem onlara bir takım yanaşıklar saldırmışızdır da onlar, onlara önlerindekini ve arkalarındakini ziynetleyi vermişlerdir, Cin ve İnsten önlerinden geçen ümmetler içinde onların aleyhine de söz Hakk olmuştur, çünkü hep kendilerine yazık etmişlerdir. (Elmalı)

Ve kayyadnâ lehüm kurenae zira onlara güdümüne girecekleri yoldaşlar musallat ettik. Kayyadnâ; mümkün kıldık, hazır hale getirdik anlamına gelir. Ama asıl burada anahtar terim kurenae. Kariyn; yakın kıldı bağlı kıldı, bağımlı kıldı, birbirine kattı, bir biriyle iç içe geçirdi anlamlarına gelir. Birbirine mahkum etti anlamına gelir hatta. Cazibe merkezi kıldı anlamına ulaşabiliriz oradan. Hatta bir şeyin güdümüne girene de kariyn denilir. Yani nefse, bilinç altına, içgüdüye, şeytani benliğe, öteki kişiliğe, bütün bunların hepsine birden delalet edebilir.

Bu ayeti Zuhruf/46 (Hayır 36 olacak) ayeti ışığında anlamak zorundayız.

Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn. (Zuhruf/36) Kim rahmanın, o sınırsız merhamet kaynağının vahyine –zikir burada vahiy olarak alınabilir- ya da hatırlatmasına, uyarısına tavuk karası gözlerle, yamuk bakışlarla bakarsa, O sınırsız merhamet sahibi, merhametinden onu mahrum kılar da onu başına birini musallat eder ki o onun öteki kişiliği olur. Şeytanı musallat eder. Öteki kişiliği şeytan olur. Yani nefsi şeytanlaşır, o onun uydusu haline gelir. fehuve lehu kariyn o onun uydusu haline gelir ve artık onun yörüngesinden ayrılamaz olur, onun gölgesi olur. Onu istediği gibi sürer. İstediği yere götürür. İşte burada da Zuhruf 36. ayetin ifade ettiği gerçek farklı bir formla ifade ediliyor.

[Ek bilgi; YAŞAM SİSTEMİ

Nasıl, Dünya üzerinde insanlar veya Dünya'da ve uzayda yaşayan cinler var ise; onlar gibi her gezegende ve yıldızda da yaşayan varlıklar vardır!.. Dolayısıyla Güneş'in de kendine has ışın yapılı sâkinleri mevcuttur.

İşte bunlar Kur'ân-ı Kerîm'de "zebânî" diye tarif edilmişlerdir... Bu isimle adlandırılmışlardır!  Bizler nasıl Dünya üzerinde yaşayan varlıklar olarak, elimize düşen güçsüz varlıklara istediğimizi yapıyorsak; aynı şekilde Güneş'in içine gidecek insanlara da, Güneş'in canlıları olan "zebânî"ler, oranın şartları içinde dilediklerini yapacaklardır... Ki bu davranışlar insanlara eziyet olacaktır.  (A. Hulusi; Yaşam sistemi)]

fezeyyenu lehüm ma beyne eydiyhim ve ma halfehüm önlerinde olanı da arkalarında kalanı da kendilerine süslü göstermiştir. Kim? O ikinci kişiliği, öteki kişiliği haline gelen iç güdüleri. Mesela iç güdüler bilinci esir alırsa ne olur?

Bilinci iki tür şey etkiler. Bir bilinç altı etkiler bir de bilinç üstü. Bilin altı güdülerin etkisi ile oluşturulmuş bir alan. Güdüler bilinç altını oluşturur ve bilinç altını oluşturan güdüler bilinci etkiler, bilinci kendi ellerine geçirirler, denetimleri atkına alırlarsa, artık o insan güdülerinin esiri olur. Şehvetinin esiri olur. Hırsının, öfkesinin esiri olur. O insan Kendini tutma sorunu yaşar. Kendimi tutamadım. Artık ondan sonra kendisini hiç tutamayacaktır. Mesela bir sofra gördüğünde kendini tutamayacaktır. Bir haram gördüğünde kendini tutamayacaktır. Bir Allah’ın razı olmadığı, Allah’ın lanet ettiği bir şey gördüğünde kendini tutamayacaktır. Yani kendini tutma sorunu olacaktır. Artık kendini tutamaz. Çünkü kendinde değildir. Kendini tutamayan kendini kaybeder. Kendini kaybeden kendini nasıl bilir. Kendini bilmez.

Dolayısıyla bilinç altı bilinci eğer etkisi ve denetimi altına alırsa insanın kendini tutma sorunu, kendini kaybetme ile neticelenir ve işte o noktadan sonra artık yörüngesine girdiği şeytan, yani iç güdüleri onu; eline gemini alıp istediği yere sürülen bir ata dönüştürür. Sırtına biner istediği yere götürür. Aslında oruç kendini tutmak için içgüdülerin bilinci denetim altına almaması için güdülerin tutulması halidir. Yani binincin denetimini güdülerin elinden alıp ruha vermek için bedeni aç bırakıp aklı, ruhu ve iradeyi beslemektir.

Aslında gece namazı, hatta sabah namazı, namazların tamamı bütün bu ibadetler birer denetim altına alma terbiyesidir. Uykuyu denetim altına alamayan kimse uykunun denetimine girer. Uykunun denetimine girmek; atın; süvarinin sırtına binmesi demektir. Oysa ki süvari atın sırtında olmalıydı. O nedenle burada denetim altına alamadığınız iç güdüleriniz, sizi denetim altına alırsa o zaman öteki kişiliğiniz olur şeytan ve onun yörüngesinde biteviye döner durursunuz anlamına geliyor ve tabii ki süslü gösterecektir günahı.

[Ek bilgi; BİR VE İKİNCİ BEYİNLER.

Kafataslarımızdaki büyük olanla bağlantı halinde olan bağırsaklardaki küçük beyin, zihinsel durumumuza kısmen karar verir ve vücudun her tarafında belirli hastalıklarda anahtar roller oynar. Onun etki alanı geniş olsa da; ikinci beyin, herhangi bilinçli düşüncenin veya karar vermenin merkezi değildir.
New York Presbyterian Hastanesi/Columbia Üniversitesi Tıp Merkezi’nde Anatomi ve Hücre Biyolojisi Departman başkanı, yeni oluşan Nörogastroenteroloji alanında uzman ve 1998 yılı kitabı ‘’İkinci Beyin’’ (HarperCollins Yayınevi) in yazarı olan Michael Gershon, "
İkinci beyin, büyük düşünce süreçlerine yardımcı olmamakta. Din, filozofi ve şiir, baştaki beyine bırakılmış’’ demiştir.

2. BEYİN

Dr. Gershon, "Beyin bedende nörotransmitter’larla dolu olan tek yer değildir. Yüz milyon nörotransmitter bağırsağın uzunluğunu kaplamaktadır, yaklaşık olarak beyinde bulunan sayı kadar’’ demiştir. Eğer yemek borusunun, midenin ve kalın bağırsağın sinir hücrelerini katarsak, bağırsakta bütün periferik sinir sisteminin geri kalan kısmından daha fazla sinir hücresi vardır. Baş kısmında beyni kontrol eden neredeyse her kimyasal, hormonlar ve nörotransmitter’lar da dahil, bağırsakta belirlenmiştir.

Bu karmaşık devre, bağırsaktaki beynin bağımsız olarak davranmasını sağlamaktadır. Bunun ispatı, yutmayı kontrol eden beyin sapı hücreleri zarar görmüş olan felç hastalarında görülebilir. Eğer bu meydana gelirse bir cerrah karına ait duvarda bir delik oluşturur, böylelikle beslenme gıdaların direkt olarak midenin içerisine elle girmesiyle başarılabilir. Yiyecek bir kere midede olduğunda, sindirim ve emilim beyin ölümü olan kişilerde bile gerçekleşebilir. Merkezi sinir sistemi, yutma ve defekasyon (bağırsaklardakilerin rektum ve anüs yoluyla dışarı atılması) için gereklidir, fakat yiyeceğin yutulmasından arta kalanların anüsden dışarı atıldığı zamana kadar bağırsak sorumludur.]

ve hakka aleyhimül kavlü fiy ümemin kad halet min kablihim minel cinni vel ins işte böylece kendilerinden önce gelip geçmiş olan görünür görünmez varlıklardan nice topluluklar hakkında ki vaad onlar içinde gerçekleşmiş oldu. innehüm kânu hasiriyn şüphe yok ki onlar daima kaybeden taraf oldular.

Burada da insanla beraber cinlerin anılması vahyin ilk muhatabı olan müşriklerin cin tasavvuruna, Allah’ın müdahil olamadığı, yani Allah’ın müdahalesi dışında kaldığına inandıkları, istediklerini yaptıkları, keyiflerine uyanı yaptıklarına inandıkları cinlerin de Allah’ın müdahalesi altında olduğunu ve görünür görünmez tüm varlıklara Allah sözünü geçirdiğini ifade etmek içindir.

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


İslamoğlu Tef. Ders. FUSSİLET (26 – 55) (151)

$
0
0

231

“Euzü Billahi mineş şeytanir racim”

BismillahirRahmanirRahıym

Değerli Kur’an dostları bugünkü tefsir dersimize kaldığımız yerden, yani Fussilet suresinin 26. ayeti ile devam ediyoruz.

26-) Ve kalelleziyne keferu lâ tesme’û li hazel Kur’âni velğav fiyhi lealleküm tağlibun;

Hakikat bilgisini inkâr edenler (Hz.Rasûlullâh’ı dinleyenlere) dediler ki: “Şu Kurân’ı dinlemeyin ve Onun hakkında boş laflar edin ki, belki üstün çıkarsınız!” (A.Hulusi)

26 – Bir de dedi ki o küfredenler: şu Kur’an ı dinlemeyin ve ona yaygara yapın, belki bastırırsınız. (Elmalı)

Ve kalelleziyne keferu lâ tesme’û li hazel Kur’âni velğav fiyhi lealleküm tağlibun küfürde direnen kimseler dediler ki bu Kur’an ı dinlemeyin, ona kulak vermeyin, onu karalayıp şamata yapın ki bastırabilesiniz.

İlginç bir akıl, şamatacı akıl diyebiliriz. Hakikati dinlememek, hakikatten kaçmak için ona kulak tıkamak, yani cehalet saadettir demek. Bilmemeyi bilinçli bir biçimde tercih etmek, cehaleti bilinçli bir biçimde tercih etmek, tercihi cehalet olmak. Buna cehli mürekkeb demektir. İnsan bilmez, bilmediğini de bilmez, dolayısıyla cahildir. Fakat insan bilmek istemez, bilebileceği halde, önüne kadar geldiği halde, hatta bilme yollarının tamamı kendisine açıldığı halde ısrarla cehaletini savunur. İşte bu cehli mürekkebdir, işte bu mazur görülmeyecek cehalettir. İşte bunun hiçbir mazereti yoktur.

Küfür en tehlikeli ön yargıdır, bu bir ön yargıdır. Dinlemeyin, ona karşı şamata yapın. Neden? Ancak böyle bastırabilirsiniz sesini. İşte bu küfrün ön yargı olduğunun açık bir kanıtı.

4 ve 5. ayetle birlikte okumak gerekiyor bu ayeti. 4. ve 5. ayetlerde kulakları üzerinde kurşun, ağırlık olduğunu söylüyorlardı. Kalplerinde perde olduğunu söylüyorlardı. Kur’an la, vahiyle kendi aralarında aşılmaz bir engel olduğunu söylüyorlardı. Bu ayetle birlikte düşündüğümüzde bu insanların hakikatte sorunlarının bilmemekten kaynaklanmadığını, ön yargıdan kaynaklandığını, kendilerini cehalete bilinçli olarak kilitlemekten kaynaklandığını anlıyoruz.

Bunun karşıtı bir tavır var. Bu küfürde direnenlerin tavrı. Bunun karşıtı tavır ise imanda direnenlerin tavrı. O ne? 35. ayet. (Hayır 34 olacak) Gelecek ama ben hemen şimdiden haber vereyim;

Ve lâ testevil hasenetü ve les seyyie.. (34) kötülükle iyilik asla bir olmaz. Kötülükte bir olmaz, iyilikte. Tam tercümesi bu. Yani ne kötülük iyilikle, ne iyilik kötülükle eşit olabilir. Ne kötülüğe iyilik, ne iyiliğe kötülük. Ne kötülüğe kötülük, ne iyiliğe kötülük. Yani kötülüğe iyilikle kötülüğe kötülükte bir olmaz. İyiliğe iyilikle, iyiliğe kötülükte bir olmaz. Onun için bu formda gelmiş ve devamı şöyle;

idfa’ Billetiy hiye Ahsen..(34) tezini en güzel biçimde savun. İşte bunun karşıtı tavır da bu. Yani bir yerde dinlemeyin, şamata çıkarın, belki yenebilirsiniz, alt edebilirsiniz. Öbür tarafta tezini en güzel şekilde, muhatabını kırmadan savun. feizelleziy beyneke ve beynehu adâvetün keennehu veliyyün hamiym. (34) Ola ki muhatabınla senin aranda bir düşmanlık olabilir, bir husumet ve kin olabilir. Eğer tezini güzel savunursan o sana sımsıcak bir dost kesilebilir.

Yine bunun karşısında yer alan mü’min tavrı; Elleziyne yestemi’unel kavle feyettebi’une ahsene. (Zümer/18) onlar ki kendilerine söyleyecek sözü olan herkesi sonuna kadar dinlerler. Kim olursa olsun feyettebi’une ahsene. Fakat dinledikleri sözün en güzeline uyarlar.

İşte ön yargılı kafir tavrı dinlemeyin, kulak vermeyin, hatta başkalarına da dinletmeyin. Şamata çıkarın, saptırın bu tavır. İmanda direnenlerin tavrı ise; dinle, düşmanın dahi olsa dinle. Dinle en güzeline uy. Bu doğrunun doğruyu söyleyenden bağımsız olarak hakikatine delalet eder. Doğruyu söyleyenle senin aranda ki husumet, onun ağzından çıkan doğruya husumete dönüşmesin. Hakikat hakikattir. Söyleyenden bağımsız olarak hakikattir. Onun için sen hakikat kimden sadır olursa olsun ona değer ver.

Hikmet mü’minin yitiğidir. Dâlletül mü’min. Onu nerede bulsa alır. İşte bu. Ahlaki çerçeve bu.

Böyle bir tavır sözün gücünün olmadığı bir yerde hakim tavır olarak ortaya çıkar. Gücün sözü vardır orada. Onun içinde bastırın, söyletmen, vurun mantığıdır bu. Çünkü orada sözün değeri yoktur, orada gücün değeri vardır. Onun içinde gücü olan haklıdır. Söz dinlemezler. Sözü dinlemedikleri gibi sözü dinletmezler. Çünkü söyleyecek bir sözleri yoktur. Sözün gücünün olmadığı, sözün üstün olmadığı bir yerde güç tanrılaştırılır, güç fetiş haline gelir. Gücün tanrılaştırıldığı, fetiş haline geldiği bir yerde ise artık hiçbir söz kar etmez. Söz para etmez. Orada güç konuşur. Güç yarıştırılır.

Orada hakikate paha biçilmez. Çünkü orada hakikatin değeri yok. Orada güce paha biçilir. Kim daha güçlü ise onun önünde eğilir insanlar. Tüm vahiylerin maksadı gücün sözünü yok edip, sözün gücünü yükseltmektir. Eğer söz güçlü olursa, en Hakk olan söz muhatabını bulur. Eğer söz dinlenirse, yani söz pazarı serbest bir biçimde açılırsa, o pazarda en değerli sözler hakikate en yakın olan, ya da hakkı en iyi ifade eden sözler olur.

Velğav gargaraya getirin ayette geçen kelime. Amacından saptırın, içeriğinden boşaltın, etkisizleştirin anlamlarına gelir. Yani sadece fiili şamatayı ifade etmez, aynı zamanda hakikati içeriğinden boşaltma, ona karşı kara propaganda yürütme, gerçeğin gerçekliğine çamur atmada bu velğav içine girer. Yani şamatacılar şamata yaparak gerçeğin sözünü, gücünü bastırmaya çalışırlar. Tabii şairler şiirleriyle gerçeğin gücünü bastırmaya çalışırlar. Hakkın sözünü bastırmaya çalışırlar. Bu günün belki de basınına tekabül eder.

Yine kıssacılar, hikayeciler, masalcılar kıssalarıyla, masallarıyla gerçeğin gücünü bastırmaya çalışırlar. Yani herkes, tabii tüccarlar, para sahipleri, sermaye sahipleri paralarını kullanarak gerçeğin gücünü bastırmaya çalışırlar. Burada velğav hepsini, hak sözün gücünü bastırmaya çalışan herkesin tavrını içine alır.

27-) Felenüziykannelleziyne keferu azâben şediyden ve lenecziyennehüm esveelleziy kânu ya’melun;

Andolsun ki o hakikat bilgisini inkâr edenlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve elbette onlara yaptıklarının en kötü sonuçlarını yaşatacağız! (A.Hulusi)

27 – İşte biz de onun için o küfredenlere şiddetli bir azâb tattıracağız ve kendilerine yaptıkları âmellerin en kötüsünün cezasını vereceğiz. (Elmalı)

Felenüziykannelleziyne keferu azâben şediyde ve elbet inkarda direnen bu kimselere şiddetli bir azab tattıracağız. Ben bunu terk edilmişlik acısı diye çeviriyorum. Azabın kök anlamına nispetle. El ‘Azb, terk etmek, bir şeyden ayrılmak, kesip koparmak, ya da kesip ayrılmak anlamlarına gelir. İnsandan susuzluğu giderdiği için soğuk suya azb, ma ül azb denilir. Dolayısıyla bu köke nispet etmemde sebepsiz değil ayetin devamına baktığımızda bizim bu anlayışımızı daha da pekiştiren bir ifade görüyoruz ki orayı tefsir ederken buna değineceğiz.

ve lenecziyennehüm esveelleziy kânu ya’melun ve onları kesinlikle yapa geldiklerinin en kötüsüyle cezalandıracağız.

Bu da ilginç. ve le necziyennehüm ahsenelleziy kânu ya’melun (Ankebut/7)ayetini hatırlayın. Onun tam zıddı bu ayet, bu ifade. Orada mü’minler için onları yaptıklarının en güzelleriyle ödüllendireceğiz deniliyordu. Burada ise inkarda direnenleri yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız.

Aslında imanın ve inkarın insan eylemlerinin değerlendirilmesinde 1 numaralı ölçü olarak kabul edildiğini gösterir bu iki örnek. Eylemlerimizin temelinde iman ve inkar yatar. Belirleyici rol imana ve inkara verilmiştir.

Eylemlerimizin hepsi ruhsuz birer cesede benzer. İman onlara ruh verir, ruh üfler ve canlandırır. İnkarsa onları öldürür. Ölmüş bir ceset, yani ruhu çıkmış bir ceset. İmansız bir eylem. Dünyanın en güzeli de olsa yüzüne bakılmaz. Çünkü artık ruhu yoktur. Çünkü artık hakikate nispeti yoktur. Çünkü kasıtlı iyiyi kastederek yapılmamıştır. Amaçlı ve anlamlı değildir. Tesadüfi iyilik iyi değildir. O nedenle iman eylemlerimizin ruhu mesabesindedir. Eğer bu ruh çıkarsa, imansız olursa eylem dünya güzeli de olsa yüzüne bakılmaz olur, çürür.

28-) Zâlike cezâü a’daillahin nar* lehüm fiyha darul huld* cezaen Bima kânu Bi âyâtiNA yechadun;

İşte Allâh düşmanlarının yaptığının sonucu, ateştir! Onlar için orada sonsuzluk vatanı vardır! Bilerek işaretlerimizi inkâr etmelerinin (Rablerini kabullenmemelerinin) sonucu olarak! (A.Hulusi)

28 – O işte cezâsı Allah düşmanlarının, o ateş, onlara ondadır ancak ebediyet evi, âyetlerimize yaptıkları cehudluğun cezası. (Elmalı)

Zâlike cezâü a’daillahin nar işte budur Allah düşmanlarının cezası, ateş. En nâr..! ateş. Allah’a düşmanlık yapanlarla yapmayanlar ile bir tutulmaz. Allah düşmanları ‘adaullah. Allah düşmanlarının zıddı evliyaullah; Allah dostları Fakat Allah’a düşman olan kafirle, Allah’a düşman olmayan kafir. Allah’a düşman olan gayri müslimle Allah’a düşman olmayan gayri Müslim bile bir olmaz. Allah’a savaş açmış, düşmanlığını ilan etmiş, O’ndan gelen ne varsa O’na karşı mücadeleye adamış kendini. Ama öbür tarafta gerek bilmediğinden, cehaletinden, gerekse böyle bir karşıt olmadığından iman etmemiş, Allah’a dost olmamış ama düşman da olmamış olan bile bir olmaz. Allah dostu ile Allah düşmanı bir olsun mu? Nasıl bir olur. Yani Allah’tan dostuyla düşmanını bir tutmasını kim isteyebilir.

Dolayısıyla cennet ve cehennemin varlığı, ödül ve cezanın varlığı aslında dostla düşmanın ayrılığı temeline dayanır. Siz dostunuzla düşmanınızı bir tutmuş bir aklı selim bir akıl saya bilir misiniz. Böyle bir insan düşüne bilir misiniz. Bir insan ne kadar hilim sahibi, ne kadar yumuşak huylu, ne kadar hoş görülü olursa olsun, benim dostumda bir düşmanımda bir deme lüksüne sahip olabilir mi? İşte bu çerçevede cenabı hakkın ödül ve cezasını anlamamızı böyle kolaylaştırıyor ayet.

lehüm fiyha darul huld* cezaen Bima kânu Bi âyâtiNA yechadun onların sürekli kalacakları yer darul huld; sürekli kalacakları yer ayetlerimizi bile bile inkar etmelerine karşılık yechadun, bile bile inkar etmek. Etmelerine karşılık olmak üzere orası olacaktır. Yani ateş olacaktır.

Bile bile inkarın mantığı farklı. Biraz önce söyledim dinlememeyi seçmek, kulak tıkamayı seçmek. Yani kulağınıza ses gelmediği için mahrum kalmak değil hakikatten. Kulağınıza gelen sesi duymamak için parmağınızı kulağınıza tıkamak. Yüreğinizin üstüne daha kalın perdeler örtmek, hakikatten bile isteye kaçmak, gerçeğe karşı gözünüzü kapamak.

Bu insanın kendisine karşı zulmüdür başta. Çünkü göze karşı zulümdür, kulağa karşı zulümdür, akla karşı zulümdür, yüreğe karşı zulümdür. Bütün bunlar kendi fonksiyonunu icra etsin diye insana emanet edilmiş olan değerlerdir. Göz görsün diye vardır, kulak işitsin diye vardır, akıl; akletsin, düşünsün diye vardır. Yürek inansın diye vardır. Düşünün bunların emanet edildiği kişi bunları amaçlarının tam zıddına kullanacak. Kulağı işitmesin diye, gözü görmesin diye, aklı düşünmesin diye, yüreği inanmasın diye ısrarla kullanacak. Bu zulümlerin en büyüğüdür. Bu insanın Allah’ın kendisine açtığı krediyi olağanüstü istismarıdır ve bunun mutlaka cezası olmalıdır.

29-) Ve kalelleziyne keferu Rabbena erinellezeyni edallâna minel cinni vel insi nec’alhüma tahte akdamina li yekûna minel esfeliyn;

Hakikat bilgisini inkâr edenler dediler ki: “Rabbimiz… Cin ve insan türünden (şeytanlardan) bizi saptıran o ikiliyi göster de, o ikisini ayaklarımızın altına alalım da en aşağılık olsunlar!” (A.Hulusi)

29 – Ve muhakkak diyecek ki o küfredenler: ey râbbimiz! Göster bize Cinn-ü insten bizleri ıdlâl edenlerin ikisine de, ki onları ayaklarımızın altına alalım en aşağılıklardan olsunlar. (Elmalı)

Ve kalelleziyne keferu ve (o ateşe girince onlar,) İnkarda direnen kimseler diyecek ki Rabbena erinellezeyni edallâna minel cinni vel ins rabbimiz görünen ve görünmeyen tüm varlıklardan bizi saptıranları bize göster de nec’alhüma tahte akdamina li yekûna minel esfeliyn hepsini de ayaklarımızın altına alıp çiğneyelim ki hepimizin en alçağı olsunlar.

Hakikati inkarı hayat tarzı edinen, günahı ahlak haline getiren küfür ve günahla özdeşleşmiştir. Böyle biri kendisini çiğnemek zorundadır. Yani eğer hakikati inkar eden kimse günahı ahlak haline getirmişse, -ki zaten burada günahı ve küfrü  ahlak haline getirenlerden söz ediliyor- Onlar öncelikle kendilerini çiğnemişlerdir.

Biraz önce tefsir ederken söyledik bir üstte ki cümleyi gözlerine kulaklarına, akıllarına, yüreklerine, varlıklarına zulmetmişlerdir. Onları çiğnemişlerdir. Onun için tabii ki bu talepleri dürüstçe bir talep değildir. Siz kendinizi çiğnediniz. Aslında bizi saptıranlar derken toplu taca atmanın gereği yok sizi siz saptırdınız, siz saptınız.

30-) İnnelleziyne kalu RabbunAllâhu sümmestekamu tetenezzelü aleyhimül Melaiketü ella tehafu ve lâ tahzenu ve ebşiru Bil cennetilletiy küntüm tû’adun;

Muhakkak ki: “Rabbimiz, Allâh’tır” deyip sonra bilfiil o doğrultuda yaşayanların üzerine melekler tenezzül eder (ilâhî sıfatların Cemâl kuvveleri zâhir olur ki, bu şu demektir): “Korkmayın, mahzun olmayın ve vadolunduğunuz cennetiniz ile sevinin…” (A.Hulusi)

30 – Haberiniz olsun ki «rabbimiz Allah» deyip de sonra doğru gidenler yok mu onların üzerlerine şöyle Melekler iner: korkmayın, mahzun olmayın vaad olunup durduğunuz Cennet ile neş’eyâb olun. (Elmalı)

İnnelleziyne kalu RabbunAllâhu sümmestekamu öte yandan rabbimiz Allah’tır diyen, sonra da sümmestekamu, dosdoğru bir çizgi üzerinde yaşama kararlılığı gösterenlere gelince. Sümme; Burada terahi ifade eden bir bağlaç edatı. Ama Zemahşeri’nin güzel tespitiyle ikrardan terahi ve üzerine fadl ifade eder diyor büyük müfessirimiz. Bu, şu anlama geliyor. İman temeli üzerine yükselecek tüm hayatınız, yani hayatınızın temeline imanı yerleştireceksiniz.

Sahih akidenin, sahih hayat tarzının zemini oluşunu ifade ediyor bu edat. İstikamet sahih duruş, esas duruştur. Allah’a kul olmayan kula kul olur. Kula kul olanın esas duruşu, omurgası olmaz, değeri olmaz, fiyatı olur. Alınır ve satılır. Dolayısıyla burada müstakim olan insan, değeri olan insan. Değerini Allah ile ilişkisinden alan insan anlamına alıyoruz. 25. ayet dostu şeytan olanlardan söz etmişti hatırlıyorsunuz. Burada dostu Melek, melaike olanlardan da söz edilecek, işte şimdi oraya geldik.

tetenezzelü aleyhimül Melaikeh onlara melekler sürekli inerler, inerler ve derler ki, Yani Allah ile ilişkisini kesmiş bir insanı şeytanlar yönlendirir. Allah ile ilişkisini kuran bir insanı ise melekleri, meleke haline gelmiş melekleri yönlendirir. Dolayısıyla burada iki tip kıyaslanıyor bu surede.

Şeytanın yörüngesine girenler, meleğin yörüngesine girerler. Aslında şeytan ve melek tabirleri insanda ahlak haline gelirse, insanda ahlak haline gelen şeytan nefis olur. İnsanda ahlak haline gelen melek, meleke olur. Dolayısıyla biri günah üretir, diğeri sevap üretir.

Bu iki tohum gibidir, insan gönlü toprağa benzer. Bu toprağın bağrında potansiyel olarak iki tohum gömülüdür. İnsan bu iki tohumdan hangisini sularsa o kabuğunu yarar ve ağaca dönüşür. Biri cehennem ağacı olur, -ki zakkum  diyor Kur’an buna- diğeri ise tûba ağacı olur, cennet ağacı. Dolayısıyla insan cennet ve cehennemini kendi eli ile suladığı yüreğinde öncelikle yetiştirir. Yani burada da Meleke haline gelmiş meleklerden söz ediliyor ve onların sürekli inişinden bahsediliyor.

Muzari, süreklilik ifade eder, Muzari fiil. Tetenezzelu sürekli, hep inerler, daima inerler. Burada peygamberlerden söz edilmiyor ki vahiy meleği indiğini söyleyeyim. Burada müminlerden söz ediliyor. Mü’minlere meleğin sürekli inişini nasıl izah edeceğiz. Aslında Allah’ın gönüllerine sürekli destek ve takviye verişiyle izah edeceğiz. Aslında eğer Allahlı düşünüyor ve yaşıyorsak her bir zerremiz bir meleğe dönüşüyor Eğer Allahlı düşünüyor, Allahlı yaşıyor, Allahlı görüyor ve işitiyorsak sekinet halinde oluyoruz. Güvenlik ve özgürlük problemimiz çözülüyor ve içimizde buluyoruz iyiliğin tohumunu ve o tohum ambarından ha bire hayatımıza serpiyor, etrafımızdakilerim ize dağıtıyoruz. Sürekli veriyor çünkü. Sürekli inme, aslında sürekli, çıkma, sürekli bitme halidir.

Eğer siz melekleri meleke haline çevirmişseniz yürek tarlanızda ki o tohum sürekli vermektedir. Siz biteviye onun meyvelerini dermektesiniz, derlemektesiniz ve dağıtmaktasınız. Onun için tetenezzelü aleyhimül Melaikeh sürekli inerde iner. Yani o toprak sürekli verirde verir. Meleke haline gelmişse melekler fizik gücün zemini metafizik güçtür. Buradan bunu anlıyoruz. Yani tasavvurunuz eğer siz tasavvurunuzda cennet ağacını açtırmışsanız, tasavvurunuzda eğer problemi çözmüşseniz fizik gücünüze yansır. Yani iç potansiyeliniz dış potansiyelinizi belirler.

Dolayısıyla iman tasavvurunuzu güçlendirir. Güçlenen tasavvurunuz aklınıza yansır düşünme biçimi olarak. İyi düşünürsünüz, doğru düşünürsünüz. Doğru düşünürseniz doğru yaparsınız. Doğru yaptığınızda da sonuç alırsınız. Dolayısıyla burada meleke haline gelmiş meleklerimizin sizi kuvvetlendirmesi, takviye etmesinden söz edildiğini düşünebiliriz. Zaten mel – ek eşyayı ayakta tutan kuvvet kök anlamına dayanır. Dolayısıyla sizin melekleriniz sizi ayakta tutan güç olur. Hep gözünüz, kulağınız, diliniz, dudağınız, eliniz, ayağınız maksimuma doğru yükselmeye başlar, daha iyi çalışmaya başlar.

Mesela göz %400 kapasiteli görür. Yani gözün görme kapasitesi %100 dür. %400; normal kapasitenin 4 katıdır. %100 de %100 görebilen bir insan bunu 4 katına da çıkarabilir teorik olarak. Kulak içinde geçerlidir bu. Bu deri içinde geçerlidir. Mesela çivi üzerine yatan insanlar deri direncini kullanmayı becerebilen insanlardır. Deri direnci diye bir şey vardır ve eğer bu direnci kullanabilirse potansiyel olarak, herkeste vardır, ama bunu kinetize ederse insan deri, bir çiviye dahi direnir. Bir iğneye bile direnir.

İşte bunun gibi yani insan iç potansiyelini yükseltirse bedeninin potansiyeli de yükselir. İç potansiyeli ise ancak imanla yükselir. İman insanın tasavvuruna ilave bir nükleer yakıt gibidir. Bitimsiz bir nükleer yakıt. Oradan yola çıkarak aklı aydınlatır ve tabii ki aydınlanmış bir akıl da insanın fiziki potansiyelini yükseltir.

[Ek bilgi; MELEKLE İLGİLİ BİLGİ

Varlıktaki tüm nesneler, yani kesitsel algılama araçları ile algılayabildiğimiz veya algılayamadığımız; tespit edemediğimiz ama akıl yollu varlığını kabul ettiğimiz bütün varlıklar, gerçekte hep meleklerin varlığından ibarettir.

Çünkü, evrende var olan her şey "enerji"den meydana gelmiştir. Yani, "nûr"dan meydana gelmiştir. Meleklerin varlığı da "nûr"dur; dolayısıyla, meleklerden meydana gelmemiş hiçbir şey yoktur! "İnsan" denilen varlığın aslı, orijini de melektir! İnsanlar, cennete melekî yapıya dönüşmüş olarak gireceklerdir.

Maddenin aslı da melektir! Çünkü melekler, her şeyin varlığını oluşturan "ALLÂH" isimlerinin anlamlarının, soyut boyuttan somutluk ortamına geçişinde yer alan ilk bilinçli, kaynak varlıklardır! Bu yüzden "melek", kişinin kendi özünü, hakikatini, aslını, orijinini tanımada çok önemli bir boyut ve önemli bir katmandır!..

Yapısı itibarıyla "nûr" diye vasıflandırılan enerji kökenli bu varlıklar; "ALLÂH" hangi ilâhî isimlerinin mânâlarının ortaya çıkmasını dilemişse, o mânâlara uygun özelliklerle bezenmiş, o ismin mânâsına uygun güçlerle güçlenmiş, o ismin mânâsını ortaya koymakla görevlendirilmişlerdir.

"Melek"ler de, "insan"lar gibi "Esmâ terkipleri"dirler!.. Tek bir ismin açığa çıktığı birimler değil!Yani, "melek" denilen varlıklar da ana yapılarının mahiyeti itibarıyla "ALLÂH" isimlerinin bir bileşimidirler. Ne var ki, bileşimlerinde bir veya birkaç ismin mânâsı büyük ağırlıklı olarak açığa çıkmaktadır.

{Her insanda, Allâh ismiyle toplu olarak işaret edilen isimlerin tümü, yani bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok Allâh ismi bir terkip oluşturur. İşte bu terkibe, biz insan deriz! Allâh, bu Esmâ terkibine "insan" adını takmıştır. İnsanın Rabbi, kendi varlığını meydana getiren bu "Allâh" isimlerinin işaret ettiği ilâhî güçtür!

Her insanın yapısının bir diğerinden farklı olması, her birinin terkibindeki "Allâh" isimlerinin farklı güçlerde olmasındandır.

Şimdi siz; "ALLÂH" ismini zikrettiğiniz zaman; bu ismin zikrinden doğan güç, terkibinizdeki bütün isimleri eşit oranda güçlendirir... Bunun da neticesinde tüm özellikleriniz aynı seviyede gelişir.

"ALLÂH İSİMLERİ" zikri ise, yapınızı meydana getiren isimler terkibi içinde, belirli isimlerin mânâlarını güçlendirmeye yöneliktir.

Mesela, "ALLÂH"ın "İRADE" sıfatının adı olan "MÜRİYD" ismini zikrettiğiniz zaman; terkibinizdeki bu ismin mânâsı güçlenir; beyninizdeki "İRADE" fonksiyonu daha kapsamlı olarak faaliyete geçer ve eskiden iradeniz zayıf olduğu için başaramadığınız birçok şeyi rahatlıkla başarabilirsiniz.

Ya da "HAKİYM" ismini zikretmeniz, sizin bir süre sonra, her şeyin hikmetini, sebebini, neyin niçin olduğunu anlamanıza yol açar... Eskiden bağlantısız sandığınız, gereksiz olduğunu düşündüğünüz pek çok şeyin aslında bir sistem içinde birbiriyle bağlantılı olarak yer aldığını idrak edersiniz.

Yani, "ALLÂH" ismi zikri; fizikteki bileşik kaplar sistemindeki gibi, bütün isimleri eşit oranda yükseltirken; "İSİMLER" zikri ise sadece kendi cinsinden olan terkibinizdeki mânâyı güçlendirir. Ve bu yüzden de kişide çok kısa sürede önemli gelişmeler fark edilir hâle getirir.

İşte bu sebepledir ki, biz, kendinde kısa süre içinde gelişme görmeyi arzu edenlere, "İSİMLER" zikri tavsiye ederiz.}

BEYNİN ÇALIŞMA SİSTEMİ

İslâm Dini'nde, -sadece Kur'ân-ı Kerîm ve Hadîs-î Şerîf- mevcut olan bütün hükümler, insanın gerek bugünü ve gerekse ölüm ötesi yaşamı için zorunlu olarak ihtiyaç duyacağı şeyleri temin gayesiyle gelmiştir. Ayrıca, insanın bu önerilere uyması, onun gelecekte kendisine zarar verici birçok şeyden korunmasına da vesile olacaktır.

İnsanın yaşamı ise, bilindiği üzere BEYİN ile düzenlenir. İnsan'da ortaya çıkan her şey, BEYİN aracılığıyladır. Ölüm ötesi yaşam bedeni olan RUH dahi beyin tarafından "yüklenir!"

Allâh'ın isimlerinin işaret ettiği mânâlar, insan beyninde açığa çıkar. İnsan şuuru, Allâh'ı, ancak beyin kapasitesi kada tanıyıp "yakîn" elde eder.

İşte böyle olunca, ZİKİR olayının önemini kavrayabilmek için, önce beynin çalışma sistemini kavramak, sonra da zikir hâlinde beyinde nasıl bir işlem oluştuğunu idrak etmek zorunda kalırız.

Milyarlarca hücreden oluşan beyin, esas itibarıyla biyoelektrik enerji üretip, bunu ışınsal enerjiye çeviren ve kendisinde oluşan mânâları, bir yandan RUH dediğimiz yapıya yükleyen ve diğer yandan da dışarıya yayan bir organik cihazdır.

Genelde, doğuştan alınan ilk tesirlerle yüzde beş, yüzde on kapasiteyle çalışan beyin, aldığı çeşitli etkilerin de aracılığıyla, sıradan bir yaşam türü geçirir, bildiğimiz herkes gibi.

Oysa beyindeki bu kapasitenin arttırılması mümkündür!

(Zikrin önemi, bizim bu konuda yaptığımız açıklamalardan on sene sonra bilim dünyasında ilk defa olarak tespit edilmiştir. Okuyacağınız metinler bu söylediklerimizin ispatıdır.)

NOKTA 6 Mart 1994 tarih 11. Sayısında; "Batı, zikri geç keşfetti!" başlığı altında;

John Horgan'ın Bilim dergisinin (Scientific American) Ocak 1994 sayısında yayımlanan "Dağınık İşlevler" makalesinde savunduğu görüşlerin, ilk kez 1986 yılında Ahmed Hulûsi tarafından yazıldığını biliyor muydunuz?

Bilimsel konularda aşağılık kompleksimizi yenmek zaman alacak. İçimizden birinin yıllar önce savunduğu görüşleri dikkate almaktansa, o görüşlerin benzerlerinin dışarıda da kabul edilmeye başlanmasını bekleriz.

Bazen de, aşağıda anlatacağımız, Ahmed Hulûsi örneğinde olduğu gibi şaşırtıcı tesadüfle karşılaşabiliriz. Bilim Dergisi'nde yayımlanan "Dağınık İşlevler" adlı yazıda John Horgan, "Beyinde entegrasyonu sağlayan beyin üstü bir yapı var mı?" sorusuna yanıt arıyor ve 1993 yılında yapılan deneylerden yola çıkarak çeşitli tezler öne sürüyor. Ahmed Hulûsi ise, 1986 yılında yayımladığı "Din ve Bilim Işığında İnsan ve Sırları", "Dua ve Zikir" adlı kitaplarında bu soruların yanıtını çok daha önceden veriyor.

Sözü edilen makalede, John Horgan şu deneye yer veriyor: DAĞINIK İŞLEVLER

Deneyde gönüllülere isimler içeren bir liste veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okumaları ve her isimle ilişkili bir yüklem söylemeleri isteniyor. Örneğin, "köpek" sözcüğü okununca "havlamak" gibi bir yüklem söylenmesi gerekiyor.

Bu deneyde, beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözleniyor. Fakat aynı isimleri içeren listenin sürekli olarak tekrarlanması, nöron aktivitesinin değişik bölgelere kaymasına yol açıyor. Gönüllülere yeni bir isim listesi verildiğinde ise nöron aktivitesinin arttığı ve ilk bölgelere döndüğü görülüyor. (Ahmed Hulusi -İnsan ve sırları)]

[Ek bilgi: Esma zikri yöntemi bizzat ben ve önerdiğim kişilerce uygulanmış ve bu sayede istenilen başarıya ulaşılmıştır.)]

ella tehafu ve lâ tahzenu ve ebşiru Bil cennetilletiy küntüm tû’adun gelecekten dolayı, evet onlara melekler sürekli inerler ve derler ki bir üstteki cümle ile beraber alalım. Ne derler? Gelecekten dolayı kaygı duymayın ey mü’minler. Geçmişten dolayı da mahzun olmayın. Haydi sevinin size vaat edilmiş olan cennet derler.

Havf ve hüznün giderilmesi şu anlama gelir. Özgürlük ve güvenlik sorununun kökten çözülmesi Çünkü insanın en büyük iki sorunu budur. Özgürlük ve güvenlik sorunu. Bir insan bütün bir ömrünü bu iki sorunu çözmek için harcar. Fakat bu iki soruna getirdiği anlam, verdiği anlam nasılsa bu sorunları öyle çözmeye çalışır.

Mesela tek dünyalıysa özgürlük ve güvenlik sorununu sadece şu hayatla sınırlı olduğunu düşünür ve bu hayat içinde çözmeye çalışır. Onun içinde çok kazanır, çok kazanmak ister, çok parası olunca bu sorunların çözümüne katkısı olduğunu düşünür. Veya daha fazla çevreye sahip olmak ister. Veya güce sahip olmak ister, iktidara sahip olmak ister. Veya daha uzun yaşamak ister. Yani bütün bunlar tek dünyalı bir insanın özgürlük ve güvenlik sorununu şu sınırlı dünya hayatıyla özdeşleştirmesidir.

Ama eğer bir insan çift dünyalı ise, yani tasavvuru bu hayatı aşan bir tasavvursa, özgürlük ve güvenlik sorununu ona göre çözmeye çalışır. İşte o takdirde Allah’ın kapısına gelir ve durur. O takdirde vahiyle iletişim kurmak zorunda kalır. O takdirde hakikati aramak için ömrünü harcar. O takdirde küçük şeylerle yetinmez. Kendisini satın alacak şeylerle yetinmez. Daha doğrusu fiyat biçmez değer biçer hayatına. Değer biçerse eğer, hayata değer verenin Allah olduğunu mutlaka fark eder.

İşte o noktada meleklerin insana müjdesi de anlam kazanır. Geçmişten dolayı hüzün yok. Hüzn Arap dilinde geçmişe müteallik anlaşılır onun için hep böyle çevirmişimdir bu kelimeyi. Yine Havf de geleceğe yönelik, zamanlı kelimelerdir bunlar. Geleceğe yönelik kullanılır. Gelecekten dolayı endişe.

Biri güvenlik, diğeri özgürlük problemidir ve bu iki problemin kökten çözülmesi ancak insanın Allah’a tam teslimiyeti ile mümkindir. İnsan Allah’a kul olmayınca, kul olacağı başka kapılar arar, başka kapılar araması insanda fıtri olarak özgürlük ve güvenlik arayışının bir gerekçesidir., gereğidir daha doğrusu. Yani özgürlük ve güvenlik arayışı insanda fıtri olduğu için Allah’ın kapısını reddeden insan kendisine başka tanrılar bulur. Bir Allah’a kul olmayan kul olacağı bir çok tanrı icat eder. Bu insanın fıtri olarak özgürlük ve güvenlik arayışından kaynaklanır. Onun için insan mutlaka tanrı icat eder. Eğer gerçek Allah’ı, ilahı bulmamışsa.

31-) Nahnu evliyaüküm fiyl hayatid dünya ve fiyl ahireti, ve leküm fiyha ma teştehiy enfüsüküm ve leküm fiyha ma tedde’ûn;

“Dünya hayatında da, sonsuz gelecek yaşamda da biz sizin velîniziz! Orada bilinçlerinizin arzuladığı her şey vardır… Orada sizin istediğiniz her şey olacaktır!” (A.Hulusi)

31 – Bizler sizin hem Dünya hayatta hem Âhirette dostlarınızız ve size orada nefislerinizin hoşlanacağı var, hem size orada ne isterseniz var. (Elmalı)

Nahnu evliyaüküm fiyl hayatid dünya yine o melekler devam ederler. Biz bu dünya hayatında sizin dostunuzuz. Düşünün, 25. ayette dostu şeytan olanlardan söz ediliyordu. Zuhruf/36. ayeti de 25. ayeti tefsir ediyordu.

Ve men ya’şü an zikrir Rahmâni nukayyıd lehu şeytanen fehuve lehu kariyn. (Zuhruf/36)kim rahmanın vahyine, o sınırsız merhamet sahibinin vahyine karşı tavuk karası bir gözle, yamuk bir bakışla yaklaşırsa onu şeytanın yörüngesine sokarız. Onu şeytanla ayrılamayacak bir biçimde bağlarız. Ya da şeytanı öteki kişiliği haline getiririz, ikinci kişiliği olur. Yani kişiliği şeytanlaşır. Onu öyle bir sararız, öyle bir merkez haline getiririz ki onun için fehuve lehu kariyn o onun etrafında döner durur. Artık ayrılmaz bir parça olur. Şeytan eksen olur, ikinci kişiliği, şeytanlaşmış kişiliği: O da onun etrafında bir uydu olur.

İşte onun tam tersi sizin için biz bu dünya hayatında dostunuzuz diyor melekler. Meleke haline gelmiş melekler. Ve fiyl ahireh, ahirette de öyleyiz. ve leküm fiyha ma teştehiy enfüsüküm ve leküm fiyha ma tedde’ûn orada siz canınız ne çekiyorsa o var. Orada siz ne arzu ediyorsanız o sizindir derler.

Bu ibareyi, ayetin son ibaresini meleklere atfetmemiz onların sözüne atfetmemiz de mümkin, derler diye anlamamız da mümkin, bağımsız olarak anlamamız da mümkin. Ama öncelikle ayetin başında ki biz sizin dünya ve ahiret dostunuzuz, yani dünya ve ahiret kardeşiniziz der gibi. Meleklerden kardeş seçmek, meleklerden dost seçmek. Bunun zımni olarak anlamı şu. Allah dost olursa eğer bir insana, kendi sevdiklerini de ona dost eder.

Allah insan tarafından dost seçilirse, Allah dostunu melekleriyle korur, onu takviye eder, güçlendirir. Yani melek sözcüğünün kök anlamının takviye güç, bir şeyi ayakta tutan öz olduğunu unutmazsak insanı ayakta tutan değerler katar ona. İnsanı takviye eden değerler katar ona anlamını elde edebiliriz.

Ayetin son ibaresi Orada canınız ne çekiyorsa o var ve neyi arzu ediyorsanız o sizindir diyor. Hani Secde/17 ayetini hatırlıyoruz;

Fela ta’lemü nefsün ma uhfiye lehüm min kurreti a’yün. (Secde/17) cennette cenneti hak etmiş bir mü’mini bekleyen göz kamaştırıcı öyle nimetler, öyle sürprizler var ki, onları siz tasavvur dahi, tahayyül dahi edemezsiniz. Hiç kimse onu tahayyül dahi edemez diyor ya, işte onlara bir atıf bu.

32-) Nüzülen min Ğafûrin Rahıym;

“Rahıym Ğafûr’dan (Cemâl vasıflarından) bir nüzûl (açığa çıkış) olarak.” (A.Hulusi)

32 – Konuklu olarak, mağrifet-ü rahmetine nihâyet olmayan bir gafuri rahimden. (Elmalı)

Nüzülen min Ğafûrin Rahıym sınırsız bir bağış ve rahmet kaynağı tarafından bir ağırlama olarak.

Nüzülen, ağırlama, uzun yoldan gelmiş ağır bir konuğun önüne çıkarılmış mükellef sofraya nüzül denir. Kur’an ın inişine de nüzul denir unutmayalım. Kur’an da nüzul etmiştir. Yani mükellef sofra ziyafet sofrası için kullanılan kelime Kur’an ın inişi için de kullanılmıştır. Dolayısıyla Kur’an insanlığın önüne indirilmiş bir gök sofrasıdır, ilahi bir gök sofrası. Yani insanlık vahye davet edilmekle Allah’ın sofrasına davet edilmiştir, gök sofrasına. Tüm peygamberler insanları bu ilahi sofraya davet eden, yani sonsuz nimetlerden yemek için, sonsuz güzelliklere kavuşmak için bu sofranın başına gelmeniz lazım diyen davetçilerdir.

33-) Ve men ahsenü kavlen mimmen dea ilAllâhi ve amile salihan ve kale inneniy minel müslimiyn;

Allâh’a çağıran, imanın gereğini uygulayan ve: “Muhakkak ki ben mutlak teslimiyeti yaşayanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kimdir? (A.Hulusi)

33 – Ben şüphesiz Müslümanlardanım deyip salâh ile çalışarak Allaha davet eden kimseden daha güzel sözlü de kim olabilir? (Elmalı)

Ve men ahsenü kavlen mimmen dea ilAllâhi ve amile salihan ve kale inneniy minel müslimiyn Allah’a davet eden, dürüst ve erdemli davranan, salih amel işleyen ve elbette ben kayıtsız şartsız Allah’a teslim olanlardanım diyenden daha güzel sözlü biri olabilir mi? Kim olabilir ki?

Evet, burada gerçekten de harika bir ibare ile karşı karşıyayız. Allah’a davet, yani kendine davet değil. Ve men ahsenü kavlen mimmen dea ilAllâh Allah’a davet edenden, kendine davet değil, Allah’a davet, iyiye davet belki. Allah’a davet iyiye davettir, iyiliğe davettir aslında. Güzelliğe davettir. Ki burada, bu ayette 3 unsur var.

1 – İman,

2 – Nimet ve

3 – davet. Onu görüyoruz.

Allah’a davet; ve amile salihan salih amel işleyen, amel var. Üçüncüsü de iman var ve kale inneniy minel müslimiyn ben Allah’a kayıtsız şartsız teslim oldum diyen. Bu üç unsur birbirinden ayrılamaz. Amel iman üzerine inşa edilir, davet amel üzerine inşa edilir. Buradan bunu görüyoruz. Yani insanın iyi davranışları iman üzerine inşa edilirse iyi olur, değer bulur. İnsanın daveti salih amel üzerine inşa edilirse etkili olur. Muhatap üzerinde tesiri olur. Buradan onu anlıyoruz.

34-) Ve lâ testevil hasenetü ve les seyyietü, idfa’ Billetiy hiye ahsenü feizelleziy beyneke ve beynehu adâvetün keennehu veliyyün hamiym;

İyilik, kötülük ile eşdeğer olmaz! Sen en güzel olan ile (kötülüğü) uzaklaştır… O takdirde görürsün ki, seninle düşmanlığı olan kimse, sanki sımsıcak bir dosttur! (A.Hulusi)

34 – Hem hasene de müsavi olmaz seyyie de, seyyieyi en güzel olan hasene ile defet o vakit bakarsın ki seninle arasında bir adâvet bulunan kimse yakılgan bir hısım gibi olmuştur. (Elmalı)

Ve lâ testevil hasenetü ve les seyyieh mademki iyilikle kötülük bir olmaz, aslında tam olarak tercüme edersek; iyilikte, kötülükte bir olmaz. O halde idfa’ Billetiy hiye Ahsen sen tezini en güzel biçimde savun. Sen muhatabına karşı en güzel savunmayı tercih et. feizelleziy beyneke ve beynehu adâvetün keennehu veliyyün hamiym bak gör o zaman seninle arasında düşmanlık olan biri bile sanki sımsıcak bir dost kesiliverecektir.

Hani buna benzer başka ayetler de vardı Kur’an da; Ud’u ila sebiyli Rabbike Bil hikmeti velmev’ızatil haseneti ve cadilhüm Billetiy hiye Ahsen. (Nahl/125) Rabbimin yoluna hikmetle çağır, ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel biçimde mücadele et.

Bu ayetlerin 9. yılda indiğini hatırlatırım. Nübüvvetin, peygamberliğin 9. yılında inmiş bir ayetle karşı karşıyayız. 9. Yıl neyi ifade eder? Resulallah’ın hayatının en zor yıllarından birini ifade eder. Onun için hüzün yılı adı verilmişti bu yıla, unutmayın. En yakınlarını, em sevdiklerini kaybetmiş ve müşrik Mekke toplumu o yıl azgınlaştıkça azgınlaşmış, Resulallah’ın artık canına kastedecek kadar saldırılarını yoğunlaştırmıştı. Böyle bir ortamda Resulallah’a verilen tavsiyeye öğüde bakın, tezini güzel savun Onlarla en güzel yöntemle mücadele et. Yani sana düşman dahi olsa dost etmeye bak. Onun dostluğunu kazanmaya çalış. Buyurun, işte Kur’an i ahlak bu, Bu çok önemli.

35-) Ve ma yülekkaha illelleziyne saberu* ve ma yülekkaha illâ zü hazzın azıym;

(Bu özelliğe) sadece sabredenler kavuşturulur… (Bu sabıra da) sadece büyük nasip sahipleri kavuşturulur. (A.Hulusi)

35 – O rütbeye ise ancak sabredenler kavuşturulur ve o rütbeye ancak büyük bir hazz sahibi olan kavuşturulur. (Elmalı)

Ve ma yülekkaha illelleziyne saberu ne ki, bu meziyete sadece sabrı hayat tarzı bilenler ulaşabilir.. Öyle değil mi ama, bu kolay bir şey mi. Düşmanların senin canına kastedecekler, ama sen onlarla acaba içlerinden bir dost daha kazanabilir miyim endişesiyle muhatap olacaksın, böyle bir üslup geliştireceksin. Yani seni öldürmeye gelen sende dirilsin diyeceksin ve böyle bir yol benimseyeceksin.

Bu kolay mı? Bu çok zor, bu çok zor olan şeyi yapmanın iki temel şartı vardır diyor şu ayet, 35. ayet.

Bunlardan birincisi sabır, yani direniş. İyi olmanın bedelini ödemede diremiş. Çünkü iyi olmak bedel ister. Kötü olmak bile bedel isterken iyi olmanın bedeli olmasın mı. İyide ısrar. Burada sabırdan murat bu. Bu kepsi olandır, yani size düşen, sizin yapacağınız şey. Ama bu bile yeterli değil. Bu yarısı başarının. Kepsi olan yani kulun gücünün içinde olan şey. Bir de Vehbi olan var. Yani siz size düşeni yapınca diğer yarısını da Allah verecek. O neymiş ona geçelim;

ve ma yülekkaha illâ zü hazzın azıym yine buna ancak kendisine büyük bir pay ayrılanlar ulaşabilir. Evet, bu da diğer yarısı. Vehbi olan da bu. İlahi yardım. Bu sekinet, güç, akla güç, tasavvura güç, şahsiyete güç, kalbe güç imana güç, yani insanın maddi ve manevi nesi varsa ona takviye. Biraz önce tefsir etmiştik, yani insanın iç dünyasına yapılan takviye mutlaka bir biçimde fiziki olarak dış dünyasına yansıyor. İnsanın içinde ki potansiyeli maksimum seviyede harekete geçirmek, kinetize etmek.

İşte Allah’ın vereceği pay, daha doğrusu bu pay ekleyeceği paydır. Eğer insan bittim derse, bittiği noktaya kadar direnirse pay gelir, takviye güç gelir Allah’tan  35. ayetin ikinci yarısı işte o haz, o paydan söz ediyor.

Burada şöyle bir cümleyi artık kurabiliriz. Sabır iradenin şükrü, pay ise şükrün ödülüdür. İradenin şükrünü eda edene Allah ödül verir, pay verir, takviye gönderir.

36-) Ve imma yenzeğanneke mineş şeytani nezğun feste’ız Billâh* inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym;

Eğer şeytandan bir etki seni tahrik ederse, hemen Esmâ’sıyla nefsinin hakikati olan Allâh’a sığın (Esmâ’sının, hakikatin olan kuvvelerini harekete geçir)! Muhakkak ki O, “HÛ”; Semi’dir, Aliym’dir. (A.Hulusi)

36 – Şayet seni Şeytandan bir dürtüş dürtecek olursa hemen Allaha sığın (istiaze et) çünkü odur ancak işiten bilen. (Elmalı)

Ve imma yenzeğanneke mineş şeytani nezğun feste’ız Billâh ve eğer şeytan tarafından ısrarlı bir ayartmaya maruz kalırsan hemen Allah’a sığın. Aslında oradaki “vav” biraz açışlım istiyor. Buna rağmen yine de son şeklini almaz. Yani yine de mutlak güvencede değilsin. Nedir? Seni ayartmaya çalışan olacaktır, duygular olacaktır. Yani Allah pay verir, kepsi olanı kazanırsın sabırla, direnişle. Onun arkasından Allah’tan da pay alırsın, ama tamam, işte artık olduk, bittik, yettik, artık benim sırtım yere gelmez, artık imanımı güvenceye ve garantiye aldım diyemezsin. Yani ölmediğin sürece bu anlamda sınırsız bir garanti yok.

Ne olabilir? Şeytan dürtebilir, şeytan ayartabilir, şeytanın ayartmasına daima maruz kalacaksın. O zaman ne yapayım dersen cevap şu; feste’ız Billâh Allah’a sığın.

inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym çünkü O her şeyi işitendir, her şeyi bilendir. Dahası O senin kendisine yalvarıp yakarmanı işiten, senin zayıf bir insan olduğunu çok iyi bilendir. Elâ ya’lemu men halek.(Mülk/14) yaratan bilmez mi..!

Yanlışı yenmenin yolu gösteriliyor burada. Önemli bir nükte var. Neden şeytanla izah edilir insanın kötülükleri? Neden şeytana atfedilir? Şunun için; kişiyi yaptığı hata ve günahla özdeşleşmemek için. Çünkü insan yaptığı hata ile  aynılaşırsa, özdeşleşirse o hataya karşı savaşamaz, kendine karşı savaşamaz. Burada soyutlamayı öğretiyor Kur’an. Eğer hatayı kişi soyutlaya bilirse ona karşı savaşabilir. Yani kendisine karşı savaşmadığını bilir. Kendisini savunmak için hataya karşı savaşır. Onun için Kur’an şeytan kavramı ile insanın yaptığı günahları sapmalarını, yozlaşmalarını, hatalarını daima bunlarla kendini özdeşleştirmemesi, bunları kurtulunacak bir yük olarak görmesini temin için, böyle bir tasavvur inşa için böyle bir kavramsallaştırmaya gider. Yani kişi kendisine karşı savaşamaz.

Hatanı karşına bir vurulacak hedef olarak dik ve ona nişan al ve vur. Ama vurulacak hedef olarak kendini dikemezsin, kendini kendinle vuramazsın. Dolayısıyla önce hata ile özdeşleşmemeyi, onu ayıklanması gereken pirincin içine düşmüş bir taş gibi görmeyi denemelisin, tasavvurun böyle kurulmalı. İşte şeytana yapılan vurgular, insanın yanlışlarında, yamukluklarında, hatalarında, günahlarında, sapmalarında şeytana yapılan vurgu, onun suçu, hatayı, günahı kendisiyle özdeşleşmemesi için bir tasavvur inşasıdır.

Burada büyük İslam alimlerinden birinin bu tip ayetlere getirdiği şu güzel yorumu da hatırlamak gerekir. Şeytan insanın imanına saldıran, saldırgan bir köpek gibi temsil edilir. Saldırgan bir köpeğe karşı iki şey yapabilirsiniz. 1 – Ya üzerine yürür onu kovalamaya çalışırsınız, ki bu takdirde köpekle baş edemeyebilirsiniz. O sizden üstün çıkabilir. Hatta onun saldırganlığını artırabilirsiniz.

Daha garantili bir yöntem var. Köpeği sahibine bağlatmak. İşte feste’ız Billâh köpeği sahibine bağlat, Allah’a sığın. Burada tabii şeytan tasavvurlarımızı da inşa eden bir yapı var. Çünkü şeytanı Allah’ın negatifi olarak görmemiz nehy edilmiş. Yani kötülük tanrısı diye bir batıl şeytan tasavvuru şirktir. Şeytan Allah’ın kuludur. Asi bir kuludur. Yani imtihana aracı kılınmış bir kul. Dolayısıyla bu noktada da onu isterse bağlar anlamına da gelir.

inneHU HUves Semiy’ul ‘Aliym O her şeyi işitir ve her şeyi bilir.

37-) Ve min âyâtiHilleylü ven neharu veşŞemsü vel Kamer* lâ tescüdu lişŞemsi ve lâ lil Kameri vescüdu Lillâhilleziy halekahünne in küntüm iyyahu ta’budun;

Gece (Bâtın – içsellik) ve gündüz (zahir – dışsallık), Güneş (akıl) ve Ay (duygusallık) O’nun işaretlerindendir! Güneş’e de Ay’a da secde etmeyin (tapınmayın); onları yaratmış olan Allâh için secde edin (Esmâ boyutunun ilhamı olan sezgilerinize kulak verin. Çünkü daima işin doğrusunun ne olduğunu size söyleyecek bir ses vardır içinizde, bir şey yapmadan önce); şayet O’na kulluğunuzun bilincine ermişseniz! (37. âyet secde âyetidir.) (A.Hulusi)

37 – Ve onun âyetlerindendir leyl-ü nehar, şems-ü kamer; şems-ü kamere secde etmeyin de onları yaradan Allaha secde edin, gerçek ona ibadet edeceksiniz. (Elmalı)

Ve min âyâtiHilleylü ven neharu veşŞemsü vel Kamer ve gece ile gündüz, güneş ile ay O’nun ayetlerindendir. Yani bir üstteki ayetle irtibatı, Yahu Allah nasıl bağlar diye düşünüyorsanız eğer, Allah güneşi, ayı, geceyi, gündüzü yerine yerleştirdi. Onlara yörünge tayin etti. Siz böyle bir Allah’ın gücünün yetmediği bir alan olduğunu mu düşünüyorsunuz. Bu, böyle bir yamuk düşünceyi ret için, nefy için böyle bir konuya girdi.

lâ tescüdu lişŞemsi ve lâ lil Kamer şu halde ne güneşe secde edin, ne de aya vescüdu Lillâhilleziy halekahünne in küntüm iyyahu ta’budun eğer özellikle O’na kulluk ettiğinizi düşünüyorsanız, ki böyle çevirmek daha doğru. Biraz serbest bir çeviri oldu bu. Özellikle O’na kulluk ettiğinizi düşünüyorsanız onları da yaratan Allah’a, sadece Allah’a secde edin. Yani burada güneşe, aya tapan birilerinin olduğunu anlıyoruz, bu ayetlerin muhatapları arasında.

Zaten dünyada geçmişte müstakil olarak güneş tanrısı diye bilip, işte eski Mısır, işte eski Mezopotamya, işte Sabii inancı, işte Harranlılar. Yani dünyada gök cisimlerine tapan inanç sistemleri hep olmuş. Ama bölgede de biz olduğunu biliyoruz . Arap putlarından birisi Güneş mesela. Benu Temim’in putu güneş. Onun için Abduşşems koyuyorlar, güneşin kulu. Aslında Benu Temim’in putunun kulu olmuş oluyor bu.

Yine Kinane kabilelerinden bazılarının putu ay. Ay putuna taparlardı. Hatta Ved dedikleri putun, Kur’an da ved ismi ile geçen putun ay putu olduğu da söylenir. Yani şu veya bu tarihi malumat bir tarafa, burada muhataplara; Siz eğer Allah’a doğru bir biçimde kulluk etmek istiyorsanız, Allah’ın yarattıklarına kulluk etmeyi bırakın. Çünkü müşrikler Allah dışında bir şeyleri tanrı ittihaz edenler, aracı bilenler, aslında Allah’ı inkar etmiyorlardı. Onları Allah’a ulaştıran aracılar görüyorlardı.

Onun içinde bu ayette nasıl yaratanla yaratılanı eş tutarsınız. Sizde yaratıldınız. Kaldı ki sizden aşağı değerde olanları Allah’la sizin aranıza aracı koyma da nerden çıktı. Yani değerli biri, değersiz bir şeyi aracı kılıyor. Değerli olan insan kendisi için yaratılmış olan ayı, Allah ile arasına aracı kılıyor. Oysa ay senin için yaratıldı, sen ay için değil. Güneş senin için yaratıldı, sen güneş için değil. Yani belki zımnen sonuç şu; Allah’ın yerleştirdiği yeri bozmayın. Eşyanın hiyerarşisini bozarsanız, bilmek zaten Allah’ın bir şeyi koyduğu yeri bilmektir. Eşyanın hiyerarşisini bozarsanız böyle şaşırırsınız, alt üst olursunuz.

38-) Feinistekberu felleziyne ‘ınde Rabbike yüsebbihune leHU Bil leyli ven nehari ve hüm lâ yes’emun;

Eğer benlik – kibir taslamakta devam ederlerse, (bilsinler ki) Rabbinin indînde (nefslerinin hakikatinin bilincinde) olanlar hiç usanmaksızın gece, gündüz O’nu tespih ederler (Rablerine kulluk işlevinin farkındalığıyla yaşayarak)! (A.Hulusi)

 38 – Buna karşı kibr etmek olsun ki rabbinin huzurundakiler gece ve gündüz ona tesbih ederler, hem onlar usanmazlar. (Elmalı)

 Feinistekberu felleziyne ‘ınde Rabbike yüsebbihune leHU Bil leyli ven Nehar fakat küstahça büyüklük taslamaya kalkarlarsa iyi bilsinler ki rabbinin huzurundakiler gece gündüz O’nun yüceliğini anmaktadırlar. ve hüm lâ yes’emun hem de hiç bıkıp usanmadan.

Burada belki hemen yukarıda ki ayetlerle, özellikle 30. ayette ki tetenezzelü aleyhimül Melaike ibaresinde ki melekler ile bir irtibat kurulabilir. Rabbinin katında olup O’nun yüceliğini sürekli ananlar var. Ama sadece melekler değil, O’na mut’i kullarda bunun içine girse gerektir. Ya eyyühen Nasu entümül fukarâu ilAllâh* vAllâhu “HU”vel Ğaniyy.. (Fatır/15) ey insanlık, siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Kendi kendisine yetendir. Fatır/15 ayetini de hatırlayalım bu arada. Yani insandan Allah’a kul olması beklenirken bundan Allah’ın çıkarı yok, insanın çıkarı var. İnsan kendi çıkarını astığı için şirk yasaklanmıştır.

39-) Ve min âyâtiHi enneke teral Arda haşiaten feizâ enzelna aleyhel maehtezzet ve rabet* innelleziy ahyâhâ lemuhyil mevta* inneHU alâ külli şey’in Kadiyr;

O’nun işaretlerindendir ki sen arzı (bedeni) huşû hâlinde görürsün… Onun üzerine o suyu (hakikat ilmini) inzâl ettiğimizde, hareketlenir ve uyanıverir! Muhakkak ki onu (bilgisizlikle yaşayan ölüyü) dirilten, (diğer) ölüleri de Muhyi’dir (dirilticidir)! Muhakkak ki O, her şey üzerine Kaadir’dir. (A.Hulusi)

39 – Ve onun âyetlerindendir ki sen Arzı görürsün boynu bükük huşu’ halinde, derken üzerine suyu indiriverdik mi ihtizaz eder ve kabarır, şüphe yok ki ona o hayatı veren elbette ölüleri dirilticidir, hakikat o her şey’e kadirdir. (Elmalı)

Ve min âyâtiHi O’nun ayetlerinden biri de şudur. enneke teral Arda haşiaten sen toprağı her şeyden aciz bir halde görürsün. feizâ enzelna aleyhel maehtezzet ve rabet burada dikkat buyurursanız çorak toprak için Haşiaten kullanılmış, huşû etmiş, boyun eğmiş, bitmiş bir halde görürsün.

Aslında Huşûnun şöyle bir anlamı var. en büyük iddiaya sahip olmak için O’nun dışında ki tüm iddialardan vaz geçmek. Huşû budur. Yani haşyet budur. En büyük iddiaya sahip olmak istiyorsan ey insanoğlu, O’nun dışında ki tüm iddialardan vazgeç. Burada tabii toprak için kullanılıyor, iddiasız toprak. Her şeyden vaz geçmiş bir toprak, yani aciz bir toprak feizâ enzelna aleyhel maehtezzet ve rabet ama onun üzerine yağmur suyunu indirdiğimiz zaman harekete geçer ve uyanıverir.

Kur’an da hemen her daim su vahyi; kıraç toprak vahiyden mahrum yüreği temsil eder. Vahiy tıpkı çorak toprağı dirilten su gibi ölü yüreği diriltir. Enfal/24. ayetini hatırlayalım;

Ya eyyühelleziyne amenüsteciybu Lillâhi ve lirRasûli izâ de’aküm lima yuhyıyküm. (Enfal/24) Ey iman edenler size hayat bahşeden bir dirilişe çağırdıkları zaman Allah ve resulünün davetine icabet edin, koşun. Hayat bahşeden davet. Yani imansız bir hayatı Kur’an dik bir ölüme benzetiyor, yani ayakta ölüm. Dolayısıyla Kur’an ın sözlüğünde hayat Allah’ı tanımaktır. Kur’an ın lügatına göre ölüm Allah’sız bir hayatı tercih etmektir. Ölüm aklın ölümüdür. Ölüm Akleden bir kalbin ölümüdür. Ölüm aslında dedenin ölümü değildir.

innelleziy ahyâhâ lemuhyil mevta ona hayat veren elbet ölü yüreklere de hayat verecektir. Verecek olanın ta kendisidir. inneHU alâ külli şey’in Kadiyr çünkü o her şeye güç yetirendir.

İnsandan umut kesmek, Allah’tan umut kesmek anlamına geliyor. Bu ayet aslında bize bunu veriyor. Yani toprağa hayat veren, insanın ölü kalbine de hayat verir. Bir önceki sayfada işlediğimiz, biraz önce tefsir ettiğimiz ayetlerle beraber düşünelim. Yani sana düşman dahi olsa umut kesme, onun içinde tezini en güzel yöntemlerle savun sana düşmanlar içinden sımsıcak dostlar çıkabilir. O bununla beraber düşünülmeli.

İki ayet birlikte düşünülürse, aslında insandan umut kesmek, Allah’ın gücünü bilmemekten kaynaklanır. Allah’ın sınırsız gücünü itiraf etmemekten kaynaklanır. İnsandan umut kesme hakkına sahip değiliz. Bize bunu gösteriyor.

40-) İnnelleziyne yulhıdune fiy âyâtiNA lâ yahfevne aleyna* efemen yulka fiyn nari hayrun em men ye’tiy aminen yevmel kıyameti, ı’melu ma şi’tüm, inneHU Bima ta’melune Basıyr;

İşaretlerimizi amacından saptıranlar, bize gizli kalmazlar… Şimdi Nâr’a atılan kimse mi hayırlıdır yoksa kıyamet sürecine güvende olarak gelen kimse mi? Dilediğinizi yapın! Muhakkak ki O, yaptıklarınızı (yaratanı olarak) Basıyr’dir. (A.Hulusi)

40 – Âyetlerimizde ilhada sapan sapkınlar elbette bize gizli kalmazlar o halde ateşe atılan mı hayırlıdır yoksa Kıyamet günü emniyet içinde gelecek olan mı? Düşünün de istediğinizi yapın, çünkü o her ne yaparsanız görür. (Elmalı)

İnnelleziyne yulhıdune fiy âyâtiNA lâ yahfevne aleyna şu kesin ki ayetlerimizi anlam ve amacından saptıranlar asla bizden gizlenip saklanamayacaklar.

İlhat hem insanı kafir, müşrik eden akidede ki şirki, hem de günahkar eden sebeplerde ki şirki ifade eder. Kök anlamı; Bir şeyi anlam ve amacından soyutlamaktır. İlhatın tek anlamı. Dolayısıyla burada Allah’ın ayetlerini anlam ve amacından yoksun bırakmak, onları amacı dışı kullanmak hatta.

Bakınız şirk değilse bile günaha giriyor. Amaç dışı kullanmak. İşte ayetlerle büyü yapmak, muska yapmak su yapmak efendim, amaç dışı kullanmak. Allah’ı ayetleri insan hayatını örsün, inşa etsin, insanı diriltsin diye gönderilmiştir bir üstte ifade buyrulduğu gibi. İnsanı diriltsin diye gönderilen ayetler, insan uyusun diye kullanılmaya başlarsa amaç dışı, amacından boşaltılmış olur. Bu da bu çerçeve de değerlendirilmelidir.

efemen yulka fiyn nari hayrun em men ye’tiy aminen yevmel kıyameh ateşe atılan kimse mi, yani huzuru ilahiye kıyamet günü güven içinde gelen kimse mi daha değerlidir, hangisi? Belli tabii ki ı’melu ma şi’tüm, inneHU Bima ta’melune Basıyr istediğinizi yapın nasıl olsa O yaptığınız her şeyi, her bir şeyi derinliğine görmektedir.

41-) İnnelleziyne keferu BizZikri lemma câehüm* ve inneHU le Kitabun ‘Aziyz;

Gerçekten, kendilerine gelen hakikatlerini hatırlatıcıyı inkâr edenlerdir! Muhakkak ki O (hakikatlerini hatırlatıcı – zikir), Aziyz bir BİLGİdir! (A.Hulusi)

41 – Onlar: o zikir kendilerine geldiği vakit ona körlük eden mülhitler, halbuki o misli bulunmaz azîz bir kitab. (Elmalı)

 İnnelleziyne keferu BizZikri lemma câehüm şüphesiz onlar kendilerine ulaştığı halde bu ilahi uyarıyı inkar edenlerdir. (Ya da haberini takdir edeceğimiz bire mübteda ise bu eğer o zaman şüphesiz kendilerine ulaştığı halde bu ilahi uyarıyı inkar edenler hüsrana uğrayacaklardır diye parantez içi bir haber takdir edebiliriz.)

ve inneHU le Kitabun ‘Aziyz Evet, Çünkü O elbette pek yüce bir kitaptır. Pek yüce bir hitaptır. Yani eğer kendilerine ulaştığı halde bu uyarıyı inkar ederlerse, kitaba bir şey yapmış olmazlar. Vahyin onuru zedelenmez. Kendi onurları zedelenir. Kendilerine kötülük etmiş olurlar.

42-) Lâ ye’tiyhil bâtılü min beyni yedeyhi ve lâ min halfih* tenziylün min Hakiymin Hamiyd;

Önünden de (açıkça), ardından (dolaylı) da olsa boş görüş O’na ulaşmaz! Hakiym ve Hamiyd’den tenzîldir (boyutsal açığa çıkarma)! (A.Hulusi)

42 – Ona ne önünden ne ardından bâtıl yaklaşamaz, bütün kâinatın övdüğü hamîd bir hakîmden indirilme bir tenzil. (Elmalı)

Lâ ye’tiyhil bâtılü min beyni yedeyhi ve lâ min halfih hiçbir anlam ve amacından saptırma çabası, -bir üstteki ayette ifade edilen çaba- ona ne önünden açıkça, ne de ardından ya da gizlice erişemez. Ne iyi niyetle yapılan yanlış anlamına gelir: Önünden. Ya da ne kötü niyetle yapılan tahrif, tezyif, tahrip, tağyir, tebdil çabaları ona hiçbir zarar veremez, bu manaya gelir.

Anlamı belki de zımnen şu, Her ayeti, her çağda onu okuyana anlam ve amaç aktarmaya devam eder. Yani Kur’an her çağın insanına mutlaka söyleyeceği bir şeyler vardır ve onu söyler.

tenziylün min Hakiymin Hamiyd Çünkü neden mi böyledir; Açık onu her türlü övgüye layık, her şeyden haberdar olan Allah tarafından indirilmiştir de ondandır. Yani Hakiym olan bir Allah ve her övgüye layık olan, hamiyd olan bir Allah indirmiştir. Dolayısıyla Hakiym in indirdiğinin hikmeti bitmez. Kur’an ın da anlamını tüketemezsiniz. O asla anlamı tüketilemeyecek bir hitaptır. Ne kadar tefsir ederseniz edin, ne kadar yorumlarsanız yorumlayın Hatta ben Kur’an ın en güzel tefsirini yaptım iddiasıyla ne kadar alim çıkarırsanız çıkarın Hakiym den inmiş bir kitaptaki hikmetleri tüketemeyeceksiniz.

43-) Ma yukalü leke illâ ma kad kıyle lir Rusuli min kablik* inne Rabbeke le zû mağfiretin ve zû ıkabin eliym;

(Ey Allâh Rasûlü!) Senden önceki Rasûllere söylenmiş olandan başkası sana söylenmiyor! Muhakkak ki Rabbin hem bağışlayıcıdır hem de feci azap yaşatandır. (A.Hulusi)

43 – Sana senden evvelki Resullere denilenden başka bir şey denilmiyor ve şüphe yok ki rabbin hem bir mağrifet sahibidir hem de elîm bir ıkab. (Elmalı)

Ma yukalü leke illâ ma kad kıyle lir Rusuli min kablik “Leke” var, belki muhatapların tümüne bireysel olarak bir hitap olabilir ama, öncelikle ilk muhatap olan ey peygamber hitabını görürüz zımnen. Sana söylenenler senden önce ki elçilere söylenenlerden başka bir şey değildir.

İki anlamı var bunun. İnkarcıların sana söyledikleri, önceki peygamberlerin inkarcıları tarafından da onlara söylenmişti. Yani sihirbaz denilen sadece sen değilsin. Dolayısıyla bir anlamı bu. İkinci anlamı da sana indirilenler, senden öncekilere de indirilmiş olan vahyin devamıdır anlamına da gelebilir.

inne Rabbeke le zû mağfiretin ve zû ıkabin eliym şüphe yok ki senin rabbinin bağışlayıcılığı kesindir. Kesindir ama aynı zamanda can yakıcı bir cezanın da sahibidir.

44-) Ve lev ce’alnahu Kur’ânen a’cemiyyen lekalu levla fussılet ayatuh* ea’cemiyyün ve ‘arabiyy* kul huve lilleziyne amenû hüden ve şifa’* velleziyne lâ yu’minune fiy azânihim vakrun ve huve aleyhim ‘ama* ülaike yünadevne min mekânin be’ıyd;

Eğer O’nu Arapça olmayan bir Kur’ân olarak oluştursaydık, elbette: “Âyetleri anlaşılır olmalıydı! Arapça konuşan (Rasûl) Arapça olmayan (Kur’ân; ne biçim iş bu)?” derlerdi… De ki: “O, iman edenler için hakikate erdirici ve şifadır (sağlıklı düşünce bilgisi)!” İman etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve O, onlar için anlaşılmaz bir nesnedir! (Bu nedenle sanki) onlar uzak bir mekândan nida olunurlar. (A.Hulusi)

44 – Ve eğer biz onu acemî bir Kur’an yapa idik diyecekler idi ki: âyetleri tafsil edilseydi ya! Araba Acemcemi? de ki: o, iman edenler için hidayet ve şifadır, iman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır ve o onlara karşı körlüktür, onlara uzak bir mekândan haykırılır. (Elmalı)

Ve lev ce’alnahu Kur’ânen a’cemiyyen lekalu levla fussılet ayatuh imdi eğer biz bu Kur’an ı, bu vahyi yabancı bir dille indirmiş olsaydık; Yabancılla okuna bir hitap kılsaydık ya da Kur’an eli bir vasıf olarak anlarsak kesinlikle neden onun ayetleri anlaşılır değil derlerdi. Zımnen eğer anlaşılır olsaydı beki de inanırdık derlerdi. Fakat inkarcı aklın limitsiz mazeretlerine biri daha eklenmiş olurdu. Mazeret mi yok, şimdi böyle diyorlar. Yani eğer bu Kur’an ayetleri açık ve anlaşılır değil derlerdi bir başka dille indirilseydi.

Biz bunun zınnında şöyle bir tasavvurda dahi olsa bir talep olduğunu düşünebiliriz ki, tefsirler bunu kaydetmişler. Eğer bu Kur’an Allah’tan inmiş olsaydı sadece bizim dilimizde mi inecekti, her dilde inmeli değil miydi. Yani her dilde inseydi de biz anlasaydık bunu Muhammed’e, ona yazdırılmamış, birileri tarafından yazdırılmamış, birileri tarafından öğretilmemiş olduğunu. Çünkü o zaman inanırdık ve bilirdik ki o Arapça dışında bir dil bilmiyor, dolayısıyla bu Kur’an da Arapça dışında ki dillerde de indirildi, tamam Allah’tan dır derdik. Fakat böyle gelseydi bu seferde anlamıyoruz diyecektiniz diyor.

ea’cemiyyün ve ‘arabiyyun ne yani bir Arap’a yabancı bir hitap mı derlerdi. kul huve lilleziyne amenû hüden ve şifa’ de ki bu vahiy iman edenler için bir yol gösterici, bir şifa kaynağıdır. Hidayet; hitabın verdiği, şifa; muhatabın aldığı şeydir.

velleziyne lâ yu’minune fiy azânihim vakrun ve huve aleyhim ‘amen iman etmeyenlere gelince onların kulaklarında bir çeşit kurşun vardır, dahası o vahyin ışığı onlara bir tür körlük meydana getirmiştir. Yani vahyin ışığından gözleri kamaşmış ve gözleri görmez olmuştur. Kulağını gerçeğin sesine kapatanın gözü hakikati görmez diyor yani.

ülaike yünadevne min mekânin be’ıyd onlar çok uzak bir yerden seslenilen kişi gibidirler. Yani seslenenin ne dediğini duymak istemezler ve duymazlar.

45-) Ve lekad ateyna Musel Kitabe fahtülife fiyh* ve levla kelimetün sebekat min Rabbike lekudıye beynehüm* ve innehüm lefiy şekkin minhu muriyb;

Andolsun ki Musa’ya Bilgi (kitap) verdik de Onda ayrılığa düşüldü… Eğer Rabbinden bir hüküm verilmemiş olsaydı, onlar arasında elbette hükmolunurdu… Muhakkak ki onlar Ondan kuşkulu bir tereddüt içindedirler. (A.Hulusi)

45 – Celâlim hakkı için Musâ ya o kitâbı verdik de onda ihtilâf edildi ve eğer rabbinden bir kelime geçmiş olmasa idi aralarında iş bitirilirdi ve her halde onlar ondan kuşkulu bir şekk içindedirler. (Elmalı)

Ve lekad ateyna Musel Kitabe fahtülife fiyh doğrusu biz Musa’ya da kitap vermiştik ve onun hakkında da ihtilafa düşmüşlerdi. Böylesine bir hitaba nereden girildi Musa örneği; Yani  bu konuda sen tek değilsin, senden önceki kavimlerde peygamberlerini inkar ettiler. Yani bu konuda Kur’an vahyi de tek değil önceki vahiylere de aynısını yaptılar manasına. 43. ayetin başında söylenen sen ey peygamber, yalnız değilsin, aynısı Musa’ya da gelmiş, yani 43. ayetle birlikte okumak daha doğru olur.

ve levla kelimetün sebekat min Rabbike lekudıye beynehüm ve eğer rabbin tarafından daha önceden konulmuş kesin bir yasa olmasaydı, haklarında ki hüküm hemen infaz edilirdi. Bu yasanın toplumsal bir değişim yasası olduğunu biliyoruz. Yani

innAllâhe lâ yuğayyiru ma Bi kavmin hatta yuğayyiru ma Bi enfüsihim. (Rad’/11) Bir toplumu Allah o toplum kendi benliklerini değiştirmedikçe değiştirmez diyordu ya, işte buna benzer yasalar olmamış olsaydı her toplum isyana sapınca anında ceza infaz edilirdi.

ve innehüm lefiy şekkin minhu muriyb yine de onlar bundan dolayı tedirginlik verici bir kuşku içindedirler. Fiy şekkin muriyb, acaba doğru olabilir mi, ya ahiret varsa. Kuşku var ama aslında vicdanlarının ta derinliklerinde, ya peygamber doğru söylüyorsa, ya gerçekten Allah’ın peygamberi ise. Böyle bir kuşku var.

[Ek bilgi; Hz. Ali (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)'den şöyle rivayet etmiştir:

«Sahâbe-i kiram, Peygamberimize: «Ey Allah'ın Resulü, senden sonra bu ümmetin mezheplere ayrılacağını, bölük bölük olacağını söylüyorsunuz. O zaman bu ümmetinin kurtuluşunun ne ile olacağım bize haber verir misin?» demişlerdir.

Allah Resulü de onlara şu cevabı verir:

«O zaman kurtuluş aziz kitapladır. Kendisinden önce geçen kitapların hiçbirisi onun gönderileceğini yalanlamadı. Kendisinden sonra da hiçbir kitap gelmeyecektir. O Hâkim ve Hâmid olan Allah katından indirilmiştir.»

Onun hükmünü bırakıp başkalarının hükmüyle amel edenler helak olur. O, nurdur, iman edenleri küfür karanlıklarından kurtarır. Sizden önceki peygamberlerin ve ümmetlerin bir kısmının kıssası onun içindedir. Onda bâtıl söz yoktur. Zamanın geçmesi onun hükmünü eskitemez.

(Ebü'l-Leys Semerkandi - Tefsirü'l-Kur'an)]

46-) Men amile salihan felinefsihi ve men esâe fealeyha* ve ma Rabbüke Bi zallâmin lil ‘abiyd;

Kim imanın gereğini uygularsa, yararı kendi nefsi içindir! Kim de kötülük işlerse, kendi aleyhinedir. Rabbin, kullarına zulmedici değildir. (A.Hulusi)

46 – İyi iş yapan kendine, kötü yapan yine kendinedir, yoksa rabbin kullara zulüm kar değildir. (Elmalı)

Men amile salihan felinefsih kim salih amel işlerse kendi lehine işlemiş olur. ve men esâe fealeyha kimde kötülük işlerse kendi aleyhine işlemiş olur. ve ma Rabbüke Bi zallâmin lil ‘abiyd rabbinin kullarına zulmetme ihtimali asla bulunmamaktadır. Böyle çevirdim çünkü ma ve biy kalıbı, yani nefyin haberi B ile gelince imkan; ve veya ihtimal yokluğuna delalet eder. Allah’ın zulmetme ihtimali bulunmamaktadır. Neden? Bir hadisi kutsi de buyrulduğu gibi

İnniy harramtü ala nefsiy zulmen zulmü ben kendime dahi haram kıldım. Onun için İslam’da her yasağın ruhsat sınırı vardır, zulmün ruhsatı yoktur.

47-) İleyHİ yüreddü ‘ılmüs sa’ati, ve ma tahrucü min semeratin min ekmamiha ve ma tahmilü min ünsâ ve lâ teda’u illâ Bi ‘ılmiHİ, ve yevme yünadiyhim eyne şürekâiy kalu azennake ma minna min şehiyd;

O Saat’in (ölüm) ilmi O’na aittir! O’nun bilgisi dışında ne meyveler tomurcuklardan meydana gelir, ne bir dişi hamile kalır ve ne de taşıdığını doğurur! “Nerede benim ortaklarım?” diye onlara (Allâh’ın) nida ettiği gün, dediler ki: “Senin bir ortağın olduğuna kimse şahit olmamıştır; bunu itiraf ederiz!” (A.Hulusi)

47 – Saate ilim ona havale edilir, hem onun ilmi olmaksızın ne meyvelerden biri tomurcuklarından çıkar ve ne bir dişi yüklü olur, ne de vazeder, nerede imiş şeriklerim? diye onlara haykıracağı gün ise diyeceklerdir: arz ederiz huzuruna ki bizden hiç şahit yok. (Elmalı)

İleyHİ yüreddü ‘ılmüs sa’ah son saatin bilgisi yalnız O’na havale edilir. Fiyme ente min zikraha. (Nazi’at/43) diyordu ya bir başka ayet. Onun vaktini bildirecek sen değilsin.

Bir adam Resulallah’a gelir ve der ki mete sa’ah ya Resulallah. Kıyamet, son saat ne zaman kopacak. Nebi ona der ki M’aze adette, ne hazırladın onun için. Yani polemik yapmaya mı geldin, sen ne hazırladığına bak.

ve ma tahrucü min semeratin min ekmamiha ve ma tahmilü min ünsâ ve lâ teda’u illâ Bi ‘ılmiH hem onun bilgisi olmadan ne meyveler kabuklarını çatlatır, ne bir dişi gebe kalır veya doğurur. Fakat bu cümlede geçenlerin bilgisi yalnız Allah’a hasredilmemiş. Bunun anlamı insan da bilebilir manasına gelir, çünkü bundan önceki cümlede İleyHİ yüreddü ‘ılmüs sa’ah Allah’a hasredilmiş son saatin bilgisi. İleyhi; Car ve mecruru müteallekından önce gelmesi hasr ifade eder. Onun için ama “be” lamında ki bilgiler sadece Allah’a hasredilmiştir.

ve yevme yünadiyhim eyne şürekâiy ve o gün onlara nerede ortaklarım diye seslenilir. Yani zımnen bana ortak koştuklarınız şimdi neredeler. kalu azennake ma minna min şehiyd Onlar; sana itiraf ederiz ki ey Allah’ım şu anda bizden hiç kimse buna asla tanık olmamıştır derler. Yani itirafı o gün ederler fakat iş işten geçmiştir.

 48-) Ve dalle anhüm ma kânu yed’une min kablü ve zannu ma lehüm min mahıys;

Daha önce lafını ettikleri şeyler onlardan kaybolup gitti ve kendileri için bir kaçış yeri bulunmadığını da fark ettiler! (A.Hulusi)

48 – Önceden tapıp durdukları şeyler onlardan gayb olup gitmişler ve onlar kendilerine hiç bir kaçamak kalmadığını anlamışlardır. (Elmalı)

Ve dalle anhüm ma kânu yed’une min kabl artık onların daha önceden yalvarıp yakardıkları şeyler kendilerini yalnız bırakmıştır. Yani hiçbir yararı olmamıştır. ve zannu ma lehüm min mahıys kendileri için kaçacak bir yer olmadığına iyice kanaat getirirler.

49-) Lâ yes’emül İnsanu min du’âil hayr* ve in messehüş şerru feyeusün kanut;

İnsan hayır istemekten usanmaz… Eğer ona şerr dokunsa, hemen ümitsizce karamsarlaşır! (A.Hulusi)

49 – İnsan hayır istemekten usanmaz da kendisine bir şer dokunuverirse hemen ümidi keser, ye’se düşer. (Elmalı)

Lâ yes’emül İnsanu min du’âil hayr insan gözle görülür iyilikleri istemekten asla bıkıp usanmaz. İnsan çözümlemelerine bakınız. Vahyin muhteşem insan çözümlemeleri bunlar. Asla bıkıp usanmaz, gözle görülür iyilikler diye çevirdim el hayr ı. Genellikle Kur’an da böyle kullanılır. Bu bağlamda özellikle somut gözle görülür iyilik. Yani burada.

ve ‘asa en tekrahu şey’en ve huve hayrun leküm, ve ‘asa en tuhıbbu şey’en ve huve şerrun leküm. (Bakara/216) Siz kötü zannedersiniz o sizin için hayırlıdır. Siz iyi zannedersiniz o sizin için şerdir ayetini de hatırlayalım. O zaman gözle görülür iyiliği mahza iyilik zanneder. Onun altında bir şer olabileceğini düşünmez. Gözle görülür kötülüğü de mahza kötülük zanneder. Bu ima da var gibidir ayette ki devamında gelecek zaten.

ve in messehüş şerru feyeusün kanut ama başına kötülük bildiği bir şey gelecek olsa bu kez de tüm umudunu yitirip karamsarlığa kapılır.

Zamanın nesnesi olmak dile getiriliyor burada, kınanıyor yani. Parçaya kilitlenen bütünü kaybeder deniliyor. Parçada kötü gözüken bütünde iyi olabilir. Onun için de Allah’ın gör dediği yerden bak parçayı değil bütünü de görmeye çalış.

Yeus; umutsuzluğun tasavvuru esir alması halidir. Kanut ise tasavvurda ki umutsuzluğun bedene yansımasıdır.. Nasıl? Eğer içinizde umut bitti ise 50 kiloyu kaldıran eliniz 50 gramı kaldıramaz olur. Elim kolum döküldü derler ya. İşte dökülür yani. Onu ifade ediyor ayet.

50-) Ve lein ezâknahu rahmeten minna min ba’di darrâe messethü leyekulenne hazâ liy ve ma ezunnüs saate kaimeten ve lein rucı’tü ila Rabbiy inne liy ‘ındeHU lel hüsna* felenünebbiennelleziyne keferu Bima ‘amilu* ve le nüziykannehüm min azâbin ğaliyz;

Andolsun ki eğer ona (insana), isâbet etmiş bir sıkıntıdan sonra rahmetimizi tattırsak, elbette şöyle diyecektir: “Bu, benim hakkımdır… O Saat’in (kıyametin) olacağını da zannetmiyorum… Andolsun ki eğer Rabbime rücu ettirilirsem, zaten muhakkak ki O’nun indînde en güzeli benimdir!”… Andolsun ki hakikat bilgisini inkâr edenlere yaptıkları şeyleri haber vereceğiz… Andolsun ki onlara ağır azaptan tattıracağız. (A.Hulusi)

50 – Ve şayet ona dokunan bir sıkıntıdan sonra tarafımızdan bir rahmet tattırırsak mutlak der ki: bu benim hakkım ve zannetmem ki saat başıma dikilmiş olsun, bilfarz rabbime döndürülecek olursam muhakkak benim için onun yanında daha güzeli vardır, fakat o vakit biz o küfredenlere ne yaptıklarını haber vereceğiz ve onlara muhakkak yoğun bir azâb tattıracağız. (Elmalı)

Ve lein ezâknahu rahmeten minna min ba’di darrâe messethü leyekulenne hazâ liy ne ki uğradığı bu musibetin ardından eğer tarafımızdan bir rahmet tattıracak olsak tutar der ki bu zaten benim hakkımdı. Yine insan çözümlemeleri devam ediyor. Yani;

Femmel’İnsanu izâ mebtelâhu Rabbühu feekremehu ve na’amehu feyekulü Rabbiy ekremen. (Fecr/15) rabbi ne zaman ikram etse rabbim bana ikram etti, bu zaten hakkımdı zımnen. Ama ne zaman da onu sınırlasa rabbim bana ihanet etti der ayetlerini hatırlayalım.

ve ma ezunnüs saate kaimeten hem son saatin kopacağını da sanmam ya, hadi bir ihtimal veya farzı muhal olsa ve lein rucı’tü ila Rabbiy inne liy ‘ındeHU lel Hüsna bi,r ihtimal eğer rabbime döndürülürsem eğer beni onun katında malum güzelliklerin beklediğinden çok eminim der.

İnsana bakın insana. Tabi burada ahireti inkar eden tek dünyalı insan tanımlanıyor. İman etmeyenin ahiret tasavvuru olursa işte böyle olur. Tek dünyalı akıl. Dünyada ölüme sübûr gibi bakar. Sübûr; yok oluştur. Bakanlar ahirette sübûr isteyecekler. Evet, Lâ ted’ul yevme süburen vahıden ved’u süburen kesiyra. (Furkan/14) bugün bir tek yok oluşu istemeyin bir ölüm yetmez, yok oluşları isteyin ayetini hatırlayalım.

felenünebbiennelleziyne keferu Bima ‘amilu* ve le nüziykannehüm min azâbin ğaliyz sonuçta küfürde direnenler de elbet yaptıklarını bir bir haber vereceğiz ve onları kesinlikle altında ezilecekleri azâbin ğaliyz bu, altında ezilecekleri bir azaba mahkum edeceğiz.

51-) Ve izâ en’amna alel İnsani a’reda ve nea Bicanibih* ve izâ messehüş şerru fezû du’âin ‘ariyd;

İnsana bir nimet verdiğimizde yüz çevirir ve döner uzaklaşır! Kendisine şerr dokunduğunda ise, hemen çokça dua edicidir. (A.Hulusi)

51 – Evet insana nimet verdiğimiz vakit yan büker, başının tuttuğuna gider de kendisine şer dokunuverdi mi artık enine boyuna duâya dalar. (Elmalı)

Ve izâ en’amna alel İnsani a’reda ve nea Bicanibih ne zaman insana nimetlerimizi tattırsak hemen yüz çevirir ve yan çizer, omzunu döner. Ve nea Bicanibih. ve izâ messehüş şerru fezû du’âin ‘ariyd ne zaman da başına bir musibet gelse başlar yalvar yakar uzun uzadıya dualar okumaya. Hatta burada ki ‘ariyd; şu manaya da gelebilir, sündüre sündüre dualar okumaya. Yani tam bir batmak üzere olan gemide ki ateist sendromu, burada tarif edilen o.

52-) Kul eraeytüm in kâne min indillâhi sümme kefertüm Bihi men edallü mimmen huve fiy şikakın beıyd;

De ki: “Düşünün bakalım, eğer (bildirilen) Allâh indîndense, siz de Onu inkâr etmişseniz, (Hakikatten) bu kadar uzak düşmüş birinden daha sapık kim olabilir!” (A.Hulusi)

52 – De ki söyleyin bakayım, eğer o Kur’an Allah tarafından da sonra siz ona küfretmiş iseniz o uzak şikaka düşenden daha şaşkın kim olur? (Elmalı)

Kul eraeytüm in kâne min indillâhi sümme kefertüm Bih de ki ya bu vahiy Allah katından gelmişte, buna rağmen siz onu inkar etmişseniz neler olacağını hiç düşündünüz mü? Eraeytüm, hiç düşündünüz mü? Bunu soruyor şimdi. Ya bu vahiy tıpkı İman Cafer’in ahirete inanmayan muhatabıyla tartışmasında olduğu gibi. Ya demiş İmam Cafer, sen inanmıyorsun ahirete. Eğer senin dediğin doğruysa ben bir şey kaybetmem, ahlaklı yaşamış olurum. Ama ya benim dediğim doğruysa, ya öldükten sonra hesaba çekileceğimiz gerçekse sen ne yaparsın. Ona benziyor.

men edallü mimmen huve fiy şikakın beıyd kim derin bir yabancılaşma içine düşen birinden daha sapık olabilir ki? fiy şikakın beıyd kendisine karşı derin yabancılaşma olarak çevirdim. Yani böyle birinden daha sapık kim olabilir. Şunu söylüyor; Kendine karşı yabancılaşan sapar.

53-) Senüriyhim âyâtina fiyl afakı ve fiy enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm enneHUl Hakk* evelem yekfi Bi Rabbike enneHU alâ külli şey’in şehiyd;

Âfakta (ufuklar – dışta) ve enfüslerinde (bilinçlerinde) işaretlerimizi onlara göstereceğiz, tâ ki O’nun Hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun! Rabbinin her şeye şahit oluşu yetmez mi? (A.Hulusi)

53 – İleride biz onlara hem âfakta hem nefislerinde âyetlerimizi öyle göstereceğiz ki nihayet onun Hakk olduğu kendilerine tebeyyün edecek, kâfî değil mi bu ki rabbin her şey’e şahit. (Elmalı)

Senüriyhim âyâtina fiyl afakı ve fiy enfüsihim hattâ yetebeyyene lehüm enneHUl Hakk vakti geldikçe insana kainatın uçsuz bucaksız ufuklarında ve bizzat kendi öz benliğinde mesajlarımızı göstereceğiz. Ta ki bu vahyin tartışmasız bir gerçek olduğunu herkes anlasın. Evet, Afak ve enfüsteki ayetler nasıl gösterilecek? İki yorum yapılmış.

1 – Fütuhatla. Yani Mekke ve çevresi fethedilecek, yani insanların gönüllerinde fütuhat olacak, kalpler açılacak. Ki Hudeybiye’ den sonra bu görüldü. Hudeybiye’ye kadar iman etmiş olanların sayısı, Hudeybiye’den sonra ilk 6 ayda aştı iman edenler ve tüm 4 kıtada İslam’ın kısa zamanda yayılışı bunun ifadesi.

2 – 2. bir yorumu ve daha çaplı yorumu afak ve enfüste yani insanın mikro kozmos olan insanda ve makro kozmos olan kainatta Allah’ın ayetlerinde ki hakikatler kendini hep zaman içinde bir bir keşfettirecektir, dışa vuracaktır.

evelem yekfi Bi Rabbike enneHU alâ külli şey’in şehiyd her şeye şahit olan senin rabbin insana yetmez mi, yetmedi mi.

54-) Elâ innehüm fiy miryetin min Lıkai Rabbihim* elâ inneHU Bi külli şey’in Muhıyt;

Dikkat edin! Muhakkak ki onlar Rablerinin likâsından (Rablerinin varlıklarında açığa çıkışını yaşamaktan) şek – şüphe içindedirler! Dikkat edin! Muhakkak ki O, Bi-küllî şey’in (her şeyin Esmâ’sıyla varlığında olarak) Muhiyt’tir (ihâta eder)! (A.Hulusi)

54 – Uyan! onlar rablerinin likasından işkil içindeler, uyan ki o her şey’i muhît. (Elmalı)

Elâ innehüm fiy miryetin min Lıkai Rabbihim bakın belli ki onlar rablerinin huzuruna çıkacaklarına ilişkin tereddüt içindeler elâ inneHU Bi külli şey’in Muhıyt bakın şüphesiz O her şeyi çepe çevre kuşatmıştır. Yani ondan kaçmak isteyenin O’na kaçmaktan başka hiçbir çaresi yoktur.

Ve ahiru davahüm enil hamdülillahi rabbil alemiyn

Çağrımız ve davamız Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd’adır.


Viewing all 114 articles
Browse latest View live